30 Ocak 2009 Cuma

DEMOKRASİYİ ÖZELLEŞTİRMEK
Mustafa Nevruz SINACI
Meşruiyet; Hüküm, hikmet ve adalet iledir.
Adalet, doğrudan ve dolaylı (katılımcı ve çoğulcu) demokrasi’nin temel unsuru olup, uygulanması, hayat bulması, halkın refah, huzur-güven ve saadet içinde yaşaması, kaynağını haklılık, doğruluk, onur-erdem ve dürüstlük kavramlarından alan hukuk’un teşkil ettiği yazılı kanunlardır. Yani, ‘adalet’ hükmünü ‘hukuk’la icra eder.
Esas olarak kanunlar anayasaya, anayasa ise kesinlikle ve asla insan haklarına aykırı olamaz. İnsan hakları, evrensel anlamda yaşama, beslenme, barınma, inanma ve “inandığı gibi”, eşit, güvenli ve huzurlu bir hayat sürme hakkından ibarettir.
Hukuk, münhasıran cumhurun (halkın) kendi kendini idare ettiği hallerde, yani millet iradesinin devlet idaresinde hâkim unsur olabildiği ‘demokrasi’ rejiminde varlığını gösterir. Bunun dışında ‘kanun-yasa’ devletlerinde, demokrasi, adalet ve hukuktan bahsetmek mümkün değildir. Bunlar genellikle (günümüz örmeklerinde olduğu gibi) polis, jandarma (1938 -1950 Türkiye) veya çete devletleridir. Özgün olarak Türk siyasetinde buna “halka rağmen halkı yönetme” denilir!.. Ki, bu söylem diktatörlük, tasallut ve despotluk anlamına gelir.
Çok açık ve net bir anlatımla: Demokrasinin iki mütemmim cüzü (tamamlayıcı ve bütünleyici unsuru) vardır. Bunlar adalet (adalet ahlâkı) ve hukuktur. Göstergesi sosyal hukuk devleti olup; Uygulamada (yönetim) kamu harcamalarını olabildiğince kısan, vergileri azami ölçüde azaltan, az kazanandan az, çok kazanandan (lüks kullanım ve israftan) çok vergi alan, aldığı vergileri tasarrufla ve en saydam biçimde kullanan hükümetler icraatı yürütür.
Bir başka özellik de: Adalete sadık, millete karşı samimi dürüst hükümetlerin ‘hüküm sürdüğü’ devletlerde, en basit anlamda bile, her hangi bir yolsuzluk yoktur. Ayrıca demokrasi rejimini ‘gerçekten’ yaşayan ülkelerde ‘özgürlük ve güvenlik’ sorunu da yaşanmaz. Çünkü, ‘medeni siyaset’ ve ‘hakiki demokrasi’ bağlamında yurttaşlar haddini bilir, bilmeyene haddi derhal devlet tarafından bildirilir.
Bunun sebebi hikmeti ise: “Devlet iyi insan ve iyi vatandaştan yana icraat ve faaliyet gösterir.” Seçilmişler millete vekil ve hizmetkâr, memurlarsa itaat ve sadakat üzeredir. Herkes hakkının, hukukunun (görev ve yükümlülüklerinin) idrakinde, bilincindedir.
HAK KAVRAMI
Doğuştan ve doğalda var olan haklar, sonrasında adalet ahlâkı ve hukuk’la desteklenip tahkim edilmek suretiyle, milli devlet ve yurttaşlık bilinci (toplumsal sözleşmeler) bağlamında genişletilir. Hak ve özgürlükleri kullanma biçimi budur. Ancak hiçbir gerçek kişi (fert) veya kurum (tüzel kişi) bir başka kişi veya kurumun hak ve özgürlüklerini gasp, tahdit, tehdit veya ihlale yetkili değildir. Şu kadar ki, sadece ve yalnızca genel ahlâk, milli güvenlik ve can-mal güvenliğine yönelik tehdit algılaması yahut aleni teşebbüs hallerinde Millet Meclisi kararı (yasa) çerçevesinde insanlar tedip (haddini bildirmek) ve terbiye (ıslah) edilmek zorundadır.
Bu bağlamda özgürlükler kısıtlanabilir, tecrit (hapis) edilebilir. Yahut taammüden cinayet, cinayete azmettirmek, hırsızlık-yolsuzluk, nitelikli dolandırıcılık ve organize çıkar örgütleri yoluyla ölüme sebebiyet ile vatana ihanet gibi hallerde ‘ölüm cezası’ meşrudur.
Şu kadar ki; Yönetimi izleme-denetleme, memurin (devlet memurları) ve vükelayı (milletvekillerini) muaheze (ikaz, tenkit) suç ve suçluları ihbar (bildirme) görevi vatandaşın; Araştırma, koğuşturma, soruşturma, muhakeme ve infaz devletin görevidir. Hiçbir ferdin veya adalet cihazı hariç olmak üzere her hangi bir kurumun muhakeme ve infaz yetkisi yoktur.
Müesses olan nizam (meclis ve hükümetler) hakkaniyet, adalet ve hukuk görevini tam bir eşitlikle ifa ve icra etmediği takdirde ‘meşruiyetleri’ sona erer. Bu durumda görev Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı gereği Cumhuriyet Savcılarına aittir.
İşte Başbakan’ın (bilerek veya bilmeyerek) “demokrasiyi özelleştireceğiz” ifadesinde saklı hakikat budur. Oysa söylemden “demokrasinin mabedi biziz, sadece biz demokrasiyi iyi biliriz, bizim yaptığımız her şey demokrasidir” anlamı çıkmaktadır. Yanılgının büyüğü budur!
****
DEMOKRASİ, ADALET VE MEDENİ SİYASET
Mustafa Nevruz SINACI
Demokrasi yönünden bilimsel (ilmi) disiplinin mutlak gereği ‘muğlâk değil’ mutlak kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Ya, 1924 (1928) anayasasında olduğu gibi TBMM şahsında bütün (mündemiç) kuvvetler birliği veya ‘Yasama, Yürütme ve Yargı’ olmak üzere birbirinden tam bağımsız kuvvetler ayrılığı esastır. Bugün ülkemizde olduğu gibi ‘ikisinin ortası’ yoktur.
Türkiye hariç dünyanın her devletinde ‘savcılar’ vardır. Türkiye’de ise ‘milli devletin doğal bir gereği olarak’ Cumhuriyet (millet) savcıları. Bu çok anlamlı bir uygulama olup; Cumhuriyet savcıları adalet ve hukuku, her hangi bir erk yahut hükümet adına değil, doğrudan ‘halk adına’ yürütmekle memur ve mükelleftir. Bu nedenle hukukta ‘meşhut suç’ denilen ‘kişisel şikâyet ve takibe bağlı haller dışında’ hiçbir istisnası olmadan (Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, her derece ve düzey memur dâhil) icabı halinde her kesin ve her kurumun üstüne gidebilir, re’sen soruşturma açabilir ve dava ikame edebilir. Eğer uygulamada bu yoksa, ortada adalet, hukuk, yargı veya demokrasi de yoktur!..
Cumhuriyet Savcıları ve Hâkimler ‘millet adına’ iş görür.
Millet adına iş gören Yargı erk’i, ya Yasama-ya (TBMM’ne) bağlıdır veya siyasetten arınmış yüksek mahkeme (örneğin Anayasa Mahkemesi) nezdinde temsil ve ilzam olunur. Her ne şekil ve surette olursa olsun hukuk devletlerinde ‘milletvekillerinin kürsü masuniyeti’ hariç dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyaz yoktur. Varlığı da asla kabul edilebilir değildir.
İşte, Türk medeniyetinin binlerce yıllık mazisinden intikal ve Proto Türklerden grek (eski Yunan’a) ‘demokrasi’ adıyla tahvil eden (dönüşen) ‘Medeni Siyaset’ sisteminin aslı ve esası budur. Medeni siyaset asırlar içinde nizam-ı âlemi oluşturan vahiyle tahkim edilmiştir. Bu nedenle ahlâken yükseklik, bilgelik ve olgunluk rejimidir. Madde ve manâ barışı, olgunluk ve dinginlik (kâmil insan ve şüra) bağlamında, Türk milleti’nin öz yapısında hayat bulan ve gelişen bu sistem insanlık âleminin en büyük eseridir. Eser’in, ‘insanlık idealini’ ortak payda kabul eden atalarımızca değil de; İnsanlık düşmanlığıyla maruf Greklerce sahiplenilmesi sinsi bir kurnazlık, kıskançlık, haset, ‘emperyalist emeller doğrultusunda’ yozlaştırma, çürütme ve dejenere etme amaçlıdır. Rum-Yunan tarihi bunu belgeleyen binlerce vakıa ile doludur.
Bu eser, hikmet ve mütekâmil medeni siyaset rejimi dolayısıyla olmalıdır ki, İslâm’da ve Kur’anda herhangi bir siyasi sistem vazedilmemiştir. On emirden ibaret Tevrat ve taklit ve tahrif edili ‘muharref’ İncillerde de özgün bir siyaset öğretisi, tavsiye ve öngörüsü yoktur.(Bu nedenle dini siyaset veya ticatere alet etmek lâikliğe aykırı ve bütünüyle insanlık dışıdır)
Türkiye Cumhuriyeti olarak kalkınmak, gelişmek, yükselmek ve Atatürk' ün gösterdiği muasır medeniyet seviyesini aşmak, modern bilim ve ileri-yüksek teknolojinin nimetlerine ulaşmak, ancak ve sadece; Evrensel norm, standart ve kriterlerde bütün kurum ve kuruluşları ile teşekkül ve tekemmül etmiş "katılımcı ve çoğulcu demokrasinin” (yukarda açıklanan) medeni siyaset ve gerçek hukuk devletinin yaşam boyutuna geçmesi ile mümkündür.
Zira insani boyut ve bilinç toplumuna ancak ve sadece gerçek bir demokrasi idaresi ile ulaşmak ve bu yolla birinci sınıf bir devlet olmak mümkündür. Kaldı ki, yüksek basiret, deha ve bekasıyla bunu gören, anlayan ve kavrayan, ülkemiz ve insanımızı ilk kez demokrasi ile buluşturan Atatürk'ün en çok istediği, kendini adadığı ve arzuladığı ideali geleneksel medeni siyaset ve demokrasi yoludur. Şimdi ülkemizin Cumhuriyet ve demokrasi (söylem bazında olsa bile) üzere bulunmasının da ana nedeni budur. Bu nedenle demokrasi:
"İnsanlık ideali, insanca yaşam ve bilinç toplumunun temel kaynağı ve dayanağıdır", "Bireysel sorumluluk ve hukukun üstünlük ve önceliği" noktasından ve "Kanunlar anayasaya, anayasalar da insan’a aykırı olamaz", "Cumhuriyet-Demokrasi ve Lâiklik ayrılmaz, sarsılmaz ve vazgeçilmez bir bütündür" gerçeği, siyaset bilimi ve disiplin ilkesinden hareketle; "bütün medeni toplumların mutabık kaldığı, insan hakları, adalet ve hukuk üstünlüğünün esas alındığı kurallar bütünüdür" ilkesi dahilinde gerekli değişim, dönüşüm ve düzenleme yapısal reformlar süratle hayata geçirilmek zorundadır. Eğer hükümet, sözde değil, öz’de demokrat ise tabii!..
***
e.MAİL (sadece özel yazışmalar içindir) :
gercek.demokrat@hotmail.com
WEB:
http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com
NOT: Bu makalelerin serbestçe dağıtımı yapılabilir ve yayınlanabilir.
GÖNDERİ İÇİN ADRES: PK - 118, [06442] Yenişehir/ANKARA

28 Ocak 2009 Çarşamba

YA HAKKINI VERİN,
YA DA, O DİPLOMALARI YAKIN !...
Kendisini 'yasa bağımlısı' olarak tanımlayan Sayın Rektörüm ve on yıllık dava arkadaşım Galip Baran sordu:
“Üniversite diploması, Türkiye’nin veya dünyanın en ünlü üniversitelerinin birinden alınmış olsa bile ne işe yarar? Örneğin, senin gazetecilik, hukuk ve siyaset bilimi diplomaların ne işe yarıyor söyler misin? Devam etti: O diplomalara rağmen çevreyi kirletiliyorsan, aşırı tüketiyorsan, trafik kurallarını çiğniyorsan, toplum sağlığına aykırı alışkanlıklar ediniyorsan, vergi kaçırıyorsan, rüşvet veriyorsan/alıyorsan, iş ahlakının korunması için çaba göstermiyorsan, milli servete zarar veriyorsan, imar yasasına aykırı işler yapıyorsan, her şeyi devletten bekliyorsan, yani kısaca, 'KIRMIZIDA GEÇİYORSAN' bir başka deyişle, YOLSUZLUK YAPIYORSAN?...
Benimkisi “Teknikerlik” diploması. Ama ben, KIRMZIDA GEÇMİYORUM, YOLSUZLUK YAPMIYORUM, üstelik KIRMIZIDA GEÇENİ, YOLSUZLUK YAPANI, “kırmızıda geçeni, anında , yüzüne karşı, utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarma”yı öngören, SOSYAL YAPTIRIM olarak bilinen bir yöntemle uyarıyorum (uyardıklarımın arasında, her rütbeden polisler, her rütbeden askerler, avukatlar, hakimler ve savcılar var) uyardıklarına kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını öneriyorum, bana DELİ diyenler de var. Oysa ben sıradan bir YASA BAĞIMLISIYIM.
Sözünü şöyle bağladı:
"Haydi gel şu bir işe yaramayan, YOLSUZLUK YAPMANI önleyemeyen DİPLOMALARNI Kızılay Meydanı’nda yak…
"Elbette (kendimi tenzih ederek) Üstat Galip Baran'a hak verdim. İtiraz edemedim.
Zira, (ben) her ne kadar 'kendimi bildim bileli' kırmızıda geçmiyor, mümkün olduğu kadar geçenleri uyarıyor, 'Kırmızıda Geçmek' in gerçekte ne anlama geldiğini yıllardır yazılarım, söylev, konferans ve demeçlerimle halka açıklıyor, anlatıyor ve "iyi insan-iyi, ilkeli-onurlu ve sorumlu vatandaş" konusunda her derece ve düzeyde büyük bir mücadele veriyorsam da;Adına kinayeten 'BİLGİ ÇAĞI' denilen bu zamanda, ülkemin, insanımın ve dünyanın (sözde) en saygın üniversitelerinden diplomalı bilim (ilim değil!), politika (siyaset değil!.) Sivil Toplum Kuruluşu (gönüllü kuruluş değil; güdümlü kuruluş), memurin, hükümet ve devlet eşhasının;"Edindiği diplomadan dolayı hicap duymadan, insanlıktan utanmadan, adalet ahlakı ve hukuka saygılı olmadan ve (bana göre) Allah'tan korkmadan, bizzat kendi ve kamu vicdanına karşı hiçbir onurluluk ve sorumluluk hissetmeden...
"Nitelikli dolandırıcılık, gasp, irtikap, ayırma-kayırma, rüşvet-suiistimal, görevi kötüye kullanma ve yolsuzluk yaptığını; Vergi kaçırdığını; İmar mevzuatını ihlal ettiğini; Çevreyi kirlettiğini; Halka yalan söylediğini; Sözünde durmadığını; Emanete hıyanet ettiğini; Küresel barışı tehdit, ozon tabakasını tahrip, dünyada savaş ve milletler arasında fesat çıkartma, vahşi kapitalizm ve insanlık düşmanı küresel emperyalizme alet olduklarını;
KISACA: 'her fırsatta insanlığın KIRMIZI ÇİZGİLERİNİ ihlal ettiklerini gördükçe kahroluyor ve 'BİLGİ ÇAĞI'nın bilim ve insanlık düşmanı biçiminde tezahür eden uygarlığından utanç duyuyor!..,
Dünyayı yaşanmaz hale getiren 'sorun' un "BENCİLLİK", kalıcı çözümünse "SENCİLLİK" olduğunu çok iyi biliyor; İnsanlığın bir an önce "BİLİÇ ÇAĞI" na geçiş yapabilmesini yürekten diliyorum. Ama, kitlesel bir katılım ve anonim BİLİNÇ olmadan diplomama da kıyamıyorum!..Bu yazıyı okuyan hukukçulara, mühendislere, akademisyenlere, devlet ve hükümet 'gişi'lerine soruyorum: Ne dersiniz? Siz de hak veriyor musunuz?Veriyorsanız diplomanıza kıymaya hazır mısınız?Yoksa, onun gibi "YASA BAĞIMLISI" olup DİPLOMACIKLARI kurtaralım mı?
Mustafa Nevruz Sınacı
Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı
Gönderen "BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ" TÜRKİYE
WEB: http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com/, e.MAİL: gercek.demokrat@hotmail.com
****
From: galipbaran@ttmail.com//To: bassoy@googlemail.comCC: gercek.demokrat@hotmail.com // Subject: Fw: {liberal-izmirliler.53581} Re: Kimse devletçi yapıyı yıkamaz...Date: Wed, 28 Jan 2009 15:26:24 +0200
GALİP BARAN'DAN 'Ülkü Bassoy' A VERİLEN BİR CEVAP VE "TARİHE NOT" !...
Sayın Bassoy,
Size katılıyorum. Bana göre o "sistem" ya da bu "sistem" yok. İnsan var. O "izm" ya da bu "izm" yok "insanizm" var.
İnsan "insan" olmayı başarabilirse, sorun kalmaz, bu alemde. Konuyla ilgili bir kaynak:
"Şayet insanoğlu gerçekten insan olsa-sadece lafta değil, gerçekte de- hiçbir kurala ihtiyaç duymayacaktır.
Bugüne kadar bunu çok az insan hayata geçirebilmiştir. Örneğin, Sokrates, Zerdüşt, Bodhitharma gibi gibi adamlar için (.....) hiçbir kanuna, hiçbir anayasaya ihtiyaç yoktur. Eğer tüm toplum hakiki anlamda insan olma yönünde evrim geçirebilirse, sevgi, saygı olacaktır ama kanun olmayacaktır."
Tekrar selamlar. // GB
* (Özgürlük/ OSHO/ Ganj Yayınları)

21 Ocak 2009 Çarşamba

BARAK HÜSEYİN OBAMA
Mustafa Nevruz SINACI
ABD tarihinin ilk siyahi (44.üncü) başkanı Barak Hüseyin Obama, 20 Ocak Salı günü, 233 yıldır (4 Temmuz 1776-20 Ocak 2009) tam bir inanç, sadakat ve kararlılıkla sürdürülen gelenek uyarı İsevilerin kutsal kitabı İNCİL üzerine yemin ederek görevi George W. Bush'dan bu güne kadar görülmemiş muhteşem bir merasimle devraldı.
Aralıksız 623 yıl yaşayan ve sadece yıkılışı bile, ABD’nin dünya siyaset sahnesinde zuhur etmesinden fazla süren (222 yıl) Osmanlı Türk-İslâm Devleti’nin bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken; Mustafa Kemal’de böyle bir başlangıç yapmış ve Cumhuriyet’in temellerini Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde okunan mevlid-i Şerif ve ülkenin her yanında 30 gün boyunca okunan Sahih-i Buhari ve Kur’an-ı Kerim hatim duaları ile atmıştı.
Bu törende ayrıca ‘Türk Devlet kurma’ geleneği’nin bütün icapları yerine getirildi.
TBMM kurbanlar kesilerek, ilâhiler söylenip dualar okunarak açıldı. Ayrıca;
Devlet’in; ‘ebed-müddet’ kaydı, Misak-ı Milli şartı ve ‘Alemi İslâm Halifeliği’nin münhasıran TBMM’nin nevi-i şahsında mündemiç kalması kaydıyla Cumhuriyet, insanlık düşmanı emperyalizme karşı ‘fazilet rejimi’ düsturu ile kuruldu. Cumhuriyet’in temelinde yatan asil gerçekleri, umur-u devletin usul ve idame biçimini bu vesileyle anmakta ve hususan hatırlamakta fayda ve zururet vardır.
Kaldı ki, O, (Mustafa Kemal Atatürk) hayatta olduğu sürece asker beş vakit namaz ictimâsına kalktı. Kur-an, Bayrak ve silâh üzerine “Besmele-i Şerif” ile yemin etti. Neferler ‘Askerin Din Kitabı’nı okurlar, Genelkurmay Başkanları, Generaller ve üst rütbeli subaylar beş vakit namaz kılarlardı. Orduda rütbeli tabur İmamları vardı. Cumhuriyet o dönemde sağlam, emin, adil, akil ve müstekar, adalet üzere, hür ve hükümran idi. Sonra İslâm’ın çimentosu lâiklik, Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbına düşman ‘fundamentalist’ karşı devrimci koza ve kriptolarca sulandırıldı… Terör ve tedhiş unsuru ajan provokatörlerce bulandırıldı.
Fazilet rejimi yerini yozlaşma, çürüme, yalan ve talana bıraktı.
Şimdi bu elim ihmal ve derin sapmanın ağır bedeli ödenmekte.
Yalnız biz değil, Bilgi Çağını fetrete dönüştüren dünya da bedel ödemekte.
İnsanlığın maruz kaldığı bu ıstırabın ‘bilinç’inde olan Obama, ahtapotun kolları gibi dünyayı saran ve ülkeleri abluka altına alan ‘organize çıkar örgütleri, küresel mafyalar ve nitelikli dolandırıcıların neden olduğu krizin doruğunda’ samimi bir imanla işe başladı. .
Ülke tarihinin ilk siyahi başkanı yemin töreninden bir gece önce siyahi halkların ve Amerika’da yaşayan Müslümanların lideri (Hacı) Martin Luther King (Malcolm X) (1929-1968) anısına düzenlenen anlamlı bir konsere katıldı. (Dikkat: Bu çok önemli bir ayrıntıdır.)
Müslüman olduktan sonra Martin Luther King’in tek bir hedefi, ideali ve rüyası vardı: “Amerikan kâbusuna son vermek, bu ülkeye İslâm’ın öngördüğü insan sevgisi, adalet ahlâkı ve evrensel hukuk’un temel ilkelerini taşımak.”
O’na göre bu emel ve idealin gerçekleşmesi için illâ bir siyahi zencinin yani, ‘ÖTEKİ’ lerden birinin başkan olması gerekmekte idi. Aksi taktirde 250 sene önce Avrupa’dan kaçan, kovulan ve hayatlarını çapulculuk (yağma, yalan-talan, vahşi kapitalizm ve emperyalizm) üzerine inşa eden mutasyona uğramış imtiyazlı kitleden birinin adaleti sağlaması imkânsızdı.
SONUNDA RÜYA GERÇEKLEŞTİ!
Martin Luther King, Müslüman olup Hacca gidip döndükten sonra hakikati kavradı ve “dünyadan umudum var artık!” demeye başladı. Şimdi artık o umudu gerçekleşti. ABD’de Barak Hüseyin Obama bir tarih yazdı! ABD tarihinde ilk defa ötekilerden biri, bir siyahi zenci "BAŞKAN" oldu! Dünya vampir Bushtan kurtuldu!
İşte, Martin Luther King’in ruhu şimdi belki huzura kavuşmuş olabilir.
Darısı başımıza!...
Burada ‘belki’ diyorum çünkü Malcolm X’den bu yana ABD yönetimi yalnız Amerika ve halkının değil, bütün dünyanın kâbusu artık. Barak Hüseyin’ın dediği gibi ABD yeniden inşa, restore ve rehabilite edilmez ise; Haram, yalan-talan, baskı, zulüm, sömürü, işkence ve istibdat üzerine kurulu sermaye imparatorluğu ‘bütün dünyanın üstüne’ korkunç bir deprem, kahredici bir elem ve ölümcül bir sarsıntıyla çökecek.
Acil tedbir alınmazsa o gün ABD için çok yakındır!..
Kenya asıllı Müslüman bir babayla beyaz bir Amerikalı annenin oğlu Hüseyin Obama bunun ‘bilinçli olarak’ farkında.
O, 1964 yılında "tarla zencisi" Malcolm X"i 16 kurşunla delik deşik eden Amerika’nın 2008 yılında kendisini neden başkan yaptığını çok iyi biliyor...
DÜNYA’YA MESAJLAR!...
“Terörizme karşı savaşta kararlılık gevşemeyecek ve amacını terörle elde etmeye çalışanlar yenilecek.”
* Önce ABD terörist devlet olmaktan kurtarılmak zorundadır.
Müslüman ülkelere: ''İlerlemek için ortak çıkarlar ve karşılıklı saygıya dayalı yeni bir yol arıyoruz''
* Yol adalet ahlâkı, evrensel hukuk, mutlak mütekabiliyet, insanlık onuru ve idealidir.
Batı liderlerine: ''Unutmayın ki halklarınız sizi, yıktıklarınızla değil, inşa ettiklerinizle hatırlayacak''
* Demek ki günün bölücü, yıkıcı, çıkarcı ve karanlık liderleri lânetle anılacak!
''Hayat tarzımız için özür dilemeyecek veya savunmamızı gevşetmeyeceğiz. Amacını terörle elde edenlere karşı kararlılığımız güçlenecek ve onları yeneceğiz'' * Amacını terörle elde edenlerin başında AB-D gelmektedir. Buradan kast olunan halen işgal altında tutup alenen sömürdükleri ulusları kaybetme kaygısı mıdır? Acaba!..
“ABD, dünyada herkes için eşitlik ve barış isteyenlerin dostudur ve onlara liderlik (!) etmeye hazırdır. Sadece güç bizi koruyamaz. Canımızın her istediğini yapamayız. Bugün burada, önümüzdeki sınavın farkında olarak alçak gönüllülükle duruyorum. Bundan böyle ABD’yi yeniden inşa edecek ve yeni bir çağ açacağız…”
Elbette adalet ve müesses hukuka ve yedi milyar insanın eşit hakka sahip olduğu arz’a pervasızca hükmetmeye kalkışmak kimsenin haddi ve hakkı değildir. Güç, haklının elinde ve emrinde olursa meşru; Haksızın, emperyalist ve müstebitin elinde olursa gayrimeşrudur. Adil olmayan güçlere karşı ‘dünya ailesi’ birlikte mücadele ve bütün haksızlıklara müdahaleye mecburdur. İnsani boyut ve bilinç toplumunun (hakiki medeniyetin) gereği budur.
Obama bilmeli ki;
“Dünya barışı, adalet ve evrensel hukuk'un hakiki teminatı, evrensellik arz eden, tüm uluslara ışık tutan ve dünyayı aydınlatan Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı ve binlerce yıllık bilgi, birikim ve deneyimden damıtılarak günümüze ulaşmış kadim Türk medeniyetinin “medeni siyaset" geleneğidir.
Umarız Obama bu gerçeği kavrar, icraatını; Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' ve Bilinç Üniversitesi’nin "Sorun bencillik, çözüm sencillik" misyonu üzerine inşa ederek, bilgi çağı kepazeliğine son verip “Bilinç Çağı”nı açar.
Böylece, bu ‘yeni’ açılım, aşama ve ÇAĞ’a Atatürk ve Türk damgası vurulmuş olur..
Sonuçta Obama; tüm dünyada yankı uyandıran 'değişim vaadlerini' bu bağlamda ve mutlaka yerine getirmalidir!...
***
ESKİ CUMHURBAŞKANI
VE BAŞBAKANLARA KIYAK!.
Mustafa Nevruz SINACI
Bakanlar Kurulu hafta başında (16 Ocak 2009), kamuoyuna açıklanan her hangi bir talep, istem ve halinden şikâyet vaki olmamasına rağmen, emekli cumhurbaşkanları ve eski başbakan maaşlarına yüzde 14 gibi (emsallerine oranla) astronomik bir zam yapma kararı aldı.
Memur, işçi ve emekli kesiminde derin infial yaratan bu haksız, adalet, ahlâk ve hukuk dışı kararın sebebi hikmeti, gerekçesi henüz bilinmiyor. Zira bir açıklama yapılmadı. Şu ana kadar bu çifte standart, haksızlık, onursuzluk ve adaletsizliğe muhatap eski Cumhurbaşkanı ve baş bakanlardan da bir ‘ret’ kararı veya tepki de gelmedi.
Sonuçta; Bakanlar Kurulu’nun bu tek yanlı, gelenek, adalet ve hukuka aykırı kararı ile eski Cumhurbaşkanlarının 2009 yılı emekli maaşları % 14 zamlanarak, cari asgari ücretin % 2000’ini aşan 10 bin 800 TL’ye yükseldi.
Kendi bütçesindeki maaş ödeneğine göre hesaplanan cumhurbaşkanlığı emekli maaşı, 1 Ocak’ta bin 330 TL arttı. ( Sadece oransal artışın karşılığı olan bu miktar bile; mevcut işçi, memur ve emekli maaşlarının kahir ekseriyetinden fazladır. Bu adaletsiz, hukuksuz, eşit işe eşit ücret ve hakkaniyet kavramına bütünüyle aykırı (yüzdeli artış) sistemin apaçık hak ve insanlık düşmanlığı olduğunun göstergesidir. Doğru olan: Kıdem, tahsil (hakkı müktesep) ehliyet, liyakat ve adalet ilkelerine uygun ‘seyyanen’ eşit miktarda artıştır.)
Bu haksız tasarruf ile geçen yıl 9.470 TL olan cumhurbaşkanlığı emekli aylığı, 2009 yılı için 10 bin 800 TL olarak tespit edildi. Bu çerçevede eski Cumhurbaşkanlarından Kenan Evren, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer, bu yılın sonuna kadar ayda 10 bin 800 TL miktarında ‘imtiyazlı (kıyak)’ emekli maaşı alacaklar.
Cumhurbaşkanlığı emekli maaşına bağlı olarak aylık ödenen eski Başbakanlar da bu yıl 7 bin 102 TL yerine 8 bin 100 TL (998 TL zamlı) emekli aylığı alacaklar. Böylece Bülent Ulusu, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Necmettin Erbakan gibi eski başbakanlara, 2009 yılı içinde yüzde 14 zamlı olarak 8 bin 100 TL emekli maaşı ödenecek.
İşte her fırsatta adalet ve hukuktan bahseden ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’ hükümeti Bakanlar Kurulu’nun adaleti bu!.. Ne kadar adaletse bu!... Oysa adalet ve hukuk, insani ve ahlâki bir vecibe olarak ‘kılı kırk yarmak’ değil midir?
Buna mukabil memur, işçi ve emekli maaşlarına, TÜİK’in de yüksek katkılarıyla kılı kırk yararak (zam falan değil!) sadaka verildiğini esef, şaşkınlık ve üzüntüyle görüyoruz.
ÖTEKİ’LERE YAPILAN ZAM!...
Diğer taraftan, maaşları bütçe katsayılarına bağlanan memur emekli aylıkları yılın ilk yarısında % 4 artış gördü. (Bu oran bile SSK ve Bağ-Kur emeklilerine göre % 0.17 daha fazla. Adalet, ahlak ve hukukun terazisi nerede?) Bu oran yılın ikinci 6 aylık döneminde yüzde 4.5. Şu an 7’nin 9’undan emekli olan normal bir memurun eline Ocak – Haziran döneminde 803.9 TL geçecek. Yani milletvekili, eski başbakan ve cumhurbaşkanlarına verilen zamdan bile az)
SSK ve Bağ-Kur emeklilerine ise, yılın ilk 6 ayı için yüzde 3.83 zam yapılacak.
Ekim 2008'de yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nın 55. maddesi doğrultusunda, "Bir önceki 6 aylık (Temmuz-Aralık 2008) enflasyon oranında artırılacaktır” hükmüne göre: 2009 yılı Temmuz ayında alacakları zam % 6.77.
Tabii eğer adalet ve (hüküm doğrultusunda) hakkaniyet ilkelerine uyulursa eğer!..
ADALETSİZ 'AKP' VE HÜKÜMET!
Bir yanda eski ricale vaki % 14 zam, diğer tarafta ekonomik kriz, fakru zaruret ve sefalet içinde kıvranan, hayati ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz, yaşamı zindana dönen, sefalete mahkum edilen asıl vatandaş!..
Dahası var; Krediler ve kartlar yoluyla vaki banka zulmü,
Belediyelerin keyfi ulaşım zamları,
İçilemeyen şehir suları nedeniyle hane halkına yüklenen iyi su bedeli,
Dünyanın en pahalı akaryakıt, elektrik, su, doğalgaz ve ‘sabit ücretli’ telefon paraları..
Son aylarda doğalgaz, elektrik ve temel gıda maddelerine yapılan yüksek oranlı zam, aleni zulüm ve işkenceye karşın, bir de TÜİK’in hesaplamalarında gözlenen istihza, ince alay!.. Enflasyon sepetindeki ‘insanlık, hakkaniyet, hukuk ve adalet dışı” yansımalar..
Özellikle kışın vatandaş bütçesinin büyük bölümü doğalgaz, elektrik, su, odun, kömür gibi ısınma giderlerine ayrılmakta; Bu kalemlerde yapılan artışlar net yüzde 30'u bulmakta ve bir emekli sadece evini ısıtabilmek için ayda yaklaşık 250–300 TL arasında bir fatura ödemek zorunda kalmaktadır.Bütün bu gerçekleri TÜİK'in hesaplama sisteminde göremezsiniz!..
Üstelik bu zamlar doğrudan ve net biçimde aile bütçesine yansımaktadır.
Bunu neden hükümet ve TÜİK bilemez, anlayamaz ve kavrayamaz?
Diğer taraftan; 2008 yılı içinde SSK ve Bağ-Kur emeklilerine yapılan zam yüzde 9.3 iken, enflasyon 10.6 olduğuna göre: SSK ve Bağ-Kur emeklileri hükümetten yüzde 1.3; 2008 yılında ortalama yüzde 8 zam alan memur emeklileri de yüzde 2.6 alacaklı durumdadırlar.
Memur ve memur emeklilerine 2009 yılı ilk 6 ayı için verilen yüzde 4 zamma göre en düşük memur emekli aylığı yaklaşık 803 TL olacak, bu 30 TL'lik artış, yeterli mi? İşçi ve Bağ-Kur emekli aylıklarına gelince tüm ödemeler dâhil şuanda 598.27 TL olan en düşük işçi emekli aylığı Ocak 2009 itibariyle 621.18 TL' ye yükselmekte olup; yapılan artış aylık olarak 23 TL dir. Bağ-Kur'lunun en düşük emekliği aylığı 460 TL, Bağ-Kur (Tarım) aylığının ise en düşüğü 305 TL olacaktır.
İNSANI YAŞAT Kİ, DEVLET YAŞASIN!..
Çalışanlar ve özellikle Emekliler bu zorlu, zalim ve insanlık dışı koşullara rağmen, tedbir almaya, adaletli olmaya, Anayasanın emrettiği eşitlik ilkesine uymaya ve uygulamaya yanaşmayan yetkililere karşı haklı bir tepki içindeler.
Giderek artan gelir adaletsizliği ve süratle açılan makas karşısında insanlar adeta şok geçiriyor. Bir yanda asgari ücretin dahi altında seyreden utanç verici maaşlar, diğer tarafta asgari ücreti % 2000 (iki/bin) ilâ % 26.000’e kadar katlayan maaşlar…
Yaklaşık % 60’ı kayıt ve kapsam dışı reel sektörde ise ‘krizden dolayı’ işçi çıkaran, işçisinin maaşını gasp eden, vergi ve sigortasını yatırmayan patronlar, trilyonluk arabalara biniyor. Şato gibi devasa köşklerle süper lüks evlerde, israf ve safahat içinde yaşıyor, Alpler veya Havai’de tatil yapıyor, domuz gibi yiyip-içiyor, lordlar gibi giyiniyor, bazıları bilmem kaçıncı kez ‘Mecca Tavır’larına hac yapmak üzere gidiyor, tam bir safahat hayatı yaşıyorlar.
BU MU?.. ADALET!...
Elbette adalet falan değil!.. Nitekim bu bağlamda en önemli ve anlamlı tepki, sanal âlemin lider kuruluşu Bilinç Üniversitesi’nden geldi:
“Her türlü yanlış iş, davranış ve haksızlıktan kendilerini sorumlu tutmayı ve bu uğurda sorumluluğun gereğini yapmayı ilke edinenlerin inşa ettikleri Turgutreis Bilinç Üniversitesi; eski cumhurbaşkanları ile eski Başbakanlar için, maruz kaldıkları ağır (!) geçim sıkıntılarını hafifletmek amacıyla bir yardım kampanyası başlatma kararı aldı. Alınan karar ve kampanya kapsamında ilk bağış; kurucu Rektör "TC Emekli Sandığı emeklisi Galip Baran'dan..G. Baran bu kampanya için, Üniversite adına, "aylık 1082.00 TL olan maaşından", her ay 500.00 TL katkıda bulunmayı vaat ve TAAHHÜT etti.” Hani? Neden hüküm adalet ve hikmetle değil? Hükümet AKP’yi haksızlık ve zulümle abâd edeceğini sanıyorsa, çok aldanıyor!
Alma mazlumun âhını, çıkar aheste, aheste!...

17 Ocak 2009 Cumartesi

DEMOKRASİ AYIBI VE HUKUKUN UTANCI
Mustafa Nevruz SINACI
Vahşi bir vampirlik ve kudurmuşçasına, evrensel savaş hukuku ve sulh kurumlarını hiçe sayarak sivillere saldıran İsrail, dünyada demokrasi havarileri tarafından korunuyor. Onlar ki hanelerinde bin türlü tefessüh (bozulmuşluk ve çürüme) içinde yaşarken nizam-ı âleme kalkışıyorlar. Bu, demokrasi adına büyük ayıp, evrensel hukukunsa “derin” utancıdır.
Gerçek şu ki; Bilgi çağı (!) falan yalan-dolan, fasa fiso;
Ülkelerin çoğu derin karanlık güçler, gizli diktatörlükler, oligarşi, illegal monarşi ve demokrasi düşmanları tarafından yönetiliyor. Şimdi bir kez daha maskeler düştü. Çoklu standart, binbir surat, sinsilik, kurnazlık, içten pazarlık, kronik bencillik ve ruhlara sinen sosyal şizofreni bütün çirkinliğiyle göründü.
İnsanlık Osmanlı devleti ve Türk-İslâm medeniyeti’nin huzur ve güven iklimini arıyor.
Evet, dünya bilgi, deha, insani kalite ve ilmi değeri tabana vurmuş, ihtiras kurbanı Siyonizm’in “ilâh-silâh ve ilâç” tüccarları elinde bunalım ve buhrana sürüklenmiş durumda. Dünyayı ve pek çok ülkeyi insanların idare etmediğinin aleni göstergesi bu..
Merhum Abdülkadir Duru’nun dediği gibi, acaba dünyayı hayvanlar mı idare ediyor?
Örneğin: İsrail’in Gazze saldırısı ile başlayan insanlık dışı vahşi dram, soykırım ve katliam, başta AB olmak üzere diğer dünya devletleri ve evrensel kurumların gerçek yüzlerini bir kez daha ortaya koydu. Araplar tarafından “ateş olsa cürmü kadar yer yakar” denilen, fanatik dinci çete devleti’nin dünyaya meydan okuyan tavrı inadına görmezlikten gelindi, aymazlık, umursamazlık, pişkinlik, sorumsuzluk, insanlı ayıbı diz boyu.
Hani, dünya bir insanlık ailesi idi!.
Bakın şu ‘insanlık ailesi’ ve Adem’in çocuklarının haline…
Ne kadar utanç verici.. Üzücü ve düşündürücü!..
ABD’nin İsrail tarafından yönetilen bir eyalet olduğu artık herkesçe biliniyor..
AB, görünürde ABD’nin güdümünde, gerçekte siyonizmin emir ve hizmetinde.
Onca devlet ve milyonlarca nüfustan ibaret Arap âlemi sus pus. Hac, gaz ve petrol gelirlerinden elde ettiği sermaye ABD ve AB bankalarında, IMF’de ve gayrimüslim, Yahudi ve Siyonist yatırımcılar tarafından kullanılıyor. Müslüman, kardeş ülkelerde değil!.. Arap, tıpkı fetret devrinde olduğu gibi sapkın, adalet, samimi inanç, ihlâsla ibadet ve hukuktan uzak; İslâm’ın öngördüğü sistem “fazilet anlamında cumhuriyet, lâiklik ve demokrasi” olduğu halde hiçbirinde bu erdemlerden eser yok. Safahat devam ettiği sürece Araplar, ezilmeye, düşmanca sömürülmeye, ezilmeye ve harici unsurlar tarafından yönetilmeye müstehak..
Çünkü İslâmi bir iktisat, insani yaşam ve milli siyasetleri yok..
NATO Amerikan uydusu, BM İsrail yanlısı, diğer uluslar arası kurumlar seyirci.
İslâm Konferansı çekingen, olabildiğince pasif ve palyatif.
Arap Birliği kaotik kriz yaşıyor, onursuz ve sorumsuz bir tavır içinde.
Türkiye’nin rolüne gelince;
Türkiye, Osmanlı’nın bakiyesi ve bölgesel aktör sıfatıyla görünürde çok aktif..
Fakat bu girişimleri tahkim edecek, destekleyecek, etkili kılarak samimiyet ve kararlılık göstergesi olacak en küçük bir yaptırımı yok. Bunun yanı sıra, yürürlükteki ikili antlaşmalardan tutun, menşei Yahudi 37 büyük şirket astronomik kârlarla ülkemizin dört bir yanında faaliyetini sürdürüyor. Bu şirketlerin diğer Arap ve İslâm ülkelerinde mevcudiyetini de hesaba katarsak, ortaya son derece garip, ters ve çelişkili akıl almaz bir durum çıkmakta..
Düşmanlarını besleyen ve maddi yönden destekleyen Müslümanlar…

Oysa bir Yahudi, Yahudi olmayan bir esnaftan asla alış-veriş yapmaz.
Bize neden yaptırılır! ve neden Yahudi sermayesi dayatılır? Bilinmez…
Sebebi şu ki, doğru dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu bir milli politikamız yok.
Netice olarak dünya, büyük bir ‘demokrasi ayıbı’ yaşıyor. Ancak, dünyanın her karış toprağında hâkim ve hükümran olması gereken Adalet adamları ve hukukun utancı bu!..
******
AHTAPOTUN KOLLARI VE ADALET’E DAVET
Mustafa Nevruz SINACI
İnsanlığın yüz karası, sözde ‘bilgi çağı’nın istismarı-suiistimali bütün dünyada yaşamı kâbusa çevirdi. Tıpkı Cemiyet-i Akvam gibi NATO, BM ve diğer uluslar arası adalet, hukuk ve güvenlik kuruluşları da akamete uğradı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi, sözde modern dünya tarafından idrak edilemedi. Yahut ‘çok iyi’ algılandı, lâkin ‘barış içinde bir dünya’ kimsenin işine gelmedi. Tarih boyunca olduğu gibi bencillik, menfaatperestlik ve çıkar ağır bastı.
Aslında bütün dünya ve insanlığın sorunu bu.. Bencillik… Çözüm: Adalet, hukuk, ahlâki formasyon ve Demokrasi.. Yukarda yer alan vecizede kastedilen ‘dünya barışı’nın durumu malum…Bu gün iç siyaset ve ‘yurtta barış’a bir bakalım:
İç siyasette, ‘yurtta barış’ da da aynı durumdayız?
“Yurtta Barış”ın olmazsa olmaz şartı adalet ahlâkı, hukuk, Türk İnkılâbı istikametinde kararlılık, istikrar ve sebatla ilerleme, yani “yurdu ve milleti öz’ünden çok sevmek” tir. Türk medeni siyasetinin kadim büyükleri buna, ‘umur-u devlet’ ve ‘istikamet’ derler. Bu, siyasette fazilet mücadelesi, haklıların güçlülüğü (bon sens) ve devletin, iyi insan, namuslu-dürüst ve iyi vatandaşlar adına icra-i faaliyet göstermesidir. Bir başka deyişle: Devlet iyidir, adalet ve fazilet timsalidir. Hak, hakikat ve hukuk’la iş görür.
Devlet kurumunu yönetmeye ve yürütmeye sadece iyiler lâyıktır.
Dolayısıyla, devlet idaresinde ‘kötülere’ yer yoktur!..
Örneğin şu Ümraniye soruşturması ve sözde “Ergenekon” davasının aldığı hal..
Halkın (kamu vicdanının) bu araştırma ve soruşturmadan ‘haklı olarak’ beklediği “kapsamlı bir temiz eller operasyonu, yüzleşme ve hesaplaşma” dır. Şu ana kadar beklenen olmadı. Tam tersine zaman içinde olay tam bir siyasi hesaplaşmaya, ahtapotun beyni ve gövdesini bütünüyle yok etme yerine, sadece kollardan birini kesmeyi hedefleyen ‘olası muhalefeti’ tasfiyesi hareketine dönüştü.
Bu bir hayâli sükut ve hüsrandır. Bataklık bütünüyle kurutulmazsa kâbusa döner. Nasıl? Şöyle ki: Sıkça vaki iddialara göre son kırk yılda ülkemizde, kamu kurum-kuruluşları, hayati sektörler, her nevi işletmeler ve özellikle Belediyelerde yapılan soygun-vurgun, görevi kötüye kullanma, rüşvet-iltimas, vergi kaçakçılığı, hortumculuk, yolsuzluk ve suiistimalin faturası 500 milyar doları aşmasına rağmen; Bu süreçte alenen belli fail, zanlı ve müsebbiplerin üstüne gidilmiyor. Belki de gidilemiyor. Oysa Ergenekon’un da finansörleri, ortak, yandaş, yoldaş, yardım ve yatakçı unsurları bunlar. Yani bataklık burada.. Görünüşte tepeye yani, ahtapotun başına (beynine) dokunulmuyor, tabana (köklere) inilmiyor, ana gövde üstüne de gidilmiyor. Sadece menfur kollardan biri olan teorisyen, tetikçi, maşa ve taşeronların ütüne gidiliyor. Bu çok derin bir iç sorundur ve uygulanan yöntem yanlıştır.

Doğrusu, son 48 yılı büyüteç altına koymak, medya-mafya-siyaset üçgeninde, gelmiş, geçmiş bütün iş adamı, bürokrat, diplomat, bankacı, gazeteci ve siyasetçileri kapsayacak bir yüzleşme ve hesaplaşma operasyonunu gerçekleştirmektir. Kamu vicdanının ‘eğer varsa’ adalet cihazı ve Yargıdan arzu, talep ve beklentisi budur. Mevcut hükümet, dava sürecinde her türlü dokunulmazlık, masuniyet, memurin muhakemat ve sair koruma zırhları, ayrıcalık ve imtiyazları askıya alarak adalete yardımcı olmak zorunda ve durumundadır.
Zira ancak bu şekilde ve bu operasyon sonucunda, ülkemizde hüküm süren karanlık, gizli diktatörlük, kararsızlık-belirsizlik, oligarşi, illegal monarşi ve demokrasi düşmanlığı son bulabilir. Adalet ahlâkı ve hukukla donanmış, demokrasiyi bütün kurum ve kuruluşları ile hayata geçirmiş bir Türkiye, çok kısa sürede muasır medeniyet seviyesine ulaşabilir.
Aksi takdirde, tek yanlı bir tasfiye asla çözüm getirmeyecek; Fırsatı ganimet bilerek hükümete sorun dayatan illegal kesim ve unsurlar, menfur amaçlarını gerçekleştirme yolunda önemli bir mesafe alacaktır. Örnek mi istiyorsunuz? Alın size, “sözde” Kürt sorunu meselâ!..
EĞER! İçerde istikrar, dışarıda barış ve itibar istiyorsak, “Adaletli” olmak zorundayız.

12 Ocak 2009 Pazartesi

ACİL SORUN! İLAÇ, SAĞLIK VE ECZACILAR
Mustafa Nevruz SINACI
Adına ‘bilgi çağı’ denilen ‘yenidünya düzeni’ aldatmacası vahşi kapitalizmin üç temel sömürü aracı ve ‘insan, insanın kurdudur’ teorisine odaklı ütopik-fanatik bir saplantısı var.
Sömürü araçları: İlâh, silâh ve ilâç...
İnsanlık dışı saplantı: Yahudi fanatizmi ve Hıristiyan fundamentalizmi.
Ancak, bu gün değinmek istediğim konu saplantılar değil, sömürü araçları.
Zira ‘saplantı’ olarak belirginleşen iki ana faktör, Musevilik ve İsevilik, dinsel (vahiy) kaynakları ve kitabi dayanakları ihtilâflı (muharref), uydurma ve orijinal olmaktan uzak bir sapkınlık olmakla çok tartışmaya açık bir konudur. Zira binlerce yıldır Musevilik, 2000 yıldır da İsevilik (Hıristiyanlık) emperyalizm ve sömürgecilik, gasp, işgal, katliam, soykırım ve vahşi kapitalizmin aracı olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla vahşi batı ve Siyonist İsrail bu bağlamda, dünyada ‘din ticaretinin’ en insanlık dışı aktörleri durumundadır.
Onlar, insanlık âleminin kâbusu, evrensel hukuk, adalet ve demokrasi düşmanıdırlar.
Kendileri hariç ‘insan hakları’ diye bir mefhum da tanımazlar.
Bu nedenle, asırlar süren sistematik bir savaşla bütün dünyayı ‘ahtapotun kolları’ gibi sımsıkı sarmış, düşmanca niyetler, hırs ve ihtirasla ana sektörleri abluka altına almış ve tam bir vampir vahşetiyle milletleri sömürmeye koyulmuşlardır.
Yani, ‘bilgi, barış ve demokrasi çağı’ yalanı ve ‘globalleşme-küreselleşme’ kisvesi ardına saklanarak insanlık âleminin kene gibi kanını emen, bütün varlığını, refah, huzur, güvenlik ve geleceğini tehdit eden İlâh, silâh ve ilâç ticareti.
Bu, insanlık davası, evrensel adalet ahlâkı, hukuk, demokrasi ve dünya barışına aykırı menfur tezgâh, şöylece yürütülerek hükmünü icra etmektedir:
Önce, tefessüh etmiş batı uygarlığının insanlık düşmanı emperyalist vampirleri elinde birer “organize çıkar örgütü” ne dönüşmüş etkin devletler; Dünya Jandarmalığı, demokrasi ve barış havarisi kesilerek, milletleri yeniden yapılandırma, değiştirme ve dönüştürme görevine soyunuyorlar. Son yıllarda, bu insani değerlere karşı verdikleri savaşın adını ‘yenidünya düzeni’ bağlamında globalleşme ve küreselleşme koydular. Diğer bir anlamda, emperyalizmi yayma, milli orduları yok etme, kültürleri izole, halkları köleleştirme, bütün dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerini ele geçirme projesi. Nihai amaçları Dünyada tek dil (Esperanto), tek devlet (AB-D) ve tek kuvvet ütopyasıdır. Şimdi bu amaçla ‘dinler (!) arası diyalog’ isimli bir furya peşindeler. Menfur planın görünen icra unsurları: IMF, DTM, AB-D, BM, NATO ile Biderberg ve türevleridir. Bunlar aysberg’in görünen yüzü. Dipte 7 kız kardeşler ve 5 partner olmak üzere toplam 12 kartel vardır. Bunlar maalesef dünya ticareti, siyaset ve sermayesine hâkim belirleyici unsurlardır. Diğer bir anlamda dünya barışının baş belâları…
Bunlar, menfur amaçları doğrultusunda ilk adım olan, “İLAH” gerekçesini kullanarak kimyasal, biyolojik ve psikolojik savaşın bütün usul ve unsurlarını pervasızca kullanıyorlar. Sonra masum-müsemma, gaflet ve dalalet içindeki milletleri içten bölüyor, anarşi, terör ve tedhişi körüklüyor, yalan-yanlış iftira, fesat ve tefrikalarla kanlı savaşlar çıkarıyor, insanları haince katlediyor, alçakça soykırım yapıyor ve bütün taraflara “SİLAH” pazarlıyorlar.
Psikolojik savaş, NBC dâhil her tür silâh ve saldırı ile pazar yaratarak ilaç satıyorlar.
Bu sürecin en kârlı, en tatlı temel ticaret unsuru “İLAÇ”!..
Soykırım ve saldırı türlerinin tamamını kullanarak açtıkları yara, yaydıkları hastalık ve neden oldukları tahribatı tedavi edebilmek gibi, sözde insani bir amaç adına ilaç pazarlıyorlar.
Ana konumuz olan bu sorun aslında çok derin.
Sektör tüm dünyada yukarda açıkladığımız kartellerle doğrudan bağlantılı ve sonuçta bir kaç şirketin elinde. Üretim, uluslar arası piyasa koşullarında çok sıkı bir ‘patent’ zırhı çerçevesinde yürüyor. Fiyat karteller tarafından tek yanlı belirleniyor. Milli ilâç sanayileri kartelin başlıca hedefi, bu tür üretim unsurlarını ya özelleştirme baskısı ile satın alarak veya ortak olmak suretiyle absorbe ediyor ve sektörde rekabete asla izin vermiyorlar.
Yani, milyarca insanın sağlığı bu tekel, kartel ve ‘paraya tapan’ tröstlere teslim...
Bu nedenle dünyanın dört bir tarafında ilâç piyasası, sağlık ve tedavi sektöründe az veya çok sorun var. Ancak, AKP hükümet olduktan sonra bu sorun ‘bütün alanlarda olduğu gibi’ bizde de kronikleşti, derinleşti ve kördüğüme dönüştü. Nihayet, Eczacının rızkına göz diken çıkar odakları işi, hırs ve ihtirasla hükümete ‘aykırı yasa’ dayatma, Eczaneleri tasfiye, dükkân kapattırma ve geniş halk kitlelerini mağdur etme pahasına, sektörde kriz ve kaos yaratma noktasına vardırdılar.
Kalkışmanın en önemli nedeni: Eczacı-Depo-Üretici zincirinin, Ecza Depolarından sonra gelen ilâç firmaları ve bunlara entegre olmak isteyen yerli tekeller ile Eczacıyı aradan çıkartmak isteyen özel hastane kombinasyonları. Daha doğru bir anlatımla; İlâçta hırsızlık, yolsuzluk, tıbbi cihaz ve malzemelerde rüşvet, suiistimal ve talan unsurları devrede.
Sonuçta “İnsan’a hizmeti” ibadet sayan, mahallenin mahremi ve mesleği kutsal bir kamu hizmeti anlayışıyla icra eden Eczacılar 21 Aralık 2008 günü, maruz kaldıkları sıkıntı, baskı ve haksızlıkları dile getirmek üzere Ankara çok geniş katılımlı bir miting düzenledi.
YETERİNCE YANKI BULMADI
Evet, çok teknik ve karmaşık bir konu olması nedeniyle esas muhatap halk tarafından pek anlaşılmayan ve kamuoyunda hak ettiği yankıyı bulamayan bu miting, ana belirleyici ve karar mercii olan hükümette de beklenen hassasiyeti uyandırmadı. Yani hükümet, bütün açıklık ve çıplaklığı ile mitinge kadar ve mitingde ortaya konan ‘ilâçta oyuna’ uyanamadı!
Bu nedenle sorun ağırlıklı olarak sürmekte ve sağlık üzerindeki tehdidini sürdürmekte.
Biraz da Eczacıların mitingine bakalım ve seslerine kulak verelim.
Mitingde, on binlerce eczacı, yaşadıkları mesleki sorunlar karşısında “Artık Yeter” diye haykırıp, içinde bulundukları sıkıntıların acilen çözümlenmesini istediler.
“IMF sağlıktan elini çek, Kömür bedava-sağlık parayla, Sermaye defol, eczaneler bizim, Susma haykır, zincire hayır, E-Sözleşme tıklama, geleceğini karartma" biçiminde anlamlı sloganların sıkça atıldığı mitingde; TEB Genel Başkanı Eczacı Erdoğan Çolak:
''Her birimizin ama dahası çocuklarımızın sağlık ve yaşam hakkı için yola çıktık''
''Bugün burada olanlar, bu alanları dolduranlar, ülkenin dört bir yanına dağılmış, en ücra köşelerde dahi kesintisiz ve sürekli sağlık hizmeti sunan eczacılardır'' diyerek, bugüne kadar dertlerini anlatmak için çok çaba sarf ettiklerini, ''Sözümüzü masalarda dinlemediyseniz bu alandan dinleyeceksiniz! Bıçak kemiğe dayandı. Artık yeter'' ifadesiyle sorunu bütün ayrıntıları ile anlatıp açıkladı. Meslek odası olarak belirledikleri ‘kamu ve halk yararı içeren” çözüm önerilerini sundu. Sonuçta ne kadar haklı, doğru ve yerinde bir mücadele verdikleri apaçık ortaya çıktı. Neye ve kime karşı mücadele ettiklerini; Muhatapların menfur amaçları, art niyetleri, halk düşmanlıkları ve paraya tapındıklarını da..
Şimdi soruyorum:
Kuruluşunun temelinde sosyal devlet, insana hizmet, adalet-hukuk ve emperyalizm karşıtlığı esas olan Türkiye Cumhuriyetini temsil eden bu Hükümet Eczacıların sesine kulak verdi mi? Mitingde önerilen insani çözümleri ele aldı mı? Yoksa! Hakiki ve samimi niyet ve nihai amacı ne? Bunu elbette zaman gösterecek. Fakat doğrusu hükümetin halk, kamu sağlığı ve Türk milletinin geleneksel ‘vazgeçilmez’ kurumları olan Eczacıların yanında yer almasıdır.
***
İLAÇ’TA İNSANLIK SINAVI
Mustafa Nevruz SINACI
Öncelikle belirteyim ki, son beş altı yıldır sağlık sektöründe insan haklarının zorunlu gereği kamu yararı, sosyalizasyon politikaları ve anayasada belirlenmiş devlet görevi göz ardı edilmekte ve sektör, giderek serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde gelişen sıradan bir ticari faaliyete dönüştürülmektedir. Oysa bu alan ‘nevi-i şahsına münhasır’ çok özel bir alandır.
Burada hükümetlerin görevi ‘dış baskı, uluslar arası üretimin belirleyici unsurları’ ve kartelin iç uzantı ve işbirlikçilerine karşı Ecza depolarını tahkim etmek, spekülâtörlere karşı tedbir geliştirmek ve geleneksel Eczane kurumunu korumaktır.
Şu anda genel olarak sistem şöyle işlemektedir:
Üreticiler ile Eczacı arasında Ecza depoları var. Depolar yaptıkları dağıtım karşılığı % 9 oranında kâr alıyorlar. Toptancı niteliği taşıyan bu aşamada aslında % 9 kâr fazla. Bunun azami % 5’e çekilmesi gerekir. Bu kâr oranı Eczanelerde % 20. Fakat kurum iskontoları ve sair unsurlar dikkate alındığında bu oran reel olarak % 7-8’lere kadar düşebiliyor. Ayrıca devlet ilâç satışları üzerinden % 8 KDV mahsup etmekte. Bunun gerekçesi artı gelir sağlamak değil, piyasayı denetim, takip ve kontrol altında tutmak! Peki, madem öyle neden % 1 değil? Hiç sağlık hizmetleri ve ilâç vergi konusu olur mu? Bu sistem içinde oluyor ne yazık ki!..
Ayrıca, son 5-6 yıldır ikame edilen sistem Eczacıları bürokrasiye boğmuş, ek personel istihdamını zorunlu kılarak işletme masraflarını önemli ölçüde arttırmış; Buna mukabil reel gelirlerinde ciddi düşüşler olmuştur. Dolayısıyla getirilen sistem ferahlık yerine sıkıntı yaratmıştır. Şimdi daha da sıkıntılı hale getirilmek istenmektedir. Oysa devletin görevi, zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak, namuslu ve dürüst sektörleri korumak ve kollamaktır.
''2004'ten bu yana atılan adımlar, 'Sağlıkta Dönüşüm'le birlikte tüm sağlık sistemini hasta hale getirdi. Krizinizin bedelini de ödemeyeceğiz, hastalarımıza da ödettirmenize izin vermeyeceğiz. Bize dört yıldır haksız yere bedel ödetiyorlar. Şirketler kârlarını katlarken, emeğiyle geçinen eczacının ekmeğine göz dikiyorlar. Bizler, üzerimize kâbus gibi çöken ‘kamu kurum iskontosu’ kamburunu üzerimizden atmadan bu meydanlardan inmeyeceğiz.”
''Bu ülkede sağlık hizmeti ücretsiz mi? Sizden muayene ücreti almaya cesaretleri bile yok. Sağlık hizmetinin ücretini eczacılara aldırıyorlar. Böyle bir tek ülke daha gösterin bana?''
''Günübirlik tedavi hizmeti de ne demek? Böyle bir uygulama Türkiye'den başka hiçbir ülkede yok. Bizde özel hastaneler kârlarını katlasınlar diye var! Peki, reçete dağıtım sistemimiz neden kaldırıldı? Rekabete aykırıymış!. Eşit reçete dağıtım sistemi bu ülkenin, bu halkın sağlık sigortasıdır. Sağlıkta asla rekabet olmaz. İlaçta reklâm ve rekabet öldürür!”
''Kimse sağlık bütçesini artırma peşinde değil. Eczacılık yasasını değiştirip, alanı kartellere açma peşindeler. Biz eczaneyi ticarethaneye çevirmelerine izin vermeyeceğiz''
Bu sözler TEB Başkanı Eczacı Erdoğan Çolak’a ait. Dahası var.
- Ankara Eczacı Odası Başkanı Oğuz Ekincioğlu: “Eczacılık mesleğini sistemli olarak yok etmeye çalışıyorlar. Raflarımızdaki ilaçları bedava kamulaştırdılar";
- İstanbul Eczacı Odası Başkanı Eczacı Semih Güngör. “Uluslararası ilâç tekellerinin çıkarlarını koruyan sağlık politikalarıyla eczane ekonomileri olumsuz etkiledi. 10 bine yakın eczane fiili iflasın eşiğinde. Sağlıkta dönüşüm bu yıkım sürecini hızlandırdı. Sistemi eczaneler üzerinden yürüttüler. Bütün sorunları eczacının sırtına yüklediler. Sanayi ıskontosunun, muayene ücretlerinin, bedelsiz kamulaştırmaların, provizyon sisteminden kaynaklanan sorunların tüm yükünü biz eczacılar taşıdık. Şimdi, Eczacı-Eczacı ortaklığı ile biz eczacıların iradesine rağmen meslek yasamıza sokulmak isteniyor. Eczanelerimizi şirketleştirmek istiyorlar. Şirketleşen eczanelerle hizmetin niteliği temelden değişecek. Eczanelerimiz sağlık hizmeti üreten kurumlar olmaktan çıkacak, birer ticarethaneye dönüşecek. İlaç, eczacılık ve sağlık sistemini tümüyle sermayenin egemenliğine teslim etmek istiyorlar. Bunun içindir ki 'Sağlıkta ve Eczanede Yıkıma Son' diye haykırıyoruz"
- Uşak Eczacı Odası Yönetim Kurulu Başkanı Halime Özen: “Sağlık politikasının adı ilaçta tasarruf olunca, hem hastalarımızın sağlığı hem de eczanelerimizin geleceği açısından tehlike büyüyor. Eczaneler dört yıldır ayakta kalma mücadelesi veriyor. Hükümet eczaneyi gerçek sağlık hizmet sunucusu olarak değil, “tedarikçi aktörlerden “ biri olarak görüyor.”
- Tüm Eczacı Kooperatifleri Birliği Başkanı Abdullah Özyiğit: “Bizler, kendi öz sermayelerimizle kurduğumuz eczanelerimizin sahibi ve sorumlusu olarak, halka sağlık hizmeti vermek, bunun karşılığında doğal olarak meslek haklarımızı almak ve korumak istiyoruz. Ancak, sağlık hizmetleri yasası içinde, eczacı yer almamakta ve Eczacı yok sayılmaktadır. Gelecek için tasarlanan tüm modellemelerde eczacı sağlık emekçisi değil, perakendeci olarak tanımlanmaktadır. Oysa ilaç herhangi bir ürün değildir. İlacın değişim değeri değil, kullanım değeri önemlidir ve ilaç kâr odaklı holdinglerin eline bırakılmayacak kadar hayati bir üründür. Yıllardır 6197 sayılı yasanın değişimine yönelik çabalar var. Ancak, çağın gerekliliği olan bu değişiklikler yapılmadı. Şimdi bazı çevrelerce eczacı-eczacı ortaklığı ileri sürülüyor. Meslek örgütümüzün ve meslektaşlarımızın hiç böyle bir talebi yokken bunun ileri sürülmesini anlamak mümkün değil. Eczanelerimiz üzerinde emelleri olan ve bu konuda alt yapı hazırlıklarını tamamlayan sermaye grupları eczacılık alanını ele geçirmek istiyorlar”
İşte, ilâçta verilen insanlık sınavının görünen yüzü! Bir tarafta ‘üretici-depo-eczane’ zincirinde yıllardır sorunsuz yürüyen sektör; diğer tarafta kâr hırsıyla kudurmuş kartellerin kirli pazarlıkları. Bu süreçte Eczacılar Birliği, ilaç alım protokolünü feshetti. Sorun çözülmez ise artık sigortalı kendi parasıyla ilaç alacak. Rezalet! İlâç üzerinde oyun, kâr hırsı ve rant kavgası apaçık insanlık düşmanlığı, halka zulüm ve işkence değil mi?
ECZACILAR NE İSTİYOR?
"Muayene ücretinin eczaneler aracılığıyla tahsili uygulamasına son verilmesi; Türk Eczacıları Birliği’ne verilen sözleşme yapma yetkisinin mutlak olarak tanınması; 6197 sayılı yasa değişikliğine ilişkin yasa tasarısından eczacı-eczacı ortaklığının geri çekilmesi; Avans uygulamasının hayata geçirilmemesi; Sözleşme süresi içinde yüzde 100 ödeme yapılması; Kamu kurum iskontoları yükünün eczacı üzerinden kaldırılması; Eczanelerin 1'inci basamak sağlık kuruluşu olarak değerlendirilmesi; Reçete dağıtım sisteminin devamı; Hastanelerde eczacı istihdamı sağlanması; Günübirlik tedavi uygulamasının kaldırılması ile Reçete onay sisteminin kesintisiz ve verimli çalışmasının sağlanması..”
Şu anda yeşil karttan dolayı devlet 2007 yılından eczacılara 350 milyon YTL borçlu.
Konsolide bütçe ve Yeşil Kart geri ödeme sürelerindeki bu gecikme ve ödemelerde yaşanan diğer sıkıntılar eczaneleri ciddi bir ticari risk altına sokmakta. Buna rağmen Ocak ayı içinde sorun çözülmezse Sosyal güvenlik kapsamındaki vatandaşlar, 1 Şubat 2009 tarihinden itibaren eczanelerden alamayacaklar. Her ilacın parası fiş veya fatura karşılığı tahsil edilecek. Şu hale nazaran bu dönemin sorumlusu Türk Eczacıları Birliği değil, sorunlara kayıtsız kalan bürokratların uzlaşmaz tavırları dolayısıyla hükümet olacaktır. .
Eczacılar haklı taleplerinin karşılanmasını, SGK ile birlikte uzlaşı ortamında 2009 ilaç alım Protokolünün imzalanmasını ve vatandaşa ilaç hizmeti sunmaya devam etmeyi istiyorlar.
BU SES’E KULAK VERİN:
“TEB'in davası haklı ve doğrudur. Ancak gücümüz kalmadı. Biz yasamak istiyoruz. Yaşamadan yaşatamayız. 2005'e kadar yılda 70-80 eczane kapanırken 2005'te 400, 2006'da 700, 2008'de ise 850 eczane kapandı, yaşadığımız sıkıntıların göstergesi bu. Biz, insanları nasıl ilaçsız bırakacağız diye kara kara düşünüyoruz. Huzursuzuz. Ancak yapabileceğimiz bir sey de yok. Sonuçlarına katlanacağız.” (TEB Genel Başkanı)

8 Ocak 2009 Perşembe

ZALİMİN ZULMÜ SÜRMEKTE
Mustafa Nevruz SINACI
Hükümet aldığı bir kararla, Ağustos ayında memurlara yapılan ek ödeme zammının yol açtığı mağduriyetleri giderdi. Düzenleme sebebiyle maaşları çalışanlarından daha düşük kalan müdür, bölge müdürü, il müdürü ve müdür yardımcılarının yüzde 53 olan ek ödemeleri yüzde 100'e çıkarıldı. İdarecilerin ek ödemesini düzenleyen Bakanlar Kurulu kararı 1 Ocak 2009 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece bu konumda görev yapan idarecilerin maaşlarına 230 YTL zam yapılmış oldu. Zamlar 15 Ağustos'tan itibaren geçerli. Beş aylık maaş farkları da toplu şekilde ödenecek.
ÖĞRETMENLERİN DE YÜZÜ GÜLDÜ
Ek ödeme konusundaki bir başka mağduriyet grubu ise MEB çalışanları. Halen ilçe müdürleri, şube müdür ve müdür yardımcıları ile ilköğretim müfettişlerinin maaşları, tam ek ders alan öğretmenlerin gerisinde kalmakta. Son karar Milli Eğitim çalışanlarını kapsamazken bunlarla ilgili Bakanlar Kurulu kararının önümüzdeki günlerde çıkacağı söyleniyor.
Buna göre MEB’de görev yapan yöneticilerin sorunu, ilave 10 saat ek ders ücreti 15 saatten 25 saate çıkarılarak çözülecek. Bunun karşılığı ücret ise 250 TL civarında. Ek ödeme alamayan Milli Eğitim'in merkez ve taşra teşkilatlarında görev yapan 3 bin 'geçici görevli öğretmen de ek ödeme kapsamına alınacak.
ARALIK AYI ENFLASYON RAKAMLARI
Bu arada Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Aralık ayı ve 2008 yılı enflasyon rakamlarını açıkladı. Tüketici enflasyonu (TÜFE) yüzde 0.41, üretici fiyatları ise (ÜFE) yüzde 3.54 gerilemiş. 2008 yılı geneli TÜFE ise yüzde 10.06, ÜFE yüzde 8.11
Buna mukabil % 10.06’yı geçmemesi gereken vergi artış oranları: % 12 ilâ % 14.3
Birileri hâlâ Türkiye’nin sosyal devlet ve/veya sosyal hukuk devleti olduğundan dem vuruyor ve bal gibi de ‘vatandaşın gözünün içine baka-baka’ yalan söylüyorlar. Yukarda yer alan ve aşağıda açıklayacağım veriler de maalesef, oynananın bir oyun, söylenenin yalan olduğunu ispatlıyor. Zira sosyal (adalet ve) hukuk devletinin esası: Hakkaniyet, adalet ve hukuk içinde ‘mutlak eşitliktir’.
Bunun açılımını şöyle yapmak mümkündür. Az kazanandan az vergi. Çok kazanandan çok vergi. Fakir-fukara, guraba’ya sosyal sübvansiyon, zengin-varlıklı ve sosyeteye kademeli olarak artan yüksek fiyat veya çok açık bir anlatımla: Hayati önem ve değeri haiz gıda, temel girdi, zorunlu ihtiyaç ve yaşamsal tüketim mallarının muayyen miktarının KDV-ÖTV ‘den muaf tutularak, tüketim artışına paralel katlamalı fiyat ve KDV-ÖTV uygulaması… Örneğin: Elektrik, Su ve Doğalgaz, 4 kişilik bir çekirdek ailenin aylık kullanımı hesaplanarak; Bir kısmı ücretsiz, sonraki bölümü kârsız ve müteakibi vergisiz, belirli bir miktardan sonrası da katlamalı fiyatla verilerek önceki indirimlere sağlanan sübvansiyonlar kendi kaynağından finanse edilebilir. Bu, adalet, hukuk ve demokrasinin gereğidir. Yasa dışı ve antidemokratik değildir. Aynı zamanda sosyal adalet, sosyal sorumluluk, milli dayanışma ve yardımlaşmanın ‘namuslu-dürüst’ ve onurlu biçimidir. Niçin bunu böyle düşünmez ve uygulamazlar?
2008 YILI AÇLIK VE YOKSULLUK SINIRI
Ayrıca, Türk-İş 2008 yılı Aralık ayı itibarıyla 4 kişilik bir ailenin “açlık” sınırını 740 TL ve “yoksulluk” sınırını da 2.409 TL, 2008 yılı “mutfak enflasyonu” nu ise % 12.23 olarak hesapladı. Yapılan açıklamada (Türk-İş): Çalışanların aileleri ile birlikte insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlayacak geliri elde etmeleri esastır deniliyor.
Yani, ülkemizde ve dünyada insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı durumlarda gündeme gelen yoksulluk sorunu ve sınırı “İnsan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi”ni temin maksadıyla gerekli tutar olarak tanımlanmakla; Ülkemiz insanı için bu rakam 2008 yılı Aralık ayı itibariyle 2.409,35 TL olarak hesaplanmaktadır.
Açlık sınırı olarak tanımlanan asgari miktar ise, dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması zorunlu harcama tutarı minimum 739,67 TL’dir.
Pek, bizde asgari ücret ne kadardır? Cevap:
“16 yaşından büyükler için 1 Ocak 2009’dan itibaren brüt 666 TL ve net 527.13 TL, 16 yaşını doldurmamış işçiler için ise brüt 567 TL ve net 456.21 TL olarak belirlendi. Yani, ülkenin en büyük ve en saygın işçi kuruluşunun tespit ve ilan ettiği asgari geçim miktarının (739.67-527.13) = 212.54 TL daha az ve aşağı. Olacak şey mi bu. Ortada hükümetin Türk-İş’i tekzip eden bir tespit ve ispatı var mı? Elbette yok. Peki bunun neresi hukuk, adalet ve sosyal devlet. Bilenler beri gelsin.
BUNA MUKABİL:
TBMM’de kabul edilen, 2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısının 21. maddesine göre, kamu personeline Ocak 2009'dan itibaren geçerli olmak üzere yüzde 4, Temmuz 2009'da ise yüzde 4.5 zam verilecek!...
Genel olarak emeklilere yapılması icap eden maaş artış zammı ise: % 5.3 + 5.3
Bu zam, muhtemelen SSK, BAĞ-KUR ve Emekli Sandığı emeklilerine farklı olarak yapılır. Memur emeklileri gözetilir, işçiler ve esnaf göz ardı edilir. Yıllardır uygulama böyle. Yani ortada ne adaletten, eşitlikten ve ne de hakkaniyetten eser yoktur. Ama yine de malum ve mutat kesim “sosyal adalet, hal ve hukuk” dan bahsetmeyi sürdürür. Tıpkı zerre kadar izinden ve yolundan gitmedikleri halde, hiç utanmadan ve alay edercesine “Atam İzindeyiz” demeleri ve TBMM duvarında yazan “Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Milletindir” vecizesine rağmen; Egemenlik ve idare hakkını “halka rağmen” kullandıkları gibi.
İşte bunlar Türkiye’nin acı gerçekleri. Bir’de doğalgaz meselesi var.
Doğalgaz zemheri kış aylarında en hayati unsur, insanlık davası güdenlerin miyarı, adalet, hakkaniyet ve hukuk ölçüsüdür. Kışın insanlık, adamlık ve İslâmlık bununla mukayyet ve mukayyestir. Bu aylarda elektrik, su ve doğalgaz’da süreklilik, vicdani fiyat ve istikrar mutlaka sağlanmak zorundadır. Aksi taktirde müsebbipleri insanlık ve halk düşmanı demektir.
DOĞALGAZ VE BOTAŞ
Metroda bir araştırma yapıyorum. Ellerinde 5, 10 ve 20 liralarla insanlar uzayan kuyruklarda çile dolduruyor. Istırap derin. Rezalet diz boyu. 20 lira neyse ama, 5-10 liralık gaz için saatlerce bekleyen yaşlı-genç, çoluk-çocuğu gördükçe kahroluyorum. Üstelik şikâyetler gani. Bir doktor, “doğalgazın tansiyonu düşük” diyor ve açıklama getiriyor “geçmiş yıllara oranla basınç çok az” yanımızdaki teyze “harlı değil oğlum, önceleri 10 dakikada pişen çay şimdi yarım saatte olmuyor. Yemek yapmak bir dert” diye ekliyor. Bir başkası “bu saf gaz değil abi, katışık var, kalite düşük. Allah bilir içine ne katıyorlar?” Söz uzadıkça yeni iddialar birbirini izliyor. EGO’dan emekli olduğunu söyleyen bir başkası: “Şu bize satılan m3 hesabı da yanlış. Verilen doğalgaz miktarı paramızın karşılığı değil. Bunda da bir muvazaa var” dedi. Bütün bu ileri sürüm ve iddialar çok ciddi. Mutlaka incelenmesi ve araştırılması gerek!...
Bu arada BOTAŞ’ın web sitesinde, doğalgaz’ı (KDV ve ÖTV hariç) 0.769008 - 0.776776 TL arasında sattığı yazıyor. Araştırıp baktığınızda; BOTAŞ ile tüketici (vatandaş) arasına Maliye (Hükümet) Belediye ve bir de aracı şirket girdiğini görüyorsunuz.
Bu aşamada fiyat derhal katlıyor. Bu ne iş? Yukardan aşağı rakamlara bakınız lütfen. Hiçbir uygulama, ayarlama ve düzenlemede adalet, hakkaniyet, insaniyet ve hukuk var mı? Yok. Maalesef yok. Peki bu “zalimin zulmü değil de, nedir Allah aşkına?..
***
GAZZE KATLİAMLARI VE GERÇEKLER
Mustafa Nevruz SINACI
“Yanlışlar musibetleri, musibetler felaketleri getirir” diyor, konuya vukufu ile maruf gazeteci-yazar Mehmet Nacar.. Bu sözün en son örneği Irak ve Filistin, Irak, Suriye ve hiç de lâyık olmadığı halde Filistin (Devlet-i âli Osmân’ın bünyesinde Yahudiler) ve diğer Ortadoğu (Arap) halkları asırlarca, medeni siyasetin huzur iklimi Osmanlı İmparatorluğu himayesinde müreffeh, memnun, mutlu ve güvenlik içinde yaşadılar. Bu güven onları rahatsız etti. Şeytana uyup, Osmanlı’nın aleyhinde çalıştılar, yetmedi Osmanlıyı yıkanların da safında yer aldılar.
Sonuçta ne oldu?
Casus Lawrens ve Mekke Şerifi öncülüğünde Osmanlıya alenen ihanet ve Türk’e karşı kıyama kalkan bu gafil halka dost ve hami gibi yaklaşan İngiltere, Avrupa ve ABD, önce ülkelerini işgal ederek, maddi-manevi değerlerini yağmalamaya, namuslarını kirletmeye başladılar. Derken, soygun-vurgun, soykırım ve alçakça zulmün sonu gelmedi. Ta ki bu güne kadar… Kaç günden beri İsrail’in Gazze katliamları haber bültenlerini doldurmakta. Eğer Hamas’la El Fetih, hırs ve ihtiraslarının zebunu olup birbiriyle kavgalı, içten bölünmüş olmasalardı, Gazze de bu insanlık dramını yaşamazdı. İşte, tefrika tuzağına düşmüş, bölünmüş, parçalanmış, milli birlik ve bütünlüğünü yitirmiş ülkelerin acı sonu ve kaderi budur. Demem o ki, onlar bu makus kaderi kendi elleriyle çizdiler. Nasıl mı?
Siyonistlerin koltuk değneği Hamas:
Hamas, 1987'de ABD tarafından FKÖ'nü bölerek yıpratmak ve Siyonistlerin savaş politikasına hizmet etmesi için kurduruldu. O nedenle Hamas, Filistinlilerin İsrail ile başa çıkacak gücünün olmadığını bilerek yıllardır, kuruluş nedenine uygun şekilde Yahudileri masum ve mazlum gösterecek tarzda her barış girişimini baltalamakta ve Siyonistleri ölüm kusması için kuruluma uygun olarak sözde tahrik etmektedir.
ABD'li silah üreticilerinin koltuk değneği Siyonistler
Hani, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminde savaş üretiminin güçlü ayağı Almanya yenilince Nazizmin en büyük silah üreticileri Alman Yahudilerinden özelikle Krupp ailesinin öteki Yahudi silah üreticileri gibi kârlı silah üretimi de sekteye uğradı. Yahudilerin dünyayı birbirine kırdırdıkları savaşı yenidünya ayağı kazanmıştı. Artık ABD'li Yahudi silah tüccarı ve üreticilerine savaşı sürekli kılacak uygulanabilir senaryolar gerekliydi. O senaryoların birinde 6 milyon Yahudi'nin fırınlarda yakıldığı yalanı işlendi. Oysa bu, büyük bir yalandı. Yahudi bir kadın tarafından temerküz kampında yazıldığı iddia edilen anılarında, (Anna Frank’ın Hatıra Defteri) 1945'te piyasaya çıkan tükenmez kalem kullanıldığı, yani yalan, yanlış ve uydurulmuş olduğu anlaşıldı. Fakat bu hakikat, Yahudi “yenidünya” düzencileri tarafından özenle gizlendi, Almanya haksız bir tazminata mâhkum edilerek İsrail’in kuruluş ve belirli süre idame masrafları çıkartıldı.
Bu senaryoya göre Siyonistler başrol insan katliamı ve kasaplığını oynayacaktı. Zira, zaten Siyonistler (ırkçı Yahudiler) tarihten gelen gözü dönmüşlükleriyle kasap rolüne çoktan hazırdı; 1948'de, gaflet, dalalet ve hıyanet içindeki Filistinlilerden para mukabili satın alınan topraklar üzerinde İsrail kuruldu. Sonraları katledilenlerse, tarihin geri bıraktırılmış gerçek mazlumları Filistinlilerdi. Böylelikle 1948'den sonra silahlarını kullanabilecekleri alanlardan birini yaratmış olan ABD'li silah üreticileri, Filistinlilere de silah sattı. İsrail ordusu da en büyük destekçisi ABD'nin silahlarını ve teknolojisini ABD silah üreticilerinin verdiği silahları üreterek kullandı. İşte bir büyük yalan, hile-desise, kurnazlık ve kan üzerine kurulu plan…
Canavara Dönüştürülen Yahudiler
Her biri kasap olarak eğitilip, canavara dönüştürülen Yahudilerin karşısında düşman yaratmaktan daha kolay başka şey olamazdı. Gözün dönmüşcesine katlet! Katlet ki, düşman yarat! Yarattığın düşmana karşı sözde savunmak için sonra yeniden saldır. On Emir'in DNA'sında "Öldürmeyeceksin!" sözü sadece, kendi Yahudi halkından olan için mi geçerli? Bir Yahudi insani davranmak istese de sonunçta bir Siyonist'e "Yahudi ırkçısı"na dönüşür. Artık her Yahudi, her katliam sonrasında kendisini korumak için taşla saldırana ABD'li silah üreticilerinin ürünleri tankla tüfekle yeniden saldırarak ölüm kusacaktır ve böylece kendisine biçilen kısır döngüden kurtulamayacaktır. Geleceklerine kanlı ipotek koyulan Yahudilere duyulan nefretin tek mimarı "ırkçı Yahudilerin / Siyonistlerin" gözlerinin dönmüşlüğüdür
Şimdi Gazze’de neler oluyor? Özetlemeye çalışalım:
Aslında Gazze öteden beri abluka altında ve bir kapalı cezaevi durumunda. Bütün sınırları kapatılmış, İsrail denen gardiyan içerde istediğine istediği işkenceyi yapmakta. Cezaevi demek konuyu hafife almak olur. Tıpkı Hitlerin toplama kampları, Yahudileri yaktığı fırınlar, her şeyi yağmalanan Yahudiler o yıllarda nasıl bir felaket yaşadıysa, şimdi Gazze de daha fazlasını yaşatıyorlar. Sınırlar kapalı. Elektrik ve ısınmada kullanılan LPG, ilaç ve diğer tıbbi malzeme yok. Ekmek, su, gıda yok. Silâh, bomba, füze çok… 1000’e yaklaşan ölü, üç bine varan yaralı var. Ancak hastane, doktor, ilaç hak getire. İnsani yardımların Filistin’e ulaşmasına bile imkân yok. İzin verilmiyor. Havadan uçaklar, misket bombaları, füzeler, top mermileri yağıyor, yerde İbrani komandoları ateş kusmakta.
Bu vahşet ve soykırımın adına “orantısız güç kullanımı” diyorlar ama bu, kesinlikle bir savaş değil. Dünyanın gözü önünde yapılan katliam. Haberleri izledikçe insanlığımızdan utanıyoruz. Petrol gelirleriyle hovardalık yapan Arap zenginleri ve zengin Arap ülkeleri sağır mı? Suudi Arabistan, BAE neden suskun? Normal zamanda aslan kesilen İran ve onların Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’a ne oldu. Mangalda kül bırakmıyordu hani! Dünkü kaplan halinin kediye dönüşme sebebi nedir? Mısır neden sınırlarını kapattı ve topu Türkiye’ye attı?
Sorular çok ama cevabı yok. Kıbrıs’ta böyle bir zulüm olmadığı halde, barış teraneleri atan ve Rumları gündemden düşürmeyen Avrupa, uyduruk Ermeni soykırımını Türkiye’ye kabul ettirmek için işbirliği içinde olan AB ve ABD nerede? Sahte bahanelerle kitle imha silahı aramak için Irak’ı mahveden demokrasi ve barış havarisi Bush ve ABD hani?.
Gazze’de kitleler imha edilmekte. Vahşet hüküm sürmekte ve soykırım yapılmaktadır.
Yediği ile çıkardığını birbirine karıştıran ABD neden İsrail safında? Ermeni-Azeri savaşında, Rusya dâhil, AB ile ABD niçin Ermenistan’ı destekledi? Türkleri Kıbrıs’ta işgalci gören zihniyetler yüzde yirmisi Ermeni işgalinde kalan Azerbaycan lehine niçin tek kelime konuşmazlar? Bosna-Hersek olaylarının perde arkasında yatan zihniyet nedir? 483 yıldır Rus devinin mezalimine maruz Çeçenistan insanlık ve iyilik havarisi kesilen Avrupa ve ABD den neden bir kuruş yardım alamıyor?
İşte bu soruların hepsinin tek cevabı var.
Dünya üzerinde fiilen bir Müslüman ve muharref Hıristiyanlık savaşı yaşanmakta. Adı konmamış bir savaş da diyemezsini buna. Bu savaşların adını Afganistan işgaline başlarken Bush koymuştu. Ne demişti Bush oğlu Bush: “Bu bir Haçlı Seferidir.” İspat ve safahatını bölümler halinde yaşamaktayız. Avrupa ile ABD’nin taraf olduğu olaylar sözde Ermeni soykırımı, İsrail, Bosna’da Sırplar, doğu komşularımızda Ermeniler, Çeçenistan savaşında Ruslar… Kısacası, canavarlıkta gelişmiş sayılan Avrupa ile ABD her zaman Hıristiyanların safında ve Müslüman ülkelerin karşısındadır. Hitlerin yaptığı soykırımda haklı olduğuna ve insanlığa hizmette bulunduğuna Gazze’de yaşananlardan sonra inanmak gerek. Ya bir de Hitlerin öldürdüğü beş milyon Yahudi de bu günlerde İsrail’de olsaydı..? Ortadoğu’nun tümünün soyunu kırarlardı. Şuna kesinlikle inanıyorum. Üçüncü dünya savaşı Avrupa ile ABD’nin tahrikleri sonucu Müslüman-Hıristiyan savaşı şeklinde yaşanacaktır.

***ÖNEMLİ NOT: Bu makaleler telif hakları yasası kapsamı dışında olup; yazarından izin alınmaksızın serbestçe yayınlanabilir.
Özel İletişim İçin e.Mail: gercek.demokrat@hotmail.com
Adres: P.K. 118 [06442] Yenişehir-ANKARA