18 Eylül 2010 Cumartesi

EN HAYIRLISI “HAYIR” DEMEKTİR!.. (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Şimdi eğri oturup doğru konuşmak zamanıdır.
Fakat önce, kamuoyunda “dinci” olarak tanınan Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi’den bir alıntı yapalım. İşte, “evet”çi partinin yayın organında AKP’ye hitaben yazdığı 07.08.2010 tarihli makale:
“ALLAH BİN KERE BELÂNIZI VERSİN!.. Allah Cezanızı Versin!..
İSLAMCILIĞIN cıcığını çıkarttınız, Allah belânızı versin!..
Ben çoğunuzun o e...ski mücahitlik günlerini bilirim, ne nutuklar atıyor, mangallarda kül bırakmıyordunuz. Sonra mücahitlik postunu çıkardınız müteahhit oldunuz. Müslüman’san, hangi meşrep ve mezhepten olursan ol, mutlaka doğru ve dürüst olmak zorundasın. Siz yıllar var ki, doğruluk şişesini taşa vurup paramparça ettiniz. Allah bin kere belânızı versin!
Namaz kılıyor, günde onlarca defa Allah'tan sirat-ı müstaqime (doğru yola) kılavuzlamasını lisan ile niyaz ediyorsunuz ve hayatta tam tersini yapıyorsunuz.
Bre uğursuzlar!..
İslam'da devlet ve belediye bütçelerini hortumlamak var mıdır?
Rüşvet almak var mıdır?
Haram yemek var mıdır?
Her türlü emanete hıyanet etmek var mıdır?
Yalan söylemek, halkı aldatmak var mıdır?
Arsa ve arazileri yapılaşmaya açarak, binalara fazla kat çıkma izni sağlayarak haram komisyonlar almak var mıdır?
İhalelere fesat karıştırmak var mıdır?
Haram yollarla süper zengin olmak var mıdır?
Size beddua ediyorum. Allah belanızı versin!..
İki yakanız bir araya gelmesin!..
Haram servetlerinizi huzur içinde yiyemeyin emi!..
Müslümanların yüzünü kara çıkarttınız...
Başınız belâdan kurtulmasın.”
(Mehmet Şevket Eygi: Milli Gazete; 07 Ağustos 2010 Cumartesi)***
Yukarda ne demiştik? Dosdoğru konuşmak ve mutlaka dürüst olmak zamanıdır.
Gerçekte bu, insanlar ve özellikle Müslümanlar için belirli bir zamanı kapsamaz.
Namuskârlık, onur ve sorumluluk bütün zamanları, yani hayatın tamamını kapsar..
Doğru ve dürüst olmak, iman ve amelde (eylem ve söylemde) bir olmaktır.
Zira halka konuşanların (akıl veren, yol gösterenlerin) ve yazanların, her iki âlemde de sorumlulukları pek büyüktür. Bunlar, âlimler (ulema; konuşan ve yazanlar) ile amirler (ümera; idare eden, millet memurlarına emir veren yöneticiler) olarak açıklanır ve tanımlanır.
Şu kadar ki, bu avas (okumuş-ilimle amel eden; avam’ın karşıtı) ekseriyetle namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu; Adalet ahlâkı, hukuk ve hikmet sahibi olmaları, bizatihi milletin zikri, fikri, amel, ilim ve erdemi (yaşam biçimi) ile alakalı olup; Ulema ve Ümera milletin aynası ve dâhi tıpkısının aynısıdır. Bir başka deyişle: Milletin hali, ayniyle hükümetin ahvalidir.
Kur-an’ı Kerim; “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez…” (Ra’d, Suresi: 11) diyor.
Büyük âlim, Cumhuriyetin Diyanet İşleri Başkanı (merhum) Elmalılı M. Hamdi Yazır, ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Allah’ın bir toplumu değiştirmesi, ancak ve sadece insanların değişimi istemelerinden kaynaklanır. Güven, huzur ve emniyetin kalmadığı, dolandırıcılığın, rüşvetin, yalanın, zulmün hâkim olduğu bir toplum elbette yıkılmaya, yok olmaya ve çökmeye mahkümdur. Allah (CC)’ın koyduğu ilahi düzen bunu gerektirir. Yoksa Allah, bir toplumu hak etmedikleri halde helâk etmez. (F. Razi, XIX/22) Bir başka ifadeyle Allah, bir toplumun helâkini sebeplere bağlamıştır. O sebepleri insanlar kendileri oluştururlar. (Elmalılı, Kur-an Dili, IV /2419)
Peygamberimiz Efendimiz de hadis-i şerifinde, “Sizler nasılsanız öyle yönetilirsiniz” buyurmakta; Montesquieu ve Winston Churchill; “Her millet lâyık olduğu şekilde yönetilir” demektedirler. Bu kadim bir bilim, sosyolojik bir vakıa ve bütün zamanların ortak gerçeğidir.
Bir gerçek daha var ki, o’da: Akil, âlim, fazıl ve basir ulemalar ile namuslu, dürüst ve demokrat amirleri (vekil ve siyasetçileri) olan bir toplumda her değişim ve dönüşüm, terakki (ilerleme, gelişme) anlamında olup; Öncelikle sine-i millet de var olan arazı (müzmin sorun ve sıkıntıları) gidermeye matuf olmak gerektir. Sıkıntı gidermeyen, huzur getirmeyen, refah ve saadete vesile olmayan, ferahlık vermeyende hayır yoktur.
Tıpkı 27 Mayıs 1960’da, Mustafa Kemal, Türk, İslâm ve Cumhuriyet düşmanlarınca atılan (ilga edilen) Atatürk ve Kurucu Cumhuriyet Anayasasının yerini alabilecek bir başka anayasa, değişiklik ve her hangi bir esaslı düzenleme konulamadığı gibi!..
Bu zaten olamaz. Olamaz!.. Zira 1923 Cumhuriyeti orijinaldir.
Orijinal “Türkiye Cumhuriyeti” bir MİLLİ DEVLET’dir.
Yeri taklitle, alıntıyla, sanalla ve AB sapıklığı ile doldurulamaz…
Şimdi esasa gelelim ve “ilim, tarih ve hakikatler ışığında” soralım:
“Bu, çoğunluğu kanunla düzenlenmesi mümkün, anayasa değişikliğini gerekli kılmayan, kısmen mükerrer, 26 madde’den ibaret ve 12 Eylül Pazar günü halkoyuna sunulacak tasarı” millet tarafından uygun görüldüğü ve onaylandığı takdirde:
. 27 Mayıs, gasp, işgal ve tasfiye kalkışmasının hesabı sorulacak mı?
. Cumhuriyetin, yok pahasına heba edilen değerleri tekrar kazanılacak mı?
. 27 Mayıs’la gelen ve elli yıldır ülkede var olan, giderek kronikleşen, derinleşen yozlaşma, rüşvet, iltimas, ayırma-kayırma, yalan-talan, yolsuzluk, haksızlık, hukuksuzluk, suiistimal, menfur mafya tasallutları, organize suç, kaçakçılık, kayıt dışılık, kara para, hak-adalet-usul-yasa ve ahlâk dışı sarf, edinim, temlik ve tasarruflar önlenecek mi?..
. Kamu /özel, bilumum sektörleri sürekli denetlenir, hesap verir, tüyü bitmemiş yetimin hakkını korur, “devletin malını deniz bilip” kamu kurumları ve halkı her vesileyle hortumlayan: “domuz, kene ve kan emici vampirlerden” hesap sorulacak mı?
. Tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi anarşi, terör ve tedhiş bir gecede kesilecek, akabinde suç odakları; Mensup, müsebbip, yandaş-yoldaş, yardım ve yaltakçıları, eşkıya ve sair uzantı ve bağlantıları derdest edilip Cumhuriyet Mahkemeleri önüne çıkarılacak mı?
. 1963 yılından bu güne akan kanın, tahrip ve tarümar edilen milli servet’in, izzet ve itibarı ayaklar altına alınan Milli Devlet’in; Yalanla, talanla gasp ve irtikap edilen, eşe-dosta, kardeşe-yoldaşa peşkeş çekilen Milli Servet’in hesabı sorulacak; Kayıp ve kaçaklar tazmin ve telâfi edilecek, devletin namusu kurtarılacak mı?
. “Demokratik özerklik ilan edeceğiz” diyen menfur dönme ve devşirmeler tutuklanıp “tarafsız-bağımsız adalet” yargı önüne çıkarılacak mı? Bedhahların yardım ve yataklık ettiği bilumum anarşist, terörist ve tedhişçiler, her tür uzantı ve bağlantıları dahil olmak üzere “şer-şeytan, hain ve düşman” unsur bataklıkları mutlaka kurutulacak; AB’ye tekme vurulacak mı?
. 13 Eylül’den itibaren ülkemizde huzur iklimi, emniyet, güven ve sükun ortamı tam olarak sağlanacak; Demokrasi, hakkaniyet, adalet ve hukuk hâkim kılınıp; Kuvvetler ayrılığı erk, eklenti ve bağlantıları tarafsız ve bağımsız; Hükümet, hak, hakikat, adalet ve hikmetle hükümferma olacak mı? TBMM, ab-abd, sulta, vasi ve cuntalara karşı tam bağımsız, kürsü masuniyeti hariç her türlü dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyazdan soyutlanmış olacak mı?
Açıkça, namusluca, dürüstçe, erkekçe söylensin..
Kesinlikle EVET’mi? Yoksa!...
Görüne hale göre: Kesinlikle HAYIR!...
***
EN HAYIRLISI “HAYIR” DEMEKTİR!.. (2)
Mustafa Nevruz SINACI
“Ağzınızı hayra açın. Niyet hayr, akıbet hayr!..”
27 Mayıs 1960 ile başlayan fetret devrinin en nefreti mucip, mezalim ve illet tarafı, adalet ahlâkı, salt dürüstlük ve evrensel hukuk anlayışından yoksun olmasıdır.
Peki, bu “anayasada değişiklik” tasarısı; Bütün haksızlık ve hukuksuzlukların menfur milâdı 27 Mayıs’ı sorgulama ve yargılama yolunu açıyor mu? Hayır. Açmıyor. Neden..?
TC’nin yere yıkıldığı, çökertildiği yer 27 Mayıs değil mi onlara göre?..
Referandumcu hükümet “12 Mart evveli” gibi, 27 Mayıs’ı da tasvip ve tasdik mi etmektedir acaba!.. Yoksa mesele taaa Lozan’a ve Sevr’e dayanan bir kuyruk acısı, kin, intikam, paylaşma, bölücülük ve hesaplaşma dan mı hız ve ilham almaktadır?…
BAKALIM:
Kendilerini DARÜLHARP’in havarileri olarak gösteren din adamı, gönül adamı, şeyh, efendi, kanaat önderi ve mürşit nam, öğe ve unvanlarla anılan sakallı şeytanlar; Bunu (aldatmaca ve yalanı) apaçık gördükleri; TC’nin kesinlikle DARÜLİSLAM olduğunu ise çok iyi bildikleri halde; Niçin?!.. İnsan’a, İslâm’a, evrensel hukuk ve ahlâka aykırı, ayrılıkçı, bölücü değişim fetvaları verirler? Fetva, yalan ve iftiraları ile ülkemizde müesses milli birlik, beraberlik ve kardeşliği bozmak isterler. Niçin? Türkiye Cumhuriyeti Dâr-ül’İslâm değil; Dâr-ül’Harptir diye apaçık yalan söylerler?
Yalan söylerler de, fitne, fücür, fesat ve tefrikaya sebep olurlar.
Bunu, bir de gidip ehline, Mutasavvıf H. Galip Hasan KUŞÇUOĞLU’na danışsınlar..
Atatürk’ü de sorsunlar O’na;…
Ve Mustafa Kemâl’in, ALLAH (CC) tarafından “İSLAHA” vazifeli kılındığını şâhidinden öğrensinler.
“ALLAH’ın istisnai yaratılmış seçkin kulları, Emr-i İlâhinin bekçileridir. O’nların bazıları irşâd’a, bazıları ikaz’a; Bazıları da İSLAH’a vazifelidirler. Atatürk islah vazifesi ile vazifeliydi. Şahidim.”
(Bak: H. Galip Hasan Kuşçuoğlu, Tasavvuf ve Zikrullah, Alıç Ofset, 2002, Antalya)
Bu gaflet, dalalet ve hıyanet ehli, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün TBMM'de "Her Millet layık olduğu şekilde yönetilir" ikazı ve irşâdından bihaberdirler. Dolayısıyla bu sözün günümüzde geçerli olduğunu, geçerliğini koruduğunu haykırırcasına şerrin, batıl, tefrika ve yanlışın yanında yer alırlar!..
Bunlar, öyle gafil kör ve sağır hallere düştüler ki, Peygamber efendimizin "Kendini idareden aciz milletlerin başına öyle birilerini musallat ederiz ki, gelenlerden memnun kalırlar ve gelenler de onlardan..” hadisini idrak edemez, kavrayamaz; Hadis-i Şerif’in çağa yansıması ve izdüşümü bakımından ne anlama geldiğini dahi bilemez anlayamazlar.
Kaldı ki, bugün ülkemizde açlık, yokluk, pahalılık ve işsizlik sürüyorsa ve memleketi bu duruma getirenler önemli makamlarda görev başında iseler suçu nerede aramalıyız?
Kendimizde mi? Bizi yönetenlerde mi?
Dahası; Bizi yönetenleri acaba biz mi seçtik?
Seçim ve siyasi partiler kanunları buna imkân vermekte midir?
Yoksa 50 yıl önce başlayan vesayet, cunta, sulta ve dikta neden hala yürürlüktedir?..
Neden yolsuzluk artarak sürmekte?. Yolsuzluk haksızlık nedeni olmakta...
Haksızlık, hukuksuzluk ve yolsuzluk halka bir değişim-dönüşüm (transformasyon) gibi sunulmaya çalışılmakta; Fiyakalı, süslü oda ve makamlarını kaybetmek istemeyenlerle; işbu makam sahiplerine yaranmaya, yağcılık, yaltaklık ve yalakalıkla onların yerine oturmaya çalışan, buzlanmış beyinlerin bir türlü anlayamadığı değişim bu değişim değildir...
Gerçek değişim terakkidir. Kalkınma, gelişme, yükselme, “birlik, beraberlik, barış, hoşgörü ve anlayış içinde” ortak refah ve saadete erme; Toplum olarak zenginleşmedir.
İnsanlık alemi bu sayede taş devrinden, bu güne kadar geldi....
Ya, Türkiye Cumhuriyeti halkı, kadim yurttaş ve vatandaşlar olarak biz!!! ..
Yüksel tahsil yapmış, eğitimli insanımızın %90’a yakını devleti hortumlamakta, yani hırsızlık-yolsuzluk, sahtecilik ve nitelikli-niteliksiz dolandırıcılık yapmaktadır. Oysa hırsızlık, evrakta sahtecilik, bankaların içini boşaltmak, her türlü yalan, iftira ve dedikodu, ordu göreve diyerek darbe çağrısı yapmak, Türk Askerine iftira, suçlulara yardım-yataklık, anarşist ve teröristleri koruma-kollama, yardım ve yataklık cahil, aptal, primitif tür, akılsız ve hainlerin, zayıf, korkak basiretsiz kişilerin işidir. Lakin bu sergerdeler ihtisas sahibi olmadıkları alan ve konularda ahkâm kesmektedirler. Her konuyu bildiğini sanan cahillerden olmak ne kötü!...
Hazreti Yunus bu güruha şöyle der:
İlim ilmek ilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsin/Ya nice okumaktır.
Bunlar kendilerine bir görev verildiğinde “her şeyi bildiklerini” sanarak kimseye danışmadan ve ehliyle müşavere etmeden iş yapan cahillerdir. Yine Yunus’un iki dörtlüğü ile bu okumuş cahillere seslenelim.
Okudum bildim deme/Çok taat kıldım deme.
Eğer Hak bilmez isen/Abes yere yelmektir.
Dört kitabın ma’nisi/Bellidir bir elifte.
Sen elifi bilmezsin/Bu nice okumaktır.
Milletimiz asla cahil değildir, milletimiz ariftir, feraset sahibidir. Milleti aldatmaya yönelik manüplasyonlara, yalanlara basiret ve feraseti ile aldanmamıştır. Asıl cahil olanlar, bu milletin dişinden, tırnağından arttırarak okuttuğu ve kendisine tepeden bakan, kendisini yok sayan, değer vermeyen, alay eden, güdülecek sürü gibi görenler; İnsanlarımızı Türk–Kürt, Alevi–Sünni, dinli–dinsiz, şucu–bucu diye ötelemek, ayırmak ve bölmek isteyenler cahil, ilim ve zekâ düzeyi çok düşük, şahsiyeti gelişmemiş, aciz ve zavallı, yahut da Türk ve Müslüman düşmanlarına casusluk yapan ajan provokatörlerdir. Bu çok iyi biline ve dikkat edile!…
Allah bu milletin başına bela olan okumuş cahillere fırsat vermesin…
Anayasa değişiklik tasarıları ve referandum tarihinin en tuhaf, trajik ve antidemokratik olayı şu 12 Eylül referandumu olup; Bu bir dayatma, mecbur tutma, mahküm etme ve ataların dediği gibi ‘ahlâk dışı aldatma, kandırma ve hukuksuz icbar’dır.
Daha açık bir anlatımla: Hileci, üçkâğıtçı, dessas ve kurnaz manavın, dibi çürükle dolu bir çuval inciri, tepeye serpili az miktar kaliteyle tüketiciye kazıklaması gibi bir şey veya AB ve ABD’den zorunlu bir alım yapmaya kalktığınızda, yanına bir sürü yaramaz ve ihtiyacınız olmayan mal dayatmaları misal, fırsatı ganimet bilerek yapılan bir “uyutma, aldatma, kakalama ve kandırma” yöntemi gibi...
Öyle değilse, niçin 26 madde tek tek oylamaya sunulmadı?..
Bu bir oyun. Kuralı adalet, hukuk ve ahlâk olmayan kirli bir oyun!..
İlk kez “emir ve kademe zincirine riayetle” gerçekleşen 12 Eylül; 1961’e nazaran çok daha onurlu, adil ve şereflice oluşturulan Anayasa; Bu anayasa uyarı teşekkül eden kamu yönetimi, kurum ve kuruluşlara karşı tavır; Ve, “12 Eylül öncesi özlemi” ile hayata geçirilmek istenen bir irtica düzenlemesi!... Anayasası, ıslah edilmiş kurumları ve öncekine oranla “hür, hükümran, egemen ve özgür” bir Türkiye istikametinde oluşturulan mevzuata karşı Turgut Özal’dan beri süregelen düşmanlık. Bunun icrası ise, ABD partnerliği ve AB yalakalığı yoluyla yapılmakta…
Aldatmaca-kandırmaca, dayatmaca, hile ve desisenin sebep ve hikmetine gelince:
Malum 27 Mayıs, 11 Kasım 1938 karşıdevriminin ikinci aşamasıdır...
(Gerçekte 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’da mütemmim cüz olarak planlanmıştı.)
Temel amaç: 14 Mayıs kazasını, bütün sebep ve sonuçlarıyla kökten söküp atmak; Atatürk, Türklük, Türkçülük, Milliyetçilik ve İslâm adına Türkiye Cumhuriyeti’nde her ne varsa tarihten, tabiattan ve hayattan silmek, hafızalardan kazımaktı.
Bu cihetle 27 Mayıs’ın hesabı sorulmadan, 12 Eylül ve diğerlerinin hesabı sorulamaz.
Ancak, 12 Eylül’ün milli mutfakçıları, gizli kahramanları, doğal aktörleri, umur-u hikmet ve ebed müddet devlet yanlısı, Türk Milliyetçisi samimi zinde güçleri vardı. Başta Dr. Faruk SÜKAN olmak üzere, kamu vicdanını temsil edenler bunun pek ala farkında ve şuurunda olarak hareket ettiler. Dolayısıyla 12 Eylül, devrimbazların, gerici, mürteci ve yobazların, dâhili ve harici bedhahların planladığı biçimde gerçekleşmedi.
İşte 12 Eylül’e karşı derin düşmanlığın esas nedeni ve sebebi budur.
Bu nedenle 12 Eylül’ün bir tek sebebi, fakat iki yüzü vardır.
Sebep: Şiddetle tahrik edilen kardeş kavgası, kan, kin, nefret ve intikam; Ülke ve milleti bölmeye, parçalamaya matuf fesat, ifsat, tefrika, yalan, talan, iftira!.. Hayatın her alanına sızan rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, hortumculuk, kamu gücü destekli banker ve banka, döviz-faiz faciaları… Karaborsa, kıtlık, yokluk, fakirlik ve yoksulluk. Bir millet ve toplumu çürütmek, yozlaştırmak ve yok etmek için lâzım gelen bütün lânetli işler, kirli iş ve pis argümanlar!.. Tarafların aktörleri bir, baronları birdir. Kargaşa için silâh, örgütlenme için para, hep aynı kaynaktan gelir, sağa da, sola da aynı elden verilir. Oynan, kanlı, kirli, alçakça, düşmanca, menfur bir oyundur.
12 Eylül’ün en önemli sebeplerinden biri de, Hungtinton ve Prof. Bernard Levis tarafından ortaya atılan ve belirli çevreler tarafından zamanla Büyük Orta Doğu Projesi’ne (BOP) dönüştürülen “uygarlıklar çatışması” için Türkiye’ de ortam hazırlama gayretlerine dayanır. Aslında bunun evveli 1957-60 yıllarını da içine alır. Ancak, DP’nin çok bilinçli, milli meselelere vakıf ve çok uyanık kadroları ülkeyi büyük badirelerden kurtarmış, ancak, hüsrana uğrattığı dış düşmanla birlikte tezgâhlanan 27 Mayıs felâketinin önüne geçmeye yetmemiştir.
Sonuç “evet” olursa; Milli Birlik ve Milli hâkimiyet sağlanıp korunacak mı?
Recep’in yüzüne karşı yükselen ‘özerklik’ teranelerine bakılırsa,
Kesinlikle “Hayır” !........

Hiç yorum yok: