22 Şubat 2008 Cuma

KADİM DEMOKRAT PARTİ VE AKP FARKI


KADİM "DEMOKRAT PARTİ"
VE "AKP" FARKI
Mustafa Nevruz SINACI
Demokrat Parti 7. ve 8. dönem Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Arif Demirer, geçen hafta içinde yayınlanan, tarihi değeri haiz, çok önemli ve özgün bir makalesinde, AKP genel başkan yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın televizyonlarda yaptığı bir açıklamaya dikkat çekerek; AKP adına konuşan Fırat’ın “türban ile ilgili yasal düzenlemeyi, tarihi DP’nin ceza kanunundaki ezan ile ilgili yasak maddesinin kaldırılması olayına benzetmesini” eleştirdi.
Önce makaleyi olduğu gibi bilgilerinize sunuyorum. Sonra açıklama ve yorum:
“Sayın Fırat’a göre, (güya) o (tarihi) olayda da Halk Partililer kıyameti koparmışlar; “laiklik elden gidiyor” diye yaygaraya başvurmuşlar.
Sayın Fırat olayı iyi incelememiş.
Zira, 1950–1960 arası TBMM’den sadece iki kez oturuma katılan tüm millet-vekilleri’ nin tam ittifakı ile karar çıkmıştı: 16.Haziran.1950 günü ezanla ilgili (TCK) yasak maddesinin kaldırılması, 18 Şubat 1952 günü Türkiye’nin NATO’ya girişinin onaylanması. Merhum B. Ecevit dahil tüm CHP’liler (Kıbrıs’la ilgili olan) Londra, Zürih ve Garanti Antlaşmalarına KIRMIZI oy kullanmışlardı!
1974 yılında ise Zürih Antlaşması’nın ve Menderes’in sayesinde gitmiştik Kıbrıs’a…
16 Haziran 1950 günü ezan ile ilgili karara, oturuma katılan tüm CHP milletvekilleri beyaz oy kullanmışlardı. Genel Başkan İnönü oturuma katılmamıştı. CHP’li milletvekillerinin ya da basındaki köşe yazarlarının “laiklik elden gidiyor” gibi hiçbir eleştirileri olmamıştı. Olamazdı. Çünkü DP iktidara gelmeden önce, CHP’nin son başbakanı Şemsettin Ş. Günaltay “İmam Hatip Kurslarını, İlahiyat Fakültesi’ni ve bazı Türbeleri yeniden açmakla” övünmüştü.
TBMM’de. Sayın Fırat’ın siyasi tarih bilgisi “zayıf” !
Menderes – Erdoğan farkına gelince…
Merhum Adnan Menderes’i, içinde babamın da olduğu ve sağ kurtulduğu Londra uçak kazasından (1959 yılında İngiltere’de öğrenci idim) sonra yakinen tanımış bir kişi olarak aklıma hemen gelen iki önemli farkı açıklamak istiyorum:
İletişim olanaklarının bugünle kıyaslanmayacak ölçüde sınırlı olduğu 1954 yılında (sınırlı bir radyo programı ve her yere ulaşamayan gazeteler) Menderes % 58.4 oy almış ve başladığı yatırımlara hızla devam etmişti. Ezan yasağını ise DP iktidara geldikten ve kendisi Başbakan olduktan 15 gün sonra kaldırıvermişti.
Aradan dört yıl geçtikten sonra değil!
Bu birinci fark. İkinci önemli fark ise, siyasi tecrübe farkı. Menderes başbakan olduğu zaman, tarımı çok iyi bilen 19 yıllık milletvekili idi. Ana Muhalefet Partisi DP’nin de dört yıllık (2) numaralı önderi idi. Gerek Meclisin, gerekse halkın (% 75 kırsal nüfus) nabzını çok iyi ölçmeyi öğrenmişti. Başbakan Erdoğan başarılı bir belediyecilik tecrübesine sahip. Türban konusu için 15 gün değil, tam altı yıl bekledi. İlk açıklamayı yurtdışında iken yaptı. Tepkileri doğru ölçüp değerlendiremediği gibi, konuyu MHP gibi siyasi çizgisi bence tartışılabilen bir parti ile ortak bir zemine oturttu. Devlet Bahçeli’nin MHP’sinin milliyetçiliğini önemli bir örnek olay ile tartışabilirim. Gerisini hep birlikte yaşıyoruz.
Menderes’in ezan yasağını kaldırması olayı 18 Haziran 1950 günü unutulmuştu.
Bir daha da, 27 Mayıs sonrasına kadar, kimsenin aklına dahi gelmedi.
Türban konusunu ise daha çok uzun bir süre, son derece gergin bir ortamda, milletçe tartışacak ve korkarım ki tartışırken birbirimizi kıracak; üzecek; sonradan pişman olacağımız şeyler söyleyeceğiz. Menderes-Erdoğan farkı, bu kadar değil! Ama bu kadarı da yeter.” (*)
SONUÇ VE YORUM:
Kadim Demokrat Parti, tıpkı Atatürkçülük-Kemalizm’in ilkeleri ve Türk İnkılâbına karşı 10 Kasım 1938 günü saat 9.05’den itibaren kinle-nefretle tatbik edilen karşıdevrim, hafızalardan silme ve beyinlerden kazıma operasyonuna maruz kaldı.
Aslında 1947 yılından itibaren yürürlüğe konulan ve 2005 yılında tamamlanması öngörülen (Pentagon-2005) BOP ve BİP plân-projelerine karşı tam bir kararlılıkla koyduğu ret ve tepkinin bedelini kanla-canla ödedi. Lâkin 1938’e nazaran çok daha ağır, kin-kan ve nefret dolu “gayri-meşru” bir darbeyle yok edildi. Mensup, Bakan, Milletvekili, taraftar, üye ve sempatizanları son derece ağır itham, iftira ve iğrenç bir yalan furyası ile ezildi. Enterne edildi. Toplumdan dışlandı, son derece insanlık ve ahlâk dışı muameleler maruz bırakıldı.
1960’dan sonra, Atatürk ve Demokrat Parti tarafından tam bir milliyetperverlikle ve “Milli Devlet Şuuru” içinde uygulanan; Akılcılık, (rasyonalizm) bilimsel ve analitik mantık, milli sentez, eşitlik, hak-adalet, özgürlük, millet olarak topyekün kalkınma ve refahı tabana yayma bilinci sona erdi. Bunun yerine; Siyaset simsarlığı, misyon tacirliği, din tüccarlığı ve de özellikle, sulta patentli-dış güdümlü taklitçilik aldı yürüdü. Hürriyet, adalet, refah ve saadet yerine, ülkede dehşet, anarşi, terör, fakirlik-yoksulluk ve yolsuzluk türedi, yürüdü gitti...
Gerçekte bu; Aleni ve cebri gasp- resmi irtikap ve Atatürk’e-geleneğe ihanetin elim bir bedelidir. Diğer bir anlamda: Demokrat Partiye karşı işlenen insanlık ayıbı, hicap ve utanca rağmen, veraset irtikabı, istismar ve suiistimalin yüzsüzce-pişkince boyutudur. Aleni veya gizli, örtülü suiistimal sadece ve yalnızca belirli bir parti ve/veya zümreye ait değil, bilâkis geneldir. Bu neviden Demokrat Parti’nin siyasi malzeme olarak kullanılma süreci “büyük bir yüzsüzlükle” devam ettirildi, ettirilmektedir de...Bu örnek de onlardan sadece biri. Umarım; Yeni Genel Başkan “Süleyman Soylu” ile DP, bu makus talihi aşar ve kadim Demokrat Parti tekrar vücut bulur. Hayatiyet kazanır. Mukallitler aslına rücu eder. 46 ruhu, dava, misyon ve manâsı ruhlanır. Zira, bütün bu kalitesizlik, pişkinlik ve madrabazlığın çaresi (sağı ve solu değil) merkezde “Milli Siyaseti” ayağa kaldırmakla mümkündür.

15 Şubat 2008 Cuma

LOZAN’A DARBE

VE

İHANET KISKACI

Mustafa Nevruz SINACI
Sanal olarak yaratılan başörtüsü veya türban geriliminin hemen akabinde, geçtiğimiz hafta, “10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezerin veto ettiği” Vakıflar Yasası’nın 2 maddesi daha; Milletin vekilleri değil ! parti sahiplerinin hırs, ihtiras, emir ve talimatları doğrultusunda hareket eden ‘padişâhın kulları’ tarafından kabul edildi. Genel Kuruldaki görüşmeler sırasında (sözde) muhalefet iktidarı Sevr’e dönme çabası, Lozan Anlaşmasını alenen ve millete rağmen delmekle suçladı.Bu ağır itham ve vatana ihanet anlamına gelen suçlamaya aldırmayan iktidar şuursuzca tasarıyı savundu. Muhalif kanat aynı bilinçsizlikle maddeleri engellemeye çalıştı. Ama nafile. Netice malum !
Bu menfur tasarı en az 8 maddesi cihetiyle, bütün usul ve unsurları ile lâikliğe aykırı olmasına karşın; Gül’e karşı düzenlenen Cumhuriyet mitinglerinde “Ne ABD, NE AB; TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE” diye gırtlak patlatırcasına haykıran, şov yapan kesimin şimdi neden gıkı çıkmıyor. Sanırsınız ki, bunların hepsi yalancı. Değillerse çıksınlar ortaya. Meselâ ADD, vakıflar yasa tasarısı aleyhine neden ve niçin büyük mitingler düzenlemiyor? Dahası milli menfaatler, manevi mukaddesler ve hızla yükselen değerler ayaklar altına alınırken;. Milliyetçilik ‘nasyonalizm’ denince mangalda kül bırakmayan MHP ağırdan alıyor,çok pasif ve palyatif davranıyor. Zira, “57. hükümet döneminde, "ben oy vermem ama siz istediğinizi yapabilirsiniz meal" yutturmacası ile TBMM'den geçmesini sağladığı yasaya dayanılarak yapılan yönetmelik var. Apaçık utanç vesilesi ve yüz karası bu. Üstelik anılan parti nasıl olur da hem milliyetçilik iddiasında bulunur ve hem de AB ‘enternasyonal’ yanlısı tavır ve tutum izler. Bu bir çifte standart, iki yüzlülük ve aldatmaca değil mi ? Zaten, bu yönetmelik ile azınlık vakıflarının mal-mülk edinmeleri sağlanmıştı. (4 Ekim 2002) Şimdi, vakıfların, yabancılarla ilişki kurmasının önündeki engeller kaldırılıyor...Daha açık bir deyimle, dahili-fiili işgal ve koca bir imparatorluğun zevaline neden olan ‘kapitülâsyon’ dönemi başlıyor.
Çok garip bir durum bu! Üstelik, daha dün sözde lâiklik telâşı ile vaveylâyı basan illi medya oralı bile değil. Adının başında Prof. Dr. yazılı dönme-devşirme orijinli ihanet şebeke sözcüleri karından ve beyinden AB’ye bağlı olduklarını haykırırcasına; “Ne mütekabiliyeti efendim, vatandaş hakları bunlar. Trakya veya başka yerlerdeki soydaşlarımız ilgili ülkelerin sorunudur” diyebilecek kadar alçaklaşıyor, yanıltıcı ve yönlendirici bir rol oynayabiliyorlar.
Aslında bu güruhun vakıftan falan haberi yok.
Gaflet, dalâlet ve hıyanet içinde olanlara da bir anlatalım:
Bütün dünya çok iyi biliyor ki, Türk kültür ve medeniyeti vakıf esaslıdır.
Lügat ta Vakıf: “Bir kimseyi, menkul yahut gayrimenkulu, ayni veya nakdi değeri alıkoymak, durdurmak, kımıldatmamak. Hareketten fariğ olmak. İmsâk etmek. Hapsetmek. Asla sattırmamak. Amaçtan başka şeye tebdil ve iblâğ olunmamak kayıt ve şartı ile bir mülkü ‘Hak, Allah yoluna ve millet hizmetine’ vermek. İradı-geliri hayır nevilerinden birine ‘hayri ve hasbi’ faaliyetlere tahsis olunmak üzere bir değeri ilelebet tevkif etmek, vakfetmek.” Vakfetmek: “Bir malı veya (taşınır-taşınmaz, ayni veya nakdi) bir değeri, kamu adı ve yararına hayri ve hasbi işlere-faaliyetlere bağlayıp, Allah yoluna tahsis etmek”Vâkıf: “Bilen, haber sahibi. Ehli vukuf. Âşina. Bir işi hakkıyla ve lâyıkıyla iyi bilen, bilgi, birikim ve deneyim sahibi, namuslu, dürüst, onurlu, soylu, ilkeli ve haberdar olan. Vakfeden. “Kamu ve halk yararına, Allah rızası için tahsis eden” anlamına gelir.Türk-İslâm medeniyetinin vakıf anlayışı bu. Batı, vakıf usulü, hukuk ve kültürünü Endülüs, Sicilya Müslümanları ve Osmanlı’dan almış; Şu kadar ki, insani-hayri amaçlar için değil, ilâh-silâh ve ilâç tüccarlığı (sömürgecilik) bağlamında menfur amaçları için kullanmıştır. Diğer bir anlamda saf-samimi ve iyi niyetli bir yaklaşımla irdelersek; Vahşi batının medenileşmesi ‘bir vakıf medeniyeti’ olan Türk ve İslâm kaynaklıdır. Rönesans’ın sebebi Osmanlıdır. Ancak, batı uygarlığı (medeniyeti değil !) vakıf ilmi ve kültürünü Türk ve Müslümanlardan aldıktan hemen sonra, yine Türk ve Müslümanlara karşı düşmanca bir silâh olarak faaliyete başlamış olup; Başta, mason ve misyoner unsurlar kurdukları vakıfları İslâm aleminin dumuru ve Türk aleminin zaaf vasıtası biçiminde insanlık aleyhine ve haince kullanmışlardır.


Bu ihanetin birinci perdesi İslâm alemi ve Müslümanlar arasında mevcut insicam, barış, huzur, emniyet ve itimadın sarsılması; İkincisi Osmanlı’nın bölünmesi ve parçalanması, üçüncü vetiresi ise: Şark meselesi gereği bütün Anadolu’nun Türk ve Müslüman unsurlardan temizlenerek; Ya toplu imha (jenoside-soykırım) ve/veya tart, istirdat ve tehcir amacına matuf düşmanca bir tavır, tarihi plân ve sistematik biçimde yürütülen programdır.
AB süreci bağlamında ülkemize dayatılan 5555 sayılı yasa tasarısı ile bu iğrenç-hain düşmanca tutum ve teşebbüs şimdi hayata geçirilmek istenmektedir. Bunu bilmeyen, farkında olmayan aptal, hain ve gafildir. AB tarafından yıllardır ısrarla dayatılan tuzağa bir bakalım:
“Vakıflara ait yeni düzenlemeler getiren 5555 sayılı Vakıflar Kanunu mevcut iktidar tarafından daha önce çıkarılmaya çalışılmış, ancak bu yasanın 5, 11, 12, 14, 16, 25, 26, 41 ve 68. maddeleri 10. Cumhurbaşkanı tarafından Anayasanın 89. ve 104. maddeleri gereği tekrar görüşülmek üzere iade edilmişti. Aynı taslak iktidar tarafından 'bulanık suda balık avlarcasına' tekrar TBMM gündemine taşınmıştır. Bu Kanun tasarısı genel olarak hem Vakıf Kanunu'nu hem de Vakıflar Genel Müdürlüğünün görev ve hizmetlerini düzenlemekte; İlk 27 maddesi vakıfları, diğerleri ise Vakıflar Genel Müdürlüğünü ilgilendirmekte ve bu kanun tasarısının ilk 27 maddesinde iki temel yaklaşım göze çarpmaktadır.
1-TMK kabulünden önceki vakıflarla Medeni Kanun'a göre kurulmuş vakıflar aynı statüde düzenlenmiştir; 2-Statüsü eşitlenen bu vakıflara yurt içi ve yurt dışında sınırsız bir örgütlenme faaliyet ve bağış alma özgürlüğüne sahip kılınmasıdır.
·Görüldüğü gibi bu kanunun en temel yanlışı, eski ve yeni vakıfların aynı kanunla ve aynı statüde düzenlenmesidir. Kanunda, 21.500.000 km2’ye dağılmış Osmanlı-Türk ve İslâm vakıflarına ilişkin hüküm ile mütekabiliyete dair hiçbir açıklık yoktur. Bütünüyle ‘tak taraflı taviz’ niteliği arz etmekte ve Anadolu’nun fiilen işgaline taban hazırlamaktadır.
·İş bu tasarı, 2002 den itibaren AB, 2004 den itibaren de ABD'nin ısrarlı talepleri üzerine hazırlanmıştır. Taslak, daha önce, AB'ye uyum için iki kez değiştirilmiş ve Azınlık Vakıfları'na mal-mülk edinme hakkı verilmiş, sonuçta Azınlık Vakıfları'nın kendilerine ait olduğunu öne sürdükleri taşınmaz mülkler, idari bir kararla iade edilmiş, başta İstanbul olmak üzere hile ve desise ile büyük bir edinim kampanyası başlatılmıştır. Tasarının yasalaşması ile bu durum daha vahim bir hal alacak, milli birlik-bütünlük ve ulusal imtizaç bozulacaktır.
NETİCEOLARAK: Eğer ! TBMM’de iş gören ve adına “vekil” denet zevata ve; Başta MHP, CHP, DSP ile BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu olmak üzere Milliyetçi, Maneviyatçı, Müslüman ve Muhafazakâr unsurlara rağmen geçer; Geçtikten sonra ise tamamınca Anayasa Mahkemesi, yerel Mahkemeler, Yargıtay ve Cumhuriyet Başsavcılıklarına götürülmez ve yasa kesinleşirse bu Meclis meşruiyetini kaybetmiş ve AB’nin emir ve hizmetine girmiş demektir.
İşte o zaman, “YETER !.. SÖZMİLLETİDİR !..” diyenlere iş düşer.

12 Şubat 2008 Salı

5510 SAYILI "GASP VE ZULÜM" TASARISI


5510 SAYILI
"GASP VE ZULÜM"
TASARISI İLE
"YENİ VAKIFLAR YASASI"
GİRİŞİMİNE HAYIR !...

Mustafa Nevruz SINACI

Sanal gündem oluşturmak ve kamuoyunu belirli bir süre meşgul etmek amacına matuf baş örtüsü ve/veya türban meselesi; Tıpkı İmam Hatip Liseleri, TCK, ÖSS ve Kuran kursları konusu benzeri aykırı, yetersiz, biçimsiz, haksız ve hukuksuz bir şekilde sonuçlandı Asıl mağduriyet, zulüm, işkence ve toplumsal gerilim bundan sonra başlayacak. Zaten amaç da bu idi...
Şimdi sıra, göz ardı edilen ve örtülü gündemlerde yer alan AB, IMF ve Dünya Bankası dayatması yasalara geldi. Nedir bunlar ? Kısaca sinsice vatana ihanet ve milli felâket olarak adlandırabileceğimiz Sosyal Güvenlik ve Vakıflar yasası. Vakıflar yasası toplumsal dengeleri derinden sarsacak. Burada, geçen hafta soydaşlarımızı diri diri yakan nazi kafası, solingen zihniyeti ve skolastik Avrupa’nın menfur, muharref Hıristiyanlığın ise karanlık emelleri var. SGS, aleni bir insanlık düşmanlığı. Yalan-talan erbabı, kayıt ve kapsam dışı çalışmayı, devleti soymayı, vergi kaçırmayı, emek ve din sömürüsü yapmayı adet edinmiş kesimin çalışan ve emekliler üzerinde onarılması mümkün olamayacak derin yaralar, uçurumlar açması, yönetim eliyle zulüm, işkence, gasp ve irtikapla iştigal etmesi bekleniyor.
Zaten ufku olmayan bir politikadan başka bir şey; Örneğin adalet, hukuk, eşitlik ve de hakkaniyet beklenemez. Oysa, en temel insan hakkı adalettir. İmanın dahi % 99’u adalettir.
Bakınız! mecliste bekleyen 5510 sayılı (SSGSS) tasarısı eğer mevcut haliyle TBMM’ de kabul edilir ve yasalaşırsa; Halihazır istihdam edili işçi, memur, eski ve yeni emekliler pek çok müktesep haklarını nasıl kaybedecekler.
Adı “Adalet ve Kalkınma” olan parti insan aleyhine neler plânlıyor ? görün:
Mecliste bekleyen tasarıda sağlık ve sosyal güvenlik haklarında oluşacak kayıplardan bazıları şöyle:
“Kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı tümüyle 65'e çıkarılacak. (Madde 28) Emekliliğe hak kazanabilmek için 5.000'den 7.000’e çıkarılan prim ödeme zorunluluğu (net 25 yıl) 9.000 gün prime çıkacak. (Madde 27) Emekli maaşları % 23 ila % 33 arasında azalacak. (Madde 29) Yıpranma hakkı gasp edilecek. Aylık geliri 139,6 YTL'den fazla olan bütün vatandaşlar her ay 73 ila 475 YTL arası Genel Sağlık Sigortası primi ödemek zorunda kalacak. (Madde 88) Sadece ayakta tedavi halinde değil; Hastalık, kaza, ameliyat gibi nedenlerle hastaneye yatmak gerekince de 'katılım payı' adı altında para ödenecek. (Madde 68) İş bu 'Katılım payı' gerektiğinde beş katına kadar arttırılacak. (Madde 68) Bütün sağlık hizmetleri paralı olacak. Hizmet almak için 'ilâve ücret' adı altında para ödemek gerekecek. (Geçici Madde 5) Daha önce doğum yapan sigortalılara altı ay süreyle verilmesi öngörülen emzirme yardımı 1 aya düşürülecek. Hastalık sonucu rapor almak zorunda kalan sigortalılara verilen iş görememezlik ödeneği % 16 azalacak. (Madde 18, 19, 80) Emekli Bağ-Kur'lularının maaşından 10 yıl süreyle % 10 oranında Genel Sağlık Sigortası primi kesilecek. (Madde 88) Prim ödeyemeyen vatandaş sağlık hizmeti alamayacak.(Madde 88,89,90) Prim ödeyemeyen çiftçilerin pamuğuna buğdayına, üzümüne tütününe el konulacak. (Madde 87)
Bu amaç ve kapsam muvacehesinde, tasarlanan yasa bir gasp, zulüm ve işkence yasası değil de nedir? Hani sosyal devlet ve sosyal adalet ? İnsan Hakları, adalet, eşitlik ve objektif hukuk bunun neresinde ? Cumhuriyetin “fazilet ve erdem” üzerine kurulu ilkelerine ne oldu ?
Oysa, devletin temel görevi-varlık nedeni: Kahir ekseriyeti yasa dışı çıkar grupları ve “devletin mali deniz” zihniyeti ile domuzlaşanları, keneleri değil; Tabandan tavana, en değerli varlığımız olan insan unsurunu baz ve kamu yararını esas almak; Vatandaşa Eğitim, Sağlık, (Beslenme-Barınma-Korunma-Öğrenme-İnanma-İnandığı Gibi İnsanca Yaşama) Hak, Adalet ve Sosyal Güvenlik dahil temel-zorunlu (insani) ihtiyaçlarını (araya hiçbir kazanç-aracı tefeci, ticaret unsuru koymadan temin ve tevdii etmektir.
Bunun dışında her hangi bir anlayış ve yaklaşım asla meşru değildir. Kabul edilemez ve onaylanamaz. Bu cihetle mezkür tasarılar İnsan-Vatandaş hakları ve anayasaya aykırıdır.
Aslında, bu tasarının ilk proje çalışması ve resmi önerisi bana ait. Şöyle ki:
Daha 1980 öncesi idi, “SAGEM” (Sosyal Güvenlik Müsteşarlığı) adı ile devlet ricaline sunduğum proje, kapsamlı olarak ilk kez Milli Güvenlik Konseyi tarafından ele alındı ve dile getirildi. Fakat, çok muhtevalı bir proje olması, bilumum çalışanlar ile emeklileri içine alması, Sosyal güvenlikte tek çatı-tek kurum önermesi, 657-506 Sayılı yasalar ve Bağ-Kur mevzuatını “sosyal adaleti, maaş ve ücretler arasında ilke, norm ve standart birliği” öngörmesi nedeniyle büyük tepkilerle karşılaştı. Zira tasarı, orijinal biçimi ile kamuoyunun bilgisine sunulmuştu.
İlk hazırlanış biçimiyle bu proje “çalışma ve iş barışını” sağlıyor ve sektördeki bütün sorunları önlediği gibi; İntibakta asgari ücreti baz aldığı için “sosyal adaleti” de en namuslu, insani ve dürüst bir boyutta sağlıyordu.
Buna göre: Fiilen çalışanlar dahil, eski-yeni (süper) bütün emekliler için adil bir yapı öngörülüyor, “kıdem-ehliyet-liyakat” her tür, derece ve kademe müktesebatta esas alınıyor, orijinal bir intibak sistemi ile de bütün çalışanlar ve emekliler arasındaki maaş-gelir uçurumu tarihe karışıyordu. Zira, tasarının hazırlanışında Cumhuriyet, Atatürk ve Türk İnkılâbının esas ve ilkeleri baz alınmıştı. Önce insan ! ve insan için devlet...
Adalet, hakkaniyet, objektif normlarda eşitlik kimsenin işine gelmediğinden olsa gerek tasarıyı duyanlar memnun, görenler, okuyanlar ve inceleyenler ise öfkeli ve kızgındı. Sonunda proje, merhum Turgut Özal’a değin rafa kaldırıldı. 1. Özal hükümeti döneminde çabalarımızla tekrar gündeme geldi, yıllar içinde tasarıya dönüştü. SAGEM ana proje olmak koşuluyla buna dayalı pek çok tasarı gelişti, tartışma büyüdü, önermeler daraldı, temel vazgeçilmezler bir-bir budandı ve hedef küçüldü. Emperyalist/kan emici/kene-vampir unsurlar, dahili kapitalistler ve türedi zenginler lehine şekillenmeye başladı. Esas, manâ ve muhteva kayboldu, kadük oldu. Çalışanlar ve emeklilerin ilkeli norm, objektif kriter ve standart birliği hayali suya düştü. Emekliler ve istihdam edililerin lehine tasarlanan proje bütün-bütün halkın ve geniş kitlelerin aleyhine dönüştü. Beklenir kazanç kayba, kayıp devasa adaletsizlik, haksızlık, hukuksuzluk, insanlık ve ahlâk dışı boyutlara ulaştı.. Ümitler ikisara, hayaller hayal-i sükuta, yasa tasarısı ise tam bir kâbusa dönüştü.
Eşitlikçi sosyal devlet, adalet ve hak kavramı dışlandı, çalışan-patron ilişkisi öne çıktı.
Aslında, şu anda sadece Türkiye'de değil, küresel emperyalizmin yeni sömürü stratejisi gereği dünyanın pek çok ülkesinde benzer politikalar, insanlık-birey, evrensel halk düşmanlığı “çok insafsız ve merhametsizce” uygulanmaya çalışılıyor. İnsani Boyut ve Bilgi Toplumu olgusunu ilâh-silâh ve ilâç ticareti nam şeytan üçgeninde gören, halktan kopuk-antidemokratik çete devletler sosyal güvenlik-sağlık harcamalarını azaltma çabasındalar. Diğer taraftan da “polis devleti, patron devleti, oligarşi sultası” eğilimi hızla ağırlık kazandığı için; Özellikle ve bilhassa Türkiye de maaş ve ücretler arasındaki uçurum günden güne büyüyor.
Türkiye de bu girişimlere karşı bilinçli bir mukavemet yok.
Oysa, Fransa ve Yunanistan'da büyük grevler ve yürüyüşlerle bu yasalar engellenmeye çalışılıyor. Ne var ki, şu an yasanın getirecekleri ve götürecekleri ile ilgili yeterli farkındalık, bilinç yok. Bir yanda yönetimin yağcı, yalaka ve yardakçıları, diğer tarafta halk dalkavukları, dış kaynaklı iğrenç-sıcak sermayenin köpekleri, vampirleşmiş-keneleşmiş uzantıları destekçi durum ve konumunda. Niyet alenen kötü. Amaç insanlık dışı.
Adalet ve Kalkınma Partisi, bir kez daha, açık adı ve amacıyla çelişen bir yasaya imza atmak üzere. Acaba, orada buna dur diyecek, kendini Millete Vekil hisseden tek kişi yok mu ?
Ya muhalefet vekilleri ne yapmakta ! Sendikalar ne iş yapar diye de bir sorumuz var.
Ancak, halk bu yasayı engelleyebilir.
Bu bir zulüm, işkence, gasp ve mağduriyet tasarısıdır.
Mağdur olan hedef-muhatap kitle; Halk karşı koyarsa bu yasa önlenebilir !
Haydi, “Adaletsiz kalkınma” modeli işletmecilerine karşı iş başına.
VAKIFLAR ve SSGSS yasa tasarılarına” insan ve ülke yararına revize edilmedikçe;
HAYIR !..
"YETER !.. SÖZ MİLLETİNDİR."

9 Şubat 2008 Cumartesi

TÜRBAN (YAHUT) BAŞÖRTÜSÜ TBMM'DE


Türban (Yahut) Başörtüsü TBMM'de
Mustafa Nevruz SINACI
Türbanın sadece ve yalnızca “üniversitelerde” serbest bırakılmasıyla ilgili anayasa değişikliği görüşmeleri 6.Şubat.2008 Çarşamba günü TBMM’nde, oldukça sıkıntılı, gergin ve huzursuz bir ortamda başladı. Adalet ve Kalkınma Partisi'yle Milliyetçi Hareket Partisi' nin birlikte sundukları teklifin ilk tur görüşmeleri bu hava içinde başladı ve beklendiği gibi sonuçlandı. Görüşmelerde gözlenen tek şey, karşılıklı atışma ve sataşmalara rağmen ortaya ciddi bir çözüm önerisinin konulamaması idi. Yani taraflar havanda su dövdü.
Şu halde Anayasa değişikliği ile ilgili ikinci tur görüşmeler 9 Şubat 2008 Cumartesi günü gerçekleşecek. Anayasa değişikliği teklifinin kabulü, üye tam sayısının beşte üçü-yani 330 milletvekilinin gizli oyu ile mümkün. Değişikliklerin Anayasanın 10'uncu ve 42'inci maddelerinde yapılması isteniyor.Konuyla yerli basın, halk ve kamuoyunun hassasiyetinin yanı sıra yabancı medya da yakından ilgileniyor ve/veya ülkemizde “Türkçe” yayınlanan mütareke (Ali Kemal) tröstü tarafından özellikle bilgilendirilmek suretiyle; İç politika ve kamuoyu etkilenmek, yönlendirilmek-motive edilmek isteniyor.Yani bu konuda, inanılmaz bir ‘dahili ve harici’ işbirliği söz konusu. Örneğin: EL PERIODICO:
“TÜRK (!) REKTÖRLER BAŞÖRTÜSÜNE KARŞI HAYKIRIYORLAR”
İspanya'da yayımlanan 2 Şubat 2008 tarihli El Periodico gazetesinin ana sayfalarında yukarıdaki başlık altında Andres Mourenza imzasıyla yayınlanan İstanbul mahreçli yazı, makalenin Türkçe çevirisi şöyledir:“Kampüste kaos, sokaklarda şiddet ve Cumhuriyetin sonu. (?) Yükseköğretim Kurulu Rektörler Komitesi tarafından yayımlanan bildiriye göre, başörtüsünün kullanımını serbest bırakmanın sonucu bu olacak. Hakimler, askerler ve bürokratlardan oluşan laik kesim, milliyetçi bir partinin desteğiyle hükümetteki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) hamiliğini üstlendiği reformdan duyduğu hoşnutsuzluğu sürekli dile getiriyor. Üniversiteler Arası Kurul Başkanı Mustafa Akaydın, "Anayasa üzerinde yapılan bu değişiklikler, laikliğe son vermek isteyenlerin mücadelesini güçlendirecek. Bu değişikliklerin sonu, üniversitelerimizi rasyonel ve bilimsel zihniyetten uzaklaştırmaktır; böylece Türkiye Cumhuriyeti önlenemez bir şekilde dini bir devlete dönüşecektir" diye belirtti. Rektörler için başörtüsü takma serbestisi, "başörtüsü takan ve takmayan öğrenciler arasında bölünmeye" sebep olacak. "Cumhuriyetin laiklik ilkesinin yok edilmesi, ekonomik krizle" birleşerek kaosa sürükleyecek. Ayrıca, yasağın kaldırılması sadece üniversitelerle kalmayıp vaatlerin aksine tüm kamu kurumlarına da yayılacak.
Bu yüzden Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Yusuf Ziya Özcan Rektörlere, siyasete karışmamaları ve tartışmalardan uzak durmaları konusunda tavsiye ve telkinlerde bulundu. Özcan, "Üniversitelerimizin en önemli görevlerinden biri, demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti içinde farklı görüşlere saygı duymak ve hoşgörüyle bakmaktır" dedi. Ayrıca, yüzü aşkın akademisyen de, "demokratik" olarak addettikleri reforma destek mahiyetinde bir bildiriye imza attılar.Geçen eylül ayında gerçekleştirilen bir kamuoyu yoklamasına göre, Türklerin yüzde 73,7'si, üniversitede başörtüsü yasağının kaldırılmasını istiyor ve büyük bir çoğunluk da laik kesimin şikayet ettiği şekliyle bunu siyasi bir sembol olarak görmüyor.
Geçtiğimiz ay İspanya'ya gerçekleştirdiği ziyaretinde başbakan R. Tayip Erdoğan, öğrencilerin Türkiye'de üniversitelere başörtüsüyle giremezlerken Avrupa (AB) veya Kuzey Amerika üniversitelerine girebilmelerinin yarattığı ikilemden şikayet etti.Laik muhalefetin lideri Deniz Baykal, (CHP) Mecliste yaptığı konuşmada, hükümetin teklifini sert bir şekilde eleştirdi ve Arap giysisi olması dolayısıyla türbanın yabancı bir üniforma olduğunu vurguladı. Belki de kravatının Türk menşeli olmadığını unutmuştur.”Yüzlerce yabancı gazeteden sadece biri bu. Özgün bir örnek.
ÇÖZÜM BUNUN NERESİNDE ?
Şimdi, büyük bir ihtimalle 9 Şubat Cumartesi günü değişiklik önergesi TBMM’de tekrar kabul edilecek ve tez elden ‘onay için’ Cumhurbaşkanına gönderilecek. Elbette köşk tarafından değişiklik aynı gün veya aynı saatte mutlaka onaylanacak. Muhtemelen ertesi gün de muhalefet Anayasa Mahkemesinde soluğu alacak. Mevcut yapı itibarıyla Anayasa mahkemesi ya istemi reddedecek veya Anayasaya uygunluk kararı verecek. Her iki halde de halka gitmenin yolu kapatılacak ve sonuçta İnsan Hakları, Adalet ve Hukuka vurulacak darbe ile son derece aykırı bir uygulama hayata geçmiş olacak.
Çok açık bir anlatımla: Artık ‘üniversiteler’ dışında İmam Hatip Liseleri dahil olmak üzere bütün eğitim kurumları doğrudan yasak kapsamına girecek. İş bununla da kalsa iyi. Başörtülü kızlarımız rahatça üniversiteyi okuyup Avukat, Mimar, Mühendis veya Doktor çıkacaklar. Lâkin, bütün kamu kurum ve kuruluşları yüzlerine kapanacağı için, bu defa diplomaları ile baş başa kalacaklar. Amma, bir kere Üniversite mezunu olacaklar.
Dahası, bu aleni ve ‘Anayasa emri yasak’ nedeniyle şu anda bazı kurum-kuruluş ve belediyelerde çalışan binlerce kadın-kız zorunlu bir tercihle karşı karşıya kalacak. Onlara; “Ya açıl, ya çık !..” diyecekler. İşte toplumsal felâket ve yıkım önce buradan başlayacak. Sonra mezun olanların çilesi... Bu tasarruf sonucu toplumu bekleyen binlerce sorun var.
Şimdi onlara sorarlar : Çözüm bunun neresinde ?...
Üniversite rektörleri 27 Mayıstan önce de yürümüşlerdi. Hakimler de..Sonra ne oldu? Cumhuriyet tarihinin en mâkus talihi, zincirleme kâbuslar, ihtilâller, kaos, kriz, bunalım, buhran, anarşi, terör, tedhiş, baskı, zulüm, işkence, enflâsyon, adi ve ahlâksız-fahiş piyasa, rüşvet, iltimas, yalan-talan adeta bir mezar toprağı gibi ümüğümüze çöktü.
Lâkin, bu ilim ve demokrasi düşmanı kesim, yeni durumdan mükemmel bir biçimde nemalandı. Ayrıcalık, dokunulmazlık, istisna ve imtiyazlar birbirini kovaladı.Rantiye türedi. Önlerinde tek bir sorun vardı. Türk halkı ve medeniyetinin yüksek ahlâkı. El iman minel vatan diyen “namuslu, dürüst ve berrak” zihniyet. Şimdi el ele vermişler en büyük darbeyi vuracaklar. Maalesef oynanan oyun ve uygulanan senaryo bu. Yahut da, ‘şimdilik bunu hal yoluna koyalım, sonra da gerisini hallederiz’ zihniyeti.Bu, samimi bir temenni değil, sadece bir art, suiniyetten ibarettir. Yaklaşım toplumda daha derin yaralar açmaktan ve sorunları kronikleştirmekten başka işe yaramaz. Şimdi bakınız; Konunun uzmanı ve Ülkenin tek bilinçolog’u ne diyor ?
GALİP BABA DİYOR Kİ:Uyanın alt-kattakiler!Uyanın üst-kattakiler!Uyanın ey Türban-zedeler!Türbana ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ diyerek nereye varacağınızı sanıyorsunuz? Türbana ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ demenin, “Yurtta Barış”ı ya da “Dünyada Barış”ı sağlayacağını, sürdüreceğini ya da Küresel Isınma” veya muhtemel “Helâk”i önleyeceğini sanıyorsanız, vay halinize..Tez elden kendinize gelmezseniz, Adem Baba da kurtaramaz, sizi! Çok kalabalıksınız…Hele bir de, “We are in the same boat” demiyor, sonra da tutup, kendi geminizi kurtarmak için çalışmıyor musunuz…PES, DOĞRUSU !...
SONUÇ : Türk halkının türban veya başörtüsü diye bir sorunu yoktur. Varlığını iddia edenler gerici, yobaz, irticai unsur ve mürtecidirler. ÇÖZÜM: Mustafa Kemâl ATATÜRK ve Cumhuriyet Türkiye’sinin İnkılâp kanunlarında yer almayan bir yasak meşru ve insani; Kamu yararına olmaktan uzaktır. Esasen “yasak olmayan” bir fiilin sözde ‘serbest bırakılması’ abesle iştigal etmekten öteye bir önem ve değer ifade etmez. Siz gelin ! enerjinizi, ülkemizin ve halkın iktisadi-sosyal ve sair sorunlarını halletmeye vakfedin. İnsanı istismarı bırakın !...
Galip BARAN (*) Galip BARAN, “NEFS” iyle baş edebilmiş; bahtı-açık bir adem. BARAN : “Bi-baht olanın bağına bir katresi düşmez, baran yerine dürü gevher yağsa da semadan”. Ziya Paşa.

2 Şubat 2008 Cumartesi

ARTIK DEVLET OLMAK GEREK (3)


ARTIK, DEVLET OLMAK GEREK !..

Mustafa Nevruz SINACI
Hani yukarda, birinci bölümde Galip Baran ile bir başka örnek daha vermiştik:
“O, dayandığı ilkeler, sahip olduğu yüksek onur-erdem, bilgelik, olgunluk ve kemâl mertebesi, ve bütün insanlığa örnek yaşam biçimi ile tıpkı Mevlâna, Taptuk Erenler, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Phidaias, Archimedes ve Diyojen gibi dünyaya meydan okuyor.(1)”
Demek ki; Devlet ve hükümetin ilkelerini gözden geçirmesi zamanı gelmiştir. Sarsılan sağduyu hakimiyeti “Atatürk dönemi gibi” tekrar sağlanmalı; Azınlığın çoğunluğa tahakküm zihniyeti kökünden kazınıp atılmalıdır. Zira, esas olan millettir. Millet devlettir ve devlet millet için vardır. Atanmış veya seçilmiş “herkes” milletin emrinde ve hizmetindedir.
Bu gerçeğin iyice bilinme ve fiilen yaşama geçirme zamanı gelmiştir.
Mesele aynı zamanda “kurumsal taassup, mesleki şovenizm, bürokratik oligarşi, dış baskı ve çıkar örgütleri odaklı iç güdümü tasfiye etmektir. Her ne kadar kuvvetler ayrılığı esas olsa bile “devlette tevhid-birlik” mutlaktır. Birliğin istinadı: Adalet ahlâkı ve hukuk olmalıdır.
“O, Kızılayda izmarit toplar, trafik ışıklarında yayaları nezaketle yönlendirir ve başta Ankara, İstanbul, İzmir ve Muğla olmak üzere ülkenin dört bir yanında; İyi insan iyi vatandaş; Bencilliğin yarattığı sorunsalın çözümü Sencillik; Türk’üm doğruyum-çalışkanım; Yasalara saygı; Devleti düzenleme ve yönetimi denetleme; Yolsuzlukla mücadele.. gibi, özgün “bilinç” eylemleri yaparken insanlar O’na; “Keşke herkes senin gibi olsa”, “İşte şu senin yaptığın tam bir ibadettir” biçiminde özen, taktir memnuniyet ve şükran ifade eden sözler söylerler...”
Milletin hizmetkârları adaletsiz ve hukuksuz, fuzuli ‘türban-örtü işi ile uğraşmaktan; Halkın kılık kıyafeti ile gündemi saptırıp beyinleri bulandırmaktansa; Üretim ve yatırımı arttırmaya, iç ve dış borcu tasfiye etmeye, EMEKLİNİN HAKKINI YEMEMEYE, bütün maaş, ücret ve gelirlerde eşitlik, hakkaniyet ve adaleti sağlamaya ve refahı tabana yaymaya gayret etmelidirler. Şu an için, bizatihi iktidar bir sorundur ve çözüm üretmek yerine sorunsalı yoğunlaştırmakta, doğal dengeleri sarsmakta ve “insan odaklı olmayan” tedbir, tasarruf ve “vatandaş haklarına aykırı” uygulamaları ile doğal dengeleri bozmaktadır.
OYSA; Her ne şekilde teşekkül etmiş olursa olsun, TBMM ve Milletvekilleri Türk halkının huzur, barış, karşılıklı anlayış, güven-emniyet, tolerans ve demokratik-lâik hukuk devleti bağlamında ve “MUTLAK EŞİTLİK” çerçevesinde sağlamak ve sürdürmek zorunda ve durumundadırlar. Bu nedenle: “İnsanlar O’nu seviyor, sayıyor, saygı duyuyor ve örnek alıyorlar. Amma ! Muğla’dan bağımsız Milletvekili adayı olduğunda oy vermiyorlar.Çünkü, çok sağlam dayanakları var. Mevcut Politik-ACI’ları tasvip etmiyor.Tıpkı, Astronom Phidias'ın oğlu Archimedes’in "Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım" diyerek kaldıraç kanununu bulduğu gibi, (2) O’da adalet ve hakikati (gerçeği) “en sağlam dayanak” olarak ilan eden çok önemli ve hiç kimse değerini bilmese de “aslında çok değerli” bir bilim adamı.
Galip Baran’ın tek başına, Turgutreis belediyesi, Muğla Valiliği, Ankara hükümeti, Meclis ve Cumhurbaşkanlığı dahil bütün dünyaya meydan okuyabilmesinin nedeni: Sadece ve yalnızca dürüstlüğü, Atatürk’ün telâffuz ettiği anlamda radikal (objektif bilim, norm, kriter ve evrensel standartlar) bağlamında sağlam ve mükemmel karaktere müstenit dayanakları.
Yani; “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici ilim ve fen’dir.” Bunlar nedir? Adalet-hukuk, ilim-fen ve demokrasi. Zira, Demokrasi olmazsa bilim, özgür bilimin olmadığı yerde ise hak yoktur. Dikkat edin!.Kanun veya kutsal devlet değil!. Neden “kanun” değil ? Çünkü, esas olan millet-halk ve kutsal insandır. Bu anlamda, devlet olmanın, milli birlik (insicam-imtizaç) beraberlik ve bütünlüğün esası insan hakları, insan sevgisi, insan için var olma bilinci, eşitlik (yalnızca kanun önünde değil, hayatın her alanında); Hak, Halk, Adalet ve Hukuktur. Milli Şâir merhum Mehmet Âkif Ersoy’un dediği gibi: “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletimin İstiklâl”
Hükümet; Adaletle hüküm ve hikmet işidir. Hüküm-hikmet sahipleri; Cumhurbaşkanı,
Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri gibi seçilmişler ve bilumum atanmışlar (bu nedenle) milletin emrinde ve hizmetinde olduklarının idraki (bilinci) dahilinde hareket, tasarruf ve halktan aldıkları yetki muvacehesinde; “Devlet idaresinde millet iradesini hakim kılma” umdesine sadık kalmak zorundadırlar. Zira: “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir”
Ancak, bazı gerçeklerin iyi anlaşılması, beyinlere kazınması ve “BİLİNÇ” toplumsal şuur oluşturulması; ARTIK, devletin de hakkıyla ve lâyıkıyla devlet olması gerek !..
Dahası: Devletin de, yukarda sayılan emsaller gibi “adalet ahlâkı, eşitlik ve hukuk” temeline dayanması; En sağlam dayanak olan bu istinatla kalkınma ve gelişmede şahlanması, muasır medeniyet seviyesini aşmak için “yurttaşlar arasında asla bir ayrıma gitmeden” olağan üstü bir performansla hak yolunda-millet hizmetinde çalışması şarttır. Bu açıdan bakıldığında, şu an yaratılan sanal gündem ve kuru gürültü boş ve anlamsız bir teşebbüsten ibarettir. Harcanan imkân, kaynak, enerji ve mesaiye yazıktır. Bu ve benzer konuları sorun olmaktan çıkartmış ileri ve modern dünyaya karşı ise ayıptır.
Gerçek o ki, devlet din alanına karışamaz. Dinin de siyasete alet edilmesine asla ve kesinlikle müdahil olamaz. Elbette, İnkılâp Kanunları tanımlanan ve öngörülenler dışında halk istediği biçimde kılık-kıyafet edinmekte ve kamu kurum ve kuruluşları ile her türlü okul ve öğrenim kurumu dahil giyinmekte serbest olmalıdır. Bunun, sadece ve yalnızca yüksek öğrenim “üniversiteler” ile sınırlanması telâfisi kabil olamayacak kadar büyük bir hatadır.
Eğer tasarı düşünüldüğü biçimde yasalaşır ve anayasaya girerse çok büyük toplumsal travmalara neden olacağı kesindir. Söze Galip Baran la başladık yine O’nunla bitirelim:
Yurdunu ve milletini özünden çok seven “ÖĞRENCİ’nin ANDI”
Ben; Bundan böyle; (a) Yaşıtlarıma: Çevreyi kirletmemelerini/aşırı tüketmemelerini /trafik kurallarını çiğnememelerini / milli servete zarar vermemelerini/ toplum sağlığına aykırı davranış ve alışkanlıklar edinmemelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI ve geçmeğe kalkışan yaşıtlarını, “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyarmalarını, uyardıklarına, kendilerinin de başka yaşıtlarını aynı yöntemle uyarmalarını önermelerini önereceğime VE; (b) (yakınım olan) Büyüklerime, ayrıca: Vergi kaçırmamalarını/rüşvet vermemelerini-almamalarını/imar yasasına aykırı işler yapmamalarını / iş ahlakının korunması için çaba göstermelerini/her şeyi devletten bekleme alışkanlığından vazgeçmelerini, yani KIRMIZIDA DURMALARINI ve geçmeğe kalkışanları “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyarmalarını, uyardıklarına başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını önermelerini, önereceğime “SÖZ VERİYORUM”
KIRMIZIDA DURMAK: “İnsan ve insan haklarına saygı”yı ve “her türlü yanlış, iş, davranış ve haksızlıktan kaçınma”yı öngören bir kavramdır.
SOSYAL YAPTIRIM : “Kırmızıda geçeni; anında, yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”tır. (7) (BİTTİ)

1)
www.galipbaran.blogspot.com
2) http://www.mcs.drexel.edu/...archimedes/contents.html
3) www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com
4) (Atatürk, Büyük Nutuk 1919-1923) “Türk Milleti’nin davası yüksek ve medeni bir milletin asilâne ideal davasıdır, İsmet İnönü” (Prof. Dr. Melzig, der., İsmet İnönü: Millet ve İnsaniyet – s: 52)
5) MİLLİ SİYASET BELGESİ : Devlet ve Milli Hükümetlerin, ülkenin bütün kurum, kuruluş ve unsurları ile iç ve dış politikayı şamil olarak uygulamak ve uymak zorunda oldukları; Esas, Usul ve Çerçevesini belirleyen ilkeleri teşkil eden belgeye Milli Siyaset Belgesi denir.) (Devletin üzerinde yükseldiği temel ilke, öz değer, kavram ve kurumlar)
6) Galip Baran (Türkiye’nin Kurtuluş Projesi)7) Galip BARAN: Bilinçolog; HABİTAT Mevlana, Bilinç, Sencillik ve Yolsuzlukları Önleme Kozaları Kolaylaştırıcısı, (0252)3823477/0535. 844 84 76 e-Mail: galipbaran@ttmail.com
WEB: www.turkcelil.com, www.galipbaran.blogspot.com

ARTIK DEVLET OLMAK GEREK (2)

ARTIK DEVLET OLMAK GEREK !..


Mustafa Nevruz SINACI
MİLLİ SİYASET; Türk Devleti için vuzuh (açıklıkla) ve kabiliyeti tatbikiye görülen (uygulama imkânı olan) mesleki siyasi Milli Siyasettir : “Milletimizin, kavi, (sağlam-emin) mesut ve müstekar (istikrarlı-kararlı-sabit ve sakin/meskün) yaşıyabilmesi için, devletin tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize tamamen mutabık ve müstenit olması (dayanması) lâzımdır. Milli siyaset dediğim zaman, kastettiğim manâ ve medlûl, (delâlet-işaret edilen, gösterilen) şudur : Hududu milliyemiz dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetlerimize müsteniden muhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve umranına çalışmak. Alelıtlak (umumiyetle, mutlaka, bir suretle kayıtlı olmayarak, min-gayri tahsis) türlü emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek... Medeni cihandan, medeni ve insani muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.” (4)
DİKKAT EDİN : Belgede, “Milletimizin, kavi, (sağlam-emin) mesut ve müstekar (istikrarlı, kararlı, sabit ve sakin/meskün) yaşayabilmesi (refahın adaletle tabana yayılması) için, devletin tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize bütünüyle mutabık ve müstenit (uyumlu) olması (dayanması) lâzımdır.” Diyor. Tüm yönetim unsurları ile devlet ve hükümetin buna dikkat etmesi ve icabını yerine getirmesi gerek. Zira,
devlet belli bir kesim,grup veya zümrenin değil bütün halkın-milletin devletidir.”
Denilmekle; “Milli Siyaset” sadece ve yalnızca dışa karşı hürriyet, hakimiyet ve istiklâl olarak değil, aynı zamanda hiçbir ayrım gözetmeden bütün yurttaşları eşit görmek, bir tutmak, hizmet ve muamelât ile elem-keder ve kıvanç paylaşmada, sorumluluk ve yükümlülük bağlamında “aynı-farksız ve eşit” tutmak anlamına gelir. Esas olarak suç işlemek yasak; Ve fakat suç teşkil etmeyen fiil ve tasarruflarda halk özgürce hareket etmek hakkına sahiptir.
KALDI Kİ ! TCK’da açıkça tanımlanmış, İnkılâp Kanunlarında vâzedilmiş hüküm ve yönetmeliklerde yer almış “gayri ahlâki” edinim, giyim-kuşam, fiil ve tasarruflar ile lokal toplumsal tepki ve refleksler dikkate alındığında; Alenen tahrik ve suça teşvik mahiyeti arz eden açıklığa nazaran, kapanmak ve örtünmekte ne gibi bir menfi unsur görülmektedir.
Buna verilen cevap genellikle lâiklik ve (sözde) cumhuriyetin kazanımları olmakla; Zaten, cumhuriyet, lâiklik ve demokrasi İslâm’ın kendi iç yapısı, önerdiği yönetim biçimi ve yaşam tarzında mevcuttur. Batı bu öğeleri İslâm’dan mütevaris olarak almıştır. Dahası İslâm, insan hakları, hayvan hakları, doğal denge ve çevrenin korunmasında en önemli fenomendir.
Gelelim devletin ve devlet (halk) adına hüküm ferma olan hükümetin görevine:
DAHİLİ SİYASET; Hükümetler (devlet) bütün vatandaşlara eşit mesafede olmak ve adil davranmak zorunda ve durumundadır. (29.Nisan.1928’de hükümet bütçesi üzerinde yaptığı konuşma)
Bizim takip ettiğimiz siyaseti, dahili ve harici safhasında vuzuh ve istikametle ifade edebiliriz. Dahili siyasette vuzuh (açıklık-şeffaflık) ve istikamet: Cumhuriyet kanunlarını bilâ fark ve bilâ imtiyaz herkese tatbik etmekte dikkat ve hassasiyet gösteren bir siyasettir.
Demokrasinin bu tarzda tezahürü elbette kuvvet ve kudretle tecelli eder.
Biz bu memlekette hayırlı ve semereli olarak yapılacak bütün işler için ilk şart ve azimet (çıkış) noktası evvel emirde vatandaşların huzurunu ve cemiyetin nizamını salim ve müstakim (sağlam ve doğru) bir dahili siyasette bizatihi müteharrik (kendiliğinden hareket edebilen) hâkimler eline mevdu (teslim eden) bir usul ile kabil-i tahakkuk görüyoruz.
Bu memleketin yüz seneden beri tarihi gösterir ki; Hayırlı ve iyi ıslahat yapmak için memleketin şeraitinin, vesaitinin müsait ve mütehammil (uygun ve dayanıklı) olduğu azami hasılayı idrak etmekte tereddüt ne kadar muzır (zararlı) ise, geniş ve kayıtsız şeraiti memleketin ortasına sererek anarşiyi tesci etmek (desteklemek), onun kadar muzır, onun kadar kısırdır. Memleketin hayır ve nef’i (faydası) için şeraitinin ve vesaitinin müsait ve mütehammil olduğu azami hasılayı isteyecek ve alacak kadar idrak ve cesaret, sonra bütün icraatı memleketin demokrasi yolunda her gün bir hatve (adım) daha ilerlemesini temin edecek dikkat, hassasiyet ve kudret; İşte bizim anlayışımız dahili siyasette budur.
(İsmet İnönü, İsmet İnönü’nün TBMM Konuşmaları, 1920-1973 Birinci Cilt, 1920-1938 s.285) (5)
NETİCE OLARAK: 1923-1938 Atatürk döneminde askerde imam sınıfı vardı.
Milli müfredat gereği bütün okullarda Kur’an-ı Kerim dersi verilir, askeri lise ve harp akademilerinin mezuniyet törenlerinde dualarla yemin edilir, askeri okulların tamamında resmen beş vakit namaz kılınırdı. İnkılâp Kanunları çerçevesinde bazı (aykırı ve çarpıcı) kılık ve kıyafetler yasaklandı. Lâkin, Türk ve Müslüman kadının ‘Anadolu Anası’nın’ baş örtüsüne ilişilmedi. Milliyet, etnik kök, meslek ve meşrep ifade eden kıyafetler dışında asla halkın kılık ve kıyafetine karışılmadı. Sorun oldu mu ? Hayır. Bilâkis, toplumsal barış pekiştirildi.
1940-1950 arasında camiler kapatıldı, Kur’an-ı Kerim okumak, almak-bulundurmak, öğrenmek ve öğretmek yasaklandı. Asker yemini değiştirildi ve imam sınıfı kaldırıldı. Milli, manevi, ilmi, sosyal ve kültürel değerler baskı altına alındı. Ezan dahil din işlerine, halkın gelenek ve törelerine müdahil olundu. Baskı, zulüm ve diktatörlük estirildi. Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı hafızalardan kazınmak-silinmek istendi. Rus diktatör Stalin’in bile asla cesaret edemediği “para ve pullardan Atatürk resmini kaldırmak” dahil olmak üzere “halka rağmen halkı yönetme” adına bin türlü kepazelik yapıldı. Amaç: Prototip insan ve standart vatandaş yaratmaktı. Başarılı oldu mu ? Kesinlikle HAYIR !.. Bu despotluk, mezalim ve işkence, başta kalkınma ve gelişme olmak üzere, halka ve devlete bir yarar sağladı mı ? HAYIR... HAYIR !.
Peki “sorun” oldu mu? Elbette, mem de çok.
1950-1960 döneminde Atatürk ve dünyanın en insani rejimi “Kemalizm’e tepki olarak yapılan karşı devrime mukabil”, tekrar milli ve manevi değerleri ihya eden BEYAZ İHTİLÂL kötü mü oldu? HAYIR. Bilâkis, demokrasinin cumhuriyetle bütünleşmesi, halkın devletle barışmasına ve buluşmasına neden oldu. On yılda 100 yıla denk kalkınma ve gelişme sağlandı. Türkiye, çağdaş, ileri, modern dünya devletleri arasında hak ettiği yeri aldı. Üstelik adalet ve hakkaniyetle.Üretimle-yatırımla. Evrensel politikalar izlemekle. Halkla omuz omuza güç ve inanç birliği içinde çalışmakla açlık, yokluk, yoksulluk ve cehalet aşıldı. Refah tabana yayıldı. Demokrasi kurumlaştı. Türkiye, 1938’lerden sonra bir kanun devletine dönüştürülmüş iken, tekrar demokratik, lâik bir hukuk devleti oldu. Yani, FEVKALÂDE. MÜKEMMEL.
1960 ne yaptı ? Milli devleti ve Atatürk Anayasasını ortadan kaldırdı. Kemalizm’in tasfiyesini kalınan yerden tekrar başlamak suretiyle sürdürdü. Toplumsal barış bozuldu. İç ve dış güvenlik, ekonomi ve siyaset yozlaşma sürecine girdi. Siyaset kurumları tahribata uğradı. Cumhuriyete ara verildi. Demokrasi, onarılması mümkün olamayacak büyüklükte darbe aldı.
Gerçek anlamda lâiklik, Cumhuriyet ve demokrasinin dengeleri sarsıldı.
Doğal dengeler (stabilizatörler) tahrip ve tarumar edildi.
Ekonomi dar boğaza girdi, tarihin en büyük kriz, bunalım ve buhranları yaşandı.
Anarşi, terör ve tedhiş yoktu. Geldi.
Pahalılık, açlık, yokluk, yoksulluk ve adaletsizlik yoktu. Oldu.
DEVLET RAYINDAN “İSTİNADINDAN” ÇIKTI
İstiklâl savaşı gazileri hunharca asıldı. Milletin yarısından fazlası fesat, ifsat, nifak ve iftiralara maruz bırakılarak tahrik, hakaret, baskı ve zulme uğratıldı. Umur-u devlet, nizam-ı hükümet ve adalet kalmadı. 27 Mayıs milletin ve ülkenin üzerine adeta bir kâbus gibi çöktü.
(devamı var)

ARTIK DEVLET OLMAK GEREK (1)

ARTIK DEVLET
OLMAK GEREK



Mustafa Nevruz SINACI
Bu makalenin ana esin kaynağı, “İnsan hakları, adalet, hukuk, ilim-irfan ‘doğrusal yönde’ Bilinç Üstadı” ülkemizin tek “Bilinçolog” u; Kendisini, “Davutpaşa, Bağcılar, Konya, Ankara ve daha nice elim faciaların sorumlusu, “toplumsal sorumluluk ve yönetimi denetleme bilinci”” çılgını “Milli Kahraman Galip Baran”dır.
O, dayandığı ilkeler, sahip olduğu yüksek onur-erdem, bilgelik, olgunluk ve kemâl mertebesi, ve bütün insanlığa örnek yaşam biçimi ile tıpkı Mevlâna, Taptuk Erenler, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Phidaias, Archimedes ve Diyojen gibi dünyaya meydan okuyor.(1)
O, “Yurdunu ve milletini özünden; Türkiye ve Türk milletini herkesten, dünyayı ise, bütün dünyalılardan daha çok seven” bir insan. Bu, öyle bir sevgi ve sorumluluk duygusu ki; Ülkemiz ve dünyanın bütün sorunlarından “kendini sorumlu” tutacak kadar !...
Evet, bende öyle sanıyorum.
Türkiye ve dünyada yaşanan tüm sorunların, bilinçsizce katlanılan, çekilen acılar ve ıstırapların sorumlusu elbette “Galip Baran” değil ama; Sorumlu makam ve mevkilerde olduğu halde, en azından O’nun kadar sorumluluk, sevgi, saygı ve insanlık davasına bağlılık duymayanlarındır. Başta, bizzat kendi varlığı-vücudu ve yakın çevresi olmak üzere, yapılan yanlışların, olumsuzluklar ve aykırı uygulamaların farkında-bilincinde olmayanlarındır.
O, Kızılay da izmarit toplar, trafik ışıklarında yayaları nezaketle yönlendirir ve başta Ankara, İstanbul, İzmir ve Muğla olmak üzere ülkenin dört bir yanında; İyi insan iyi vatandaş; Bencilliğin yarattığı sorunsalın çözümü Sencillik; Türk’üm doğruyum-çalışkanım; Yasalara saygı; Devleti düzenleme ve yönetimi denetleme; Yolsuzlukla mücadele.. gibi, özgün “bilinç” eylemleri yaparken insanlar O’na; “Keşke herkes senin gibi olsa”, “İşte şu senin yaptığın tam bir ibadettir” biçiminde özen, taktir memnuniyet ve şükran ifade eden sözler söylerler...
İnsanlar O’nu seviyor, sayıyor, saygı duyuyor ve örnek alıyorlar.
Amma ! Muğla’dan bağımsız Milletvekili adayı olduğunda oy vermiyorlar.
Çünkü, çok sağlam dayanakları ve taviz vermeyen yüksek bir karakteri var.
Mevcut Politik-ACI’ları sorumsuz buluyor ve tasvip etmiyor.
Tıpkı, Astronom Phidias'ın oğlu Archimedes’in "Bana yeterince uzun bir kaldıraç ve sağlam bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım" diyerek kaldıraç kanununu bulduğu gibi, (2) O’da adalet ve hakikati (gerçeği) “en sağlam dayanak” olarak kabul ve ilan eden, önemli ve lâkin hiç kimse değerini bilmese de “aslında çok değerli” bir bilim adamı.
“Devlet de, hükümet de çok sağlam dayanaklar üzerine oturmalı” diyor.
Galip Baran’ın tek başına, Turgutreis belediyesi, Muğla Valiliği, Ankara hükümeti, Meclis ve Cumhurbaşkanlığı dahil bütün dünyaya meydan okuyabilmesinin nedeni: Sadece ve yalnızca dürüstlüğü, Atatürk’ün telâffuz ettiği anlamda radikal (objektif bilim, norm, kriter ve evrensel standartlar) bağlamında sağlam ve mükemmel karaktere müstenit dayanakları.
Devlete önerdiği sağlam dayanaklar ise: Demokrasi, Adalet, Hukuk ve saydamlık.
Yani; “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici ilim ve fen’dir.” Bunlar nedir? Adalet-hukuk, ilim-fen ve demokrasi. Zira, Demokrasi olmazsa bilim, özgür bilimin olmadığı yerde ise hak yoktur. Dikkat edin!.Kanun veya kutsal devlet değil!. Neden “kanun” değil ? Çünkü, esas olan millet-halk ve kutsal insandır. Bu anlamda, devlet olmanın, milli birlik (insicam-imtizaç) beraberlik ve bütünlüğün esası insan hakları, insan sevgisi, insan için var olma bilinci, eşitlik (yalnızca kanun önünde değil, hayatın her alanında); Hak, Halk, Adalet ve Hukuktur. Milli Şâir Mehmet Âkif Ersoy’un dediği gibi yani: “Hakkıdır Hakka Tapan Milletimin İstiklâl” Hükümet ise; Adaletle hüküm ve hikmet işidir. Hüküm-hikmet sahipleri; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri gibi seçilmişler ve bilumum atanmışlar (bu nedenle) milletin emrinde ve hizmetinde olduklarının idraki (bilinci) dahilinde hareket, tasarruf ve halktan aldıkları yetki muvacehesinde; “Devlet idaresinde millet iradesini hakim kılma” umdesine sadık kalmak zorundadırlar. Zira: “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir”
ŞU HALE NAZARAN: İstanbul’da yaşanan patlama faciası, Diyarbakır, Ankara ve yurdun çeşitli yörelerinde anarşi, terör-tedhiş, gasp-irtikap, kundakçılık, sabotaj, tehdit sürüp gider; Memleket, suç ve suçlu için cennet, çıkar örgütleri için çiftlik; “iyi insan, namuslu-dürüst vatandaş için” adeta cehennem; Yalan-talan-rüşvet-iltimas-kaçakçılık-kayıt ve kapsam dışı ‘önlenemez’ kronik bir hastalıktır. Sözde serbest piyasada pahalılık-fahiş fiyat, soygun-vurgun revaçta. Haksız rekabet atakta; Kamu yararı esaslı namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu ve sorumlu piyasa dumura uğramış. Buna rağmen hakim siyaset en kritik zamanda kalkıp türban politikasına soyunup; “sadece üniversitelerde serbest” kalacak biçimde abesle iştigal ediyor.
Manâ, muhteva, amaç ve kapsam olarak yukarıda tanımlanan bu teşebbüs objektif olmaktan uzaktır. Geçerli ilkeler bazında insan hakları kriterleri, evrensel standartlar, adalet, ahlâk ve hukuk normlarına aykırıdır. Subjektiftir. Umur-u devlette “suç teşkil eden fiiller hariç” ferdi serbestlik umumi; Söz söyleme (düşünce ve fikir) hürriyeti esas, kılık-kıyafetle uğraşmaksa irticadır. İnfialdir. Affedilmez bir hata, onursuzluk ve sorumsuzluktur.
Şu halde; Artık, bütünüyle millet, kurumlar ve sektörler, tüm okullar ve üniversiteler üzerinde, eşitlik adalet, hak-hukuk ve faziletle hakim ‘hikmetli devlet’ olma zamanı gelmiştir.
Devlet demek: Adalet, eşitlik, hakkaniyet, hükümde hukuk ve hikmet demektir. (3) Hikmet: Adaletli ve faziletli yönetim anlamına gelir. Yönetim, etkinlik alanı büyük, spekülâtif ve sansasyonel unsurlara bakmadan gereğini yapmak ve TSK tarafından da, çekincesiz kabul, taktir ve tasvip edilen “başörtüsü” toplumun bütün kesim ve kurumlarında serbest bırakılarak, bundan böyle “arz-talep” kanunları dahilinde kendi mecrasına terk edilmelidir.
Umur-u devlet ve Galip Baran emsal sorumluluk bunu gerektirir.
Bakınız, size çok önemli iki belge sunacağım:
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN,
“MİLLİ SİYASET BELGESİ VE GELENEĞİ”
(ESASA DAİR MÜSTENİDAT / DAYANAKLAR)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “BİZ” lâfzıyla bilinen, “Kuvâ-i Milliye Ruhu ile mündemiç efsane isimler” ve “Destan Kahramanları” olarak anılıp, tarihe mâlolan kurucu ve kurtarıcıları; Mustafa Kemal Atatürk, Mahmut Celâl Bayar, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir, Salih Omurtak, Ali Fuat Cebesoy, Ali Fuat Başgil, Refet Bele ve İsmet İnönü’ (!) dür. Vatan-millet-bayrak-insan-toprak sevgisi, Adalet, hukuk ve fazilet timsali olan bu müstesna zat’lar; Canları ve kanları pahasına kurdukları devletin, ulusal değerler, evrensel norm ve kriterler muvacehesinde “milli siyaset belgesinin esas, usul, kapsam ve çerçevesini belirleyen” belgeyi vazetmişler. Bu belgeyi “manevi vasiyet, emanet ve gelenek” anlamında formatlayıp, başta “Türk Gençliği” olmak üzere; Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesinin üstüne ve daha ilerisine taşıyacak “ilkeli, onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst ve demokrat” insanlar ve gelecek nesillerin uygulama ve korumasına “Atatürk’ün manevi şahsında ebed-müddet kaim bir vasiyet” olarak havale etmişlerdir.
Buna göre; “Yürürlükte olması-kalması ve uygulanması gereken” maddi-manevi-ilmi vasiyetin, geleneğin esası ve nokta-i istinadı, Milli siyaset belgesinden calip-i dikkat pasajlar:
(devamı var)