26 Eylül 2009 Cumartesi

KEHANET-İŞARET; EMANET VE VASİYET !...

SON BAŞVEKİL
Mustafa Nevruz SINACI
Zaten O’ndan sonra (millet iradesini temsil) anlamı ve özelliğini yitiren makama baş-bakanlık, atama yoluyla mekâna tensip olunana da baş-bakan adı verilmiştir!...
Olması gereken de buydu.
Zira o güne kadar vekillerini bizzat seçen millet; dolayısıyla kendi Baş Vekil’ini de kendisi seçmiş oluyordu.
Yani, devlet idaresinde ‘millet iradesi’ hâkimdi.
Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları daha dürüst, namuskâr ve demokrattı.
Ülkemizde (kuvvetler birliği ilkesi olmasına rağmen) daha güçlü, hâkim ve hükümran bir “adalet sistemi”, adalet ahlâkı ve hukuk vardı. Vergiler bu kadar çeşitli ve karmaşık değil, çok azdı. Hükümet insan odaklı olarak, millet için çalışır, deli dumrul gibi (doğalgaz, elektrik, su, petrol ürünleri, iletişim ve bilişim) vergi almaz; gasp ve irtikap eder gibi ticaret yapmazdı..
Sonra gerici, mürteci ve yobazların devirme (devrim) ve çökertme tuzağına düşüldü.
Son Baş Vekil Adnan Menderes ile bazı vekilleri Zorlu ve Polatkan, adına, utanmadan ve hicap etmeden mahkeme denilen, çadır tiyatrolarında “emredildiği gibi” katledilmelerine karar kılındı. TC tarihinin en insanlık dışı ve nefreti calip, sözde yargıçları, hem bu karara ve hem de tiyatro süresince devam eden “hırsızlar kervanı” isimli yalan, iftira ve furya’ya (radyo programına) ortak oldular. Neticeten idam ve infazlarla birlikte ülkemizin üstüne adeta bir mezar toprağı serpildi ve mâkus talih hükmünü icra etmeye başladı…
O, (Baş Vekil Adnan Menderes) bu kahpe tuzak ve kalleş ihanetin sebep ve hikmetini, zanlı ve suçlularını çok vazıh (açık) bir işaret ve atiye dair kehanetle tespit ve sevgili milletine idamından önceki son mektubuyla açıklayıp, ilân etti. Duyurdu.
Nerede? Nasıl mı?..
Malum idamlar bütün dünyada el ayak çekildikten sonra, yani sabaha karşı yapılır.
Sebebi gayet basittir: Gündüz infazları halkta taşkınlıklara meydan verir. Olayın dehşetinden etkilenenler, sağa sola saldırıp bazen başka ölümlere yol açabilirler.
Ama O’nun ki öyle olmadı.
Adeta millete meydan okurcasına, alçakça, sinsice ve haince, üstelik bir ikindi vakti gizlice, gözlerden ırak ve gönüllerden uzak, ıssız bir ada da ağır-ağır darağacına doğru yola çıkarıldı. (Polatkan ve Zorlu için de aynı yöntem uygulandı)
Şehâdet makamına vardığında, son sözlerini yazmak için kâğıt kalem istedi.
Ufak bir not kâğıdı uzattılar önüne.
Başladı yazmaya.
Kendini iyi ifade etmesiyle tanınan son Başvekil, darağacının gölgesinde o kâğıt parçasına adeta bir demokrasi manifestosu döktürecekti.
Artık, Allah (CC)’dan başka kimseden korkusu kalmamıştı.
Zaten önce de Allah’tan başka kimseden korkmazdı.
Ölümden öte yol var mıydı sanki?
Başladı yazmaya.
Dünyaya sağlığında bıraktığı son belgenin “eski yazı” dediğimiz Osmanlıca olması ve hiçbir imla hatası ve cümle düşüklüğü içermeden yazılması çok düşündürücüdür.
Demek ki, ölümü bile arzulayacak noktaya getirilebiliyormuş insan.
Gerektiğinde ona, bir sevgiliye koşar gibi de koşulabiliyormuş…
İlk satıra şöyle yazdı:
“Adnan Menderes’in idamından evvel son sözleri...”
Sonra düşüne, düşüne yazmaya devam etti:
“Sizlere dargın değilim.
Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler (elinde olduğunu ve gerçekte kimler) tarafından idare edildiğini biliyorum.
Onlara da dargın değilim.
Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
‘Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir.’
İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok.
Ancak; Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman (!) efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?
Şunu da söyleyeyim ki, “milletçe kazanılacak adalet-hukuk, hürriyet ve demokrasi mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine de (1950’de olduğu gibi) kurtarabilirdim” lâkin dirimden korkmayacaktınız.
Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir.”
O, son Başvekil’di. Umur-u devlet’di. Erbap-ı faziletti.
Hak âşığı, adalet, hukuk, demokrasi ve millet sevdalısı idi..
Bu uğurda başını verdi…
“Demokrasi Şehidi” mertebesine yükseldi. Efsaneleşti, destanlaştı ve milletim mâşeri vicdanında taht kurdu.
Hukuk’un yüzkarası ve Türk hukukçularının ebedi utancı yassı-ada mahkemelerinin zulüm, ağır tahrik ve hakaretleri karşısında ezilmiş, tükenmiş, adeta canlı cenazeye dönmüş Menderes’in dimağı, son mesajında alevlenmiş, millet düşmanlarını işaret ve ifşa etmiştir..
Özellikle irticalî konuşmalarında zaman-zaman edebî bir haz kazanan zengin üslubu, bu işaret ve ifşaatında, Osmanlıcanın nâmütenahi manâ derinliğine sahipti..
O, her tür taklit, zorlama, dayatma ve uydurukçuluktan uzak, Milli ve doğal’dı.
Bu dil zenginliği ve mana derinliğine mümasil (emsal) bir örnek…
İşte 1 Mayıs 1960 tarihli radyo konuşmasından birkaç cümle:
“Çok partili hayat birtakım müşkülata rağmen devam edip yerleşmekte... Ve her memleket meselesini milletin rey ve iradesiyle halletme veya yönlendirme şuuru vicdanlarda yerleşmekte ve kökleşmektedir... Fakat memleket bütün bu güzel ve müspet manzaraları ile göze gelmiş gibi, feleğin kahrı şeametli [uğursuz] bir nefes gibi üstünde dolaşmakta, sanki zehirli bir çöl rüzgârı gibi onun güzel renklerini soldurmaya çabalayarak esmekte...
Ne için sevgili vatandaşlarım?
Bu kin, bu husumet, bu ihtiras, bu kıskançlık ne için kurutucu bir çöl fırtınası gibi bu güzel vatanın üstünde estirilmek istenmekte?”
Sahi, ne içindi bütün bunlar?
Memleketin üzerinde estirilmek istenen bu zehirli çöl rüzgârları kimin eseriydi?
Daha da önemlisi, “silahların gölgesinde yaşayan efendiler” den kimler ve hangi güçler kastedilmekte idi? CHP’liler ve İnönü mü acaba? Yoksa Derin devlet mi? Yahut iddia olunduğu gibi ABD veya bazılarının iddia ettiği gibi hâkimiyetini ABD’ye kaptırmış olmanın telaşıyla harekete geçen İngiltere öncülüğündeki Avrupa mı?
Mektubun dikkat çekici cümlelerinden birisi, Türkiye’deki “hürriyet mücadelesi”nin er geç kazanılacağına ilişkin vurgudur.
Menderes’in hürriyet mücadelesine başlama tarihi olarak verdiği 17 yıl evveli, 1944: “Türk milliyetçilerine zulüm ve işkence dönemine” tekabül eder. Hakeza, Eylül 1945’te CHP’den ihraç edilmeden önceki yoğun muhalefet günleri de hatırlanır..
Çünkü O, Şükrü Saraçoğlu kabinesine güvensizlik oyu veren 7 muhaliften biridir.
‘Geç kaldınız, geç. Benim başımı asıl o zaman alacaktınız’, diyerek; idam sehpasının eşiğinde yazdığı mektupla, şahsı ve milletine yönelik dâhili ve harici husumet, ezeli kin ve derin düşmanlığın odağında İsmet İnönü olduğunu tüm dünyaya açıklar.
‘Silahların gölgesinde yaşayan efendi’ ve ‘1950’de kurtardım’ dediği işte odur.
İktidara geldiklerinde paçası tutuşan İnönü’ye ‘devri sabık” yaratmayacakları, yani “Atatürk’ün vefatından 1950’ye kadar aralıksız olarak yapılan soygun, vurgun, rüşvet, iltimas, yolsuzluk, yalan-talan ve suiistimalin üstüne gitmeyecekleri” konusunda teminat veren Bayar ve Menderes, İnönü’yü iğrenç bir rezillik, ihanet töhmeti ve mâhkumiyetten kurtarmışlardır.
Bakmayın siz İnönü ve İnönücülerin ‘aslında paşa Menderes’in idam edilmesini son dakikaya kadar istemedi’ yavelerine. Çünkü Bedii Faik’in de ustaca yakaladığı gibi, İnönü O’nun idamını son dakikaya kadar değil, “son dakikada” istememiştir. Ama zaten o son dakikada kimsenin (ABD Başkanı’nın bile) idamı önleyecek gücü kalmamıştı ki!
Zamanlaması tek kelimeyle harikaydı İnönü’nün...
Vatan, millet, demokrasi, hak-hukuk ve adalet delisi rakibinden kurtulmayı arzu etmiş ama şeytani bir kurnazlıkla son dakikada harekete geçerek üzerindeki şaibeyi de temizlemek istemişti. Sahte hüzün ve riyakârca bir teessürle ‘Ne yapayım, gördünüz, elimden gelen bu kadardı’, diyerek de işin içinden sıyrılmayı becermişti.
Mektup devam ediyor:
“Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.”
Yoksa bir kehanet karşısında mıyız?
Ölüsü değil, ruhu, gün gelecek “birbirinden kötü taklitler sahte demokratlar ve yeni Menderes’ler olarak ortaya çıkan Demirel, Ecevit, Özal ve Recep dâhil” özellikle ve bilhassa (şimdilerde AKP ile tarihen örtüşen) CHP olmak üzere; 27 Mayıs artığı cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini siyaset meydanlarında sandığa gömerek silip süpürmeyecek midir?
Ve bugün CHP, AKP ve şeriklerinin ensesindeki nefes, Türk halkının gönlünden hâlâ silinmeyen Menderes’in ruhu; Kadim Demokrat Parti’nin ‘siyasette uyguladığı “fazilet” mücadelesi değil midir?
Lütfen hatırlayınız!.. Cumhuriyeti kuran ve O’nu Türk Milletine, “ebed müddet” yaşatılması kayıt ve şartıyla armağan eden Mustafa Kemâl ATATÜRK ne demişti?
CUMHURİYET FAZİLETTİR
Dolayısıyla bu son anından damıtılmış kehanet pekâlâ tutmuş, yıllar sonra İstanbul’a nakledilen aziz nâşı bile on binleri sokağa dökmeye yetmiştir. Dahası: Asıl çıkan kehanet, (ihtilalden sonra dostları tarafından bile komik bulunan) Menderes’in “Bütün bir millet arkamdan geliyor” sözleri olmuştur.
NETİCE OLARAK:
“Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü (46 ruhu, DP’nin dava, mana ve misyonu) ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi (hepinizi) silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir” Sözlerine dikkat edin!...
Bu sözler; Elli yıldır tecelli eden kehanet, Türk milleti’ne vasiyet ve emanettir.
Son atılım, cür’et ve açılımlar gösteriyor ki: “Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma (psikolojik, biyolojik, kimyasal, sosyal-kültürel savaşa maruz) ve dehşetli bir abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın, kaldırmanın ve tasalluttan kurtulmanın tek hukuki ve demokratik yolu seçim, yani sandıktır.
Artık “kader sandığını kurmanın” ve tıpkı “beyaz ihtilâlde olduğu gibi” Yeter!... Söz Milletindir… diye haykırmanın zamanı gelmiştir. Son çare: ‘ya zalim'e, zulme ve ihanete karşı tek parti olarak birleşmek’ veya yapılacak ilk seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla "27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini" sandığa gömerek; Vatan, Millet, Devlet, Demokrasi ve Cumhuriyet’i kurtarmaktır.

Emanet: “Türkiye Cumhuriyeti” ,
Vasiyet:
Hürriyet, adalet, demokrasi, hak, mutlak eşitlik ve hukuk…
Metodoloji ve strateji: Siyasette Fazilet Mücadelesi;
İyi, namuslu, demokrat ve dürüst; İlkeli, onurlu ve sorumlu olan kazansın.
"bir mektup ve yorum"
Sayın Sınacı;
Gerçekleri ifade eden duygulu, düşündürücü ve yol gösterici yazılarınız okudum.
Nasıl sonuçlanacağı belli olmayan ve bilinmeyen zorluklara doğru hızla yol almaktayız. Öyle bir noktaya gelmiş bulunmaktayız ki; Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı olma yolundadır.
Siyasî iktidarın ihtirasları ve adâletsizlikleriyle varlıklı kesimlerin hasislikleri ve merhametsizlikleri, bu gidişe yardımcı olmaktadırlar.
Miletimizin idraki yerindedir; ama, vefasızlığı da had safhadadır. Milliyetçiliğin (millî değerler) suç, vatana ve millete hizmet etmenin aptallık olarak kabul edildiği bir ortam yaratıldığı için, bu acı gidişe tavır koyanların sayısı azdır. Toplumun kıymet hükümleri değiştiği için de; ahlâk ve fazilet erbabı dışlanmış ve eşkiya baş tacı edilmiştir. Ülkenin kaderine hükmeden kesimler için ise; paranın üstündeki yazı, geçerli tek hedef ve değer olarak kabul edilmiştir. Öyle bir noktaya gelindi ki:
Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşturulduğu için; ülkenin ve milletin kaderine yalancılar, hırsızlar ve ahlâksızlar hükmeder hale geldi.
Bu durum karşısında nasıl bir yol açılacağını, gerçekten merak ediyorum.
Tarihin en eski efendisi olan necip milletimiz için bir izmihlâl söz konusu olamayacağına göre; acaba, bir mucize, ne zaman zuhur edecektir? Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı, İstanbul

Hiç yorum yok: