23 Şubat 2009 Pazartesi

YA HAKKINI VERİN YA DA, O DİPLOMALARI YAKIN !...
Mustafa Nevruz SINACI
Ülkemizde ve dünyada insanlık; Kendi tarihinin en büyük utancını yaşıyor.
Sözde ‘bilgi çağı’nın 500 seçkin ve ülkemizin 100’ü aşkın üniversitesine rağmen!..
Bu büyük utancın dünya boyutu ‘Türkiye boyutuna nazaran’ çok farklı…
Daha ziyade oyun, birbirini sömürme ve kendi öz milletini koruma üzerine kurgulu..
Fakat bizdeki boyut, ‘kendi halkını sömürme, keneleme ve kemirme’ üzerine kurulu.
Mezarlıklar dâhil el atılan her yerden irin çıkıyor, pislik ve cerahat fışkırıyor.
Elbette başta Ermenistan, Yunanistan, ABD, Almanya, Fransa ve içimize sokulan ve iddialara göre önemli bir bölümü de parti sahiplerinin memuru (yani parlamenter), holding medyası yazar-çizeri olan; Sözde ‘aydın’ koza ve kriptolardan müteşekkil diyasporaları ile ülkemizi bölmeye, parçalamaya, anayasamızı, yasalarımızı, dilimizi ve dinimizi dahi bozmaya kalkışanlar da var. Ama bunların tamamı içerde yaşanan yalan-talan, rüşvet-iltimas, gasp ve irtikap furyasının ayrılmaz parçaları… Baş aktörlerin tamamı yüksek-yüksek diplomalı, sinsi düşmandan icazetli ajan provokatörlerdir.
Hem de, ülkemizde icraat eden, faaliyet gösteren siyasi şirketlerin içinde ve dışında.
Hele şu tezahür biçimlerine bir bakalım:
Anayasa’ya göre ‘demokrasinin (!) vazgeçilmez unsuru” siyasi partiler; 2820 Sayılı Kanun, tüzük ve yerleşik gelenek uyarı maksimum % 5 merkez kontenjanı gösterebilecekleri ve merkez yoklamasını mücbir nedenler dışında yapamayacakları halde; Noksansız tamamı 29 Mart yerel seçim adaylarını “merkez yoklaması” ile belirledi.
Böylece, TBMM’nin amacı, varlık nedeni, sebeb-i hikmeti ve meşruiyet ilkesi olan: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi bir kez daha paspas yapıldı, hayâsızca ve hunharca çiğnendi. Cumhuriyet inkâr edildi, adalet ve hukuk ayaklar altına alındı.
Partiler ‘millete sormadan’ kendi yaptıkları ‘yandaş-yoldaş’ listeleriyle meydanlara çıkmaya ve düzmece listelerine, tam bir utanmazlık, aymazlık, şımarıklık ve pişkinlikle oy istemeye başladılar. Hangi yüzle?...
Bu çok büyük bir utanç, halka güvensizlik ve apaçık demokrasiye ihanettir!..
Zira demokrasinin en önemli ‘olmazsa olmaz’ şartı, adayların bizzat millet tarafından belirlenmesidir. Bazı sözde politika kurumlarınca dillendirilen ve “onlar yapamadı biz yaptık” diyerek övünülen ‘temayül yoklama’ nam saçmalıklar Türk siyaset sisteminde yoktur. Eylem, doğrudan bir hak gaspıdır. Böylece 29 Mart Yerel Seçimlerine gölge düşürülmüş, şaibe bulaşmış, seçim de, meşruiyet de tartışmalı hale gelmiştir.
Üstelik ‘halka rağmen’ insanlık dışı bir cüretle halkı yönetmeye kalkışanların kahir ekseriyeti üniversite diplomalı. Aralarında mastır, doktora sahipleri, doçent ve profesörler var. Eğer bunlar kimlik, kişilik ve karakter yoksunu, ilim-edep ve terbiye sahibi, gerçekten yüksek tahsil yapmış; Herbert Spencer’in (İlk Prensipler) dediği gibi, “aldıkları eğitim ve terbiye’yi davranış biçimi ve bilince” dönüştürebilmiş olabilselerdi bu tiksinti verici rezalet yaşanmazdı.
Bu apaçık despotluk, küstahlık ve diktatörlüktür.
Sistemin iyice çürüdüğünü ve bütün veçheleriyle yozlaştığını gösterir.
Rejime utanç yaftası yapıştıran, insan hakları, adalet ve hukuku hiçe sayan bu tek taraflı tasarruf, seçmenleri siyasi partilerden iyice soğutmuş ve yeni arayışlara yöneltmiştir. Çok açık bir deyişle; Halkı (seçmeni) Noter yerine koymak ne demek? Çok utanç verici.
Kimin çocukları bunlar? Onun-bunun mu? Yoksa şerefli Türk soyunun mu?
Çok merak ediliyor doğrusu!...
İNANILIR GİBİ DEĞİL
Osmanlı döneminde suç odakları Galata (Rum-Yunan mahallesi) Fener (Ermeni semti) ve Yahudilerle yabancı uyrukluların yaşadığı Taksim ve Topkapı civarında yoğunlaşırdı. Türk ve Müslüman mahallelerinde hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, gasp-irtikap, tasallut, tecavüz ve cinayet gibi insanlık dışı menfur olaylar asla yaşanmazdı.
Eğer Ubicini tarihini okursanız Türk ve Müslüman halkın ne kadar nezih, namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu ve emin insanlar olduklarını çok iyi görürsünüz. Yani, Osmanlı’dan 1940’lara kadar Türkler arasında ahlâken yükseklik, adalet ve hakkaniyet esastı. Nadiren görülen vakıaların failleri ise (dönemin deyimiyle) mektep-medrese görmemiş, cahil-cühelâ, meczup-mecnun veya aptal olarak tanımlanan “ilim-irfan, bilgi-görgü, edep, hâya ve terbiye” yoksunu alt varlık ve henüz insanlık şuuruna erememiş primitif türlere aitti.
Oysa şimdi öyle değil. Kırmızı ışıkta geçen potansiyel suçlulardan tutun, devleti, kurumları, orduyu, halkı ve hâtta Camiyi-Üniversiteyi soyan; Yolsuzluk, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, gasp-irtikap, organize suç örgütü, çete-mafya ve nitelikli dolandırıcılık faillerinin çok büyük bir bölümü makam mevkii sahibi ve üniversite mezunu. Sonra lise mezunları geliyor. Bunlar tarafından ‘cahil-cühela’ olarak nitelenen insanlar masum ve müsemma!... Olur şey değil..
Teşkilât yoklaması ve delege seçimi yapmayan ve şirket gibi siyaset kurumu işletmeciliğine soyunanlar da aynı. Çoğu yüksek tahsilli ve üniversite diplomalı!.. Ayrıca, mesela Tansu Çiller dönemi ve bir sonrası diplomalı bazında Türkiye’nin en karizmatik parlamentosu vardı. Buna rağmen ülkenin en büyük hırsızlık ve yolsuzlukları bu dönemlerde yapıldı. Bankalar battı. Ekonomi çöktü. Tansu ve avenesi zenginleşirken, millet fakirleşti…
DAHASI VAR
Aramızda insan formunda dolaşan bu varlıklar o diplomalara rağmen fütursuzca çevreyi kirletiyor, aşırı tüketiyor, trafik-hukuk ve demokrasinin kurallarını çiğniyor, toplum sağlığına aykırı alışkanlıklar ediniyor, vergi kaçırıyor, rüşvet veriyor/alıyor, iş ahlakına dikkat etmiyor, milli servete zarar veriyor, imar yasasına aykırı işler yapıyor, haksız, hukuksuz ve ahlâksız imar tadilatlarıyla malı götürüyor, her şeyi devletten bekliyor ve bir yandan da devleti tırtıklıyorsa; Yani kısaca, 'Kırmızıda geçiyorsa' bir başka deyişle, ‘fiilen yolsuzluk yapıyorsa!...’ onu ‘insan’ olarak betimleyemez ve tanımlayamazsınız.
Üstelik onların insan haklarından yararlanma hakları da yoktur.
İnsan hakları, insanca yaşayanlar içindir.
İnsanlık, demokrasi, hukuk ve ahlâk düşmanları için değildir!...
NETİCE:
Ya, eğitim-öğretim sistemi temelden ‘kamu vicdanında ve ilmi forumlarda’ masaya yatırılmalı, büyüteç altına konulmalı, yargılanmalı, sorgulanmalı veya devleti kirleten, yasa, ahlâk ve hukuk dışı işler bağımlısı onursuzluk ve sorumsuzluk fukarası bu insan müsveddeleri diplomalarını şehir meydanlarında yakmalıdırlar.
Elbette ‘yönetimi denetleme’ görevini hakkıyla ve lâyıkıyla yapmayanlar da… Demokrasiye zerrece saygısı, yüreğinde insan sevgisi olmayan halk dalkavukları da; Onurlu ve sorumlu vatandaşlar tarafından ‘sandığa gömülerek’ birer siyasi mevta olarak tarihin çöplüğüne atılmalıdırlar. Aksi takdirde ‘temiz devlet, temiz hükümet ve temiz toplum’ daha yıllarca ham hayal olarak kalacaktır.

****
GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET
Mustafa Nevruz SINACI
Bilindiği üzere Gladyo, Oligark ve Baronlar uluslar arası mafya kuruluşları, organize çete, yerel mafya ve ülkede faaliyet gösteren bilumum kirli-karanlık, menfur işlerle iştigal suç örgütlerinin tartışmasız sahibi, hamisi ve enternasyonal uzantılarıdırlar. Menşei her ne olursa olsun, ülkemizde yaşanan bütün adaletsizlik, hukuksuzluk, rüşvet-iltimas, hak gaspı, yasa dışı edinim, hırsızlık ve yolsuzluğun yuvalandığı lâğım kanalının karanlık kapısı sonunda bunlara çıkar. Diğer bir anlamda milli devlet düşmanı, siyaset simsarı ve din tüccarı kesimlerin hamisi de bunlardır, anası da, babası da… Anarşi, terör, tedhiş ve menfur tehditlerin de…
Halka ve ülkeye Allah rızası için hizmet sevdası için çırpınan namuslu insanların, fazilet anlamında siyaset, meşru ve yasal hükümetlerin de baş belası bunlardır.
Bilumum kirli, karanlık, insanlık aleyhine, menfur ve meş’um işlerin hamisi de…
Burada çok yakın tarihli bir itiraftan yola çıkarak konuyu derinleştirmek istiyorum:
AKP’nin (!) Ankara Büyük Şehir belediye başkanı Melih Gökçek 19 Şubat 2009 günü konuk olduğu bir programda; “Gladyo ile mücadele ediyoruz. Ne pahasına olursa olsun iki büyük şehirden birini alarak AKP’yi sarsmak ve 29 Mart’tan sonra erken seçime zorlamak istiyorlar” kabilinden bir lâf etti. Melih’in karşısına dikilmiş 8-10 sorgucu, bu çok ciddi ifade veya itirafı önemsemedi, ciddiye alıp üzerinde bile durmadılar..
Aslında benzer sözler AKP kurmayları tarafından 6 yıldır söylenip durmakta.
Meselâ, Adalet Bakanı iken Cemil Çiçek’in “Hükümet olmak yetmiyor. Size, halka söz verip vaat ettiklerinizi yaptırmıyorlar… Çoğu kez eliniz kolunuz bağlanıyor” demişti. Bu ve buna benzer olmak üzere TBMM kürsüsü, özel ortam ve medya önünde ‘tıpkı bir itiraf ve halka şikâyet (acz-sızlanma) gibi’ söylenmiş yüzlerce yakınma var.
Bu minvalde en komik örnek Yıldırım Akbulut zamanında yaşandı.
Gönüllü Kültür Teşekkülleri Birliği’nin Kocatepe Konferans Salonunda yapılan bir toplantısındayız. Küsüde Başbakan Yıldırım Akbulut, ben de İKO Genel Başkanı ve delege sıfatıyla orada bulunuyorum. Devlet ricalinin ekseriyeti ve bakanların yarısından fazlası da orada.. Sayın Akbulut hükümet işlerinden ve önü alınamayan ülke sorunlarından öylesine sızlandı, yakındı, şikâyetlendi ki, dayanamadım ve ayağa kalkarak doğrudan bir soru sordum:
- Sayın konuşmacı, ülke sorunlarını büyük vukufla ve fakat derin bir yakınma ile dile getiriyorsunuz. Bu iyi. Fakat burada bir hususun açıklığa kavuşması gerek!...
- Nedir o?...
- Bu elim safahat sürecinde ‘acaba’ başbakan ne yapmaktadır?
Akbulut hiç tereddüt etmeden derhal cevap verdi:
- BEN BAŞBAKAN’M!....
Bu konuşma, her ne kadar salonda gülüşme, söyleşme, sitemkâr alkışlar ve Akbulut’un fark edilir biçimde şaşkınlık, mahcubiyet ve kızarmasına neden oldu ise de maksadına ulaştı. Başkaca diyecek söz bulamayan Akbulut, bir yandan notlarını toparlayıp, acele hazır olanları selamlayıp kürsüden indi.
O sırada Manisa (eski) Milletvekili Vehbi SINMAZ; “Şikâyet zayıflıktır” diyordu…
DEMEM O Kİ;
İcranın şikâyet, yakınma ve sızlanmaya hakkı yoktur. Hükümet, hükmetmektir.
Yürütmenin miyarı (ölçüsü) adalet, hakkaniyet ve hukuktur. Hüküm adalet iledir.
Adalet, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, Kurucu Unsur, Anayasa ve Kanun esaslarıdır.
Melih veya bir başkası ‘gladyo baronlarına karşı mücadele veriyoruz” derse, adama sorarlar: “Eğer bu devlette hükümet (yürütme) yasama ve yargı varsa, gladyo ve baronlar niye var?, hükümet adalet, hukuk ve hakkaniyetle hükmediyorsa, ortalık neden zanlı, suçlu ve suç örgütleriyle dolu?, bütün güç, kurum ve kuruluşlarıyla devlet, (hükümet) anarşi, terör, tedhiş, organize çete ve diğer hırsız-yolsuz güruhun üstüne gidemiyorsa; Ya acz içinde zaafla malül veya “tencere dibin kara, seninki benden kara” misal ‘kendinden yana’ çekinceleri var demek değil midir? Üstelik ‘herkese lâzım olan adalet’ niçin? Suçlular üzerinde Demokles’in kılıcı, namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu yurttaşlar için himmet ve hamiyet olarak var edilmez? .
Örneğin: Kemal Kılıçdaroğlu'nun ortaya çıkardığı ve AKP genel başkan yardımcısı Şaban Dişli'nin istifasıyla sonuçlanan 'anlaşma', diğeri Vatan Gazetesi'nin ortaya çıkardığı ve CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen'e ait 'anlaşma' ve Sevigen’in istifası..
Ya sonrası?
Bunlar yargılandı mı? Sorgulandı mı? Vekil sıfatları ellerinden alındı mı?
Hayır, hayır… Peki, neden ve niçin?
Hiç ‘kürsü masuniyetini’ aşan dokunulmazlık olur mu?
Asil’in kullanamadığı bir yetki, nasıl olur da vekil’e verilebilir?
Üstelik, milletvekili istifasının ‘genel kurul onayına’ bağlı olması ne garabet!..
Asil’in istifası tek taraflı bir kurum iken!...
Bu bağlamda tam bir iftira, itiraf, fesat, hesaplaşma kampanyasına dönen seçim sath-ı maili!.. Ya tam da bu ortama denk gelen ve Türkiye’yi teğet geçtiği iddia olunan küresel kriz? Gün be gün bir aile faciası, cinnet, intihar, soygun-vurgun ve yolsuzluk haberleriyle tırmanan gerilim.. Zenginler ve fakirler arasında giderek büyüyen uçurum.. Devasa boyutlara varan yolsuzluk, onursuzluk ve soysuzluk ekonomisi.. Eşitlik, hak, adalet ve tam rekabet ilkelerine aykırı takipsiz, denetimsiz, serbest (!) piyasa ekonomisi… Gelişmelere paralel giderek artan cehalet, yoksulluk, halkı iliklerine kadar sömüren (tam gaz giden) yolsuzluk, fahiş piyasa, hırs ve ihtirasa ne demeli? Ortalık kene, sülük, bit-pire, vampir, domuz ve akrep kaynıyor.
Müthiş bir gelir adaletsizliği, maaş-ücret düşüklüğü, onur kırıcı-insanlık dışı sefalet, fakrü zaruret ve milletin % 95’inin yaşadığı garip guraba hali neden? Devletin tapusu fert, fert bu milletin nüfus kâğıdı değil mi? Yoksa nedir?
İşte bunun sebebi; Yukarda bahse konu baronlar, koza, kripto, oligark ve gladyo…
Peki, Allah aşkına hani ‘hükmeden güç’ yani, hükümet nerede?
Dağda eşkıya kol geziyor, Mehmetçik kalleşçe kurşunlanıyor; Ordu nerede?
Allahın günü evler, iş hanları, dükkânlar ve mağazalar soyuluyor; Şehirlerde anarşi, terör, tedhiş, baskı, zulüm ve işkence kol geziyor, taciz-tecavüz diz boyu; Polis nerede?
Siyaset şirketleri ‘millet iradesinin’ yerine kendilerini koyup aday belirliyor; Köşe başlarını tutan ve Belediyelerde yuvalanan amansız şehir eşkıyaları vatandaşları fahiş fiyat, fahiş kâr, rüşvet-iltimas, ayırma-kayırma, yandaş-yoldaş saltanatı, görevi kötüye kullanma, ihmal ve suiistimalle Ermeni, Yunan veya Rum’un değil, ‘kendi öz milletinin’ milletin anasını ağlatıyor; Anayasanın amir hükmü ve Cumhuriyetin çimentosu adalet ve hukuk ilkelerine rağmen birileri ortaya çıkıp: Kürtçe anadil olarak okutulsun, TBMM ve devlet dairelerinde konuşulsun; Ermenilerden özü dilensin ve soykırım (yalanı-iftirası) tanınsın… diyebiliyor!..
SORUYORUZ: Adalet ve Hukuk nerede?...
Memlekette hikmetle/adaletle hükmeden meşru bir hükümet varsa, oligark, gladyo ve baronların (gladyatörlerin) ne işi var? Bence mesele çok vahim ve derindir. Topyekün acil bir temizlik, aklanma, ayıklanma, toplumsal bir yüzleşme ve hesaplaşma zorunlu hale gelmiştir.
Bu vebal ve sorumluluk mevcut partilerin tamamına aittir.
Biline ki, esas suçlu, zorunlu hale gelen bu ayıklanma, arınma ve ulusal temizlikten kaçan ve kıvırtandır. Herkes tez elden evinin önünü süpürmeli, eteklerindeki taşı dökmeli ve hiç olmazsa bu seçim sath-ı mailinde bu yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleştirilerek bütün bataklıklar kurutulmalıdır. Yanlış anlaşılmasın. Lâğım üzerine ‘BEYAZ SAYFA’ değil!...

Hiç yorum yok: