25 Kasım 2009 Çarşamba

KKTC
SEMPOZYUMU HAKKINDA
Mustafa Nevruz SINACI
Bizim de bir bildiri ile temsil olunduğumuz “KKTC’ni Koruma Derneği”nce hazırlanıp, düzenlenen “KKTC’nin Statüsü Sempozyumu” 15 Kasım 2009 günü, çok başarılı bir organizasyon, katılım ve yönetim bakımından fevkalâde bir şekilde tamamlandı.
Ben, kısmen de olsa devem eden rahatsızlığım nedeniyle katılamadım.
Bundan dolayı elbette çok üzgünüm ve çok şey kaybettiğimin farkındayım.
Fakat Dernek yetkilileri gönderdiğim “bildiri”mi sunmak nezaketini gösterdiler.
Minnettar ve müteşekkirim.
Başta “Milli Dava Kıbrıs” olmak üzere; “Sivil İnisiyatif” yani, HALK tarafından “KKTC’nin hukuki statüsü ve geleceği” yönünden belirleyici bir irade ve kararlılığın ortaya konduğu bu toplantı, her türlü takdirin üstündedir. Bu aksiyonla büyük bir başarı ve güçlü bir iradeye imza atılmıştır. Böylece, yıllardır süregelen oyunlar bozulmuş ve gerçekten, kanının son damlasına kadar Türk, Kıbrıslı kardeşlerimizin sesi-soluğu, yiğitçe haykırışı duyulmuştur.
Umarım artık, eli kanlı, insanlıktan nasipsiz, mertlikten aciz, kahpe, sinsi ve kurnaz ‘AB, Rum-Yunan’ ikilisi ‘birleşik Kıbrıs’, ‘iki toplum tek devlet, kalıcı barış’ gibi Kazıklı Voyvoda (vampir) tuzakları, iğrenç yalan ve mürai teranelerini seslendirmeye cüret ve cesaret edemeyeceklerdir. Bunun daha bir kalleşçesi var. Sanki ortada bir sorun yaşanıyormuşçasına bu teraneleri üç maymunlar misali ‘hayâsızca’ tekrarlayıp duran dâhili bedhahlar.
CEMİL ÇİÇEK’İN REST’İ:
KKTC’nin 26. kuruluş yıldönümü töreninde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Kıbrıs meselesini Türkiye'nin AB politikasının önüne koyarak, eğer birileri 'Ya (KKTC) Kıbrıs ya AB' diye düşünüyorlarsa Türkiye'nin tercihi, sonsuza kadar Kıbrıs Türk’ünün yanında olacaktır. Bunu herkes iyi anlamalıdır” diye rest çekerek hükümet görüşünü açıklaması, Türkiye açısından yerinde, olumlu ve sevindiricidir.
Bu, TC devleti ve RTE (AKP) hükümeti adına “çok net bir taahhüt” ve “mutlak surette bağlayıcı” bir açıklamadır. İşbu taahhüt aksine, AB, GKRY Rumları veya Yunanistan lehine, ada Türkleri (KKTC) aleyhine bir adım atılması, eylem, söylem vaat veya (açık-gizli) taahhüt eğilimine girilmesi; Cemil Çiçek’in mensup olduğu parti ve hükümetin iki yüzlü, hain ve dış patentli olduğu anlamına gelir.
VELEV Kİ!
Böyle bir emelin şu an için dahi varlığı AKP meşruiyetini ilgaya kâfidir.
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, ise "Kıbrıs'ta çözüm, bizim insanlığa yapabileceğimiz en büyük katkıdır", "Kıbrıs Türk halkı, bu güzel adayı sizinle paylaşmaya hazırdır. Gelin, çözüm çabalarımıza siz de katkı koyun; güzel adamızın bir dostluk ve işbirliği adası olmasını engellemeyin" tarzında konuşması,.utanç ve hicap verici.
Bu sözler ancak bir işbirlikçiye yakışır. Yazık, çok yazık!..
RUM KÜSTAHLIĞI VE SÜNEPELİK!..
İkiyüzlü, kalleş ve kahpe Yunanlı, bir yandan Akritas plânı ve Megale idea’yı dayatır, diğer taraftan, büyük Yunanistan hayallerini İyonya (Anadolu) üzerine kurar, bunu ders kitaplarına yazar ve (kendince mert ve cesur) küstah bir tavırla açıklarken;
“Kıbrıs Türk’ün Milli davasıdır. Taksim ihanet, ortaklık felâkettir..Kıbrıs’ın tamamı Türk olmak ve Türk kalmak zorundadır. Kıbrıs Türk’ün kan hakkı, can hakkıdır, şüheda emanetidir. Stratejik olarak Anadolu’nun “KİLİTTAŞI” dır.
Büyük ATA; Mustafa Kemal Atatürk, başta Kıbrıs olmak üzere Ege’de 12 Ada’lar ve Selanik dâhil Batı Trakya’nın alınmasını vasiyet etmiştir. Bu vasiyet mutlaka yerine getirilecektir..”
Diyecek kadar mert ve TÜRK bir siyasetçimiz yok mu?
Türk’e Talat gibi konuşmak düşmez, Çiçek’te sözünün eri olmaya mecburdur.
Neyse ki, aşağıda arz edeceğim “Kapanış Bildirisi’ni” okuyunca biraz ferahlayacak, ama yine de, ‘bizi resmen temsil edenler yönünden” bu kaygı, menfi kanaat ve geleceğe dair derin endişeyi paylaşacaksınız. İşte buyurun:

“KKTC’NİN GELECEĞİ VE

STATÜSÜ SEMPOZYUMU”
KAPANIŞ BİLDİRGESİ
Toprak birliğine, egemenliğe, demokratik bir işleyişe ve kurumları oturmuş (yerleşik) bir siyasi yapılaşmaya sahip ve kendi kaderini belirleme hakkı bulunan bir “Halk” oldukları, en son 2004 Annan Planı’nda uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak bir kez daha tescil edilen Kıbrıslı Türklerin, 15 Kasım 1983 yılında kurdukları “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (BM Anayasası, uluslar arası antlaşmalar ’Londra, Zürich, Garanti’ ve sözleşmeler ile Hukuk-u düvel ‘evrensel hukuk’ gereği, dört başı mamur ve noksanlıktan münezzeh) yasal statüde bir devlettir.
Cumhurbaşkanı Sayın M. A. Talat’ın açılış konuşmasında “Yeminime sadığım, asla teslim olmayacağım” vurgusu ile dile getirdiği “Müzakerelerin hedefi KKTC’yi kurmak değildir. KKTC bir gerçektir” sözleri, tanınma stratejisinin artık seçeneksiz tek gerçek olduğunu göstermektedir.
Bağımsızlıklarını iki kez ilan eden Kosova Arnavutlarının, soğuk savaş sonrasında dünya siyasi konjonktüründe oluşan değişimi kullanarak üçüncü kez ilan ettikleri Cumhuriyetleri, aksi yöndeki bir BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin de dâhil olduğu altmış beş ülke tarafından tanınmıştır.
(KKTC’nin uluslar arası camiada tanınması önünde de hiçbir engel yoktur)
KKTC’yi Koruma Derneği’nin düzenlediği;
“KKTC’nin Statüsü” konulu sempozyumun katılımcıları ve sempozyum organize komitesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığını deklare etmenin ikinci aşaması olan tanınma stratejisinin ertelenmeksizin yürürlüğe sokulması gerektiği kararını almıştır.
(Bu vecibe; Ana Vatan Türkiye Cumhuriyeti ve meşru Türk hükümeti ile özgür iradeye sahip bütün Türk-İslâm ülkeleri için kaçınılmaz bir görev ve mutlak bir vazifedir. İçinde bulunduğumuz dönem itibarıyla Türkiye’nin, geçici de olsa “BM Güvenlik Konseyi üyesi” olması tarihi bir fırsattır.
Bu fırsat çok iyi kullanılmak ve değerlendirilmek zorundadır.)
Bu anlamda, Cumhurbaşkanı Talat ve Rum lider Hristofyas tarafından sürdürülen görüşmelerin tamamlanması sonrasında “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ” nin tanıtılması ve Birleşmiş Milletlere üye bağımsız bir ülke statüsünde varlığını devam ettirmesi çalışmalarının başlatılmasını hedefleyen “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NİN TANITILMASI” dönemine girilmesi, “KKTC’nin STATÜSÜ” sempozyumu’nun “Kapanış Bildirgesi” olarak kararlaştırılmış ve bu fikir birliğinin;
Dünya, Türkiye ve KIBRIS TÜRK HALKI’NA duyurulması kararı alınmıştır.”
İşte mesele budur.
Hayırlı olsun.
“EBED-MÜDDET” Başarılar diliyor;
Bildiriye bütün kalbimizle katılıyor,
Ve “KKTC’Nİ KORUMA DERNEĞİ” Sayın Başkan ve üyeleri ile Sempozyuma katılarak “bu istikamette karar ve kanaat beyan eden” değerli kanaat önderlerimizi yürekten kutluyorum.
KURUMSAL GASP VE KUL HAKKI
Mustafa Nevruz SINACI
Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca hiç görülmemiş uygulamalarla sarsılmakta!..
Katmerli vergiler, haraç mesabesinde harçlar ve hukuk dışı KDV+ÖTV vurgunu, .
Kaynağında vergilendirilmiş kazançtan, müteakip temlik-edinim, alım ve tasarruflarda “tekrar-tekrar” ve defalarca vergi almak. Bu suretle vatandaşa zulmetmek, alenen ve resen haksızlık ve yolsuzluk suçunu hükümet olarak fiilen işlemek… Kamu kurum ve kuruşları, ile bağlı iştirak, işletme ve “her ne kadar özel teşebbüs olsalar bile” resmen devletle ilişkili teşebbüslerde, ayniyle vaki usul, esas, tarh-tahsil ve uygulamalara engel olmamak!...
Bilâkis, hiçbir hukuki, anayasal, evrensel ve insani gerekçesi, her hangi bir gerçekçi, akılcı, makul-mantıklı dayanağı olmayan bu antidemokratik edinim, uygulama, haksız tahsilât ve tasarrufları “kanun” çıkartmak suretiyle korumak, kalıcı kılmak ve sözde yasallaştırmak!..
KAMU ADINA HAKSIZ EDİNİM VE CÜRÜM
Kamu finansmanı amacıyla halktan “çok ağır” vergi tarh, takip ve tahsilâtına rağmen; Hukuk-ahlâk, mantık-mantalite olarak “% 100 kamu hizmetin mütemmim (tamamlayıcı-bütünleyici) unsurlarından; bedel, ücret, aidat, bağış, fon, katkı payı, özel idare hissesi, salma, harç-haraç, sabit ücret, seyyar ücret, döner sermaye gibi, rızaya aykırı ve mesnetten yoksun, spekülâtif “cebri tahsilâtlar yapılması” insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka aykırıdır.
Üstüne üstlük; Devlette istatistik işleri, sabit ücretliye zam kriterleri, eşit işe, eşit ücret, müktesep hakkın korunması gibi, adaletsizlik ve eşitsizliğin derin uçurumlar yaratığı “temel insan haklarına” aymazca ve pervasızca riayetsizlik had safhadadır.
En vahim olan tasarruf, alçakça, acımasızca ve zalimane hak gasp’ı ise:
Elektrik (aydınlanma), Su, Doğalgaz (ısınma), Benzin-Mazot (üretim-ulaşım), Telefon (haberleşme), Konut-Kira (barınma), Eğitim ve Gıda (beslenme) gibi; En başta YAŞAM’ın, sonra da sanayi, tarım, ticaret-ziraat, zanâat-iktisat ve sair bütün toplumsal sürecin TEMEL GİRDİLERİ, hayati unsurları ve vazgeçilmezleri olan mal ve hizmetlerde;
Haksız vergi (KDV-ÖTV), fahiş kâr uygulamaları!...
Artı: Vatandaş aleyhine “maliyet arttırıcı” edinim-iktisap ve tasarruflar!..
Araya özel şirket ve ortaklıklar konulması gibi aleni ihanet ve hainlikler…
Başvuru, sınav, kayıt, talep, takip, tahsis ücretleri..,
Bu, her köşeye bir Deli Dumrul dikmek ve köşe başlarını haramilerle tutmaktır!..
Ve nihayet:
Maliyetine arzı zorunlu kamu hizmetinden kâr gözetmek suretiyle; “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” zihniyetini güdenler ile “vatandaş koyun, devlet dediğin bir oyun, geleni soyun, gideni soyun” anlayışını, kendilerine şiar edine hırs, ihtiras ve kapris ehli kene, domuz taifesini tatmin vasıtasına dönüştürmektir.. Ki, bu ağır bir küfür ve insanlık suçudur…
BÖYLE BAŞLAMIŞTI!..
1970’lerde Süleyman Demirel “Finansman Kanunları” namıyla adı ilk kez duyulan akıl, mantık, ahlâk ve hukuk dışı vergiler, yasa zoruyla gasp ve cebri harç kanunları için harekete geçtiği zaman, yer yerinden oynamış ve kıyametler kopmuştu. AP depremler yaşadı. 72’ler harekâtı patladı, 41’lerle büyük sarsıntılar yaşandı. AP bölündü ve mâkus talih sürecine girdi. DP kuruldu. Merkez parçalandı. İktisadi deprem, siyasi krizlerle derinleşti, depreşti ve şimdilerde iyiden iyiye kronikleşti.
Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti öyle bir hale geldi ki;
- Hak, adalet ve hukuk anlamını, mutlak etki ve belirleyici gücünü yitirdi.
- Elli yıldır hükümetlerin hâkimiyet (adaletle yönetim) ilkesi eridi ve yok oldu.
- Ülkemiz dâhili ve harici bedhahlar tarafından; Resmi-gayri resmi, açık-gizli/örtülü;
İktisadi, siyasi, sağlık, sosyal, kültürel.., Hasılı her yol ve yöntemle soyuluyor, sömürülüyor, vakıa soygun ve vurgun günden güne büyüyor. Dahası ülkemizin değerleri, eserleri ve son yıllarda her türden hayvanları kaçırılıyor. En az insanlarımız, sevgili ve değerli halkımız kadar, Allah’ın bir lütuf ve emaneti olan hayvanlarımızda baskı, tehdit, zülüm, işkence ve tehlikeye maruz bulunmaktadır!..
“Ülkemizden CONI ler, KONI ler eliyle yurt dışına, Kedi’ler, Köpek’ler ve her türden çeşit, çeşit hayvanlarımız kaçırılıyor. İşin garibi dernekler ‘ülkemizin kedi-kopek ve hayvanlarını kurtarın’ diye bunların ülkelerine yalvarmakta; bu katil Coniler ve Koniler ise ülkemizi “BARBAR MILLET” ve “PIÇ’LER” diye ifade edecek kadar alçalmakta ve yurt dışında en iğrenç biçim ve iftiralarla ülkemizin protestolara maruz kalmasına neden olmaktadırlar. Hükümetin çıkarttığı Hayvanları Koruma Yasası ve mevzuatı işlememektedir. Yönetimler ve yöneticiler şu anda, değil öz yurttaşlarını, ülkenin hayvanlarını bile korumaktan acizdir. Hatta bunlardan bazıları hayvanlarımızı dışarıya peşkeş çeken kaçakçılarla birlikte olmakta ve onlarla düşünce ve eylem birliği içinde müşterek çalışabilmektedir.” (H.Ş,, Hayvan Hakları Savunucusu)
"UMUT TACİRLİĞİNİN KAMU ELİYLE UTANÇ VERİCİ TEZAHÜRÜ"
İşte güncel Belge: TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’dan,
“Halk Bankası Krizi Fırsata Çevirdi:
Ülkemiz, son iki yılda 3,5 puan artan işsizlik oranıyla, işsizliğin en hızlı arttığı 54 ülke içinde 11‘inci sırada. Resmi rakamlarla % 13.4 olan işsizlik oranı, iş bulma umudunu yitirdiği için iş aramayanlar da hesaba katılınca yüzde 20‘lere ulaşmakta. Odamız araştırmalarına göre son 2 yılda her 4 mühendisten biri işini kaybetmiştir. Yaşadığımız işsizlik gerçeği bu derece yakıcı iken bir kamu bankası olan Halk Bankasının 2500 kişi için açtığı sınavda kişi başına 50 TL alması, ülkemizde insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan umut tacirliğinin kamuya kadar sıçramış, son derece düşündürücü bir tezahürüdür. Halk Bankasının işsizlerin iş umudundan ticari kazanç sağlamaya dönük uygulaması insan hakları ve onuru açısından kabul edilemez..

Banka’nın 21 Kasım 2009 günü Türkiye’nin 17 il ve bölgesinde yapacağını duyurduğu sınavda “masraf” adıyla kişi başına 50 TL tahsil etmesi, bu parayı yatırmayı sınava giriş ön koşulu olarak belirlemesi ve her sınavdan 50 TL alması ülkemizde "sosyal devlet anlayışının", vatandaş-kamu ilişkisinin, insan hak, özgürlük ve onurunun ne denli ayaklar altına alınmış olduğunun son canlı örneğini teşkil etmektedir.
Anayasanın 49. maddesinde de belirtildiği gibi çalışmak herkesin hakkı ve ödevidir.
Ülkemizde bu hakkını kullanamayan ve talep edemeyen 5 milyona yakın işsiz yaşamaktadır. Bunlara işsizlik sigortası uygulaması son derece sınırlı sürede ve asgari ücret seviyesinde yapılırken, işsiz insana iş sağlama sorumluluğunu taşıyan bir devlet kurumu, istihdam yaratırken oluştuğunu iddia ettiği maliyeti işsizlere yüklemeye çalışmaktadır.
Kaldı ki; bu bir istihdam sınavıdır. Kendi kurumsallığını devam ettirmek için eleman seçen bir kurum ortaya çıkan tüm sınav maliyetini yüklenmek zorundadır. Oysa Halk Bankası 2500 kişilik kadro için binlerce başvuru almış ve işsizlerden topladığı 50 TL‘lerle (basına yansıyan bilgiye) göre 18 Kasım itibarıyla 17 milyon TL‘lik bir fon oluşturmuştur. Diğer yandan; kamu kurumu olan Banka bu sınavda KPSS sonuçlarından yararlanmamaktadır. İşsiz insanlarımız her yıl KPSS sınavlarına girerek istenen harç ve masrafları yapmalarına karşın neden KPSS sonuçlarından yararlanma yoluna gidilmemektedir? Bu tutumuyla kamunun, işsiz, aç insanların son paralarını alarak, onları doldurduğu gemilerde deniz ortasında terk eden, insanlık suçu işleyen umut tacirlerinden bir farkı var mıdır?
İşsizliğin kıskacında, borçlarıyla, açlıkla ve umutsuzlukla boğuşan genç insanlarımıza bu onur kırıcı muameleyi reva gören bir devlet anlayışı olabilir mi? Ayrıca aynı yeteneklere sahip ancak bu sınava verecek 50 lirası olmayan bir gençle, parası olan gencin eşit koşullarda yarışamadığı bir ortamda kamu adaleti ne kadar sağlanmış demektir? Birçok üyemizin de başvurduğu ve bu uygulama karşısında tepkilerini meslek odalarına ilettikleri bu uygulamanın hemen durdurulmasını, toplanan paraların ivedilikle iadesini ve böylesi bir durumun bir daha yaşanmamasını istiyor, gereği için tüm yetkililere ve kamuoyuna duyuruyoruz.”

19 Kasım 2009 Perşembe

TÜRK’ÜM, DOĞRUYUM!...
Mustafa Nevruz SINACI
Ulu’l-emr (yönetim-hükümet) tarafından “milli birlik ve kardeşlik projesi” biçiminde açıklanıp-tanımlanan ve asıl adı “demokratik açılımlar” olan eylem plânının en başında “Kürt açılımı” yer almaktadır.
Bunu; Irak, Ermeni, Rum-Yunan, Kıbrıs, İsrail, AB gibi evrensel; Dil, din, demokrasi, hukuk, ahlâk, anayasa, Alevilik vs., mahalli-yerel, sözde bilimsel, ekonomik-sosyal kültürel açılımlar izliyor. İş bu açılımlarda gözlenen tek ve yegâne temel nosyon “orijinal be objektif” olmamaları; Her birinde hâkim unsur mürailik, iki yüzlülük, yapaylık, sanallık ve zorlama!..
Üstelik her açılımın kendine özgü takipçi, iddiacı ve sav’cısı belirli lobiler var.
Bunlar arasında en dikkat çekeni; çok sinsi ve kurnazca ‘milli birlik-kardeşlik teranesi’ ardına sığınıp-saklanarak, esasta Kürt kisvesi ile Ermenicilik yaptığı ayan ‘GDO-AB’ damgalı dönme, devşirme, koza ve kriptolar. Her biri elli yıldır kamuoyunda iyi tanınıyor. Tanınma nedeni ise: Mâ-aile ‘Türk milleti ve devletinin başına atılan” her taşın altından çıkmaları. Tüm kirli ellerin, menfur emellerin ve belaların patentli sahibi olmaları…
EYLEMLERİ KARAKTERLERİNE UYANLAR
Bu güruhun lâğım çukurlarının bile kabulden hayâ edeceği iğrenç sicilleri var.
Kimlik ve kişilikleri karakter kavramına ters; Ahlâken tam bir çöküntü içindeler.
Bilumum rüşvet, iltimas (my bradır işleri) ayırma-kayırma (hamili kart, kardeş-yoldaş meselesi), görevi kötüye kullanma, hırsızlık-yolsuzluk, gasp-irtikap, suiistimal, organize çıkar örgütçülüğü (yol arkadaşlığı), anarşi, terör-tedhiş taşeronculuğu (bu kisve altında uyuşturucu, beyaz kadın ve insan-köle tüccarlığı, kiralık katillik, GDO, tohum, hormon, ilâç, ilâh ve silâh lobiciliği) ve ticari particilik (siyaset simsarlığı) ile din tüccarlığı yapanlar hep bu güruhtandır.
Bunlar, benzerleri, yardım ve yatakçıları Türk halk lügatinde “domuz” olarak nitelenir.
Zira bu gelenekte: ‘devletin malı deniz’, ‘hırsızlar ve yolsuzlar domuz’dur”
Bahusus güruhun en nefret ettiği “şey”: DOĞRULUK ve DÜRÜSTLÜK!…
Bu nedenle 2009 yılı başından itibaren “AND’IMIZ” a fena taktılar.
Merhum Dr. Reşit Galip tarafından yazılan ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından uygun görülerek, tasdik ve tasvip edilen ve bütün okullarda okunması emredilen milli AND.
*Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım!..
BİR İHANET VE MENFUR TEŞEBBÜS
Dahili bedhah, dönme, devşirme, koza ve kriptolar öncülüğünde;
'Andımız kaldırılsın’ başvurusu:
“Diyarbakır'da mazlum-der ile bazı kimseler, okullarda her sabah okutulan "Andımız" ın kaldırılması için Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurdu...
Diyarbakır'da insan hakları ve mazlumlar için dayanışma derneği (mazlum-der) ile bazı şahıslar, okullarda her sabah okutulan ‘Andımızın’ kaldırılması için İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurdu. Derneğin bir yönetim kurulu üyesi, 'Türküm' ile başlayan antta yer alan ifadeler Türkiye'nin mozaiğine uymuyor” dedi. (Sabah, 13 Haziran 2009 Cumartesi)
YANDAŞ-YOLDAŞ MUTLULUĞU
Müteakiben hadise, akredite dediğimiz; Türkiye’de yayınlanan ‘yabancı medya’da, buna paralel ‘kartel gazetelerinde’ yer aldı. Nesebi bozuklara “mevzii” olsun diye kasten tahsis edilen köşelerden vaveyla yükselmekte gecikmedi. “Evet, evet, ne demek Türk’üm, doğruyum, çalışkanım… Ardından dağa taşa yazılan, Kürt’ün gözünün içine sokulurcasına “Ne Mutlu Türk’üm diyene” demek de çok yanlış!.. Bir üniter devlette olmaz böyle şey, antidemokratik bunlar, hem de şoven, açılımların özüne, ruhuna, amacına aykırı bunlar!..
Sonra ‘hiç umulmadık ve beklenmedik bir biçimde” MİLLİ eğitim bakanı: “Konu elbette tartışılabilir” dedi. Ne yazık, ne ayıp ve ne büyük bir talihsizlik bu!... Haklı ve doğru tepki gösterenlerin sesi-soluğu boğuldu. Yazılmadı, yazdırılmadı. Ekranlar vatanseverlerin ve milli devlet yanlılarının yüzüne kapandı. İhanet şebekeleriyse aylarca gündemden düşmediler.
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE
Bir kere, “Ne mutlu Türk’üm diyene” vecizesi orijinal değil, soyutlama, aslı şöyle:
“TÜRK Demek: Türk’çe düşünmek, Türk’çe konuşmak ve Türk’çe yaşamaktır. Ne Mutlu Türk’üm Diyene” Sözün özü ve aslı bu. (Bak: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu / MNS)
Vecizenin aslına ve orijinaline 1960 sonrası hiçbir yayında rastlayamazsınız.
Atatürk’ün 1924 (1928) Anayasası ile eser, hizmet ve inkılâpları da perdelenmiş; DP tarafından, 1938-1950 fetret devrinden sonra tekrar canlandırılan ve hayata geçirilen “Milli Rejim Kemalizm” , gizlenen, hafızalardan, hayattan ve tarihten silinmeye, inat, ısrar ve özenle unutturulmaya çalışılan bir rejim haline gelmiştir. AĞA BABALARINDAN ÖRNEK
İşte size menfaatleri uğruna 'analarını bile satarlar' denilen, de’Facto haymatlos ve fiili primitiflerin hayran olduğu, 72 buçuk milletin yaşadığı, kamusal alanda İngilizceden başka bir dil kullanmanın yasak olduğu ABD’de her sabah “ilk, orta ve liselerde” söylenen AND:...
"I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all"
Yani: “ABD'nin Bayrağına ve o bayrağın simgelediği Cumhuriyete sadakat için AND içiyorum. Herkes için özgürlük ve adaletle, Allah'ın gözetiminde, bölünmez – tek vatan"
ABD kaç yaşında? 233; Osmanlı: 624, ya TC: 86, ayıp, ayıp, utanın biraz!..
NE TÜRK VE NE DE DOĞRU-DÜRÜST
Yukarda verdiğim örnekte açıkça görüleceği üzere; Neseben ve asaleten Türk, bilhassa Müslüman Türk’lerde “insan’a ve insanlığa aykırı” bir eylem, cürüm, teşebbüs ve yüzkarası suç temayülü yoktur. Çünkü, genelde zekâ düzeyi çok düşük primitif varlıklar, kripto-koza, dönme-devşirme, mason-misyoner ile Sırp-Rum-Yunan, Ermeni ve kompleks içinde kıvranan Bulgar halkları gibi kronik Türk-İslâm düşmanlarında çokça ve sıkça görülen bir hastalık bu.
Dolayısıyla “dâhili bedhah” (iç düşman) dediğimiz uzantılarının huyudur kötülük.
Sosyolojik bir vakıa, ama gerçek!...
Örneğin: Genelevlerde hiç (nesepte saf ve asil) Türk kadını yoktur.
Ülkemizi Gümrük Birliği tuzağına atmada acele ve öncülük edenler dönmedir.
NEDEN? ÖNCELİKLE 301 VE CMUK!...
Bunu bir düşünün!..
Neden AB en çok CMUK üzerinde durdu?
Niçin Türkiye, en ağır ve amansız dayatmalara CMUK nedeniyle maruz kaldı.
Hatta bu uğurda ağır cürümler ve cinayetler işlendi?
Ve nihayet: Ölüm cezası niçin kaldırıldı bir düşünün!..
Tabii bu bağlamda “AB yanlısı olmanın” ne anlama geldiğini de…
Türk insanının anlamakta çok güçlük çektiği bir meseleyi daha düşünün lütfen.
Milliyetçi (nasyonal) bir parti (MHP) nasıl AB yanlısı (enternasyonal) olabilir?
Ya millet enayi yerine konulup, fena halde kandırılmakta ya da “amansız” bir oyun oynanmaktadır!....Ne dersiniz? = Türk; Öğün, çalış, güven!... ***/*****
İT ÜRÜR,
KERVAN YÜRÜR
Mustafa Nevruz SINACI
Önce “ATA” sözünü iyice araştırdım. Bulgular şöyle:
1. Kökeni Kumuk Türklerine kadar dayanan, orijinali "İt haplar, kervan geçer" olan çok güzel bir Türk atasözüdür. İlk kez 1600’lerin başlarında Muhammed Şeybâni Han'ın Divan adlı eserinde yer almıştır. "ne kadar hır gür çıkarmaya, engel olmaya çalışsalar da cürümleri yetmez, bu isler olacaktır" anlamına gelir. (İnternet: zamane sözlük)
Burada ‘it’; yasa, usul, ahlâk ve kural dışı, gelenek ve düzen karşıtı suç odaklarını; Kervan: Meşru ve hukuki, kurumsal düzeni, yani “devlet” i simgeler.
2. 2007 Eskişehir mitinginde RTE muhalefeti eleştirirken: “Onlar çok konuşuyor ama biz çok iş yapıyoruz, içiniz rahat olsun, kervan yürür, kervan yürür!..” diyerek muhalefete meşru yoldan hakaret etmiş ve kalabalığın bilinçaltına "içinizden biriyim" mesajını vererek seçmenine seçmen katmıştı. (İnternet: İTÜ sözlük)
Örnek analiz edildiğinde; Alın teri, el emeği-göz nuru ve bilek gücüyle çalışarak helâl kazanan, vergisini veren, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu hayat süren “iyi insan ve iyi vatandaşlar” kervan ehlini; Yalan-talan, soygun-vurgun, polemik ve demagoji takımı ise iti, yani güruhu temsil etmektedir. 2008 -2009 küresel ekonomik krizi çıkaranlar da bunlardır.
Şimdi atasözünü ‘din, iman-itikat, hak ve hakikat’ miyarına (ölçeğine) vuralım.
Ortaya çıkan fotoğraf şu: Ana ve evrensel yasalara özenle uyan, adalet ahlâkı ve hukuk bağlamında meşruiyet kespeden, kul hakkı ve haramdan şiddetle, mutlaka kaçınan “Namuslu, Dürüst ve Demokrat” kesim “hak yolunda yürüyen” kervan; Başta kene, sülük, vampir, bit-pire ve domuz misal (yasa ve ahlâk dışı) mazarrat “it” güruhundandır.
Şimdi bir örnek daha…
3. Gerçek yaşama bakıldığında dünyanın en güzel atasözü. Bakarsınız mahalle, sokak, hatta apartmanınızda bazı tipler vardır. Siz kendi başınıza yaşamak istersiniz, sevdiklerinizle parkta, bahçede gezer oynarsınız.. Derken bunlar türer gelir, onların farkına bile varamazsınız. Size taş atarlar, lâf atarlar. Adam sanıp siz de taş atarsanız, attığınız taşa yazıktır. Atmazsanız durmazlar. Durmadan bulaşırlar yağlı kara gibi. Gene taş atar. it gibi ürür dururlar. Yapılması en doğru hareket kervanı devam ettirip melâneti yok saymaktır. İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Bu itleri yok saydın mı bu sefer, it sürüsünü toplar ve dalaşmaya başlarlar.
Bozacının şahidi şıracı hesabı birbirlerinin yalakalığını yaparak, sürü sepet saldırırlar. Ha, akıllı insan ne yapar?.Bunları kaale almaz. Bırakır havlayan havlasın… Eh, itin ağzı torba değil ki büzesin. Eğer illa havlayacaksa susturamazsın. Lâf yetiştirmek adına öğrenmemişsin ki, bu saatten sonra it' çe öğrenecek değilsin! Sen kendi yoluna devam eder gidersin. Doğrusu kervanın selameti için, “İte dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak” evlâdır. (İnternet: Eksi Sözlük)
YA DEVLET BAŞA,
YA KUZGUN LEŞE
Yukarda açıklanan ve örneklenen atasözümüzle adeta birebir ötüşen, onu tamamlayan ve bütünleyen bir atasözümüz daha var: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”
Anlamına gelince;
1. Büyük bir zafer için her tehlikenin, hatta ölümün göze alındığını belirtir, sonunda büyük bir başarıya ulaşmak için yok olma tehlikesi bile göze alınır. (Viki sözlük)
2. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe' demişler. Devlet başa geçmezse leş kargaları ortaya çıkar...devlet milletimizin güvenliğini ülke asayişini sağlamak zorundadır..yaklaşık 5 yıldır asayiş ve güvenlik önemsenmemekte ve kap, kaç-kurtul anlayışı hakim olmuştur..Ayrıca, devletin başına 'Devlet' gelmez ise, ya 'Devlet' başa ya kuzgun leşe.. (antoloji Com)
KERVAN, “ADALET” VE “MEDENİ SİYASET’İ” SİMGELER
Hukuk hikmetle (iyilik, insanlık, hakkaniyet), kervan meşruiyet ve adaletle kaimdir
Başta Türk’ler olmakla, vahiy kaynaklı dindar yahut lâik; hak ve lâyıkıyla “hüküm-hikmet” üzere devlet, millet ve yönetimlerde “medeni siyasette” gelenek ve gerçek budur.
Devlet, adalet ve faziletle (hükmeden yönetim) baştadır, iktidardır;
Kuzgun (soyguncu-vurguncu, bozguncu) it’ler ve kuduz köpekler leş’tedir.
İt (kötüler, harici ve dâhili bedhahlar) ulur, kervan (devlet) onur ve erdemle yürür.
Ürüyenlerin, kervana yürüyenler arasından taraftar, yandaş ve yoldaş bulması büyük bir felâket; kervan Türkiye devlet’tir;.icrayı kullanan hükümet; Her konuda ve mutlaka adaletli, itlere karşı daima tedbirli, temkini-mukavim ve teyakkuz halinde olmaya mecburdur.
EBED-MÜDDET DEVLET:
Amerika da çocuklar her sabah AND içiyorlar. Anaokulundan Lise sona kadar tüm öğrenciler sabahları ders öncesinde, ayağa kalkarak hazır ol’da şu yemini ederler:
“I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all;
Amerika Birleşik Devletleri'nin bayrağına ve o bayrağın simgelediği Cumhuriyete bağlılık ve sadakat için AND içiyorum. Allah’ın gözetiminde herkes için adalet ve özgürlük. Bölünmez, tek vatan Amerika" 233 yıldır bunu yapmaktadır. Anayasalarının nihai hükmü de: “Ya, Amerika’yı seveceksin ya da defolup gideceksin”
Halbuki “TÜRKÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM” biçimindeki andımızın yanlış ve aykırı olduğunu tartışacak kadar alçaklaşır, köpekleşir, bir güruh olur, ama “it ulur, kervan yürür”. Devlete ve halka silâha çekmedikçe, polise taş atmadıkça, hırsızlık-yolsuzluk, anarşi, terör-tedhiş yapmadıkça “itin ürüme hakkı” vardır. Bu “hayvan hakları ve demokrasinin” doğal gereğidir. Devlet, hayvan haklarına ilişkin mevzuat ikame ederek bunların da hakkını korur. Ama güruhun “insan hakları” dernekleri oluşturarak ağır istismarları yanlıştır.
Bunu AB veya ABD’nin it’leri yapabiliyor mu? Asla ve kesinlikle hayır!.
Üstelik dünyada ne kadar ırk, din, dil ve inanç unsuru varsa ABD’de hepsi var.
AB ülkelerinde de durum Amerika’dan farklı değil. Sokaklar bin türlü ırkla dolu.
ABD VE AB’DE BAŞKA NE VAR?
Meselâ ABD’de gerçek anlamda demokrasi, hukuk ve bütün kurum ve kuruluşlarıyla (kendi vatandaşları için) adalet vardır. Kimse polise taş atamaz, itiraz edemez, el aldıramaz, ABD Kızılderili, İNKA veya AZTEK katliamı yaptı diyemez. Suç işlemek, vergi kaçırmak, yolsuzluk ve suiistimal ‘devlet hariç’ herkse yasaktır. Devlet ise kendi ülkesinde suç işlemez, ülke dışında bütün Amerikalılara suç işlemek serbesttir. İçerde idam cezası ve adalet vardır. Polis iyi çalışır. Hukuk işler.
OYSA AB’de ölüm cezası yoktur. Başta Türkler olmak üzere bütün yabancıları yakarak, işkenceyle veya hapiste öldürmek serbesttir. Yabancıların birbirlerini öldürmelerine, sömürmelerine ve işkence etmelerine de karışmazlar. Yeter ki, asli unsura halel gelmesin..
Batıda, ABD’de olduğu gibi demokrasi de yoktur. Türkiye’ye nazaran bir tane bile lâik devlet yoktur. Örneğin bütün Avrupa da “milli dil” dışında, parklar ve bahçeler dâhil asla başka bir dil konuşulamaz. Avrupa’ya gidecekler önce dil kursuna gitmek zorundadırlar.
AMMA LAKİN!... Bize göre Amerika ve AB, aşırı milliyetçi, şoven, dindar ve anti-lâik (gerici, mürteci ve yobaz) olduğundan, dünya nüfusunun üçte ikisini sömürür, milletleri diledikleri gibi böler-ayırır, birleştirir-üleştir, insanlar ve halkların kaderleriyle diledikleri gibi oyun oynarlar. AB konseyi insan hakları komiseri Alman T. Hammarberg “Ne mutlu Türk’ üm diyene” demeyi ayrımcılık olarak niteler. Buna Türkiye’deki it’ler çok sevinirler!. İşte, Kürt sorunu, Alevi sorunu ve dersim isyanını bastırma yerine “katliam” diyenler bunlardandır.
NİÇİN?.. İliklerine kadar sömürdükleri, kaderleriyle oynadıkları, böldükleri ve parça-parça ettikleri devletlerde hak, adalet ve hukuk olmadığı için. Tıpkı Lord Curzon’un Lozan da İsmet’e dediği gibi, şimdi kuduz it’ler ürümekte, kuzgun leşe çullanmakta, kervan acizlik ve şaşkınlık içinde bocalamaktadır. Oysa Türk devlet-millet geleneği: Kul hakkı, adalet ahlâkı, fazilet derecesinde Cumhuriyet ve tam demokrasi; Sorun bunların tebahur etmiş olmasıdır.
Bu gelenek 27 Mayıs isyanıyla çökertilmiş; Yürürlükten kaldırılan Atatürk anayasası ile Milli devlet ve milli siyaset çökertilmiştir. İmar-inşa, “Temiz Eller” ile mümkündür. .. /*
KUVVETLER AYRILIĞI
İLKESİ HAKKINDA
Mustafa Nevruz SINACI
Son yedi yıl içinde bazı sözde siyasi ‘tür’lerin kuvvetler ayrılığı ilkesinden hiç bir şey anlamadıkları veyahut iktidar oldukları halde “diledikleri her şeyi, istedikleri biçimde” nasıl olup da yapamadıklarını bir türlü anlayamadıklarına, hayret ve dehşetle şahit olduk.
Böyleleri daha öncede vardı.
Hani şu ‘Güneş Motel’de alınıp-satılanlar, parti sahibinin zatına milyarlar, partisine milyonlar bağışlayıp ‘parlâmenter” veya “politikACI” olanlar!..
Zaten 1960’dan beri ülkede MİLLET-Vekili yok. Olanların kahir ekseriyeti, kendi deyimleriyle (Atatürk ve Menderes’i tenzih ederek ve aflarına sığınarak yazıyorum) lider memurları. Anadolu da söyleniş biçimiyle “parti sahibinin uşakları” .
Kadim hukuk ve “MEDENİ SİYASET” denilen Türk geleneği uyarı; yüz kızartıcı suç işlemiş ‘gişiler’ millete vekil olamazlar. Vekâlet esnasında başta rüşvet, iltimas, görevi kötüye kullanma, evrakta sahtecilik, devlet ve millet işine (ihalelere) fesat karıştırma ile bu nevi “alt varlıklarla” iştigal ve işbirliği, kesin bir tart (yerinden söküp atma) nedeni olmuş ve bu hususta (Atatürk ve Menderes dönemleri dâhil) asla müsamaha olunmamıştır.
Şimdi etkili ve yetkili olanlar ile kendilerini ‘Millet tarafından seçilmiş’ vekil sananlar, usul-edep ve ahlâk dışı bir deyimle bakış açısı, anlayış ve kavrayışlarını açıklayıverıyorlar:
“BİZİ IRGALAMAZ, HÜKMEDEN GÜÇ BİZİZ”
Kuvvetler ayrılığı da ne demek oluyor? Diye devam ediyor cümleleri!...
Açılım tartışmaları ile başlayıp tele-kulak skandalları ile alevlenen, üstüne üstlük, sıkça “yeni anayasa-sivil anayasa”, kanunlara ilişmeyen Anayasa Mahkemesi, “kuvvetler ayrılığı” adı ve ilkesi altında doğrudan yürütme erk’i emrinde yargı ve yasama talepleriyle yoğunlaşan gerilim ortamında “sağduyu” dile geldi:
ABDURRAHMAN YALÇINKAYA’NIN AÇIKLAMASI
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, siyasi kişilerin, ''yargı organlarının açıklamalarından rahatsız oldukları'' yönündeki beyanlarının, kuvvetler ayrılığı ilkesinin göz ardı edilmesine yönelik beyanlar olduğunu belirterek, ''Siyasi çevrelerin politik çıkarlara dayalı beyanları, Anayasa'da yazılı güçler ayrılığı ilkesine aykırıdır'' dedi.
''Yargıya güven ve saygı sürekli ise erdemliliktir. Siyasi kişilerin, yargı organlarının açıklamalarından rahatsız oldukları yönündeki beyanları, devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı bir medeni iş birliği ve iş bölümü olan, devlet organları arasında üstünlük anlamına gelmeyen, kuvvetler ayrılığı ilkesini göz ardı eden ve siyasi gücün her şeyin üstünde olduğu imajını veren beyanlardır.
Hukuk devletinin gerçekleşmesini, demokratik kuralların yerleşmesini sağlayan yüksek yargı organlarına yönelik, siyasi çevrelerin politik çıkarlara dayalı bu beyanları, Anayasa'da yazılı güçler ayrılığı ilkesine aykırıdır.''
YCBS Abdurrahman Yalçınkaya, “hukuk devletinin, siyasal iktidarın ve idarenin gücünün hukuk kuralları ile sınırlandırıldığı, kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı, kişi güvenliğinin sağlandığı bir devlet modeli olduğunu anımsatarak, ceza yargılamasına ilişkin kuralların usul kuralları olmakla birlikte kişilerin temel hak ve özgürlükleri ile yakından ilgili olduğunu söyledi.
ATEİZM VE DİN TÜCCARLARI
Görünürde, olup-bitenler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni taciz ve huzursuz etmeyi görev sayan bilumum dönme, devşirme, koza, kripto ve sabataistler ile Türk Ateizm tüccarları ve tüccar dinciler arasında cereyan eden bir RANT ve İKTİDAR kavgası. Bütün tarafların dayanağı ve güç kaynağı AB ve ABD olduğu için de bu mücadele çok çirkin geçmektedir.
AKLISELİM VE SAĞDUYU SAHİPLERİ
Bu tartışma gerilim ve gergin geçen “RADİKAL” müzakere sürecinde “akil insanlar” aklıselim ve sağduyu sahipleri şöyle düşünüyor. Öncelikle, mutlaka: “parlamenterlerin kürsü masumiyeti hariç tüm ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlıklar, memurin muhakemat kanunu dâhil mutlaka ve derhal kaldırılmasını, acil hale gelen “seçimlerin temel hükümleri” ve “siyasi partiler” kanunlarının “akıl, adalet, mantık ve kamu vicdanı” esas alınarak değiştirilmesini dile getiriliyor. Bu kesimin “olmazsa olmaz” tarzında üzerinde durduğu konu şu:
Türkiye de bir “HESAPLAŞMA ve YÜZLEŞME” zorunlu hale gelmiştir!..
Fakat bu cenahı dinleyen de yok, yazıp-söylediklerine aldıran da...
YASALARIN DEĞİL KAFALARIN DEĞİŞMESİ LAZIM!....
Şimdi biraz gerilere, bir-kaç yıl öncesine doğru gidelim ve “yasaların değil/kafaların” değişmesi gereğine dair, söz, söylem, yorum ve yayınlara bakalım.
Daha bir yıl önce ülkede en çok tartışılan konu; Erkler, yani kuvvetler ayrılığı prensibi idi. Daha o zaman güçler savaşı başlamamıştı.
Bu önemde Türkiye’de müthiş bir duyarsızlık, sorumsuzluk, kaygısızlık ve daha da vahimi; Muhtemelen kasıtlı ve art niyetli bir entelektüel cehalet; Yahut şuur-bilinç kaybı veya bazı dahili bedhahlar ile bunların doğal uzantıları olan dış güçler güdümünde bir “körler ve sağırlar birbirini ağırlar” diyalogu yaşandı.
BİRİLERİ ŞÖYLE DİYORDU:
“Türbana ret çıkmasaydı üniversiteler okunmaz hale gelirdi. Bir hakem lazımdı, mahkeme o görevi üstlendi. 1960'ta meclis bizi halk seçti, ne istersek yaparız diyordu. Şimdiki gibi Anayasa Mahkemesi olsaydı, ihtilal olmadan halledilirdi...1960 İhtilali böyle bir imkân olmadığı için geldi. O zaman da Meclis, ‘Bizi millet seçti. Ne istersek yaparız’ anlayışındaydı..Yanlış hesap Bağdat’tan döner. Bu, kapatmadan çok daha önemli bir karar. Kapatırsın yeni parti kurulur ama bu, çok uzun vadeli tarihi bir karardır.. Türkiye bir hukuk devleti. Herkes bunu kabullenmeli. Bu karar olmasaydı üniversitelerde okunmaz hale gelinirdi. Hukuk söylüyor. Herkes kabullenecek. Bir hakem lazımdı. Mahkeme bu görevi üstlendi. Medeni tavır, hukukun verdiği bu karara saygı gerektirir. Anayasa Mahkemesi ne o tarafın ne bu tarafın; devletin. Onun dediğine herkes uyacak. Ne kadar ağır olursa olsun zorluklar aşılır. Demokratik sabır istiyor. Yalnız meşru zeminde kalmak şartıyla”
Yukarıdaki sözler, öyle sıradan bir insana ait değil. Bu sözlerin sahibi, bu ülkenin son elli-altmış yılında şu veya bu şekilde imzası bulunan 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e aittir. O Demirel ki; Türkiye’nin çok partili döneme geçtiği ve pek çok yazar tarafından “Beyaz İhtilal” diye anılan Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden beri hedefte bir yerlerde olan adamdır. 1950’deki Beyaz İhtilali saymazsak, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan olmak üzere toplam 5 ihtilalin veya post-modern müdahalenin bazen tam ortasında, bazen de biraz kenarında kalmış bir adamdır. Kendi tabiriyle 7 kere gidip, 8 kere gelmiştir. İslam Köy’deki Demokrasi Müzesi’ndeki fötr şapka şeklindeki kubbeler böyle diyor çünkü...
(S. Demirel, yukarıdaki sözleri 07.06.2008 Akşam gazetesi Ankara temsilcisi İsmail Küçükkaya’ya vermiş olduğu mülakatta dile getirmiştir.) (1).
BÖYLE YORUMLAR YAPILDI:
“Sayın Demirel’in bazı sözleri elbette abartılıdır. Ancak özünde ve genelde haklıdır bu sözler. Bir siyasi birikimin ve tecrübenin eseri olduğu kesindir. Dolayısıyla dikkate alınacak türden sözlerdir bunlar. Özellikle “Türbana ret çıkmasaydı üniversiteler okunmaz hale geldi” şeklindeki sözleri, elbette çok abartılı ve maksadını aşan sözlerdir. Yakın geçmişte başbakanla girmiş olduğu polemik sırasında türbanlı öğrenciler için söylediği “O zaman Arabistan’a gitsinler” şeklindeki sözleri kadar absürttür bu sözleri.
Demirel de kabul eder ki; ortalıkta bir başörtüsü sorunu vardır ve bu sorunu çözecek de yine devlettir. (Çözülmedi) Zira devlet odur ki; vatandaşlarının sorunlarını çözmek için vardır. Başörtüsüne, çarşafa, peçeye, burka’ ya ve Başbakan’ın tabirince diyecek olursak; “velev ki siyasi simgeye yol açmamak için mi izin vermiyorsunuz? O zaman siz henüz devletleşme sürecini tamamlayamamışsınız demektir. Bu konuda kabul edilebilir haddi aşanlar mı çıkacak? O zaman tutar kulağından atarsınız kampüs dışına! Zira siz devletsiniz” */**
KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ HAKKINDA (2)
Mustafa Nevruz SINACI
1924 (28) anayasa döneminde problem yoktu
“Bu bağlamda, bazı istisnalar hariç genel yapı ve kurulum bağlamında mükemmel bir Anayasa (1981) göz ardı edilmekte, kanunlar hukuk kavramının dışında cebri yaptırım gücü olarak algılanmakta ve bu mantıkla uygulanmaktadır.
Bundan daha iyisi ve en iyisi 1924 (1928) Anayasası idi.. (02-17 Kasım arası yazılı ve görsel medyada en çok telâffuz edilen konu) Süreçte rezaletin kamuflajı uğruna objektif bilim, adalet ahlâkı, bağımsız ve tarafsız hukuk, kelimelerin kavgası ve kavram kargaşasına kurban edilmekte topluma “aydın” yakıştırmacası ile lanse edilen köşe başı Donkişotları, yıllardır ülkemizde alenen uygulanan psikolojik savaş taktiklerine muadil hayali hedefler yaratmakta ve düşman adına kılıç salladılar.
Tahribatın hedefi yalnız kutsal insan unsuru, iyi insan ve iyi vatandaş değildi!.
Bilakis; Anayasa, adalet, hukuk, ahlâk, iktisat, eğitim, bilim, kültür ve savunma…
Milli refleksler dâhil, bütün değerlerimiz bir-bir yok edilme tehdidine maruzdu..
ÖNCE ANAYASAYA BİR BAKALIM:
Yasama Yetkisi: “Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” (madde: 7) Yürütme (icra) Yetkisi ve Görevi: “Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” (madde: 8) Yargı Yetkisi: “Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” (madde: 9)
EGEMENLİK: “Kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. (madde: 6)
EŞİTLİK: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. (10)
ANAYASANIN BAĞLAYICILIĞI VE ÜSTÜNLÜĞÜ:
Anayasa hükümleri, “yasama”, “yürütme” ve “yargı” organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan “TEMEL HUKUK” kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz.
OBJEKTİF NORM VE KRİTER:
Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için, onun ihtiyacını görebilmek ve onun kudretini takdirde ehliyet sahibi olmak birinci şarttır. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1927)
BİR DE UYGULAMAYA BAKMAK GEREK!
Şimdi, yaşanan gerçekler ile millet iradesi çerçevesinde yapılması gerekenlere bakınız!
Meselâ: Türkiye Büyük Millet Meclisinde usul, esas ve ahlâka uygun olarak millet tarafından belirlenmiş kaç milletvekili var? Var olanların kaçı millet adına hareket etmekte ve Anayasanın 7. maddesinin amir hükmüne uymuş olarak ‘bütün hak ve yetkilerini’ tefessüh etmiş ‘parti sahibi sultasına’ devretmemiş bulunmaktadır?
Yürütme yetkisi TBMM üzerinde vesayet ihdas etmiş midir? Yoksa etmemiş midir?
Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek yargı (mahkeme) başkanları ile Cumhuriyet Baş Savcıları her vesile ile hukukun bağımsızlığından söz etmektedirler.
PEKİ; Adalet ve hukuk aynı zamanda mutlak eşitlikçi ve “BAĞIMSIZ” değil midir? Yukarda özellikle yazdığım TC’nin kurucusu Atatürk’ün vecizesi ile Anayasanın amir hükümleri doğrultusunda “Yargı-Yasama-Yürütme” sadece ve yalnızca “millet adına” tam bir eşitlik, adalet ahlakı ve hukuk perspektifinde halka hizmet etmek zorunda mıdır?
“Bir Bilen” in tespit, teşhis ve çözüm önertileri; devamla:
“Ancak Süleyman Demirel’in dile getirdiği “...Türkiye bir hukuk devleti. Herkes bunu kabullenmeli... Herkes kabullenecek. Burada bir hakem lazımdı. Mahkeme bu görevi üstlendi. Medeni tavır, hukukun verdiği bu karara saygı gerektirir. Anayasa Mahkemesi ne o tarafın ne bu tarafın; devletin. Onun dediğine herkes uyacak. Ne kadar ağır olursa olsun zorluklar aşılır. Demokratik sabır ister. Yalnız meşru zeminde kalmak şartıyla...” şeklindeki sözlerinin altına ben de imzamı atıyorum. Elbette Türkiye bir hukuk devletidir ve herkes hukukun üstünlüğünü kabul etmek ve hukukun verdiği kararlara uymak zorundadır. Aksi, anarşizm demektir!
Bu bakımdan TBMM Adalet Komisyonu Başkanı AKP’li Ahmet İyimaya gibi adamların, ‘Anayasa Mahkemesinin kararlarını askıya alalım’ şeklindeki önerisini ciddiye bile almamak gerekir. Aksi durumda, kendi elinizle askeri darbeye ve ihtilale davetiye çıkarmış olursunuz. İşte bu noktada hemşehrim Osman Durmuş’u şiddetle alkışlıyorum. Televizyonların dün akşamki haberlerinde gördük, kendisine mikrofonu uzatarak Ahmet İyimaya’nın “Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının gerektiğinde veto edilmesine imkân tanıyacak biçimde düzenleme yapılması” önerisi hakkındaki değerlendirmesini oran muhabirlere kısa ve net cevap verdi çünkü: “Bu maya değişmelidir!”(2).
Değiştirilmesi gereken şeyin, bozulan, kokuşan, özelliğini yitirip işlevini göremez hale gelen, işe yaramayan şey olduğu dikkate alınırsa; Sayın Durmuş’un ne demek istediği kolayca anlaşılabilmektedir. Kırıkkale’nin, AKP’li Milletvekili Vahit Erdem bile partisinin yanlış yaptığını söylüyorsa(3) MHP Kırıkkale Milletvekili Osman Durmuş’a haydi haydiye hak vermek gerekir diye düşünüyorum.
Ayrıca, “Evet, gücünü milletten alan ve tamamı, seçilmişlerden oluşan Meclis, ya 9 üyeyi tutuklatıp yargılatmalı veya cüppeliler darbesine boyun eğip; ‘Meclis'in işlevi kalmadı’ diyerek istifa" etmelidir!.. Meclis'in kapısına kilit vurulmalı, anahtarı da; Yüce 11'ler Meclisi haline gelen Anayasa Mahkemesi'ne teslim edilmelidir!..”(4) diyerek hoyratça davranan, bol keseden yiyip işkembeden sallayan Hasan Karakaya gibi adamlar, tam da babasının oğlu olarak gördüğümüz MHP’li Deniz Bölükbaşı’nın da dediği gibi(5) mutlaka tıbbi gözetim ve psikolojik tedavi altına alınmalıdırlar.
Tabi “Başörtüsünü bir tarafa bırakın, ortaya çıkan bu son durumla demokrasi ve hukuk devleti artık Türkiye’ye Kaf Dağı’nın arkası kadar uzaktadır. Erdoğan’ın ve AKP’nin yapacağı tek bir şey vardır; milletvekilliklerinden istifa etmek ve sine-i millete dönmek.
MHP’nin de yapması gereken budur.
Gerisi laf-ü güzaftır.”(6) diyerek ailesinin başına gelenleri ve babasının 27 Mayıs ihtilaline çanak tutmasını unutmuşa benzeyen Aydın Menderes de öyle.
O Aydın Menderes ki; “Başbakan Erdoğan ve AKP deneyimsizliği, beceriksizliği ve içi boş gururuyla yargının yasama organının elini kolunu sıkıca bağlamak için ellerini ovuşturarak beklediği fırsatı altın bir tepsi içersinde yargıya sunmuştur.” (7) diyerek gerçek suçu ve suçluyu ortaya koyduğu halde, hiç çekinmeden ortamın daha da gerilmesini teklif edebiliyor. Gurur denilen şey, insanların genetik kodlarında olsa gerekir... “
Buraya bir parantez açalım ve önemli hatırlatmalar yapalım:
YOKSA!.. İKTİDAR, MEŞRUİYET VE ADALET
“Gazetemizin dünkü nüshasında yayınlanan “Nedir bu kuvvetler ayrılığı ve ne değildir” başlıklı makalemizde irdelediğimiz kuvvetler ayrılığı 61 Anayasası ile kuvvetler birliği yerine ikame edilmiş olup; Devletin daha sağlıklı, adaletli, vatandaş hakları ve hukuk normlarına uygun bir zeminde yürütümünü esas almıştır. Yani hedef: Meşruiyet ve adalettir.
Oysa Sistemin amaçlanan iyi niyetin ötesinde farklı bir gelişme gösterdiğini, zaman içinde yasal (meşru erk, Anayasal güç) kavramının dışına taştığını ve birbirlerini denetleyen onurlu ve sorumlu kurumlar yerine; İktidarı ve iktidar (devlet) nimetlerini paylaşma ve/veya yekdiğerini yıpratma, ikame etme biçimine iblağ etmeye yöneldiğini göstermiştir. Bu durum yargıda siyasallaşma, kutuplaşma, adalet ve objektif hukuktan uzaklaşma gibi kronik sorunları beraberinde getirmiş; Yasama ve yürütme de ise hızlı bir yozlaşmaya neden olmuştur. */**
KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ HAKKINDA (3)
Mustafa Nevruz SINACI
SONUÇ: Lider (parti sahibi-sulta-vesayet) tasallutunda halktan kopuk, kitle dışı aleni dikta ve despotize siyaset kurumları, iktidarın şahsında AB güdümüne teslimiyet. Dahası talihsiz GB Antlaşması kapsamında hükümranlık hakkından ödün… Şimdiyse sürecin adeta bir parçası biçim kapatma davası. Meselenin özü aynı: Kuvvetler ayrılığı ilkesinin Anayasa, yürürlükteki yasa, adalet ve hukuk sistemi dışına çekilmek suretiyle uğradığı travma.
AHMET İYİMAYA’NIN SÖZLERİ VE ÖNERİSİ
Ahmet İyimaya’nın teklifi, gerçekten de dikkate değer bir teklif değildir. Bu tür öneriler, daha doğrusu bu tür önerilerin hayata geçirilmesi, yeni yeni gerginliklerin doğmasına sebep olur. Kuvvetler Ayrılığı ilkesini, Kuvvetler Çatışması haline getirmekten, sonuçta antidemokratik gelişmelere sahne olmasından başka hiçbir işe yaramaz.
Bununla birlikte TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan tarafından dile getirilen ve başta kendi partisi olmak üzere, tepkiyle karşılanan Cumhuriyet Senatosu fikrini, ben oldukça mantıklı buluyorum. Zira seçkin kişilerden oluşacak böyle bir meclis, çoğu taşra politikacılığından ve delege oyunlarıyla gelen kişiler olan Millet Meclisi’nin yapmış olduğu yasaları bir kez daha inceler ve böylece, belki de Anayasa Mahkemesine fazla iş düşmemiş olur. Böylece Kuvvetler Ayrılığı prensibine işlerlik kazandırılmış ve “Anayasa Mahkemesi siyasi kararlar veriyor, yargı yasamanın görev alanına müdahale ediyor. 11 kişi 550 kişinin çıkarmış olduğu bir yasayı yok hükmünde sayabiliyor” şeklinde yapılan yaygaraların da nispeten önüne geçilmiş olur. Bunun neresi kötüdür? Üstelik bu ikili meclis uygulaması, başta ABD, İtalya ve İngiltere olmak üzere pek çok batı ülkesinde de bulunmaktadır.
YA, MEHMET ALİ BİRAND?..
Mehmet Ali Birand’ın her söylediğine inanmasam da, şu sözlerine az veya çok hak vermiyor değilim:
“...Madalyonun bir de diğer tarafına bakalım. AKP bu ülkeyi yönetecek olan bir parti konumunda kalacağına göre, bugün gerçekleştiremediği türban girişimini veya din motifleri taşıyan diğer politikalarını ilerde yeniden gündeme getiremez mi?
Bugünkü yapıyla bir yere varamayacağını gördüğüne göre, şimdi sil baştan yepyeni bir Anayasa hazırlayıp, onu da referandum aracılığıyla kabul ettirip, istediği her şeyi istediği gibi değiştirecek bir ortam yaratamaz mı ? Bir süre sonra, Anayasa Mahkemesi üyeleri değişecek ve yerlerine farklı düşüncedeki insanlar atanacaktır. Aynı şekilde rektörler de yavaş yavaş değişmeyecek mi? Eğer gerçekten böyle zıtlaşma, zorlama yoluna gidilirse -ben Erdoğan’ın böyle bir eyleme gireceğini sanmıyorum, daha doğrusu düşünmek dahi istemiyorum- işte o zaman felaket tamtamları çalınır ve o zaman son savunma topları devreye girer. Bu defa başka çocuklar harekete geçer.
Bu da Türkiye’nin kaosa girmesi demektir.
Bu olasılıkta ben bir iç savaş dahi öngörüyorum.
Bundan dolayı, çok gecikmeden bir uzlaşı yolu bulunmalı.”(8) (9)
Bir yandan bu tartışmalar yapılır ve yaşanırken, diğer taraftan da AKP hakkında adeta sonucu bilinen-beklenen ve ‘bütün safahatı ile’ bir oyun-senaryo mesabesinde o meşhur dava, “kapatma davası” başladı.
O DÖNEM AÇILAN KAPATMA DAVASI
Hiç kuşkunuz olmasın ve kaygı duyulmasın ki; sanılan ve söylenenin aksine Ak Parti kapanırsa kesinlikle bölünmeyiz. Aksine AKP bölünürken adalet ve hukuk sistemi uygulanıp yerleşeceği için milletçe bütünleşip devleti güçlendirebiliriz. Sürece ilişkin kesite bir bakalım:
AKP, YCBS’nın kapatma istemine karşı hazırladığı savunmasını 30.4.2008’de genel başkanı RTE imzası ile Anayasa mahkemesi Başkanlığına sundu. İncelenirse görülecektir ki; savunma tamamen ‘bu davanın hukuki değil siyasi olduğu’ hususunun ispat edilmesi üzerine kuruludur.
Bir bakıma AKP savunma ile adeta altı yıldan beri yönettiği ülkemizde hukukun siyasallaştığını ispat etmeğe çalışmış, bir başka deyişle hukukun olmadığını ikrar ederek ülkeyi içine düşürdüğü durumu tasvir ederek mezkür savunması ile adeta hukuka “gelin beni kapatın” diye çağrıda bulunmuştur. İşte savunmadan birkaç çarpıcı cümle;
“Hukuk alanında keyfilik, kişisellik ve sübjektiflik, iddianamede görüldüğü üzere gerçeklikten uzaklaşmaya ve hukuk standartlarının örselenmesine yol açmaktadır. Hukuk alanında olguların doğru algılanamaması, çarpık bir okuma sonucu gerçeklerle ilgisi olmayan sonuçlara ulaşılmasının hepimiz için telafisi imkânsız zararlar doğuracağı açıktır.
-Bu iddianame hukuk sisteminin en temel karakteri objektiflik, nesnellik, nedensellik ve rasyonelliğe dayanmamakta; en iyimser yaklaşımla bir algılama sorununun varlığını ortaya koymakta; Partimiz hakkında hazırlanan iddianame, baştan aşağı gerçekleri tersyüz eden, değerleri ve kavramları birbirine karıştıran, dahası koruyor gibi göründüğü ilkelere zarar veren ön yargılı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu iddianamenin gerçekte olup bitenle bir ilgisi bulunmamaktadır.
-Bu dava maalesef ülkemiz ve milletimize ağır ekonomik-siyasi bedeller ödetebilecek bir süreci başlatmıştır. Davayla hukuk sistemimiz zarar görmektedir. Hukukun siyasallaştığı düşüncesi, vatandaşların hukuka karşı güven duygusunu zedelemekte; Demokrasimiz ülkemiz ve milletimiz zarar görmektedir. Siyasi-ekonomik istikrarın tahrip edilmesi ülkenin ve halkın fakirleşmesi demektir. Türkiye’ye onlarca yıl kaybettirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır. Davayla Devletimizin bütünlüğü zarar görmektedir” denilmekte.
Ancak sürece rağmen esasa müteallik Anayasa değişikliği, yeni Anayasa, hattâ baskın- erken bir seçim bile telâffuz edilebilmektedir. Bu adeta bir ‘meydan okuma’ ve haddini aşan güç gösterisidir. Amma adil değildir. Dolayısıyla iktidar partisi, gerçek güç ve kuvvetin adalet olduğunu bilmeli ve bu evrensel gerçeğin artık farkına vararak, hiç olmazsa şu andan itibaren hak-hukuk ve adalet yoluna girmelidir. Velev ki, bu yol hayırlara vesile olabilir!..
NETİCEYE DOĞRU!..
Halk arasında yaygın kanaate göre; “Kuvvetler ayrılığı aslında demokrasinin gereği olarak düşünülmüş ve başbakanların krallaşmasını önlemek amaçlı yapılmıştır. Fakat bir kralı, despot ve mütehakkimi önleyelim derken milletin başına 5 kral icat edilmiş gibi bir durum ortaya çıkmıştır. Bakın hele ne haldeyiz?.Demokrasi bizde adı var kendi yok türünden”
BİR “AYDIN YAKLAŞIMI” .
Demokratik parlamenter sistemlerinin en temel özelliği olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesini 1923’lü yıllardan 2000’li yıllara kadar ağır aksak tanımlamamız mümkündü. Bu kronolojik aralıkta, yer yer sistem meclis hükümeti sistemine, oligarşiye, militarizme, yargı devletine, teknokrasiye meyil gösterse de, bu gün için, kuvvetler ayrılığının fil ayakları olan yasama yürütme ve yargı erkleri cumhuriyet sonrası klasik tanımlamasını oldukça aşmış çizgisinden oldukça şaşmış durumdadır.
BU GÖRÜŞE GÖRE:
Bu Günkü Kuvvetler Ayrılığının Determinantları:
1. Yasama: Silik olmasının yanında dominant parti başkanları sultasında inleyen ezik milletvekillerinden oluşan topluluk.
2. Yürütme: Aşırı Otoriter ve antidemokratik kral tipli başbakanın emri altında ve dağıtım yapılan maddi manevi avantaya fitlenmiş teknokrat kadro kitlesi.
3. Yargı: Cemaat disiplini veya hiyerarşisi sistemine kitlenmiş, sıradışı olana karşı oldukça allerjik, medyaya karşı aşırı duyarlı, çoğunlukla otoriteye itaatkar psikonevrotik bakış açısının bileşke kuvvetine göre hareket eden erk. ./.
Kaynaklar:
01- bkz. http://www.aksam.com.tr internet adresinde bulunan 7.6.2008 tarihli ve “Böyle bir imkân olsaydı 1960'ta ihtilal yaşanmazdı” başlıklı röportaj.
02- bkz. http://www.cafesiyaset.com isimli internet sitesinde bulunan 9.6.2008 tarihli ve “MHPli Durmuş'tan imalı gönderme” başlıklı ve Kemal Doğan imzalı özel haber, ayrıca bkz. http://www.ihlassondakika.com/detail.asp?id=35476 internet adresinde bulunan aynı haber.
03- bkz. Kırıkkale’de yayın yapan Bayrak isimli gazetenin muhabiri Murat Bulut’a vermiş olduğu mülakattan alıntı yapılarak http://www.forumneuro.com isimli internet sitesinde yayınlanan “Vahit Erdem partisini yerden yere vurdu” başlıklı haber.
04- bkz. http://www.vakit.com.tr internet adresinde bulunan 9.6.2008 tarihli ve “Hukuk Öldü... Toprağı Bol Olsun” başlıklı makalesi.
05- http://haber.gazetevatan.com internet adresinde bulunan 10.06.2008 tarihli ve “MHP'den Vakit yazarına sert tepki” başlıklı haber.
06- bkz. Aydın Menderes “Karar” başlıklı makalesi, Halka ve Olaylara Tercüman Gazetesi, 9.6.2008.
07- Aydın Menderes, aynı makale.
08- 10.06.2008 tarihli Milliyet ve Posta gazetelerinde bulunan “Ne AKP durdurulabilir, ne de AKP istediğini yapabilir” başlıklı makalesi.
09- 10.06.2008 Ömer Sağlam
10- Mustafa Nevruz SINACI, Türkiye de “kuvvetler ayrıklığı yok, ilke geçerli değil”
==========================
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına izinlidir.

7 Kasım 2009 Cumartesi

EZELİ DÜŞMANLA RAKS
Mustafa Nevruz SINACI
Siz, Drakula kimdir, nedir, bilir misiniz?
Drakula, Ulah (Germen) asıllı prens III. Vlad (Voyvoda)’dır.
Türkleri alçakça-kalleşçe, canlı-canlı kazığa geçirerek veya vücutlarına kazık çakarak katleden; Korumasız bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınlara yönelik mezalimi sayesinde adı tarihe “Kazıklı Voyvoda” olarak yazılan, vampirleşen ilk yarasa türüdür. Karanlık Batı ve her batılı ferdin iliklerine kadar sinmiş Türk-İslâm düşmanlığının en iğrenç örneklerinden biri olan III. Vlad Dracula (Tepeş) kara büyü okulu Scholomance'da öğrendiği büyüler sayesinde ölüm'den korunmuş (1431-1476) döneme damgasını vuran terör-tedhiş ve iğrenç suçlarından olsa gerek yaşarken Vampir'e dönüşmüştür. Goethe gibi İblis’e köle olunca dünyayı ele geçirme ve kana bulama sevdasına düşmüş; Fakat, dünyayı bu karanlık, kirli-kanlı el (crna ruka) ve kâbustan Osmanlı kurtarmış ve kafası kesilerek cehennemin dibine havale edilmiştir.

Papa II. Urbanus
ve Türk (Müslüman) Kemiklerinden Kilise
Peki, ya Çek Cumhuriyeti’nde

Sedelik’e giden var mı? . .
Gittiyseniz “Türk ve Müslüman” kemiklerinden mamul kiliseyi görmüşsünüzdür…
Evet, Çek cumhuriyetinin Sedelik kentinde çok korkunç bir kilise var. Adına Kilise denilen bu şeytan tapınağının inşaat malzemesi ne tahta, ne taş ve beton, ne de demir, Tapınak tepeden-temele Türk (Müslüman) kanı ve kemiklerinden mamul.... 1218'lerin sapık papa’sı II. Urbanus haçlı savaşlarında öldürülen Müslüman naaşlarını gurur ve övünme aracı olarak Sedelik’e getirtmiş ve kemiklerinden kilise inşasını emretmiş. Papa’nın isteği üzerine 40.000 Türk’ün mübarek kemikleri derdest edilerek, bu menfur (kirli-kanlı, vahşi ve insanlık dışı yaratığın) emri yerine getirilmiş. Bu iki örnek, Müslümanlara hayâsızca saldıran ve ‘terörist’ diye iftira eden AB ironisi, iblis damarı, kanı-kimyası bozuk haçlı zihniyetinin gerçek yüzü ve tarihi hakikatini açıklayıp, “bizdeki mukallit, gaflet, hıyanet ve dalalet erbabına” hatırlatmak içindir. Tarihleri kan-kâbus, terör-tedhiş ve lânetle kazınmış sürülere medeni denilemez.
ŞOK RAPOR:
"Ermeniler 2 milyon Osmanlı'yı öldürdü" (ABD, 22 June 2009)
ABD Başkanı Ronald Reagan’ın hukuk danışmanlığını yapan Bruce Fein, sözde Ermeni soykırımı iddialarını değerlendirdi ve Ermenilerin bu iddialarının son derece asılsız olduğunu belirterek: “Reagan’ın başkan olduğu 1981’de bu konu, Beyaz Saray tarafından araştırıldı. Sonuçta Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı’yı katlettiği ortaya çıktı. Ermeni iddialarının asılsız olduğu belgelendi. Bu nedenle Ermeniler, kendi arşivlerini açmıyor, çünkü bu gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorlar…” dedi ve açıklamalarını şöyle sürdürdü:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara karşı ‘müthiş’ sayılabilecek bir hoşgörü, özen ve özveri gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar, kendi dini özgürlüklerini ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde sürdürdü. Ermeni terör çeteleri I. Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın 2 milyon civarında olduğu bir gerçek olarak belgelendi. Ermeni kayıplarının ise 500 bin civarında olduğu aynı araştırmalarla kanıtlandı. Ancak burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD’de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük getiri sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak.”
Mesele şu ki; Hiç kimse, kiminle dans ettiğinin farkında bile değil. Ülkemizde 7 yıldır vahim bir ‘bilinç kaybı ve milli şuur erozyonu’ yaşanıyor. Elli yıldır gaflet, dalâlet ve hıyanet hâkim! Bu nedenle “açılım” namına sahneye konulanların vahşi, alçak, hain ve kalleş batı’nın ‘Türk açılımı’, namı diğer ‘Şark Mesele’sinden’ başka bir şey olmadığı idrak edilemiyor!...
Yani yönetim, gaflet-dalalet ve hıyanet içinde değilse, Yunan Temyiz Mahkemesinin Kıbrıs kararı ile ABD’den mezkür belgeyi alsın ve müzakere masalarına koysun bakalım.
*******///*******
AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR
Mustafa Nevruz SINACI
Her ne kadar hükümet, ‘Akan kanlar dursun; Analar ağlamasın’ gerekçesiyle cürmünü cemaate mâl-etmeye; ‘milli birlik ve kardeşlik’ yalanı ile de, suç teşkil eden eylemini devlet politikası göstermeye çalışıyorsa da nafile. Çünkü olay bir komplo, baskı ve dayatma eseri.
Bakınız!..Yunan Savunma Bakanlığı’na yakınlığı ile bilinen, Amina&Asfalia dergisi yazarı ve strateji uzmanı Dimitris Patsules, Derginin 2009 yılı Temmuz sayısında; “ABD’nin, PKK’yı baskı aracı olarak kullandığını ve tamamıyla yok etmeyeceğini, Güneydoğu Anadolu bölgesinin uzun vadede, ABD ve İsrail’in desteğiyle oluşturulacak ‘Büyük Kürdistan’a dâhil edilmesinin planlandığı”nı yazıyor.Makale şöyle:
“ABD askerinin 2010’da Irak'tan çıkması ve bölgede istikrar sağlanması çerçevesinde, PKK ile TC hükümeti müzakereye başlama kararına yöneldi. Şimdiye kadar PKK'ya katlanan ve onu Türkiye'ye karşı baskı unsuru ve sorun aracı olarak kullanan Washington, Afganistan-Pakistan cephesinde ihtiyaçların artmasıyla ABD ordusunun Irak'ta kalamayacağını anladı ve 2007’de politika değiştirerek Ankara ile PKK 'nın tehdit unsuru olarak kalmaması konusunda bir anlaşma yaptı. Karşılığında İsrail'den sonra Amerika'nın Orta Doğu'daki en sadık müttefiki olarak K. Irak'taki Kürt hükümetini tanımasını ve Irak'ın istikrarına yardımcı olmasını istedi.
Sonuçta, Bağdat ve Kuzey Irak Kürt hükümeti, PKK'ya cephe aldı. Örgüt kaçış yolu, eğitim-ikmal ve yeniden organize için üs olarak kullanacağı güvenli bir yer kalmadığı için Türkiye'nin güneydoğusunda eylemlerini sürdüremeyecek.PKK şimdi zor durumda..Çünkü ABD Irak'a istikrar kazandırmak istiyor. Kürtler ise var olan ‘devletlerini’ koruma peşinde...
Amerika ve İsrail, Orta Doğu'da ‘Büyük Kürdistan’ın kurulmasını öngörmekte ve 12 milyon Kürt'ün yaşadığı Türkiye’nin G. Doğusunun bu devlete dâhil edilmesini istemektedir. Bu stratejinin uzun vadede Türkiye'nin çöküşüne neden olacağı unutulmamalı!..”
KRİTİK HAFTA:
Yazar, Ekim sayısındaki "Kürt Meselesindeki Gelişmeler" başlıklı makalesinde: "Kürt meselesi kritik haftaya girmiştir. 25 yıl süren savaştan sonra ilk kez çözüm imkânı, TC’nin bütünlüğünü kurtarma çabalarıyla birlikte görünmektedir. Esasında Washington isterse, bir gecede PKK'yı yok edebilir veya Irak kuvvetlerince temizlenmelerini sağlayabilir. Ancak, ABD şu aşamada PKK'yı yok etmeyi değil, bir süre daha kullanmayı planlamaktadır.. .
Ayrıca, ABD ve AB'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye sağladığı yardımlar karşılıksız değil. PKK izole edilmeden siyasi çözüm bulunması talebi ağırlıklıdır. Erdoğan’ın Kürtler için geniş özgürlükleri kapsayan planlar hazırlaması ABD-AB isteğidir. Sonuçta, kaybeden Türkiye’dir. Çünkü çete savaşının bedeli askeri galibiyet değil, hükümetle müzakere ve siyasi bir çözümün kabul ettirilmesi idi. Bu itibarla PKK, hedefine ulaşmayı başarmıştır.
Türkiye ve Kürtler arasında gerçek savaş, artık siyasi arenada sürecektir. Ancak bunun devamı, öngörülen çete harekâtlı baskı manivelası ile mümkündür. Şimdi Erdoğan, Kürtlere mümkün olduğunca az şey vermeye ve PKK'yı silahsızlandırmaya çalışmakta, oysa Kürtlerin amacı özlü haklar ile siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamda kendi kaderlerini tayin edebilmedir.
Generaller ve milliyetçi partilerin, Kürtlere serbestiler verilmesine tepkileri mesnetsiz değildir. Her ne kadar, DTP ve PKK'nın askeri sorumlusu Murat Karayılan, federe devlete dair taleplerini terk ederek, Türkiye'yi bölmeyecek bir çözümü kabul ediyor gözükse de; Türk liderler Kürtlerin gelecekte ülkeyi bölmenin ön şartlarını yarattığını, bunun sonucu olarak da, sonuçta bir Kürt devletinin kurulacağını bilmektedirler. İşte bu, İsrail ve ABD'nin hedefidir."
Yunanlı strateji uzmanı D.Patsules olanları böyle açıklıyor. Atina Büyükelçiliğimizin bir tekzip’i var mı? Hayır. Hükümetten tepki, reddiye? Yok. Öyleyse hükümetin “demokratik açılım”ının her ne kadar içeriği belli değilse de, birtakım “ayrıcalık ve serbestiler” kapsadığı tahmin edilen projenin uygulamaya konulması halinde, Dimitris Patsules’un ifade ettiği gibi, bunun uzun vadede Türkiye’nin lehine gelişmeler yaratmayacağı çok açık.
(Kaynak: Amina&Asfalia, Sinan Sungur, Odatv.com Kasım-2009)
*******///*******
TABİATIN LANETİ
VE GDO TEPKİSİ
Mustafa Nevruz SINACI
Kimsenin aklına gelmez ve “hayati önemi haiz olmasına rağmen” kamuoyu ve halkın gündemine girmezken; 2009 yılı Kasım ayı başında Tarım Bakanlığı’nın ilgili yasa’dan önce, yönetmeliğini yayınladığı GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) konusu ‘umulmadık bir biçimde” patlama yaptı ve “şok etkisiyle” gündeme oturdu.
Bu, ‘genelde dünya; özelde vatan, insan, toprak, bayrak ve doğa (çevre) sevgisinin ne anlama geldiğini ve ne demek olduğunu?’ bilenler, rasgele değil, ‘bilinçle-inançla’ yaşayan, başka deyişle ‘diğerkâm’ insanlar için çok önemli, sevindirici ve ümit verici bir gelişmedir.
İnşallah bu mücadele sonuç alınıncaya ve halkımıza yönelik kimyasal-biyolojik savaş unsurları def edilinceye kadar, azim, irade, bilim ve kararlılıkla sürer…
Bu ‘bilinçlenme ve kutsal olan yaşamı koruma” savaşının sürmesi zorunludur.. .
ÇÜNKÜ: “Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre; hızla çoğalan, çeşitlenen ve artan hastalıkların % 72’sinin kaynağının besinler ve beslenmeye bağlanmakta olduğu” kritik bir dönemde konu, son derece önemli, dolayısıyla güncel olması çok doğru, yerinde ve isabetli….
TABİATIN LANETİ
Ancak, yıllardır amansız hastalıklara neden olan, insanları zayıf düşüren, dirençlerini (antikor özelliğini) kıran, madden-manen büyük zaaf, bedensel-ruhsal hasar ve tahribata neden olan hormonlar ile; Yahudi tekelinde kronik kanser misali; ‘kimyasal-biyolojik savaş’ unsurları bağlamında ülkemizi saran, insanlarımız, ürünlerimiz, tarım-toprak, su ve ziraatimizi alçakça sabote edip, olumsuz etkileyen tohum konusu ilişkilendirilerek birlikte ele alınmalı ve işlenmeliydi. Maalesef öyle olmadı. Ama buna da şükür.
Lütfen hatırlamaya çalışınız! Aziz Nesin ne demişti?
“Bu ülkede yaşayanların yüzde 60’ı geri zekâlı ve aptal!..”
Aziz Usta bunu söylemeye söyledi, mahkemelik de oldu ama sebebini söylememekle çok büyük bir haksızlık yaptı millete. İşin garibi soran da olmadı. Ama biz, şahsen sormamış olsak da, soranları ve cevabını alanları bulduk, bildik, öğrendik..
Sebebi: 1963 (Amerikan yardımı süt tozu ile bedenen zehirlenme ve sözde barış gönüllüsü ajan provokatörler tarafından beyin yıkama günleri)'den günümüze giderek yoğunlaşan-yaygınlaşan (kimyasal-biyolojik saldırı) hormonlu gıdalar!..
İlk izin verenlerin, Atatürk’ün kurduğu (Tohum, fidan, hayvan vd) Islah İstasyonlarını kapatanların ve et, süt, meyve, sebze ‘besin-gıda maddesi” namına ne varsa hepsi dahil içine hormon katanların Allah belasını versin!... Usul ve füruğlarına, dahili bedhah (iç düşmanlar) ve harici patronlarına lânet olsun. Sözde bilim adına bunlara arka çıkanların tamamına da…
GDO VE HORMON TEPKİSİ
Hormonlu gıda ve GDO katkılı ürünler, antikor oluşumunu önlemekte ve hastalıklara karşı vücut direncini sıfırlamaktadır. Bu nedenle, DSÖ verilerinin de açıkça gösterdiği gibi dünyada hastalıklar hızla artmakta, Tıp bu artış karşısında aciz kalmakta, milletlerim milli gelir ve servetlerinin en büyük bölümü ise bu durumda sağlığa gitmektedir. Sağlık ve ilâç sektörü ise, büyük ölçüde virüs üreticilerinin elindedir. Yani GDO, suni tohum ve hormon imalatçılarının; Yani, İlâh, İlâç ve Silâh tüccarı vampirlerin elinde…
BİR KAÇ ÖRNEK:
1. Ülkemizin sağlık (sektör, ilâç, alet-edevat, teknik donanım ve tahkim) harcamaları toplamı 50 milyar Dolar/YIL olup; Sosyal Güvenlik yatırım, prim ve idame harcamaları buna dâhil değildir. Üstelik bu 50 milyar dolar tutarındaki miktar bütünüyle gâvura gitmektedir.
2. Yabancı sigara üretim ve satışından önce ülkemizde “sigaradan ve sigaraya bağlı” hastalıklardan ölenlerin sayısı yılda ortalama 15-20 bin iken; Şimdi bu rakam yılda 120 bin kişiye ulaşmıştır. GDO, programlı tohum ve hormon kaynaklı ölüm ve hastalık sayısında ise akıllara durgunluk veren bir artış vardır. Bunu anlamak için 1963-2009 dönemine ait “nüfus ile mukayeseli” hastane, hasta, yatak ve ex sayılarına bir bakmanızda zaruret vardır.
Aşağıda, başta GDO konusu gelmek üzere, buna mümasil, insan sağlığı, doğal bitki varlığı ve bu alanı etkileyen faktörler hakkında mükemmel bir çalışma ve araştırma var.
Yazarı: Gıda Mühendisi Süleyman Akdemir…
Kendisi, aynı zamanda “Tek Çare Kemalizm” isimli kitabın da yazarıdır. (*)
Asla kafa karışıklığına yol açmayacak, son derece net, objektif ve orijinal bilgi, bulgu, tespit ve tavsiyelerle tahkim edilmiş “bu” değerli çalışmayı; Konjonktür gereği aydınlatma görevimizin bir parçası olarak bilgi ve görüşlerinize sunuyorum.
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ
ORGANİZMALAR MI???...
Uygarlığın son yıllarda gösterdiği baş döndürücü gelişmeler, önceleri imkânsız görülen amaçların ve hedeflerin belirlenmesini, onların şekillenmesini etkilemiş, günümüz koşullarında farklı yaşam biçimlerinin insan eliyle oluşmalarına yol açmıştır.
Başka bir deyişle, insanoğlu, doğaya bir ölçüde müdahale etmeye başlamıştır. Bilimsel gelişme ve insanın doğaya müdahalesi, belki de bundan sonraki tartışmaların odak noktasını teşkil edecektir. Var olan teknolojiler ve bunların insanlığın geleceğindeki rolleri konusu ise, tüm dünyada temel tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Son günlerde basın ve televizyon kanallarında, daha önce son derece sağlıklı görülen bir katkı maddesinin yasaklanmasına, yada, insan sağlığı adına tedavi amaçlı kullanılan farmasötik (ilaç formunda) bir ürünün sakıncalarının ortaya çıkmasına dair haberlerin ciddi anlamda yoğunlaşması dikkat çekmekte ve ürkütücü boyutları gözler önüne serilmektedir.
Yıllar boyu sağlık için tüketilen onlarca çeşitli (doğal olmayan) maddelerin yarattığı riskler, üreticileri çok da fazla üzmüş veya ticari kaygıların ağırlığı açısından, standart insanların vicdani sorumlulukları kadar bile etkilemiş gibi görünmemektedir.
Bu tavır sürmekte ve insanlar tarafından beslenme yoluyla alınan her türlü ürün için, birbirine zıt iki farklı anlayışı karşı-karşıya getirmektedir.Kabul edilmiş,yıllarca denendiği için risk değerlendirilmelerinde sorun yaşanmamış, yeni gelişmeleri ve mevcut metodolojiyi savunanlarla, belirlenen süreler için gerekli etkileşim analizlerini yaparak çok yeni atılımları öngören modern moleküler biyoteknolojiyi savunanlar, tamamen karşıt görüşler ileri sürmekte ve mücadele etmektedirler.
Mevcut teknolojileri ve doğal yöntemleri benimseyenler için, genetiği değiştirilmiş organizmalar, (GDO) onlarca yıl sonra ortaya önlenmesi, aşılması mümkün olmayan risklere ve sağlık sorunlarına neden olabilir endişesi ile zaten sıcak karşılanmamaktadır. Genetik alanında sağlanan olağanüstü gelişmeler ve bunların günlük gıdalarla sürekli tüketilir olması, bir zamanların korku filmlerine konu olan frankenstein (frankenşıtayn) türü varlıklar veya metabolizmalar oluşturması riski yüzünden genellikle reddedilmektedir.
Sigaranın kanser riski bile onlarca yıl sonra ortaya çıktığına göre, bakış açısı ile ilgili olarak, hak vermemek elde değildir. Modern moleküler biyoteknolojiyi savunanların, çeşitli kültür bitkilerinin genetik şifreleri ile oynayarak ve aslında bitkilere, bitkilerden değil de, çeşitli mikroorganizmaların genlerinden alınan molekülleri monte ederek sağladıkları avantajlar cazip görünmesine rağmen “hayvanlaşmış bitkiler” ortaya çıkmaktadır.
Süreç içinde hangi olumsuzlukların yaşanacağını tahmin etmek bile bazen çok zorlaşacaktır. Kanser tedavisi için kullanılan ilaçların tedavi etmesi gereken kanseri geliştirdiğinin tespit edilmesi, normal ve kabul edilir deneme sürelerine rağmen ortaya bu sonucun çıkması, bitki genlerine bitkisel olmayan moleküller monte edilmesine karşı çıkanların ellerini doğal olarak güçlendirmiştir.
**/**
TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ (2)

Mustafa Nevruz SINACI
Genetiği değiştirilmiş organizmaların gerekliliğini savunan üreticilerin savları ise, genellikle, daha yüksek verimlilik, zararlılardan etkilenmeyen veya zararlıların etkisine daha az maruz kalmış en düşük hasarlı ürün elde edilmesi, hızla artan dünya nüfusu gibi konulardan bahsedilerek desteklenmektedir.
Çeşitli ürün yelpazelerinde yapılan deneyler sonucu alınan neticeleri savunarak, bu şekilde yapılan üretimin gelecekte tek çıkış yolu olarak gösterilmesi ve bunda ısrar edilmesi gibi, belki de kabul edilebilirliğini iyice zorlaştıran bir yaklaşımla sunulması, bu ürünlerin, şüphe edenleri tatmin etmekten uzak bir görünüme bürünmesini sağlamaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü araştırmalarında hastalıkların % 72 kaynağının beslenmeye bağlanması, bu açıdan baktığınız zaman ürkütücüdür. Bilimsel gelişmeye karşı çıkmak ve çeşitli buluşları reddetmek, düşünen üreten insan için asla mümkün değildir. GDO larla ilgili çalışmalar ve onları geliştirip insanlığa sunan modern moleküler biyoteknoloji şaşırtıcı bir hızla mesafe almakta, radikal bazı değişimleri de beraberinde getirip güncelleştirmektedir.
Son derece karmaşık, kontrolü güç, hassas ve titizlik gerektiren bir dizi teknoloji uygulamalarıyla elde edilen bu ürünler esas itibarıyla ‘genlerle oynamayı’ gerektirmektedir.
Tarihe baktığınız zaman mucitlerin yaşamlarını pek zengin olmadan sürdürdüklerini, başka bir deyişle, buluşların kabul edilmesinin öyle kolay bir iş olmadığını biraz da üzülerek izlersiniz. Çünkü teknoloji ve gelişme, sıradan insanlar için, takip edilebilir veya hemen algılanabilir konular değildir. Bir yeniliği takdim edersiniz.
Onlarca yıl geçtikten sonra değeri anlaşılabilir.
Geçen süre insanlık adına kayıp hanesine yazılması gereken ve paranın satın alamadığı tek şey olarak öne sürülen zamandan başka bir şey de değildir.
Son 25 yıl içinde ortaya çıkan genetiği değiştirilmiş ürünlerin de böyle bir süreç yaşaması son derece doğaldır. Bilim adamları ile sıradan vatandaşların aynı konuya çok farklı bakmaları normaldir, mümkündür. Arada ise diğer gelişmelerden farklı bir risk faktörü vardır. Söz konusu olan materyalin etkileyeceği ve belki de geri dönülemez hasarlara yol açacağı varlık, bizzat insanını ta kendisidir.
O halde, konu tamamen insan varlığının geleceği ile ilgilidir. Yanlış beslenmenin, sadece insanların oluşturduğu çevre kirliliğinin, doğal olmayan gıdaların, doğal olup da bilinçsiz yemek hazırlama metotları ile aslında yenmeyecek duruma getirdiğimiz gıdaların ve diğerlerinin insan varlığına yönelttiği tehditler gözden geçirilirse, geleceğimiz adına, her türlü teknolojik gelişmeyi daha çok araştırıp, ince eleyip sık dokumamız gerekmektedir.
Başka bir açıdan baktığımız zaman ise durum gerçekten çok ciddidir.
Aynı konuda, bilim insanlarının bu seviyede farklı düşündükleri ve taban-tabana zıt görüşlere sahip olarak ısrarcı tutum takınmaları olağan bir durumdan çok öte, gerçekte ise acıtıcıdır.
GDO lu ürünlerin Dünya Ticaret Örgütün’ün (DTÖ) baskıları ile bu kadar yaygınlaştırılması, doğal ürünler üzerindeki riskleri, ürünlere karşı çıkanların haklı çıkmaları halinde insanlık için, belki de bir felakete neden olabilecektir.
Savunma mekanizmaları çok güçlü çeşitli hayat formlarının, bu tür ürünlere direnemeyişleri, bu ürünlerin kuşku ile karşılanmasında en büyük etkenlerden biridir. Çünkü, insan organizması, kültür bitki zararlısı diğer canlılarla kıyaslandığı zaman, daha dirençsiz, daha büyük risk altındadır.
Etkilenmesi ise onlarca yıl sonra olabilmektedir. Sürekli yüksek oranda alkol kullanan insanda görülecek olan hasarlar, bazen 40-50 yıl sonra ortaya çıkmaktadır. Acaba yeni geliştirilen genetiği değiştirilmiş organizmaların etkisi kaç yıl sonra ortaya çıkacak veya insan genetiğini de etkileyerek kuşaklar arasında bir deformasyona neden olmayacağı nasıl garanti edilecektir?
Gen teknolojisi en başta, mısır, soya, patates, pamuk, kolza ve domates ürünlerini gündemine almış, yoğun olarak ülkemize girmeye başlamıştır. Son yıllarda yapılan spesifik araştırmalardan kamu oyuna bildirilen bir örneği sizlere sunmak, bir fikir vermesi açısından önemli olabilir.
Pancar şekeri tamamen doğal olan pancar bitkisinden elde edilmektedir.
Doğal yollardan, katkısız, sağlıklı şeker elde etmenin en garantili ve geçerli metodu budur. Ülkemizde kurulan fabrikalardan bazıları ise nişasta bazlı şeker üretmekte ve piyasaya sürmektedirler. Bu üretim biçiminde genellikle GDO lu mısırların yaygın olarak kullanıldığı ise çok yüksek bir ihtimaldir. Önceki yıllarda ortaya çıkan deli dana hastalığının artışı ile, insanlarda rastlanan ve hızla artan Alzheimer hastalığının büyük ölçüde GDOlu ürünlerle ilişkilendirilmesi, durumun zaman içinde yükselen bir tehdit boyutunun da olduğunu gözler önüne sermiştir.
GDOlu ürünler doğal olmayan çevre kirliliği oluşturmakta, diğer bitki formlarını etkilemekte, ekosistemi değiştirmekte ve önemli oranda sosyo-ekonomik sıkıntılar yaratmaktadır. Bir kısım ürünlerde ise baz olarak domuz geni kullanılıyor olması iddiası, işin başka yönüdür. Sağınıza solunuza baktığınız zaman rahatlıkla görebileceğiniz çeşitli allerji vakaları artışı, yine GDOlarla ilişkilendirilmektedir. Alınan toksik (zehirli) maddelerin tasfiyesi ise başlı başına sorun oluşturmakta, ortaya çıkan toksisite (zehirlilik) zor giderilebilmektedir. Antibiyotiklere direnç kazanmış patolojik (hastalık yapan) mikroplar, kanserojenik etkiler, besin değerlerinde görülen bozulmalar ve geliştiği saptanan beri-beri hastalığı da tabloyu genişletmektedir.
En çok dikkat çekmesi gereken konu ise, organik hallerindeyken hayatlarını bu ürünlerle sürdüren doğal bitki zararlıları, aynı bitkinin GDO’lu olanını ASLA YEMEMEKTEDİR.
Doğal ürünlerin öneminin arttığı günümüzde, sahip olduğu coğrafyası ile ve 12600 endemik çeşitliliği ile dünyanın önde gelen bir ülkesi olmamızın farkına varmamızın ve buna göre bir üretim modeli oluşturmamızın zamanı geldi ve geçiyor.
Kontrolsuz, denetimsiz, araştırma laboratuarları eksik ve yetersiz uygulamalarla çağın gerisinde kalarak bu tehditlerin üstesinden gelebilmenin mümkün görülmediği ülkemizde durum gün geçtikce daha vahim bir hal almaktadır.Var olan kaynaklarımızın altın değerinde fırsatlar sunduğu bu coğrafyada, risk oluşturmayan organik gıda üretiminden vazgeçerek, GDO lu ürünleri tercih etmenin, günümüz koşullarında, kendi-kendini tüketmekle eş anlamlı olduğu inancı ile, aziz milletimizin tüm insanlarına, sağlıklı, mutlu ve geleceğinden endişe duymayan bireyler olarak mutlu günler dilerim.
(*) Süleyman AKDEMİR: 1948 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara’da tamamladıktan sonra A.Ü. Ziraat Fakültesinden mezun oldu. (1969) Almanya’da Goethe Enstitüsünde dil eğitimi aldı. Uzun yıllar ticaretle uğraşan Akdemir, imalât, ihracat ve gıda maddeleri bayiliği gibi çeşitli iş alanlarında faaliyette bulundu. Yurt içi ve yurt dışı araştırmalarını, mesleği gereği “Beslenme ve Koruyucu Hekimlik, Çevre Sağlığı” gibi alanlarda da sürdüren Akdemir’in; Kemalizm, Din, Sosyo-Ekonomik Sistemler ve Felsefe gibi alanlarda da yoğun araştırmaları vardır. “Tek Çare Kemalizm” Akdemir’in ilk kitabıdır.
************
e.MAİL: gercek.demokrat@hotmail.com / WEB: http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
Posta: PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA - NOT: Kaynak göstermek şartıyla YAZILAR yayına izinlidir.

GELEN YORUMLAR VE DEĞERLİ KATKILAR:
From: aydin_sami@hotmail.com / To: gercek.demokrat@hotmail.com; Subject: RE: MNS // HAFTANIN MAKALELERİ, (ekli ve içinde) Date: Sat, 7 Nov 2009 16:33:42 +0000
Tesekkürler kardesim.
Çek cumhuriyetinin Sedelik kentindeki Türk (Müslüman) kanı ve kemiklerinden mamul korkunç kilise cok ilginç. Bunu ve diger bilgileri bizlerle paylastiginiz için tesekkürler.
Sempozumda gorüsmek uzere, selamlar,
Aydın Selçuk Sami ***
From: haticesahin12@hotmail.com / To: gercek.demokrat@hotmail.com
Subject: / Date: Sat, 7 Nov 2009 21:57:04 +0200
Sn. Sınacı, yazılarınız çok güzel ve dikkat çekiçi.Acı ama gerçek.
Bizler ne yapmalıyız? Drakulalar halen ayakta. Teşekkür ederim.
Saygılarımla, Hatice Şahin
***
From: cetincatan@hotmail.com / To: gercek.demokrat@hotmail.com; dusunce_firtinasi@googlegroups.com / Subject: "GERÇEK GÜNDEMİ YANSITAN İLETİLER İÇİN ŞAHSEN TEŞEKKÜR BORÇLUYUM" Date: Sat, 7 Nov 2009 16:38:52 +0200
Sn.M.Nevruz SINACI;
Öncelikle,selamlar ve saygılar sunuyorum..
"Düşünce Fırtınası Grubu üyelerine" imzanız altında,ulaştırılan iletileri dikkatlice
okuyanlar arasında yer almakta olduğumu belirtmek istemekteyim...
EKRANLARA YANSIYAN ve ülkemizin gerçek gündemiyle sorunları üzerinde bire/bir örtüşen,konular ;ilgi çekici olduğu kadar,düşündürücü ve "bilimsel" nitelik
ve özellikler arz edebiliyor...!
Yerli ve yabancı "kaynaklardan yararlanılarak" grubumuza,dolayısiyle,ilgi duyan,3.şahıslara,aktarmış olduğunuz bu çalışmalar için,şahsen teşekkürü
bir borç bilmekteyim.Keza; her geçen gün,özellikle,ileri teknolojiye dayalı,buluş,
bilgi ve belgelerin izlenmiş olması,ufkumuzu genişlettiği kadar, bilgi dağarcığımızdaki "birikimlerimizi de, güçlendirmiş oluyor..Bu nedenle;
Zahmetleriniz için,bir kez daha teşekkür ediyor,saygılar sunuyorum...
ÇETİN ÇATAN (Araştırmacı/Yazar) (07.11.2009) pm.16:37