26 Mayıs 2011 Perşembe


Rauf DENKTAŞ'a geçmiş olsun dileklerimizle...

Günümüz dünyasının gerçek Türk Liderlerinden Sayın Rauf Denktaş’a geçmiş olsun diyor, mücadeleci ve kararlı kişiliği ile bu sıkıntının da üzerinden kolayca geleceğine inanarak acil şifalar diliyorum. 
Bu vesile ile de, İbrahim Tatlıses'e gösterilen medyatik merak ve ilgi çılgınlığının sıradan bir ölçüde bile olsa neden Sayın Rauf DENKTAŞ'a gösterilmediğini (tüm ilgilileri) kınayarak soruyorum.  
Türk olduğu için mi?
Ali Aslan  Dumanol & Mustafa Nevruz SINACI

14 Mayıs 2011 Cumartesi

TÜRK'ÜN SON ZAFERİ ve TÜRK DEMOKRASİ BAYRAMI

Merhaba Gerçek Demokrat (Mustafa Nevruz SINACI) Kardeşim. Size rahmetli Babamın çıkardığı ve İskenderun da yayınlanan ÖZVATAN mahalli Gazetesinin DP'nin iktidara gelişini haber veren gazetenin fotoğrafını koleksiyonumdan çekerek ekte takdim ediyorum. Güzellikler ve gerçekler paylaştıkça değerlidir. Sağlık ve Başarılar temenni ediyorum.
Özkan EKEKON

Türk Tarihinde “ADNAN MENDERES” Sempozyumu Aydın Menderes Üniversitesi Atatürk Kongre Merkezi; AYDIN

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının ertesi günü; Daha Cenaze Namazı kılınmadan, mübarek bedeni soğumadan ve aziz nâşı toprağa verilmeden; baskı, tasallut, tehdit ve tefrika ile kendisini 2. Cumhurbaşkanı seçtiren İsmet İnönü ve yandaşlarınca vaki;, “Türk İnkılâbı ve Atatürk ilkeleri’ni” milli hafızadan silmeye matuf menfur karşı devrim’in faili; gerici ve mürteci milli şeflik zihniyetinin partizanlık ve amansız zulmü 12 Kasım 1938’de başladı.        
            Daha yenice, bir büyük savaştan çıkmış, esaretten kurtulup istiklâline kavuşmuş; Aziz, kadim ve necip Türk Milleti’nin hayatı 11 yıl 7 ay boyunca karanlık, tiranlık, baskı, zulüm ve zindan edilerek; 14 Mayıs 1950’ye kadar süren bir işkence ve kâbusa gömüldü.
Halk, Atatürk önderliğinde elde ettiği bütün kazanımlarını yitirdi.
Dahası, 26 Aralık 1938 günü, devletin tek partisi, yönetici ve yönlendiricisi CHP ilk “olağanüstü kurultayını” yaptı. Bu Kurultayda İnönü, Cumhurbaşkanlığının yanı sıra, “Milli Şef” sıfatıyla partinin değişmez genel başkanı ilan edildi. Yani böylece Parti Genel Başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığı aynı kişide birleşti. Buna paralel; Devletin Valileri CHP’nin İl Başkanı, Kaymakam ve Bucak Müdürleri de İlçe ve Bucak Başkanı yapıldı. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere, çoğu il’de Valiler aynı zamanda Belediye Başkanı idiler!..
            Yani kısaca, 12 Kasım 1938’den itibaren ülkeyi karanlık, kâbus, despotizm ve zulüm bürüdü. Ta ki, 07 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti’nin kurulmasına kadar!.. Türk Milleti, bu zaman zarfında yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, açlık ve hastalıktan kırıldı. Jandarma zulmü dillere destan oldu. Masum ve mazlum insanlar, sıradan vatandaşlar devletten korkar ve halk partisinden nefret eder oldu…
Özellikle kırsal kesimde, dönemin hayat şartları çok ağırdı. Büyük bir yokluk, cehalet ve sefalet yaşanıyordu. Mahmut Makal'ın Ocak 1950'de yayımlanan “Bizim Köy” adlı romanı “milletin efendisi” denilen köylünün nasıl bir açlık, yokluk ve yoksulluğun pençesinde yaşam mücadelesi verdiğini, şöyle bir örnekle anlatır: "9 Ekim Cumartesi. 1. dersten sonra çocuklara sırayla sordum. Bu sabah 21 kişi hiçbir şey yemeden aç gelmiş. 10 kişi yavan ekmek dürüp yemiş. 11 Ekim öğleden sonra: 31 kişi hep karpuz şalağı ile ekmek yemiş.(Cacık: Yabani ot)"    
            İşte, 12 Kasım 1938 – 14 Mayıs 1950 arası devletin ve milletin hali budur!..
            Bu nedenle 14 Mayıs; Tarihi söylem biçimiyle “Beyaz İhtilâl” çok önemlidir.
Bu gün; Türkiye de demokrasinin doğum günü; Cumhuriyetin demokrasiyle buluşma, halkın devletle barışma, kucaklaşma; 12 yıldır maruz kalınan, mağduru olunan geri kalmışlık zincirinin kırılma; Devletin dikta, sulta ve cuntalardan kurtarılma; millet iradesine kavuşma ve bu sayede tarihinin en büyük kalkınma - gelişme hareketin başlatılma günüdür.. 
Başlayan günün Mimarı; Atatürk’ün Komitacı Başvekil’i Celâl Bayar ve bizzat millete vekil tayin ettiği Adnan Menderes ile efsanevi arkadaşlarıdır. Türkiye, 10 yıl süren Menderes iktidarında, tam bir “asrısaadet” dönemi yaşamış; 27 Mayıs 1960 menfur kalkışmasına değin, dünyanın en mamur, müreffeh ve muktedir devletleri arasına yükselmiştir. Umur-u devlet, sine-i millet, kamu vicdanı, insanlık ve İslâm âlemi O’na minnettar ve müteşekkirdir.
İşte bu ve daha binlerce haklı, doğru nedenle 14 Mayıs, maşeri vicdanda “Demokrasi Bayramı” olarak bilinir ve kutlanır. Ben de kutluyorum. Bu günü manâ ve muhtevasına en uygun biçimde ihya eden “Adnan Menderes Üniversitesini” de..     
Atatürk’e taciz ve aziz hatırasına tecavüze vesile l Mayıs’ı “İşçi Bayramı” ilân ettiği halde; 14 Mayıs’ı “Demokrasi Bayramı” ilân etmekten kaçınan AKP ve hükümetini kınar; Sempozyum’un hayırlı, kutlu ve başarılı olmasını dilerim.    
Mustafa Nevruz SINACI
Siyaset Bilimci-Hukukçu, Araştırmacı-Yazar
Demokrat Parti 7. ve 9. dönem Genel Başkan Vekili
Millet, Devlet ve Rejime Muhalefet
Mustafa Nevruz SINACI
O’nun için “sopası yok” diyenler, büyük bir gaflet, dalâlet ve yanılgı içindeler. Türkiye’nin 36 etnik unsurla (Kürt Sorunu) var diyenler de!..
Bunların hepsi yalan, emperyalistlerin (hırsız, yolsuz, soyguncu, vurguncu, leş kargası ile sülüklerin) dayatması ve ahmakları kullanma, milletleri aldatma, sömürme vasıtasıdır. Bir taraftan da, “hükümetler kullanılarak” milletler aptal yerine konuluyor. Nasıl mı? Şöyle: Suriye de Kürt’lerin adı yok. Vatandaşlık ve insanlık hakları da!.
Değil, bizim Kürt kardeşlerimiz gibi birinci sınıf vatandaş olmak; Oradakilerin tamamı öteki.. Sıralamada adları yok. % 5 azınlığın % 95’e tahakküm ettiği insanlık ve İslâm dışı, hak ve halk düşmanı bir BAAS rejimi. K. Irak’a gelince tam bir rezalet… Kayıp Yahudi kabilesi banisi Barzani-Talabani çetesi kuzeyin Kürtlerini sürüm sürüm süründürüyor. İran’a gelince; İran’ın da “my bradırlar” ve Esat’lardan farkı yok!..
Şimdi adama sorarlar. Niçin İran, Irak ve Suriye’de Kürt sorunu yok?..               
Şimdi bizde fütursuz yalanlar söyleyerek; “Kürt Sorunu var, sivil Anayasa sorunu var” diye AB dalkavukluğu ve ABD yalakalığı ile millete şov yapmak, iftira etmek, tam aymazlık, utanmazlık, alçaklık ve şımarıklıktır!...
Sürekli aldatmak, halkı aptal yerine koymak veya sistematik ajitasyon yahut asimetrik sosyolojik, psikolojik savaşla; Beyinleri iğfal ederek, milli hassasiyetler ile mâşeri vicdanı, yani, “kamu vicdanını” uyuşturmaktır.
Bunun adına: Millet, devlet ve rejime muhalefet denir.
Bir iktidar partisi için “millete, devlete ve rejime muhalefet” felâkettir.
Örneğin: Anarşi, terör ve tedhiş örgütünün mahpus başı ile görüşmek; Hukuk dışı bağ, yardım, yataklık ve yaltaklık unsurlarına taviz; Müesses nizamın Ordu, yargı ve bürokrasi gibi temel kurumlarını ıslah; Görevi kötüye kullanma, hırsızlık-yolsuzluk ve suiistimal faillerinden ayıklayıp, arındırmak yerine; Güçsüz kılınmaları, dumura uğratılmaları, “siyasi kadrolaşma” vasıtasıyla bir nevi, asli fonksiyonlarından uzaklaştırılmak suretiyle, iktidar partisinin emir ve hizmetine ilhaka kalkışmaları bu meyandadır.          
Bundan vahim hakikatler, vukuatlar, görevi ihmal ve suiistimaller var.
“Şurası mutlaka bilinmelidir ki; Sadece İstanbul değil, Ankara, Diyarbakır, Hakkâri, Van, Şırnak, Mersin ile diğer il ve ilçeler dahil olmak üzere, 18-19 Nisan 2011 Pazartesi-Salı günü meydana gelen saldırı, cinnet ve kalkışmalar; bir "Kürt sorunu” iddiası ve ihdası ile "rant seferberliği" ilân etmiş güruh, dönme-devşirme ve sabetayların TC vatandaşlarını "gasp, irtikap, soygun-vurgun" ve harici bedhah yandaşlarına peşkeş çekme harekâtının alçaklık, küstahlık ve aleni düşmanlık yüzüdür.
Aksi taktirde; ülkemizde asla bir Kürt sorunu yoktur.
Apaçık görüleceği üzere, "vardır" diyenlerin, bölücü örgüt ve elebaşısı dâhil aralarında "bir tek Kürt yoktur". Bu organize serseri takımı, dahili bedhah ve sergerdelerin tamamı her ne kadar TC vatandaşı olsalar bile; Hakikatte Ermeni, Rum ve İbrani asıllı dönme-devşirme, ajan provokatör ve kripto olup; AB-ABD'nin, beyinleri iğfal edilmiş, ihanet erbabı, göbekten düşmana bağlı, bindirilmiş kıt'alardır.
Bunun çok iyi bilinmesi; Mustafa Kemâl AtaTürk'ün ifadesi ile: "Ülkemizin en asil soy ve kadim boylarından olan" Kürt kardeşlerimiz ile; Barış, karşılıklı itimat, onurlu-sorumlu işbirliği, akrabalık, sadakat ve samimiyete dayalı insicamın özenle korunması ve bu menfur unsurlara karşı "İTTİHAD VE TEVHİD" yapılarak birlikte mücadele edilmesi gerekir.
Zira "6-7 Eylül" olayları da bu güruhun tertibi olup; 27 Mayıs 1960'da bu melânetlerin işi ve eseridir. Artık TC vatandaşları kendine gelmeli ve bu melânetlere; Tek bir bilek ve tek bir yürek olarak "Yeter artık dur" demelidir.” Başka türlü bu soygun, vurgun, peşkeş ve ihanet önlenemez. Gündem: Çok samimi ve ciddi bir şekilde “hesaplaşma ve yüzleşme” olmadıkça; Adalet avdet etmez, ülkemiz “özgür ve bağımsız” bir hukuk ve demokrasi devleti olamaz!.. 
Sorun “MİLLİ DEVLETİ İHYA” Sorunudur.
Mustafa Nevruz SINACI
Halka söz verilmesine ve yıllardır “duygu sömürü” (siyaset simsarlığı) yapılmasına rağmen, 14 Mayıs Demokrasi Bayramı olarak kabul ve ilân edilmedi. Oysa komünist ürünü, terör ve tedhiş unsuru “Bir Mayıs” hem bayram ve hem de tatil edildi. Bu ikiyüzlü bir siyaset ve çifte standart, milleti aldatma ve kandırma değil de nedir?.. Peki, oldu da ne oldu?.. 
Güya bu yıl, bir Mayıs “İşçi/Emekçi” Bayramı; Ülke geneli ve adı “Kızıl Meydan” a çıkan Taksim’de sorunsuz olarak kutlandı öyle mi?.. Üstelik AB dayatmaları doğrultusunda düzenlenen “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu” engeline takılmadan.. Özgürce veya eylemcilerin tavrına bakılırsa haince, alçakça, şerefsizce, düşmanca ve küstahça!.. 
Bir Mayıs’ta, özellikle İstanbul/Taksim, Diyarbakır, Mersin, Güney Doğu’nun büyük bölümü ve nispi olarak diğer yerlerde yaşanan “aleni düşmanlık, tam ihanet, alçaklık, adilik ve küstahlık”; İktidar’ın ileri sürdüğü açılım, yeni demokrasi ve insan hakları göstergesi falan değil; Tam aksine aczin, iradesizlik, güçsüzlük veya terör odaklarına yardım ve yaltakçılığın iğrenç görüntüsü idi!.. Bu bir zaaf da olamaz!.
Madalyonun diğer yüzü de çok kirli. Şöyle ki:, Muhtelif görevler için: Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtarıcısı ve Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun ilkeleri ve inkılâplarını (devrimlerini) koruyacaklarına yemin edenler (bunlar kendilerini iyi bilirler), 1 Mayıs 2011 Pazar günü; Sözde “İşçi-Emekçi Bayramı” kutlamaları sırasında onun heykeline çıkarak, alçakça, şerefsizce, soysuzca ve haince “taciz-tecavüz ve hareketlerde bulunanlara” müdahale etmediler. Devlet adına orada bulunan Polis de müdahale etmedi. Oysa bunlar terör örgütü kisvesine bürünerek istismarı iyice tırmandırmaya ve alenen tahrike çalışmışlardır.
Şimdiye kadar bu melânetlerin, Kürtçülük faaliyeti ve TSK ya karşı saldırıları dışında ATATÜRK' e karşı bir eylemlerine rastlanmamıştır. Bu vahim ve açık tahrik nitelikli saldırı karşısında, devlet güvenlik teşkilâtının sessiz ve kayıtsız kalmasından hayrete, dehşete düşen bazı vatandaşlar şöyle konuştular ve yazdılar: “Manzarayı görenler arasında Bunlar olsa olsa, İmam Hatipten yetişme Din Bezirgânları olup, Çapkının emrindeki Tarikat - Cemaat üyeleri olmalıdır. Güya Anıtın etrafında barikat kurarak Ata’yı savunmaya çalışmışlar. Herhalde bir istihbarat var ki buna ihtiyaç duyulmuş..” Bunu yazanlara şöyle cevaplar verildi:
“O zaman neden sivil giyinmiş, vurduğu yerden ses getiren Görevliler kullanılmadı?.. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun bu memlekete yaptığı hizmetleri unutturmak ana görevleri olmaktadır. Hem de utanmadan bunların çıkmasına göz yumulmuş, her hangi bir işlem yapıldığına şahit olunmamıştır. O ahlaksızlar, ATAMIZIN yüzüne ve başına o kahrolası ellerini sürerek, V işareti yaparak, Bebek katilinin resmini ve renkli pisliklerini asarak, her türlü ahlaksızlığı yapmışlardır. Bunları görüp, mani olmayan, bütün görevlileri Lanetliyoruz - kınıyorum. Bize göre 1 MAYIS Kutlaması, sadece Propaganda ve Provakasyonun yapıldığı bir toplantı olmuştur. Bu duruma neden olanların, Allah Belasını Versin.”
Siyaset bilimi, felsefe ve sosyoloji de “hükümet olmak” hüküm etmek anlamına gelir. Bunun en mükemmel açılımı; “Devlet kurma ve devlet olma” sanatının binlerce yıldır banisi ve rakipsiz zirvesi Türk Milli siyaseti tarafından yapılır. Mustafa Kemal Atatürk’ün, insanlık düşmanı, alçak ve aşağılık emperyalistlere karşı verdiği mücadelede “bunu” açıkça görürüz.
Buna göre: Devlet için; Ismarlama, dayatma, zata mahsus ve uyduruk “yasa” nam düzenlemeler bir anlam ifade etmez. Asıl olan, adalet ahlâkı ve evrensel hukuktur. Devlet cihazlarının esas, usul ve şiarı buna göre kaimdir. Yani: Devlet adına tasarruf hakkına sahip olan herkes ve her kurum: Evrensel hukuk, kamu vicdanı ve doğrusal yönde kişilik haklarına uymak ve bunları her şeye rağmen korumak, korutmak zorundadır. Dolayısıyla hükümetler adaletle hükmetmek zorunda ve durumundadır. Hükümetler, devletin diri cihazı el, ayak ve kollarıdır. Bu sıfatla:, Evrensel hukuk, genel ahlâk ve kamu vicdanı cihetiyle “suç teşkil eden her teşebbüs, eylem ve kalkışmayı” anında önlemek hükümetin görevidir.
Aksi takdirde hükümet “keellem yekün” yok hükmündedir.   

7 Mayıs 2011 Cumartesi

24. Parlamenter atamaları!...

 Parlâmenter Atamalarına 24. Onay
Mustafa Nevruz SINACI
Gerçi iş işten geçti maalesef!..
Olan oldu bir kere…
Çünkü akredite medyanın menfur kanallarında boy gösterip, beyin yıkayan primitif türler; “12 Haziran 2011 seçimleri yeni anayasa, insan hakları, özgürlükler ve demokrasi için, tarihin ve tabiatın bahşettiği bir lütuf ve en büyük fırsat!..” diyorlar.
Lâkin görev yükledikleri aktörlerin “taşıma sulu kafalar” ve “bindirilmiş kıtalar” olduğunun farkında bile değiller.
Bu, emsali nadir görülebilecek bir gaflet, dalalet ve demokrasi adına apaçık hıyanettir. 
ASLINA BAKILIR VE ESASINA İNİLİRSE!..
Cemaziye-i evvelleri araştırıldığı ve ayinelerine (icraatlarına) bakıldığında; İnsanlık adına lâf etmeye kalkışacak son kişiler sıralamasında bile bulunmayan, sicili bozuk bu güruh, tam bir alçaklık ve küstahlıkla millete yalan söylüyor.
“1982 Anayasası despot, 1924 dikta ve 1928 cunta idi” diyerek Milli Devlet’in bütün kurucu unsuruna hakaret, iftira ve Mustafa Kemal Atatürk’ün kadim hatırası, evrensel değeri haiz eseri ile mübarek ruhu’nu rencide ediyorlar.
YALAN, İFTİRA VE RİYA!...
1980 müdahalesinden sonra askerlerin hazırladığı Siyasi Partiler Kanununda “aday belirleme” kuralı:, “Siyasi partilerin aday listesi ve adayların listelerdeki sırası, o seçim çevresinde o siyasi parti üye kayıt defterine göre düzenlenen parti seçmen listesindeki bütün üyelerin ilçe seçim kurullarının yönetiminde serbestçe oy kullanacakları bir ön seçimle tayin ve tespit edilir” biçiminde iken; Demokrasi düşmanı Politika tekellerince 17 Mayıs 1987 tarihinde yapılan ilk değişiklikle bu hüküm kaldırıldı. Oysa bu usul 1965 tarihli ilgili madde hükmünün, 1983 metninde doğru Türkçe yazılmış biçimi idi. Demek oluyor ki, demokraside ilerlemek yerine sürekli bir gerileme yaşanmaktadır!..
Taşıma sulu kafalar, pek sadık ve samimi kullar!..
Yani; 12 Haziran’da millet’in onayına sunulacak eşhasın hiç birisi “halkın adayı” filân değil. Lâkin tam bir utanmazlık, aymazlık ve pişkinlikle bunlara “millet vekili” adayı diyorlar, ne ayıp!..
Sonra bahusus sadık kullar, beyinden/göbekten bağlı uşak ve taşıma sulu kafalarla “yeni, ileri ve demokratik sivil anayasa” yapacaklar öylemi!..
Tam bir zavallılık bu;
Demokrasi düşmanlığı ve yalan-yanlış halk dalkavukluğu..
“Nisyan ile malul, hafıza-i beşer” ile alay etmek..
Yani istihza, alçaklık ve küstahlık,
Başka bir deyişle “politika adına furya”.,
Yazıklar olsun hepsine..
DÜZ OVADA SİYASET FURYASI (*)
Bu, tam bir trajedi, milli iradeyi gasp ve küstahlık değil de, nedir acaba?..   
Dahası, birde bağımsızlar üzerinde oynadıkları çok çirkin oyunlar var...
Hatırlanacağı üzere, 22 Temmuz 2007 seçimlerine kadar “bağımsız adayların” birleşik oy pusulasında yer alması mümkün değildi. Bu konuda yılardır verilen mücadele hep göz ardı edildi. Ta ki, 2007 seçimlerinden önce DYP başkanı Mehmet Ağar’ın taşeronluğunu yaptığı anlaşılan: “düz ovada siyaset” projesi gereği “terör örgütü bağlantılı” güruhun grup kurması istenildiğinden, derhal bir değişiklik yapıldı. Hüküm 18 Mayıs 2007 tarihinde yürürlüğe girdi.
22 Temmuz 2007 seçimlerinde bağımsız adaylar ilk defa birleşik oy pusulasında yer aldı ve “milletvekili adaylık haracı” olarak da 446 TL ödediler. Maksat hâsıl oldu. Diaspora Mecliste grup kurdu. Bağımsızların parlâmentoya girmeleri de kolaylaşmış gibi göründü!..      
Ancak, “yeni ve ileri demokrasinin” ustalık döneminin milâdı olarak kurgulanan 12 Haziran 2011 seçimlerinde durum birden değişti. Önce vaki bütün talep ve itirazlara rağmen “yurtdışında mukim” 3 milyona yakın seçmene oy, seçme ve seçilme hakkı; Anayasa ve ilgili yasalarda yapılan olumlu/uygun değişikliklere rağmen hayata geçirilmedi; Ardına kadar hile, desise, rant ve istismara açık “gümrük kapıları’na” devam kararı verildi. 
Bir o kadar öğrencinin de, oy kullanma yoluna engeller konuldu. 
Son olarak da çok “sinsi bir tezgâh” açığa çıkıverdi!...
DEMOKRASİ DÜŞMANLIĞI ÖRNEKLERİ
Neydi o?...
22 Temmuz 2007 seçimlerinde bağımsız Milletvekili adaylarından 446 TL başvuru harcı alınmış iken; 12 Haziran 2011 “Millet Vekili” seçimleri için bu miktar tam % 1734 (17.34 kat) arttırılarak 7 bin 734 TL gibi astronomik, insafsız, antidemokratik ve özgür iradeye / bağımsız millet temsilcilerine karşı alenen düşmanca bir miktara çıkartıldı. 
Böylece, gerçek milli irade adına temsil hak ve selâhiyetini kullanabilecek yegâne kişiler olan bağımsızların önü ve yolu kesilerek, demokrasiye bir darbe daha vuruldu.
Bunun yanı sıra, millet iradesine aykırı olarak ihdas edilen; “Partilere hazine yardımı ve seçim için devlet desteği” yolsuzluğu sürdürüldü. Oysa bağımsız aday “başvuru harcının” yükseltilmesi demokrasiye ve seçilme hakkıma vurulmuş ağır bir darbedir. Hukuka aykırıdır. Haksız rekabettir. İstenilen aşırı ücret, kişilerin seçme ve seçilme hakkına set koymuştur. Bu çifte standart uygulamanın düzeltilmesi gerekirken, maalesef uygulamada ısrarcı olunmuştur.
MİLLET; “VEKİL” İ’Nİ KENDİ SEÇER
            Milletin, Mecliste bu dönem de “maalesef” vekili olmayacak.
Oysa “yeni ve sivil bir anayasa yapmak”. “2023 vizyonu” gibi, çok ağır ve iddialı bir vebal, misyon yüklenen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin; En azından minimum ayâr, miyar-ölçü ve kriterleri taşıyan “halis ve hakiki, gerçek” millet vekillerinden teşekkül ettirilmesi için gayret gösterilmesi ve hiç olmazsa; Cumhuriyet’in 100. yılı hatırı hürmetine “sulta-cunta” ve parti sahiplerinin; Bundan böyle namuslu, dürüst ve demokrat olmaları beklenirdi!...  
Yani, 12 Haziran 2011’de; Parti sahipleri tarafından hazırlanıp, düzenlenen 24. parlâmenter atamalarına usulen ve tefhimen onay verilecek!..
(*)http://www.haberpan.com/agar-duz-ovada-kaldilar-haberi
“Bir gazetecinin, ''Dağda çarpışacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” sözünüz üzerine özellikle kırsal alanda oy artışı olduğu yönünde beyanlar var. Siz ne düşünüyorsunuz? sorusu üzerine DYP (şimdiki DP) başkanı Ağar, “bunu oy için değil Türkiye'nin gelecekte huzurlu olması için yapıyoruz” dedi ve şöyle devam etti:
''Benim söylediğim bir söz var, Türkiye ne bir karış toprağını ne de bir yurttaşını feda edemez. Türkiye müşterek bir vatanda bölünmez birliktelik içerisinde daha gelişen, büyüyen, kalkınan bir ülke olacaktır. Türkiye'nin geleceğinde silahlar konuşmayacak, bilgisayar tuşları, makine tezgâhları, biçerdöverler, traktörler konuşacak. Bizim Türkiye’mizde silah sesi olmayacak. Ben bu açılımları hem sıkıntıları aşmak hem de Türkiye'nin Orta Doğu'da daha güçlü bir ülke olmasını sağlamak için yapıyorum.
Doğru olan budur. Bunlar oy için yapılmaz.''
Bunlar ve bu minval üzere hiçbir yayın ve beyan doğru değil!..
Tamamı yalan. Hile, desise, demagoji ve popülizm..
***
Millet Vekilliği’nin 
Ayar ve Kriterleri
Mustafa Nevruz SINACI
“Halkın kendi kendisini idare etmesi” anlamına gelen demokrasi, her şeyden önce dönme ve devşirmelerin, cahil-cühelâ, din tüccarı, siyaset simsarı, politik terörist ve siyasi anarşistlerin ileri sürdüğü gibi; Hadsiz / hesapsız serbestlik, başıbozukluk ve bozgunculuk rejimi değil;, Tam aksine, evrensel hukuk, adalet ahlâkı ve nizamı âlem’e uygun bireysel, toplumsal ve kurumsal davranış biçimlerinin nomlaştığı, özleştiği ve birleştiği;, Yüce İslâm Dini’nin doğrudan emrettiği idare biçiminin adıdır.
Demokrasi, her şeyden önce ve mutlaka hak, hakkaniyet ve adalet üzerine kuruludur.
Demokrasi bir kurallar ve kaideler “akaid” rejimidir.
Kuralların esası: Evrensel Hukuk, Adalet Ahlâkı ve Medeniyettir.
Dolayısıyla “demokrasi” bir bilim ve disiplindir. Ki, bu ilim ve disiplinde: “Siyasi, iktisadi, sosyal ve sınai hayatı, kısaca “medeni ve insani yaşamı” düzenleyen Tamim, Talimat ve Yönetmelikler Kanunlara; Kanunlar Anayasa’ya; Anayasa ise, ASLA insan hakları, adalet ve evrensel hukuka aykırı olamaz” Bu silsile de bir aykırılık, uyumsuzluk ve uygunsuzluk varsa; Bahusus Ülke’de demokrasi değil; Sulta, cunta, vesayet, dikta, tasallut ve ceberrut, hırsız ve yolsuz güruhunun mafya tasallutu var demektir.  
Bu nedenle “demokrasinin” iyi anlaşılması; “namuslu, dürüst ve demokrat” yaşanması gerekir. Unutmayalım ki: Yaradılışın insani boyuttaki bilinç düzlemi demokrasidir. Namuslu, dürüst ve demokrat olmayanı “insan” olarak kabul etmek mümkün değildir. 
Milli “MEDENİ SİYASET” in de temeli budur.
BUNA GÖRE:
Türk siyasetinin iki asli miyarı var.
Bunlardan birincisi, TBMM’nin ruhu mesabesinde olan: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” vecizesi; İkincisi “Millet Vekili” umdesinin mucizesidir.
Yani; fundamentalist (protestan kökenli gerici, yoz ve yobaz dinî akım) Batı, Grek ve Lâtin dogmatizminin aksine, aydınlık, sıcak-samimi, insanî, muhkem ve mükemmel İslâm’ın öngördüğü: “Cumhuriyet, Demokrasi, Lâiklik” ilke ve “evrensel inkılâbın” hayata geçmiş biçimidir. Şu kadar ki; Özüne, emir ve anlamına uygun olmak koşuluyla..
Bu anlamda:
1923 -1938 dönemi: “örnek ve önder” demokrasi;
1950 -1960 dönemi: “ileri, çağdaş ve modern” demokrasi;
1960 – 2011 dönemi ise; Demokraside tornistan, demokratik gericilik, yobazlık, yalan, talan, vatandaşları aldatma-kandırma, peşkeş, batı taklitçiliği ve sahtekârlık dönemidir.
Bunun ana nedeni; Siyasetin fazilet olmaktan çıkması, politika madrabazlığının zuhuru ve artık millete “vekil” seçme imkânının verilmemesidir.   
        23. DÖNEM BU AND’A SADIK KALDI MI?..
            Önce lütfen aşağıdaki şu andı dikkatle okuyunuz ve karar veriniz. Parlâmentoda brüt dört yıla yakın görev yapan vatandaşlarda acaba “hangisi” bu yemin’e sadık kaldı. Bunlardan kaç tanesi “and” doğrultusunda “özgür irade, kamu vicdanı, fazilet ve feragatle” faaliyet göstererek, aldığı çuvalla parayı “helâl” hanesine yazdırabildi?.........
Milletvekili Andı: Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma;
Hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma;
Toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma;
Büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.”
Sonuç: Maalesef hiç biri!........
SÜREÇ HAKKINDA!..
Yaklaşık elli yıldır yozlaşma, bilimsel olarak yoksullaşma ve “nevi şahsına münhasır” olmaktan “ne idüğü belirsiz” olmaya doğru sür’atle seyreden politika, muhtemelen büyük bir kriz, kaos ve kırılmanın tam eşiğinde.
Üstelik bu seferki kırılma siyasi ve sosyal olduğu kadar, ekonomik de olacak gibi görünüyor. Siyaseten angaje satılmışlar, kul’a kulluk derecesinde alçalmış dikta, sulta ve cuntacı hainler, dahili/harici bedhahlar dışında herkes bunun farkında.
Yüksek Seçim Kurulu’nun, yapılan bütün itiraz ve şikâyetlere rağmen ittifakçı, hülleci ve yasa dolandırıcılarına seyirci kalması; Keza bazı bağımsızlar hakkında da, hukuken doğru, fakat stratejik olarak yanlış; Bedhahlarca veto biçiminde algılanan, isyan ve infial malzemesi yapılan tasarruf ve inisiyatifler bunun bir göstergesidir. Yani, nedeni her ne olursa olsun;
Olanlar ve olaylar devletin acze uğratıldığının açık bir göstergesidir. 
Oysa “yeni ve sivil bir anayasa yapmak”. “2023 vizyonu” gibi, çok ağır ve iddialı bir vebal, misyon yüklenen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin; En azından minimum ayâr, miyar-ölçü ve kriterleri taşıyan “halis ve hakiki, gerçek” millet vekillerinden teşekkül ettirilmesi için gayret gösterilmesi ve hiç olmazsa; Cumhuriyet’in 100. yılı hatırı hürmetine “sulta-cunta” ve parti sahiplerinin; Bundan böyle namuslu, dürüst ve demokrat olmaları beklenirdi!...  
EĞER MİLLET SEÇSE, (tespit ve tayin etse) İDİ!...
Millete vekil olabilmenin asgari şartları ne olurdu? 
“Vicdanı hür, irfanı hür, düşünce, ifade ve iradesinde özgür, şahsiyetli, haysiyetli, yüksek ahlak ve karakter sahibi; Sahibinin sesi değil; Her şeyden önce kim olduğunu bilir, Allah’a inanır ve kendine güvenir;, Hak, adalet ve hukuk yolunda, millet hizmetinde “Türk halkı ve Türkiye Cumhuriyeti devleti adına” insan hakları, özgürlük, refahı tabana yayma, barış ve demokrasi mücadelesi verir; Mücadelesinde güçlü, cesur ve kararlı..
İnsanlık ideali; bilim, bilinç ve doğrusal güç’ün gelişmesi-yükselmesi uğrunda sadakat ve samimiyetle faaliyet gösterir; alternatif çözüm ve projeler üretir “fikirde, ilimde, fen’de ve eylemde” milli davalara katkıda bulunabilecek ilmi ve fikri kapasiteyi haiz...
Doğruyu söyler, dürüstlükten şaşmaz, gerektiğinde bu uğurda (hakkaniyet, hukuk ve adalet için) dünyaya kafa tutabilecek, “adam gibi adam”; Türk’ün milli-manevi-ilmi, tarihi değerlerine sahip ve mukaddesatına saygılı, kendini Türk kültür ve medeniyeti ile “Türk Birliği’nin gelişip yükselmesine” adar...
Tepeden tırnağa kadar sağlam bir duruş ortaya koyar; İlim, irfan, vicdan, basiret ve beka ile hareket eder, sadece vicdanının sesini dinler, bilinci pusulanın ibresi gibi “asla” istikametini şaşmaz;, Yerini bilir ve onu doldurur, işini bilir ve onu severek, isteyerek, hakkıyla yapar, çalışmaktan kaçmaz, bıkmaz, yıkılmaz, usanmaz ve fakirlikten utanmaz..
Kumar borcu, diyet borcu, namus borcu olmaz, eğilmez, bükülmez; rüşvet, iltimas, yolsuzluk ve suiistimale tevessül etmez, onurlu ve erdemli, feraset ve basiret sahibi...
Kardeşe-yandaşa, yoldaşa değil; tam bir eşitlik, sorumluluk ve adaletle millete hizmet eder; Satılık olmayan; namuslu, dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu, çalışkan, demokrat, laik siyaset timsali; Cesur olduğunu haykırmadan cesur; gösteriş ve alâyişten uzak gece-gündüz demeden çalışan-üreten-çalıştıran, "cesaret fazilettir" diyen bir “dava adamı”
Ayrıca; Konuşmayı ve dinlemeyi bilir; Son kuruşuna kadar helal kazanır; Sadece helâl kazandığını yer; Yalnızca parasını ödeyebildiğini giyer; İcabında cesaretle, kararlılıkla ‘hayır’ demekten çekinmez ve; "ona gücüm yetmez" diye cevap vermekten utanmaz; Haklının, iyi ve doğrunun, masumun ve mazlumun yanında yer alır; “AB” yi Türkiye’den kovar, gerektiğinde; haksızdan, yolsuzdan, hırsızdan ve mücrimlerden hesap sorar; İyi insan, lkeli/onurlu/sorumlu, namuslu-dürüst; ‘devlet idaresinde millet iradesini hakim kılacak’ medeni (ilmi) cesaret, yüreklilik, inanç ve bilinçle “Yeter!... Söz milletindir…” diyen kaliteli vatandaşlar ve gerçek demokratlar olurdu.”
Haydi bakalım; Çıkartabilirseniz çıkartın, böyle birini aranızdan…
***
MİLLİ HAFIZA DÜŞMANLIĞI MI?..
Mustafa Nevruz SINACI
            Atatürk ilkeleri, Türk inkılâbı ve 1919 Cumhuriyeti’ne karşı en büyük başkaldırı, kan pahasına kin, sinsi intikam ve amansız düşmanlık 11 Kasım 1938’de; “karşıdevrim” namıyla hortladı. Evet, “hortladı” diyorum!.. Zira 1700 yıllarından 1919’a kadar zaten bu furya vardı.
            Furyanın menfur mensup ve hain taraftarları ise; Bu günkü “Türk vatandaşlığı” yerine kaim Osmanlılık insicamını bozup; Ermeni asıllı Fransız büyükannenin dediği, “sen Ermeni, Rum ve Sırp’sın; O’nlar ise Türk” diyen ayırıcı, bölücü tefrika güruhu!..
            Bu melânetler 90 yıllık Cumhuriyet’in (12+50) 72 yılına damgalarını vurdular.
            Özellikle 11 Kasım 1938’i müteakip 12 yılda milli bünyeyi şiddetle sarstılar.
Başta Türk ve asil Kürt boyları olmak üzere; “Asli Unsur” sadık-samimi Müslüman yurttaşların kahir ekseriyetini taciz ve tarumar ederek; İnsan hakları, adalet ve hukuku “lânetli bir vesayet”, yıllarca sürecek dikta, sulta, cunta, sömürü uğruna harcamaktan kaçınmadılar…
            Mecburi uykuluk ve sinsilik dönemi dedikleri 1950 – 1960’ı geride bırakarak, ihanet tarihinin en büyük açılımını (gerçekte çöküş/kırılım) yaptıkları 27 Mayıs kalkışması ile ‘Milli Devlet’i ilga ederek; Atatürk’ün Anayasası’nı çöpe atıp, ayrışma, parçalanma ve bölünmeye elverişli “Üniter Devlet (Birlik. Ayrı ve farklı iken birleşmiş olma durumu. Bir kümenin her elemanı, çokluğu oluşturan tüm parçaların, varlıkların her biri, birim) sistemini oluşturdular.        
            Uzatmayalım. Bunlara kısaca “halk partisi zihniyeti” denir.
Mezkür zihniyetin, Atatürk’ün kurduğu parti ile hiçbir alâkası yoktur. Bu zihniyetin belirgin özelliği ‘devirimcilik’tir. İnkılâpçılık değil... Her ne kadar adı “devrimcilik” olsa bile, bir ideolojik anlam ifade etmez. Günümüzden geriye izi sürüldüğünde; İslâmcılar, eyyamcı Dinciler, Dinler arası Diyalogcular, Demokratlar, Milli Görüşçüler, Mazlumlar, Sosyalistler, Kadrocular, 150’likler, Mustafa Suphiciler, Taşnak, Hınçak ve Megalo İdea’ya kadar uzanır.
1700 yılından bu yana başlıca meslek ve meşrepleri tahrip ve tahrifle Milli Hafıza’yı yok etmektir. Bu dönemde Güneş Dil Teorisini, Türk Tarih Tezini, 17 Bin yıllık Anadolu tarihini yok ettiler. 1071 domuzluğunu sahneye koydular. Osmanlı arşivlerini Bulgar kâğıt fabrikalarına satmaya kalkıştılar. Devlet arşivlerinin çoğunu, Danıştay arşivleri dâhil olmak üzere yaktılar. Şimdide çok enteresan bir kalkışma daha var gibi görünüyor.
29 Nisan 2011 günü CHP Konya Milletvekili Atilla Kart uyarıyor ve soruyor:
MERNİS KAYITLARI neden yandı ya da yakıldı?..
            “Nüfus ve Vatandaşlık İdaresi sorumluluğunda olup; seçmen kütüklerine esas nüfus kayıt ve kimlik bilgilerini içeren MERNİS kayıtlarının birkaç ay evvel yandığı ya da kasten yakıldığı ifade edilmekte. Bu kayıtların olağanüstü koruma tedbirleri altında korunduğu, ısıya dayanıklı olduğu, 24 saat korunduğu bilinmektedir. Hal böyle iken, nasıl ve neden yandığına bir anlam verilememiş; Bu konuda kamuoyuna tatminkâr bir açıklama da yapılmamıştır.
            Yanan ya da yakılan bu kayıtların yerine Konya Valiliği bünyesinde bulunan yedek kayıtların kullanılmaya başlanıldığı ifade edilmiştir. Bu kayıtların gerçekliği veya yeterliliği konusunda ise ciddi kuşkular vardır. Bu sürecin devamında ise, TÜİK kayıtlarının, seçmen kütüklerine esas alınması söz konusudur. Oysa TÜİK’in ekonomi ile ilgili kayıtlarının da gerçeğe uymadığı, tahrif edildiği konusunda ciddi bulgular vardır. Aynı durum, nüfus kayıt bilgileri için de söz konusu olacaktır.
            2007’den bu yana seçmen sayısı ve seçim sonuçlarına yönelik olarak ciddi şüphe, şaibe ve soru işaretleri doğmuş olmasına ve bu kaygılar halen giderilmemiş olmasına göre; 2011 seçimlerinde de belki de daha vahim ihlaller söz konusu olacaktır. Hükümet’in tüm bu gelişmeler karşısında sessiz kalması ise başlı başına sorgulanması gereken bir haldir.
            Soruyoruz; MERNİS kayıtlarının akıbeti nedir? Yandı mı yakıldı mı?
Soruşturma yapıldı mı? Yapıldıysa sonucu neden açıklanmamıştır? Yapılmadıysa neden yapılmamıştır? Kamuoyu neden bilgilendirilmemektedir?”
Bunlar çok vahim iddialar. Kamu vicdanını tatmin edecek cevaplar verilmelidir. 
***
HUKUK’U DOLANMAK;
ŞAİBE, ŞEAMET VE İHANET
Mustafa Nevruz SINACI
            Bir ülke geri kalabilir. Yoksul da olabilir. İşsizlik insanların belini kırıp, hükümetleri iki büklüm, halkı aç ve muhtaç edebilir. Hatta devletlerin bazen, yetersiz, yeteneksiz, aciz, hortumcu ve hırsız yöneticiler elinde 70 sente muhtaç hale düşmeleri de mümkün olabilir…
Gam değil, bunların hepsi geçer. Hepsi de aşılabilir. 
Nitekim biz, “Türk Milleti olarak” aşmadık mı?
Elbette aştık.. Acaba İstiklâl Harbi’nin ahval ve şeraiti ne idi?
Sonra Cumhuriyetin ilk yılları..
Derken; 1939 -1950 ve 1960 -2010 yalan ve talan yılları!…
Hükümetler namuslu-dürüst-demokrat, adalet ahlâkına sahip ve hukukun üstünlüğüne saygılı oldukça mesele yok. Yahut “devlet idaresinde, millet iradesi hükümran; kuvvetler ayrılığı hakkıyla kavi (sağlam) ve lâyıkıyla hayat bulursa, yine problem olmaz. En önemlisi de; Fertlerin akıl sağlığı, ortak akılla doğru düşünme, demokrasi ve uzlaşma kültürü temelinde dürüst karar verme; kararlarını “birlikle” şahsiyetli ve haysiyetli bir duruşla uygulama istek ve iradelerini muhafaza etmeleridir. Çünkü bu ilkeler, doğuştan var olan ve sonradan edinilen bilumum insan hakları, adalet ahlâkı, hak, hukuk, namuskârlık, karşılıklı barış, saygı ve dürüstlük yaşadıkça; Başka bir deyişle “medeniyet” ümran oldukça milletler yaşar.
Bunun Türk medeni siyasetindeki adı: “İnsan-ı yaşat ki, devlet yaşasın”dır!.
Tarihin ve tabiatın fazilet timsali Türk Milleti, bu değerleri varlığında muhafaza ettiği; Yüksek karakter ve üstün meziyetlerinden feragat etmediği ve Mustafa Kemâl AtaTürk’ün;
Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamak demektir. Ne mutlu Türk’üm diyene..” İrşâdı, özlü söz ve ilmi vecizesini müdrik olarak diri tuttuğu (yaşattığı) sürece ebed - müddet insanlık âleminin önderi, demokrasinin bânisi ve medeniyetin hamisi olarak kalabilir.
Ancak, Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un işaret ettikleri gibi; Türk Milletinin en büyük düşmanı tefrikadır ve şimdi bu amansız düşman atakta, saldırı ve teyakkuz halindedir. İktidar, bu şeamet karşısında “adalet, hak ve hukuktan yana” muktedir olma kabiliyetini yitirmiş, acze düşmüş; Topyekün muhalefet ise; gaflet ve dalalete sürüklenmiş, ataletle malul olarak dumura uğramış bulunmaktadır.
HELE ŞU HALE BAKINIZ!..
Hükümet ettikleri iddiasında olanlar; "Büyük ekonomi” diyor ve çılgınca projeler ileri sürüyorlar. Ama Türkiye yolsuzlukta ikinci, yoksullukta üçüncü.
OECD yoksul nüfus oranı, genelde yüzde 11,1. Bu oran Türkiye'de yüzde 17.
En yüksek gelir eşitsizliği olan üç ülke ise: Şili, Meksika ve Türkiye"
Şu hale nazaran: İktidar sahiplerinden yıllardır “ekonominin ne kadar iyiye gittiğini”, “refahın ve yaşam kalitesinin ne kadar arttığını” deyip durmaları doğru değil. Peki; gerçek böyle mi? Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD), “Bir Bakışta Toplum” başlıklı bir raporunu açalım, inceleyeli ve değerlendirelim:
OECD üyesi otuz ülkeyi kapsayan raporda Türkiye gerçekleri şöyle:
En yüksek gelir adaletsizliğine sahip ülkeler Şili, Meksika ve Türkiye...
En düşük istihdam oranına sahip ülke; Türkiye...
İşsizlikte ikinci; Yoksullukta üçüncü ülke; Türkiye...
Çocuk eğitimine en az para harcayan ülke; Türkiye...
Bebek ölümlerinde birinci ülke; Türkiye...
İnsanlarının en kısa ömürlü olduğu ülke; Türkiye... (1)
Bu yoksulluğu, sefaleti, ayıbı kime, nasıl anlatacağız?
Bu fotoğrafın anlamı kısaca şaibe, şeamet, ihanet ve hukuku dolanmaktır. Biline!..
(1)   Mustafa Mutlu, Gazete Vatan – 16 Nisan 2011
***  
UTANMAZLIK, AYMAZLIK VE  
PİŞKİNLİK!..
Mustafa Nevruz SINACI
Bu net, açık ve utanç verici hakikatlere karşın, “Milli Gelir’i 3 Bin dolardan aldık, 10 Bin dolara çıkarttık; Enflâsyonu % 68’den, % 4.8’e düşürdük; İhracatı 25 milyar dolardan 114 milyar dolara yükselttik; (TÜİK, Türkiye'nin 2010 yılı ihracatı bir önceki yıla göre yüzde 11,5 artarak 113 milyar 930 milyon dolar; İthalatı ise yüzde 31,6 artarak 185 milyar 493 milyon dolar) Ekonomiyi yılda % 8.9 büyüttük…” gibi fütursuz yalanlar söylemek; Türk Milletine şov yapmak, iftira etmek, aymazlık, utanmazlık ve şımarıklıktır!...
Sürekli aldatmak, halkı aptal yerine koymak veya sistematik ajitasyon yahut asimetrik sosyolojik, psikolojik savaşla; Beyinleri iğfal ederek, milli hassasiyetler ile mâşeri vicdanı, yani, “kamu vicdanını” uyuşturmaktır. Bunun adına: Millet, devlet ve rejime muhalefet denir.
Bir iktidar partisi için “millete, devlete ve rejime muhalefet” felâkettir.
Örneğin: Anarşi, terör ve tedhiş örgütünün mahpus başı ile görüşmek; Hukuk dışı bağ, yardım, yataklık ve yaltaklık unsurlarına taviz; Müesses nizamın Ordu, yargı ve bürokrasi gibi temel kurumlarını ıslah; Görevi kötüye kullanma, hırsızlık-yolsuzluk ve suiistimal faillerinden ayıklayıp, arındırmak yerine; Güçsüz kılınmaları, dumura uğratılmaları, “siyasi kadrolaşma” vasıtasıyla bir nevi, asli fonksiyonlarından uzaklaştırılmak suretiyle, iktidar partisinin emir ve hizmetine ilhaka kalkışmaları bu meyandadır.           
ALÇAKLIK VE KÜSTAHLIK
Bundan çok daha vahim hakikatler, vukuatlar, görevi ihmal ve suiistimaller var.
Nisan ayı’nın 20’sinde Bener isimli vatandaş şöyle feryât ediyor: “56 yıl sonra yeniden; Dikkat!... 6-7 Eylül 1955 olaylarının  provası  dün (19 nisan2011) de yapılmıştır.
O  zamanki gibi  taşradan  getirilen yüzleri güneş yanığı insanlar İstanbul  sokaklarında  polisin gözü önünde halka  saldırmıştır. Uyarıyorum hâkim ülkelerin hükümetleri ve  bazı mafya  bozuntularıyla dans  edenler bir gün  hesap vermek için o  sandalyeye oturacaklardır. Halkı galeyana  getirip Rusların Ermeni’lere uyguladıkları bugün, doğulu  vatandaşlara uygulanmak isteniyor. Bu hassas dengelerin altında kalmadan hemşehrilerinize sahip çıkın... Aksi takdirde hesabı yine siz ödersiniz.”
ŞAİBE VE ŞEAMET
Bu feryâda o gün şöyle cevap vermişiz:
“Sayın Bener ve değerli muhataplar; Şurası mutlaka bilinmelidir ki; Sadece İstanbul değil, Ankara, Diyarbakır, Hakkâri, Van, Şırnak, Mersin ile diğer il ve ilçeler dahil olmak üzere, 18-19 Nisan 2011 Pazartesi-Salı günü meydana gelen saldırı, cinnet ve kalkışmalar; Türkiye'de bir "Kürt sorunu” iddiası ve ihdası ile "rant seferberliği" ilân etmiş güruh, dönme-devşirme ve sabetayların TC vatandaşlarını "gasp, irtikap, soygun-vurgun" ve harici bedhah yandaşlarına peşkeş çekme harekâtının alçaklık, küstahlık ve aleni düşmanlık yüzüdür.
Aksi taktirde; ülkemizde asla bir Kürt sorunu yoktur.
Apaçık görüleceği üzere, "vardır" diyenlerin, bölücü örgüt ve elebaşısı dâhil aralarında "bir tek Kürt yoktur". Bu organize serseri takımı, dahili bedhah ve sergerdelerin tamamı her ne kadar TC vatandaşı olsalar bile; Hakikatte Ermeni, Rum ve İbrani asıllı dönme-devşirme, ajan provokatör ve kripto olup; AB-ABD'nin, beyinleri iğfal edilmiş, ihanet erbabı, göbekten düşmana bağlı, bindirilmiş kıt'alardır. Bunun çok iyi bilinmesi; Mustafa Kemâl AtaTürk'ün ifadesi ile: "Ülkemizin en asil soy ve kadim boylarından olan" Kürt kardeşlerimiz ile; Barış, karşılıklı itimat, onurlu-sorumlu işbirliği, akrabalık, sadakat ve samimiyete dayalı insicamın özenle korunması ve bu menfur unsurlara karşı "İTTİHAD VE TEVHİD" yapılarak birlikte mücadele edilmesi gerekir. Zira "6-7 Eylül" olayları da bu güruhların tertibi olup; 27 Mayıs 1960'da bu melânetlerin işi ve eseridir. Artık, TC vatandaşları kendine gelmeli; Kendinde olmalı ve bu melânetlere; Tek bir bilek ve tek bir yürek olarak "Yeter artık dur" demelidir.”
MERNİS yangını konusu da “bu bağlamda” mütalâa olunup araştırılmak zorundadır.
Basın özgürlüğünde 106. sıraya düşen Akredite / Kartel ve Milli medya unsurları da artık hadlerini bilmeli (hadleri bildirilmeli) ve kendilerine gelmelidirler!...
ALENİ DÜŞMANLIK VE TAM İHANET
Güya bu yıl, bir Mayıs “İşçi/Emekçi” Bayramı; Ülke geneli ve adı “Kızıl Meydan” a çıkan Taksim’de sorunsuz olarak kutlandı öyle mi?.. Üstelik AB dayatmaları doğrultusunda düzenlenen “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu” engeline takılmadan.. Özgürce veya eylemcilerin tavrına bakılırsa haince, alçakça, şerefsizce ve küstahça!.. 
Bir Mayıs’ta, özellikle İstanbul/Taksim, Diyarbakır, Mersin, Güney Doğu’nun büyük bölümü ve nispi olarak diğer yerlerde yaşanan “aleni düşmanlık, tam ihanet, alçaklık, adilik ve küstahlık”; İktidar’ın ileri sürdüğü açılım, yeni demokrasi ve insan hakları göstergesi falan değil; Tam aksine aczin, iradesizlik, güçsüzlük veya terör odaklarına yardım ve yaltakçılığın iğrenç görüntüsü idi!.. Bu bir zaaf da olamaz!.
Ortada devletin hakkını gasp, hukuku engelleme ve güvenlik zaafı var.
Madalyonun diğer yüzü de çok kirli. Şöyle ki:, Muhtelif görevler için: Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtarıcısı ve Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun ilkeleri ve inkılâplarını (devrimlerini) koruyacaklarına yemin edenler (bunlar kendilerini iyi bilirler), 1 Mayıs 2011 Pazar günü; Sözde “İşçi-Emekçi Bayramı” kutlamaları sırasında onun heykeline çıkarak, alçakça, şerefsizce, soysuzca ve haince “taciz-tecavüz ve hareketlerde bulunanlara” müdahale etmediler. Devlet adına orada bulunan Polis de müdahale etmedi. Oysa bunlar terör örgütü kisvesine bürünerek istismarı iyice tırmandırmaya ve alenen tahrike çalışmışlardır.
Şimdiye kadar bu melânetlerin, Kürtçülük faaliyeti ve TSK ya karşı saldırıları dışında ATATÜRK' e karşı bir eylemlerine rastlanmamıştır. Bu vahim ve açık tahrik nitelikli saldırı karşısında, devlet güvenlik teşkilâtının sessiz ve kayıtsız kalmasından hayrete, dehşete düşen bazı vatandaşlar şöyle konuştular ve yazdılar: “Manzarayı görenler arasında Bunlar olsa olsa, İmam Hatipten yetişme Din Bezirgânları olup, Çapkının emrindeki Tarikat - Cemaat üyeleri olmalıdır. Güya Anıtın etrafında barikat kurarak Ata’yı savunmaya çalışmışlar. Herhalde bir istihbarat var ki buna ihtiyaç duyulmuş..”
Bunu yazan ve konuşanlara şöyle cevaplar verildi:
“O zaman neden sivil giyinmiş, vurduğu yerden ses getiren Görevliler kullanılmadı?.. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun bu memlekete yaptığı hizmetleri unutturmak ana görevleri olmaktadır. Hem de utanmadan bunların çıkmasına göz yumulmuş, her hangi bir işlem yapıldığına şahit olunmamıştır. O ahlaksızlar, ATAMIZIN yüzüne ve başına o kahrolası ellerini sürerek, V işareti yaparak, Bebek katilinin resmini ve renkli pisliklerini asarak, her türlü ahlaksızlığı yapmışlardır. Bunları görüp, mani olmayan, bütün görevlileri Lanetliyoruz - kınıyorum. Bize göre 1 MAYIS Kutlaması, sadece Propaganda ve Provakasyonun yapıldığı bir toplantı olmuştur. Bu duruma neden olanların, Allah Belasını Versin.”
DEVLET OLMAK NE DEMEKTİR!...
Siyaset bilimi, felsefe ve sosyoloji de “hükümet olmak” hüküm etmek anlamına gelir. Bunun en mükemmel açılımı; “Devlet kurma ve devlet olma” sanatının binlerce yıldır banisi ve rakipsiz zirvesi Türk Milli siyaseti tarafından yapılır. Mustafa Kemal Atatürk’ün, insanlık düşmanı, alçak ve aşağılık emperyalistlere karşı verdiği mücadelede “bunu” açıkça görürüz.
Buna göre: Devlet için; Ismarlama, dayatma, zata mahsus ve uyduruk “yasa” nam düzenlemeler bir anlam ifade etmez. Asıl olan, adalet ahlâkı ve evrensel hukuktur. Devlet cihazlarının esas, usul ve şiarı buna göre kaimdir. Yani: Devlet adına tasarruf hakkına sahip olan herkes ve her kurum: Evrensel hukuk, kamu vicdanı ve doğrusal yönde kişilik haklarına uymak ve bunları her şeye rağmen korumak, korutmak zorundadır. Dolayısıyla hükümetler adaletle hükmetmek zorunda ve durumundadır. Hükümetler, devletin diri cihazı el, ayak ve kollarıdır. Bu sıfatla:, Evrensel hukuk, genel ahlâk ve kamu vicdanı cihetiyle “suç teşkil eden her teşebbüs, eylem ve kalkışmayı” anında önlemek hükümetin görevidir.
Aksi takdirde hükümet “keellem yekün” yok hükmündedir.     
DİKKAT!.. İletişim için ::