27 Temmuz 2013 Cumartesi

Arap Baharı, Sadabad ve Bağdat Paktı, BOP Cehennemi, İhanette Son Tango

ARAP BAHARI = BOP CEHENNEMİ
Mustafa Nevruz SINACI
            İktisat ve siyaset hayatı vesayetle malûl ve emperyalistlere mahkûm, milli devlet vasfı mülga, bütün sosyal unsur ve kurumları dumura uğramış; Banka ve borsa şirketlerinin % 75’i düyun-u umumiye (yabancı soyguncu ve vurguncuların) eline geçmiş; Kendini, utanmadan ve Allahtan korkmadan, Türk ve İslâm düşmanı BOP saldırganlarının “eş başkanı” ilân eden bir mecnûn marifetiyle AB-ABD talimatlarıyla yönetilen sömürge bir ülkedir şu anda Türkiye…
            Kişi başı gelir, tıpkı enflâsyon rakamları gibi bir istatistik bir yalandır. Hakikatte kişi başına gelir, ülke gelirinin nüfusa bölünmesi olup; Asgari ücretli, işçi, memur ve emekli, her vatandaşın cebine giren para olması gerekirken, gerçek bu değildir. Dahası: Toplam gelirin % 75’i yabancılara, kalanın % 65’i imtiyazlı kesimin cebine girmekte; Milli Gelir’in çok küçük bir dilimi halka nasip olmaktadır. Acı gerçek budur. Bilelim ve artık düşlerde yaşamayalım! 
Ancak vicdanı, ilmi ve irfanı kararmış; Basiret, hikmet ve bekadan yoksun; Dürüstlük, Hak, Hukuk, Adalet ve Demokrasi fukaralarının elinde bölünme tehdidine maruz ülkenin aciz ve zavallı yöneticileri adına; Akıl tutulması ile malûl, gazeteci nam bir meczup, önüne aylık 52 Bin liralık bir ulufe atılınca, ilk çıktığı televizyon ve akredite medyaya bak neler diyor?.
“Eğer gerçekten bir ülke ekonomi üzerinden yaşadığı asırlık esareti bir lider etrafında toplanan ekip tarafından bitirebilmiş ve o ülke artık başkalarından bağımsız hareket edebiliyor da kalkınmasını dünya genelinin en önünde ilerletiyor ise;, Buna rağmen kendi ülkesinde ideolojik körelmeye yakalanmış bir grup, onu düşürüp ülkeyi ve milleti yeniden 70 sente muhtaç duruma düşürecek şekilde, her türlü yalan- dolan iftira bilgi kirliliği ile o lideri (!) siyaset alanından dışarı atmakta, dış rakiplerden daha gayretli olarak.. Bilerek ve ya bilmeden o lider (!),  ülke ve dış rakiplerinin işine yarayacak, ülkemizin kalkınma hızını kesmek için frene basılacak şekilde onu düşürmeye çalışıyorsa ve bu askerleri ilgilendiren bir sıcak savaş değil ise;, Bütün vatanını ve milletini yüceltip muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak hatta muasır medeniyeti aşmak isteyen gazeteciler ve halk bu uğurda ölmek dâhil her türlü gayreti göze almalıdır. Hele askeri savunma ve savaşlar alanındaki silah üretimine başarılı bir giriş yapmış da, artık bir buçuk asırdır  ilk defa, ne 1. dünya savaşında ki Almanya'ya nede ondan sonra devam eden önce İngiltere ve sonrada ABD ye bağımlı olmaktan ordularımızı kurtarıp Nato’dan emir almaktan kurtaracak başarılı hamleleri gerçekleştirmeye başlamış ise her vatan evladı askerde onun başarısı uğruna ölmeyi göze almalı;, Çünkü adam gece gündüz demeden geldiği günden beri koşarak çalışmakta hem de herkesi o tempoda çalışmaya zorlamaktadır.”
El insaf!.. Yüklü bir ulufeye mazhar oldu diye: “170 yıl sonra bir lider çıkıp finansal esareti bitirmişse ben ölmeye hazırım" diye yalan söyleyebilen bir kişi, gazeteci mi, yoksa bir haşhaşi neferi mi anlamak çok zor! Hasan Sabbah fedaileri meşrep gereği her şeyi göze almış insanlardır. Ancak gazetecilerin aciz yönetimler ve lideri (!) için (hırs, ihtiras ve para uğruna) ölümü göze almaları, objektif düşünme ve yazabilmeye engel olacak dolayısıyla işine düzgün yapmasına imkân kalmayacaktır. Hele ölümü göze almanın ödülü “52 bin lira maaş” olunca,  paranın her kapıyı açtığı sözü ön plana çıkıyor. Lütfen elinizi vicdanınıza koyarak bu insanlık düşmanlığı, ayrımcılık ve bölücülüğün tam tersini bir düşünün!..
Hani o dillerinden düşürmedikleri ve “misyonun son halkası” olduklarını iddia, iftira ettikleri Şehit Baş Vekil Adnan Menderes ve kadim DP’nin şanlı kadroları “benzer bir durum ve yine Türk ve İslâm âlemine yönelik tehditler karşısında” ne yapmışlardı? 
            MENDERES D-8’lerden önce Bağdat Paktı’nı kurmuştu biliyor musunuz?..
            Yaklaşık 58 yıl önce Ortadoğu’da, (TC’ni parçalama, bölme ve İslâm âlemini domuza peşkeş çekme değil) birinci sınıf, belirleyici, hür, hükümran ve tam bağımsız dünya devleti ve etkin bir güç olma yolunda ilk adımları DP atmıştı. Cumhuriyeti kavi (sağlam) kılan Sâdâbad Paktı’ndan sonra, Irak’ta imzalanan Bağdat Paktı dünya çapında büyük bir başarıdır. Türk ve İslâm dünyasına özgürlük ve bağımsızlık kapılarını açan bu anlaşmadan 2 yıl arayla 2 komşu ülkede askerî darbe oldu. Birlik ve bağımsızlık yanlısı vizyoner lider ve hükümetler gitti. ./…
            ***
SÂDABAT+BAĞDAT PAKTI VE BOP LÂNETİ   
                                                                                      
Mustafa Nevruz SINACI
Cumhuriyet tarihinde biri akim (başarısız) ikisi tam üç anlaşma vardır ki; Bunlardan, son derece uyduruk, sanal ve sağlam temellerin aksine çürük zeminler üstüne inşa edilmeye çalışılan D-8, Developing Eight (gelişmekte olan 8 ülke: Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya) ittihadı hariç olmak üzere; Mustafa Kemal Atatürk tarafından akit ve inşa olunan Sadabad Paktı ile Baş Vekil Adnan Menderes ve DP’nin eseri Bağdat Paktı; Türk-İslâm Âlemi’nin özgürlük, hükümranlık ve bağımsızlığı yolunda atılmış fevkalâde önemli, değerli ve hayati adımlar niteliğindedir. 
Dönem itibarıyla Avrupa Birliği’nin hamisi, fiili ve asli üyesi olan Osmanlı’nın, sinsi, vahşi, alçak, kalleş ve amansız düşmanı batı tarafından kancıkça yıkılıp parçalandıktan, dâhili ve harici düşmanla işbirliği sonucu zevale uğratıldıktan sonra, Türk-İslâm âleminin en büyük sorunu örtülü işgal, çöreklenmiş ihanet ve işbirlikçi vesayet olmuştur.
Kutsal İttifak, Tarihi İttihat ve pusudaki ihanet:
1955, 24 Şubat. Yer Bağdat. Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, yüzünde tebessüm ve umut... Masaya eğilmiş, Bağdat Paktı’na imza atıyor. Bir sonraki karede Irak Kralı ikinci Faysal’la tokalaşıyor. Ülkeleri yakınlaştıran, ekonomik, özgürlük-güvenlik ve işbirliği yolunu açan anlaşmadan sonra Irak ve Türkiye’de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Menderes’in 1959’da Londra’da uçağı düşüyor. Aynı yıl içinde bu sefer komşu ülke Irak’ta bir darbe gerçekleşiyor; Başbakanla, kral feci şekilde öldürülüyor. 1960’ta Türkiye’de Menderes ve DP hükümetinin sonunu getiren 27 Mayıs darbesi oluyor. Bir yıl sonra da Menderes idam ediliyor.
1950’de iktidara gelen Menderes (DP hükümeti) ülkede ekonomik ve demokratik açılımlara giderken dış politikayı ihmal etmiyor. Menderes, çok aktif ve aksiyoner bir lider, sürekli yurtdışı seyahatlere çıkıyor. Önemli anlaşmalara imza koyuyor. 1952’de NATO’ya üyelik anlaşması imzalanıyor. ABD ve Rusya ile “mütekabiliyet ve adalet muvacehesinde” ilişkiler geliştiriliyor. Hindistan’a kadar Türkiye’nin ilgi alanını genişliyor. Tek parti (CHP) döneminde kapısı çalınmayan Ankara’yı 10 yıllık DP iktidarında Eisenhower’dan Nehru’ya kadar pek çok lider ziyaret ediyor. Komşuları ihmal etmiyor. Irak’la yakınlaşıyor. Başbakan Nuri Said Paşa Osmanlı askeri. İstanbul’da eğitim görmüş. Irak’a dönmüş, başbakan olmuş.
1955’te Irak’a gerçekleşen seyahatte Dışişleri Bakanı Ali Fuat Köprülü ve Kayseri Milletvekili, DP Genel Başkan Yardımcısı Kamil Gündeş bulunuyor. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na kadar Irak petrollerinden pay almış. Bağdat Paktı anlaşması ile ekonomik bir kurul oluşturulacak, enerji sorunu tamamen çözülecek. Türkiye bölgesel bir güç olacak. Menderes, Bağdat’ta anlaşma sonrası İmam-ı Azam’ın türbesini ziyaretinden sonra Semati Ataman’a, bu amacından şöyle bahsediyor: “Elbette bir daha yeniden Osmanlı imparatorluğu kurulmaz ama günümüzün imkân ve şartları içinde o coğrafyada bulunan ülkeler niçin tekrar bir araya gelmenin çarelerini aramasın, bir yolunu bulmasın?”
Ancak iki ülkede birbirini takip eden darbeler bu süreci kesintiye uğratır. Bağdat Paktı anlaşmasından sonra 1958’de Irak’ta çok kanlı bir darbe olur. Kral 2. Faysal öldürülür. Nuri Said Paşa kadın kıyafeti ile saraydan kaçmaya çalışırken darbeciler tarafından yakalanarak linç edilir. Anlaşmaya taraf Türkiye’de 1959’da Menderes’in Londra’da uçağı düşer. Baş Vekil kazadan sağ olarak kurtulur. 27 Mayıs 1960’ta bu sefer askerî darbe olur. Menderes iktidardan indirilir. Irak ve Türkiye içe kapanır ve ilişkiler kesilip koparılır..
1958’de Irak, 1960’ta Türkiye’de darbelerin olması tesadüf mü? Bağdat Anlaşmasına imza koyan Menderes’in hemen yanı başındaki DP Kayseri Milletvekili Kamil Gündeş’in yeğeni Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır, “2 yıl arayla iki komşu devlette askerî (!) darbe oluyorsa orada soru işareti vardır. Menderes, Kral 2. Faysal ve Nuri Said Paşa aynı yöntemle iktidardan indiriliyor, çok manidar. Bağdat Paktı’nın mimarları bunlar.” diyor. Nitekim bu vahametten sonra ittifak dağıldı, anlaşma feshedildi. Türkiye Irak petrollerinden pay alamadı, Irak hiçbir zaman Türkiye ile yakınlaşamadı. İki ülkede de vizyoner hükümetlere kapılar kapandı. ./…
            ***
İHANETTE SON TANGO
Mustafa Nevruz SINACI
24 Şubat 1955’te Türkiye, İran, Irak ve Pakistan ile Birleşik Krallık İngiltere arasında imzalanan Bağdat Paktı 9 Temmuz 1937′de Türkiye, İran, Irak, Afgaristan arasında imzalanan Sadabat Paktı’nın tekrarı ve yeniden hayata geçirilmesi projesinden ibarettir. Zira ilki Atatürk ve sonraki Menderes tarafından hazırlanıp / kotarılıp imzalanan her iki Paktın da amacı esasta aynıdır: Orta Doğu’da barış, özgürlük, bağımsızlık ve güvenliği sağlamak…
Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından önerilip, altyapısı hazırlanan ve gerçekleşmesi sağlanan Sadabat Paktı’na imza atan devletlerin aldığı kararlar: 1. Pakta katılan tüm devletler; Türkiye, İran, Irak, Afganistan birbirlerinin iç işlerine karışmayacak; 2. Saldırgan girişimlerde bulunmayacak; 3. Ortak yararları üstün tutacak; 4. Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam) saygılı olacaklardı.
Sadabat Paktı, Atatürk’ün vefatından sonra çalışmalarını durdurdu. 1955’de kurulan Bağdat Paktı dâhil olmak üzere, bir daha da Atatürk’ün oluşturduğu bu birliktelik kurulamadı.
CENTO (Central Treaty Organization/Merkezi Antlaşma Teşkilatı) ise önceki adıyla “Bağdat Paktı” (1955-1958) Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık İngiltere arasında, SSCB yayılmacılığını Ortadoğu’da önlenmeye yönelik kurulan bir güvenlik ve savunma örgütüdür. 1958 isyanında Irak’ın pakttan çekilmesi üzerine ABD’nin de dâhil olduğu yeni bir antlaşma yapılmış; 1979′da önce İran, ardından da Pakistan’ın çekilmesiyle CENTO’nun varlığı fiilen ve resmen sona ermiştir. (Bir hatırlatma: 27 Mayıs 1960′ta işlevine son verilen II. TBMM binası 1961-1979 yılları arasında CENTO’nun son genel merkezi olarak kullanılmıştır.)
            Bağdat Paktı, Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1955 tarihinde imzalanan Karşılıklı İşbirliği Anlatlaşması’na İngiltere’nin (4 Nisan), Pakistan’ın (23 Eylül) ve İran’ın (3 Kasım) katılması ile oluşan bir karşılıklı güvenlik ve savunma örgütüdür. ABD ise (ileriki yıllarda) paktta gözlemci üye olarak yer alacaktır.
            Antlaşma 7 maddeden müteşekkil olup; 1. ve 2. maddeleri taraflar arasında Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. md. gereği işbirliği yapacakları, bu işbirliğinin özel antlaşmalara zemin olacağı, antlaşmaların yürürlüğe girmesi ile gerekli önlemlerin hükümet onayından sonra uygulanacağına dairdi., 5. maddesinde ise; antlaşmaların Ortadoğu dışındaki devletlere de açık olacağı ve üye ülkelerin kendi aralarında özel antlaşmalar yapabileceği belirtilmişti.
Bu maddeye istinaden antlaşmaya giren İngiltere, Irak’taki üslerini korumasına olanak tanıyordu. 6. md. Antlaşma amaçları çerçevesinde çalışmak üzere daimi bir konseyin teşkiline dairdi ve bu konsey antlaşmaya katılanların sayısı en az dördü bulduğunda faaliyete geçecekti. İlk toplantıda (Kasım 1955) merkezin Bağdat olması ve örgüt içinde Daimi Askeri Komite ile Ekonomik Komite kurulması kararlaştırılmıştı.
Paktın sona ermesiyle ABD, İngiltere, Türkiye, Pakistan ve İran’ın üyelikleri ile teşkil edilen CENTO içinde ABD etkin rol oynamaya başladı. Teşkilatın askeri planlama kurulunun başına bir ABD generali getirildi. Fakat askeri sahada önemli bir çalışma yapılamadı. Sadece ekonomik işbirliği teşebbüsleriyle sınırlı kalan CENTO, ABD’nin Hindistan-Pakistan ihtilâfı ve Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde takındığı tavır sebebiyle önemini tamamen yitirdi. Pakistan 12 Mart 1979′da, İran ise ertesi Gün teşkilattan ayrıldıklarını açıkladılar…
DÜŞMAN DAİMA PUSUDA
Eğer sürece dikkat edilirse açıkça görülecektir ki: 1937’de imzalanan Sadabat Paktı ile 1955’de imzalanan Bağdat Paktı’nın dumura uğratılmasında en önemli rolü İngiltere (Birleşik Krallık) üstlenmiş ve akabinde ABD’yi devreye sokarak yok etmeyi tetiklemiştir. Dolayısıyla, Türk ve İslâm âlemine karşı girişilen bu tür ve benzer sabotajlarda ön plânda İngiltere, peşi sıra Amerika ve arka plânda İsrail’in rol aldığı görülür. Tıpkı 1958’de Irak’ta ABD-İsrail ve İngiltere’nin (BOP)’un birinci versiyonu’nu uygulamaya koyması gibi..
Dönem itibarıyla menfur ve melhus projenin gelişmesini, yayılmasını önleyen ve akim kalmasını sağlayan Adnan Menderes ve DP’dir. Bu gün ise ihanetin Eş Başkanı aynı ülkede!..  

20 Temmuz 2013 Cumartesi

İhanetin kod adı: yeni anayasa & Demokrasi, adalet ve hukuk ışığında toplantı gösteri yürüyüş hakkı

İHANETİN KOD ADI:
YENİ ANAYASA
Mustafa Nevruz SINACI
Varlığı, ağırlığı ve kullanılış biçimi tartışmalı, muvazaalı ve hattâ şaibeli ‘yeni anayasa komisyonu’ 12 Temmuz 2013 tarihi itibarıyla 48 madde üzerinde anlaşma sağlamış!..
Kendi Milli Anayasa’sı olmadığı ve buna (çok sağlam ve köklü gelenekleri nedeniyle) lüzum görmediği halde, bütün müstemlekelerine “anayasa” dayatan İngiltere’nin idare biçimi ile “niçin bir anayasası olmadığı” konusunda hiçbir ilmi, fikri ve Milli tarih bilgisi olmayan birileri; “Tamam. Madem ki 48 madde üzerinde mutabakat sağlanmış, öyleyse hemen bunları genel kurula indirip oylayalım, sonrası kolay” diyor..
Açıkça ortaya çıktı ki; Bu “yeni anayasa sevdasına müptelâ” kesimin, Osmanlı Devleti ve Japonya ile Suudi Arabistan’ın da bir anayasası olmadığından bihaberler. Üstelik anayasası olmayan ülkelerden Japonya adalet ve dürüstlüğün, İngiltere ise Krallıkla idare olunmasına rağmen, adeta bir Demokrasi mabedi… Münhasıran kendi yurttaşları ile sınırlı olmak şartıyla, insan hakları, adalet ahlâkı ve demokrasinin en mükemmel yaşandığı ülke..
Kaldı ki, Osmanlı’nın da bir anayasası yoktu ve fakat; Emniyet, adalet ve huzur iklimi yönünden henüz dünyada bir eşi ve benzeri yok. Üstelik, başta Amerika ve İsrail olmak üzere, birinci sınıf dünya devletlerinin idolü Osmanlı!..
Bunu parlâmenter nam, mevcut yönetici takımı yahut; İnsan hakları, evrensel hukuk ve demokrasi söylemleriyle aba yaratıp, (başta ABD-AB olmak üzere kalleş emperyalistler gibi) arkasında halka sopa gösteren vesayet, sulta ve cunta erbabı bilemiyor mu?..  
Ucunda hıyanet görünen bu gaflet ve dalalet furyası ne?..
Nerede bu milletin, memleketin “medeni, muasır ve adil” milliyetçileri?..      
Ne kadar garip, acayip, utanç verici ve garabet bir durum…
Buna mukabil; Asli görevleri ve varlık nedenleri olduğu halde “muhalefet yapmaktan aciz”, dışarıdan bakıldığı zaman hükümetle iştirak ve işbirliği halinde görünen CHP, MHP ve eşkıya gurubu.; Hukuk dışı teklifi şiddetle reddetmek, men ve karşı koymak yerine, “elbette olabilir, tabii mümkündür, hele bir bakalım, düşünelim, değerlendirelim” pozisyonuna geçip, ahlâksız teklif ve iğrenç pazarlık moduna geçtiler…
Yahu, hangi çağda görülmüş parça pindik anayasa imali? Önce 48 maddesine onay verelim, sonra fırsat buldukça, mutabakat sağlandıkça devam ederiz. Adalet ahlâkı, hukuk usulü ve anayasa tekniğine taban tabana zıt bu süreci teklif ve telâffuz edebilmek için külliyen cahil, bilimden bihaber akıl fukarası veya ihanet şebekelerine ihale edilmiş olmak gerek..  
Cumhuriyet, Adalet, Hukuk ve Demokrasi için yüz karası bu..
Ayrıca, beherinin “Cumhuriyet, Demokrasi, Lâiklik, Adalet ve Hukuk” kelimelerinden ne anladıkları konusunda çok derin şüpheler uyandıran bu yaklaşım tam bir rezillik. Öncelikle ve başta “Demokrasi” olmak üzere; Adalet ve Hukuk’un bunlar için hiçbir şey ifade etmediği, ya da, vaktiyle lânetli birilerinin: “Yasa masa, tüzük büzük, hukuk guguk” dediği türden din tüccarı, siyaset simsarı veya misyon taciri, vesayet güdümlü oldukları kesin!...
Özellikle: Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâikliğin, mutlak surette ve behemahal adalet ile mündemiç olduğu ve binlerde yıldır süzülüp gelen; Özgün/norm kural ve bilimsel disiplinlerle kaim bulunduğu idrak edilemiyor. Herkesin ve her kesimin kendine göre bir Cumhuriyet, hak, adalet, hukuk, demokrasi ve lâiklik görüşü var. Bu sizce normal mi? Elbette hayır…
Demokrasi İslâm’da “mutlak hakkaniyet, eşitlik ve adalet” tanımı ile nınırlıdır.
Demokraside keyfiyet, berduşluk, Zerdüşlük yoktur.
Yıllarca denenmiş ve sonuçta doğruluğu kanıtlanarak yerleşmiş kurallar vardır.
Ya “demokrasi, adalet ve hukukun kurallarına uyulur” veya defolup gidilir..  
Zaten şahsiyet ve haysiyet sahiplerinden böyle bir yaklaşım beklenemez…
Dolayısıyla: Her ne şekilde olursa olsun, millet adına karar vermekle memur, yasama ile mükellef kimseler, (yani güncel deyimle Milletvekilleri) “hak ve yetkileri sınırlı, milli ve millet menfaatini korumakla görevli” bireyler yurttaşlar namına hukuki vekil hükmünde olup;. "Hâkimler ve Savcılar" gibi olmak ve cari hukukun akaidi, icabında yorumu muvacehesinde "vicdanlarına uyarak" hareket etmek, kesinlikle ve asla “hiçbir baskı altında kalmadan” telkin ve tavsiyeye uymadan, eğer varsa, hür iradeleri ile karar vermek zorunda ve durumundadırlar.
Bunun istinadı "hukuki, ahlâki ve adil" olmaktır.
İşte "Millet Vekili” budur.
Her ne kadar vekil seçmek milletin doğrudan hakkı ise de bu: İnsani değerler, inanç ve ahlâk şuurunun, namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu bir demokrat kişilikle yerleştiği; Siyasetin hiçbir menfaat beklenmeden, ‘süfli meslek olarak’ yapılmadığı, ileri demokrasilerde görülen bir yüksek kültür durumudur. Tıpkı Atalarımızın Medeni Siyaset dedikleri “devlet idaresinde, Rabbin rızası için Millet iradesini temsil etmek” gibi…
Şu hale nazaran: Mevcutta kimsenin farkında olmadığı, bilmediği ve idrak edemediği bir bilimsel disiplin olan "demokrasi kurumu, adalet ahlâkı ve hukuk devleti", yani umur-u devlet dâhilinde hareket etmek, bütün görevli, yetkili ve sorumluların boynuna asılı vebaldir. Bu vebalin uymayı, itaat ve sadakati zorunlu kıldığı DEMOKRASİ ise: Devletin hakiki sahibi olan halkın yaşamı, birbirleri ve devlet ile ilişkileri konusunda "doğru, onurlu, sorumlu, adil ve dürüst (norm) kuralların her daim yürürlükte kalması, değişmez, değiştirilemez ve her şeye rağmen geçerli, uygulanır olması halidir.
Bunun herkesçe kabulü, tasdiki ve bilinmesi zorunludur.
Adalet ahlâkı ve bunun cihazı hukuk olmadıkça hüküm meşru olmaz.
Adaletsiz hükümetler faziletsizdir. Hüküm hikmet iletir. Hikmet sahipleri eğer İslâm iseler mutlaka Hazreti Ömer; Mecusi yahut Zerüşt iseler Nûşirevan, Hıristiyan iseler Necaşi gibi olmak ve lâkin “din ve insanlık düşmanı olmadıkça” evrensel hukuku icra ve adaleti ifa etmek zorundadırlar. İlim (bilim)’in bütün şubeleri bir disiplin (kural ve formüller) bütünüdür. Adalet ve Demokrasi de böyle bir disiplindir. 48 maddelik anayasa taslağının (diğer bütün aykırılıklara rağmen) Meclise sunulması bir hukuk cinayeti, cehalet ve skandal olacaktır…    
NETİCE OLARAK:
Zaten bu parlamentonun anayasa yapma hakkı yok. Dönem itibarıyla “taşıma sulu kafalardan oluşan” bireysel özgürlük, bağımsızlık ve tarafsızlık öğesinden, özellik, millet adına özne ve “gerçeği haykıracak ve savunacak kadar” bile medeni cesaretten yoksun bu taife anayasa yapabilecek MİLLİ YETKİ ve yetenekten yoksundur.
Hele şu 48 maddeye ibret için bir bakın.
Tamamı anayasa, kanun ve hukuk tekniğinden uzak… Lâstikli lâflar ve inadına edebi kavramlarla süslenmiş, sünger misali her yana ve her yöne çekilebilecek şeamet kelimeler.. Bu inşaat, ya mutlak bir çöküş için hazırlanmış veya en küçük bir zelzelede milletin tepesine çökecek biçimde hazırlanmış.
Olur, mümkündür olabilir diyenlerin Allah belâsını versin…
Rab, kahhar ismiyle, milli birlik, beraberlik ve bütünlüğümüzü bozmayı, ülkemizi bölmeyi ve âlemin gâvuruna, Ermeni’sine, Rum’una peşkeş çekmeyi düşünenleri kahreylesin.
Başka ne denilebilir?...    
 DEMOKRASİ, ADALET VE HUKUK IŞIĞINDA TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞÜ HAKKI (!)
Mustafa Nevruz SINACI
Yeni, Sivil Anayasa” konulu makalemde geniş mantık, evrensel hukuk, reel içtihat ve hukuk-u düvel emsalleri itibarıyla anlatmaya, açıklamaya çalıştığım: Demokrasi, Adalet ahlâkı ve hukuk kavramları, bir toplum olarak insanca yaşamanın, toplumsal sözleşmelerin, hak, hürriyet, görev, yetki ve sorumluluklarının temel unsuru olup;
Demokrasi: “Devletin hakiki sahibi olan halkın yaşamı, birbirleri ve devlet ile ilişkileri konusunda "doğru, onurlu, sorumlu, adil ve dürüst (norm) kuralların her daim yürürlükte kalması, değişmez, değiştirilemez ve her şeye rağmen geçerli, uygulanır olması halidir.”
Buna göre:
1. Demokrasi adalet ve barışı temin eden ve teminat altına alan kurallar bütünüdür.
2. Demokrasi kesinlikle ve asla keyfiliğe yer vermeyen kuralsızlık değildir.
3. Demokrasi İslâmi ve İnsani, Evrensel bir kurumdur. Kuralları sabit ve standarttır.
4. Demokrasinin öznesi olan “fikir, düşünce, söz söyleme” hürriyeti, yaşama hakkı ile eş değeri haizdir ve birinin hak ve hürriyeti “ancak, sadece ve nihayet” bir diğerinin / ötekinin hak ve hürriyetinin başladığı yere kadardır. Kişiler bir araya geldikçe bu hürriyetlerin kapsamı genişleyebilir. Ancak sınır: Başkalarının (kurum veya şahıs) hak ve hürriyetlerinin başladığı yere kadardır. Bu sınır aşılamaz ve asla aşındırılamaz.
Demokrasinin teminatı adalet ve hukuk; Adalet ve Hukuk’un istinadı ise mutlak hak, karşılıklı saygı, kanunlarda ve kanunlar karşısında eşitlik ve yaşam boyutunda dürüstlüktür. Şu hale nazaran: Demokrasi adı altında sergilenen disiplinsizlik, kontrolsüzlük, takipsizlik, insan (hayvan, canlı-cansız varlık) hakları, adalet ve hukuka saygısızlık pek iğrenç bir vahşet, utanç verici dalâlet, bilime hıyanet, koyu taassup, cehalet ve vahşettir.
Dolayısıyla kurumlar ve bireyler, öncelikle hak, görev ve sorumlulukları en onurlu ve adil biçimde tanımlanmış ve sınırlanmış olmak koşuluyla: “karşılıklı saygı” ilkesine uygun bir yaşam sürmeye mecburdurlar. Özel, yerel, bölgesel, yasal ve kurumsal sorunu olan hukukun içinde çözüm aramaya ve bütün sorunları “adalet, hukuk ve ahlâk kuralları içinde” çözmeye mecburdur. Kamusal alan ve toplumsal hakların korunması ve/veya geliştirilmesi yönünden gerekli ve zorunlu olması halinde: Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı; Başta AB+ABD ülkeleri olmak üzere, dünyada uygulanan "ortak hukuk" usul ve prosedür şöyledir:
1. Bireysel eylem ve gösteri yürüyüşü: Barışçıl olmak "genel ahlâk, kamu düzeni ve yerleşik hukuka aykırı" öğeler içermemek koşuluyla, kişisel güvenlik nedeniyle mülki amire ihbar / bildirim dışında; İzin dâhil her hangi bir kurala tabii değildir.  
2. Kitlesel Eylem, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri: Belirli sayıda ve sorumlu bir "Organizasyon komitesi" tarafından hazırlanmak, düzenlenmek, ifa, icra ve idare edilmek;
Önceden Mülki İdareye "etkinliğin ihbarı" amacıyla bildirilmek; Bu bildirimde yer, güzergâh, tarih ve saat / süre gibi bilgileri açıklamak kayıt ve şartıyla....
3. Kitlesel Gösteri ve yürüyüş sırasında: Kamu, kişisel ve özel mülkiyete kesinlikle zarar vermemek; Her hangi bir nedenle veya kazara, zarar, hasar, yahut tahrip vaki olur ise mutlak surette bedel ödemeyi veya tazmini peşinen vaat ve taahhüt etmek, (Burada idarenin mutlak görevi: Vaki zarar ve hasar bedellerini kesinlikle "sorumlu ve/veya suçlulardan temin, tahsil ve tazmin etmektir. Aksine bir tasarruf, insan hakları, adalet ve hukuka aykırı olup; İdarenin zaaf, görevi ihmal ve suiistimalini kanıtladığı için ağır suçtur. Ayrıca:
Önceden bildirilen yer, tarih ve saat şartına mutlaka uymak., Mesai bitiminde gösteriyi mutlaka sonlandırmak., Başkaca bireylerin hak ve özgürlüklerini kısıtlayacak, trafik akışını durduracak ve günlük hayatın olağan seyrini engelleyip kısıtlayacak teşebbüs, kalkışma ve inisiyatiflerden kesinlikle ve mutlaka kaçınmak., Kamu düzeni, güvenlik ve huzuru bozacak, günlük yaşamın olağan akışını aksatarak emniyeti suiistimal edecek teşebbüsler kesinlikle ve mutlaka dünyanın bütün ülkelerinde yasaktır. Bu iş “demokrasilerde” böyle olur. Biline!...

1 Temmuz 2013 Pazartesi

100.YIL-ODTÜ, AZAPHANE DURAKLARI

ODTÜ-100.YIL AZAPHANE DURAĞI
Mustafa Nevruz SINACI
            Eğer 29 Haziran 2013 Cumartesi günü saat: 10.00 – 11.30 arası; Görünürde dört şeritli Ankara, Balgat Ziyabey Caddesi inadına tıkalı, kenar şeritleri “devlet, hükümet, vilâyet, polis, belediye, kaymakamlık ve mahalle muhtarlarına meydan okuma, açık eşkıyalık ve yol kesme” anlamında işgal edilmiş olmasaydı, belki de bu makale yazılmayacaktı…
            Cehennem sıcağında tıklım, tıklım bir minibüs düşünün. Şehrin ana artelinde, merkezi veya büyük çarşı geçişlerinde değil, sıradan bir mahallesinde cadde tıkalı. Trafik normal, akış rutin, tek sorun: Her iki taraf kaldırım bitişiklerindeki şerit işgali! Bütün dünyada geçerli hak, hukuk kavramları, evrensel trafik kurallarına göre kaldırımlar halka, cadde ve sokak içleri ise araç geçişlerine aittir. Peki, Ankara ve Türkiye Cumhuriyet devletinde neden değil?..        
            Türkiye Cumhuriyetinde aşiretten devlete geçiş süreci henüz tamamlanmadı mı?
Yoksa tamamlandı da, şimdi tekrar aşiret, derebeylik ve faşistlik mi hortladı?..
Pazaryerine geldiğimizde, tıkanan ve geçit vermeyen yoldan mütevellit, belki devlet belki de (işe yaramadığını sonradan öğrendiğimiz) dernek adına utanan Şoför; “Arkadaşlar, Milli Kütüphane’ye kadar inen yoksa şuradan dönelim, ya da burada çakılıp kalacağız” dedi.
Birkaç yolcu itiraz edince, başkası sordu: Nerede inecektiniz?, Cevap: İlerde Lisede.
Yolculardan biri öfkelendi ve; “Kardeşim Liseye en fazla otuz metre var. Allah aşkına inin şurada, otuz metre yürüyün. Bizde şu cehennemi sıcakta, “ana caddeye araç park edecek kadar şerefsiz, adi insanlık düşmanları yüzünden” yollarda sürünmekten kurtulalım.”
İlerde Lisede inecek var diyenlerden ses yok. İstiflerini bozmadan oturuyorlar.
Dolmuş yerinde sabit. Fakat son konuşan vatandaş, onurlu ve sorumlu bir tartışmayı tetikledi. Önce polisin neden? niçin? park yasağını ihlâl ve ana caddeyi gasp suçu işleyenleri men ve takip etmediği, cezalandırmadığı; İnsan Hakları, Adalet, Hak-Hukuk ve Demokrasinin mutlak gereği olduğu halde, trafikte düzeni sağlamaktan aciz kalındığı, zorunlu, yasal görevin niçin yapılmadığı, halkın çektiği eziyet, ıstırap ve zulme seyirci kalmasının nedeni sorgulandı.
Bu arada dolmuş Balgat Polis Karakolunu geçmiş ve Lisenin yanına gelmişti.
İkisi bay biri bayan 3 kişi indi. Uzun süredir güneşte beklediği anlaşılan bir kişi bindi.
Bu arada ODTÜ öğrencisi bir genç konuşmaya başladı:
“Biz, ODTÜ öğrencileri olarak bu yolu kullanmayız. Eskişehir yolu üzerinden okula gidip geliriz. Fakat ben Çetin Emeçte oturduğum için bu güzergâhın müdavimiyim. Ancak, arkadaşın ifade ettiği sorunlardan çok daha büyük, derin, acil ve müzmin sorunlarımız da var. Örneğin bu Cadde sadece şimdilerde değil, tam iki buçuk yıldır böyle. Ankara Valiliği büyük Şehir Belediyesi ve Emniyet Müdürlüğü dâhil, binlerce şikâyet dilekçesi verildiği halde kimse Ziyabey Caddesi ile ilgilenmedi. Hukuki duyarlık ve insani sorumluluk sağlanamadı, bu arada leş kargaları, lokantacılar mafyası, saldırgan ayakçı ve kabadayılar caddeyi işgal ve istilâ etti.
Anlaşılan o ki, ya hükümet bunlara güç yetiremiyor yada iktidar kötülerden yana..
AZAPHANE DURAĞI:
"Kutsal Emek Sahipleri, Durağın Şoför Esnafı"
O'nlar şimdi çok mutsuz, işkenceye maruz ve perişan!..
Dolmuş kağnı hızıyla ilerliyor, genç öğrenci ise, dikkat kesilen yolculara hitabını şöyle sürdürüyordu: “Siz Azaphane deresi neresidir bilir misiniz?” (Evet, evet seslerinden bilenlerin olduğu anlaşıldı) Genç devamla: Şimdi iyi kötü dolmuşa bindik. Artık alıştığımız gibi sorunlu bir yolculuktan sonra Kızılay’a varacağız. Ama nerede inebileceğimiz belli mi, şansımız varsa aşağıda veya yukarıda bir yerlerde!.. Ya akşam veya gün içinde eve dönerken ne olacak?..”
ODTÜ ve 100.Yıl durakları 35 gündür “Polis İşgali” altında!..
“Dönerken bu kadar şanslı olmayacağız. Çünkü: ODTÜ, 100.Yıl, Balgat, Çiğdem ve Çukurambar dolmuş kalkış durakları bir aydır kapalı. Aslında kapalı değil, Polis gasp-ı, işgal ve kriz yönetimi denilen bir heyetin keyfi kullanımı altında. Bu duraktan ekmeğini kazanan yüzlerce şoför esnafının bitmez-tükenmez çilesi, gereksiz masraf, zarar-ziyan, kayıp ve israfı; Ekmeğini kazanmak uğruna yararlanan yüz binlerce Balgat, Çukurambar, 100. Yıl, Çiğdem sakini, yolcusu ve biz ODTÜ öğrencilerinin günahı ne?....” Sözün burasında Kızılay’a geldik..    
Kalite belgeli Vali 
ve bir durak utancı!..
Mustafa Nevruz SINACI
            Evet, nihayet Kızılay’a geldik…
            Ben doğrudan 100. Yıl/ODTÜ duraklarında bekleşen Polislerin yanına gittim.
Yarı güneş, yarı gölge bir kenara toplaşmışlar, ellerinde tost benzeri bir yiyecek, hem kendi aralarında şakalaşıp sohbet ediyorlar, hem de bir yandan, “kumanya” gibi görünen pek mütevazı aş’larını atıştırıyorlar... Şaka yollu seslendim.
            - Siz burada, duraklarımızı işgal etmiş, keyifle gölgede oturuyor ve afiyetle bir şeyler yiyip buz gibi içeceklerle serinliyorsunuz. Ya biz, duraklarımız gasp edilmiş, dolmuşlarımız dışarı atılmış, ne yerimiz, yurdumuz belli, ne de durağımız, 33 gündür rezil-perişan ve zulme duçar haldeyiz. Mahvolan dolmuş esnafı, şoförlerin haline mi yanalım? Nahak yere çektikleri eziyet, fuzuli israf, kayıp, ıstırap ve çileye mi? Yoksa kendi talihsizliğimize mi yanalım!..
            Eski (fazilet timsali) Osmanlı kabadayısı misal, pos bıyıklı, iri kıyım, fakat pek halim ve kalender görünüşlü yiğit bir delikanlı Polis yerinden kalkıp hürmeten ileri çıkarak: “Bizim elimizden bir şey gelmez, mesele bizi aşar. Günah bizim değil. Yaptığımız sadece vazifedir!” 
            O sırada yanımda biri belirdi: “Abi kabahat Melih’in. Aslında onun da değil, bütün suç derneğin. Dönen alavere ve dalavereler yüzünden, öteki duraklar açıldığı halde burası kapalı!” İddia doğru olabilir. Zira 24 Haziran Pazartesi günü Ankara Valisi, muavinleri ve belediye başkanı ile basın başkanı ve Emniyet Müdürlerinin peşinde koşarken, bahusus dernekçilerin bir Vali muavini yanında çay içmekte oldukları söylendi. Maalesef, kendilerine ulaşabilme, görüşme ve sorunsalı paylaşıp, yardımlaşma imkânı bulamadım. Üzgünüm!..
            BÜYÜK UTANÇ VE ACI GERÇEK   
            Mülâhaza ve mütalâası kamu vicdanına ait olmakla; olaylar hakkında yorum yapmak istemiyorum. Ancak burada: “Bürokratik kültürden vatandaş odaklı kamu hizmeti kültürüne geçiş mutlak hedefimizdir” şeklinde çok veciz bir sözü Valilik İnternet Sitesine yazdıran ve bu sözlerle halka seslenen Alâaddin Yüksel’e sitemim var. Büyük Şehir Belediye Başkanı ve Emniyet Müdürü’ne de "100.Yıl, ODTÜ" dolmuş duraklarının acilen tahliyesi ve derhal asli hizmete iadesi hususunda “umur-u devlet” doğrultusunda karar vermeye davet ediyorum.
            Çünkü: Mezkür minibüs durakları yaklaşık 250 – 300 000 kişiye hizmet vermekte ve yaklaşık 1000 dolayında şoför esnafı buradan elde ettiği helâl kazançla geçinmektedir. Ancak, 02 Temmuz itibarıyla 35 gündür eylemler bahane edilerek kapatılan ve Polis barikatı ile araç garajı gibi fuzulen gasp ve irtikap edilen durağın kullandırılmaması binlerce insan için ıstırap, azap, gâvur eziyeti ve bitmeyen çile kaynağı olmuştur. Hastalar, Hamile Anne'ler ve özürlüler perişan, diğerleri ise tam bir zülme duçar haldeler. Şoför esnafının zaman kaybı, yakıt israfı, ani kaza ve olumsuzluklar nedeniyle uğradıkları zarar-ziyan kayıp ve hasar çok büyüktür…
Kalite belgeli Vali bu haksızlığı görmez, uğranan zulmü, zararı bilmez mi?
Ya adı Camilere verilen Şehir Emini bu durumdan utanmaz, hayâ etmez mi?
Kaldı ki devlet adına hükümetin görevi: Bilumum taşkınlık, hukuk, ahlâk ve yasa dışı fiil, kalkışma ve teşebbüsleri kaynağında kontrol ve disiplin altına almak; Muhtemel terör, tedhiş, tehdit, tahrik ve şiddet eğilimlerini kaynağında boğmaktır. Hak arama ve sair namlar altında:, “Kendilerine Resmen Tahsis Edilen ve İzin Verilen Yer Dışında” Kamu âleme ait park-bahçe, sokak-cadde, meydan ve durak gibi halka hizmet veren unsurların gasp ve işgalini önlemek zorunludur. Aksine ihlâllere izin, zaaf ve bizzat işgal İnsan Hakları ihlâl suçudur.
Şu anda, Güven Parkı bitişiğinde vaki ve kain: “100. Yıl, ODTÜ, Çukurambar, Balgat, Çiğdem” Minibüs Durakları böyle bir “kamusal gasp, haksız işgal ve irtikaba maruzdur.” Ortada, Dernekle Melih’in anlaşıp, dolmuşları buradan kovarak muhteşem bir AVM yaptırılacağı söylentileri dolaşmaktadır. Ben böyle bir alçaklık ve düşmanlığın kimse tarafından düşünülebileceğine inanmıyorum. Lâkin fitneyi ortadan kaldırmanı tek yolu durağı derhal halka ve 43 yıllık mükteseplerine “özür dileyerek ve kayıpları tazmin ederek” iade etmektir. Aksi takdirde malum ve mahut kalite belgesi “hicabı örtmeye” yetmeyecektir!..

EZAN/TÜRBAN, AKP VE DP - AKP’NİN MENDERES’LE SINAVI

EZAN/TÜRBAN; AKP VE DP
Mustafa Nevruz SINACI
Resmi kuruluş tarihi olan 14 Ağustos 2001’den kısa bir süre sonra, 03 Kasım 2002’de yapılan; Parti sahipleri, cunta, sulta, vesayet ve icazet erbabınca hazırlanarak listelenen eşhası (sözde vekil) belirleme (bazılarının “seçim” dediği, Vazifeli noter misali usulen tefhim biçimi halka tasdik ettirme) merasimini müteakip hükümet kuran AKP.; Aradan geçen 10 yıl 8 aylık süreye rağmen hâlâ olduğu yerde saymakta ve geldiği yerde durmaktadır…
Oysa henüz mahiyeti, içeriği, anlamı açıklığa kavuşmamış fevkalâde muğlâk, aldatıcı ve sahte bir kavram olan “milli görüş” furyası bağlamında 30 yıllık bilgi, politika deneyimi ve birikime sahip olmalarına rağmen; Bu kadar kararsız, istikrarsız, Milli Davalar karşısında aciz, zavallı, korkak ve istikametsiz kalmaları hayret ve dehşet vericidir.
Zira aradan geçen zamana, alenen vaat, sürekli beyan ve dönem evveli taahhüt etmiş olmalarına rağmen; Başta YÖK’ün ilgası, Baş Örtüsünün serbest bırakılması., Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarının “Namuslu, dürüst, adil, eşit, şeffaf ve demokrat” bir sisteme iblâğı; “temsilde adalet / yönetimde istikrar” ilkesinin hayata geçirilmesi; Millet-vekili ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlarının kaldırılması.; Kalkınmanın tam bir adalet, hakkaniyet, hukuk “imkân ve fırsat eşitliği” çerçevesinde, serbest rekabet ilkesi, şeffaflık ve dürüstlükle icrası.; “Eğitim, Adalet ve Sağlık” konusunda insan hakları, evrensel hukuk, adalet ahlâkı yönünde ‘kamu yararına objektif, adil, dürüst ve realist’ düzenlemeler yapılması ve nihayet Genel Kurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanına doğrudan bağlanması dâhil olmak üzere; Vaat ve taahhüt ettikleri meselelerden hiç birini akıl, ilim, irfan, hukuk, ahlâk ve demokrasi bağlamında basiret, beka, milli menfaat ve evrensel hukuk düzleminde çözemediler…
Bunun yerine, adeta “gayri milli unsurlar ile uluslar arası, kirli emperyalist sermayeye teslimiyet” anlamına gelen; Piyasa ilkeleri, kamu yararı, insan hakları, vicdani sorumluluk ve halk (milli menfaat) aleyhine özelleştirmeler, adeta peşkeş çekmeler, bedelini zaman içinde en ağır biçimde halkın ödeyeceği “yap-işlet devret” çılgınlıkları; Mümkün mertebe, “dış ticaret dengeliDENK BÜTÇE yerine, iç-dış borç hovardalığı ile memleketin geleceğini karartan, istikbalini kâbusa çeviren uygulamalar, hiç de doğru, onurlu, sorumlu basiretli, ilmî, objektif, adil ve dürüst değil!.. İcraatın ekseriyeti demokrasi, hak karinesi, hukuk ve ahlâka aykırı..   
Adı: “Adalet ve Kalkınma” olan bir siyaset hane için, tam bir hayal-i sükut, alenen kendini inkâr, hezimet ve hüsran bu! Özellikle, vukuu şaibeli, sebep ve hikmeti izaha muhtaç, aradan geçen uzu süreye rağmen gizemini koruyan ve esrarı çözülemeyen “gezi parkı isyanı”, her ne kadar sebepleri meçhul kalsa da; Sonuçları itibarıyla memleketi sarsacak bir vahamet ortaya koymuştur. Bu vahamet: Kısa adı BOP/BİP olan, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerini “Çete Devleti İsrail” lehine bölerek, “yeniden yapılandırma plânına” ivme kazandırılması ile kod adı “AB” olan emperyalist vampir kulübü’nün hegemonyasına boyun eğme operasyonudur. 
Buna rağmen, AKP’nin MENDERES istismarı mantıksız, hayret ve dehşet vericidir.
Zira aralarında zerre kadar imtizaç, “eylem ve söylem benzerliği” yoktur.    
Yetmedi, kadim Demokrat Parti’nin def-i hacetinden, misyon tacirliği ile sabık, malûl ve muhriç, defolu atıklarından bile medet umulmaktadır. Kaldı ki, bu sanal sevdaya mukabil; Halâ 27 Mayıs sorgulanmamış, yargılanmamış, fevkalâde ehemmiyet ve aciliyetine rağmen henüz dava bile açılmamıştır. Bu nasıl bir mirasçılıktır ki; Varisi verasetten bihaber ve adeta (Aydın Menderes gibi) reddi miras etmiş, hayırsız evlât gibidir.     
OYSA: TARİHİ VE KADİM DEMOKRAT PARTİ!..
Evet, burada açıkça ifade etmek lâzımdır ki; Özellikle tarihi ve kadim Demokrat Parti, Menderes ve bilumum kadrolarına nazaran: AKP, üst yöneticileri ve cari politikaları cihetiyle, aralarında zerre kadar bir ilgi, alâka ve rabıta yoktur. Yerine göre örnekleyecek olursak: 
Meselâ: Demokrat Parti 07 Ocak 1946’da kuruldu. 4 yıl 4.5 ay yıl süren muazzam bir furya, baskı, zulüm ve ıstıraplı hak-hukuk mücadelesinden sonra 14 Mayıs 1950 seçimlerinde “halk hareketi ile” iktidar, akabinde de, her şeye rağmen, millet adına “MUKTEDİR” oldu.
***
AKP’NİN MENDERES’LE SINAVI
Mustafa Nevruz SINACI
Her ne hikmetse, 27 Mayıs 1960 kalkışmasının 53. sene-i devriyesinde patlak veren “Gezi Parkı” olaylarına baktığımızda, açıkça görürüz ki: Bunlar hâlâ hükümet, iktidar ya da muktedir olamamışlar. Yahut başka bir anlam, düşünce ve izah tarzına göre: Hükümet adına devlet erk’ini elinde bulunduran kesim; Rejimi değiştirip dönüştürmek suretiyle ülke ve halkı yeniden yapılandırıp; BOP-BİP istikametinde bir anayasa, yeni bir rejim ve muhafızlarından oluşan kadrolar teşkil etmek uğruna “olayları kuruyor, kurguluyor ve yönetiyor” gibi!.. 
Amaç ne olabilir? İddialara göre: Tam bir iştirak ve işbirliği içinde hareket ederek, yerine göre legal veya illegal ortaklık içinde faaliyet gösteren iktidar ve bilumum muhalefet:, Her şeye rağmen, mevcut Anayasayı (tıpkı 1960’da olduğu gibi) çöpe atarak; “adına ‘süreç’ denilen menfur ihaneti meşrulaştırıp, hainlere yasal yol ihdası” için, bir yeni yapılanma (ihanet sürecinin öncüsü Turgut Özal’ın transformasyon dediği) dönüşüm anayasası yapmak istemektedirler… İlk etapta masum ve siyasetten müsemma başlayan Gezi Parkı eylemlerinin, aynı günün akşamından itibaren MİT, Jandarma, Polis ve bilumum kamu güvenlik unsurlarına rağmen, eşkıya, sabotajcı, dezinformatör, etki ajanı, yabancı casuslar ile yerli provokatörlerin işgaline maruz kalması tam bir acizlik yahut müsamaha veya gizli iştiraktir!..
Zira devletin gücü ve güvenlik kurumları; İyi niyetle, masum yüzler ve temiz gençler tarafından, ‘organize olmaksızın ve kendiliğinden’ başlayan hareketi sızmalardan, sabotajdan, dezinformatör, etki ajanı ve provokatörlerden pek alâ koruyabilir, kontrol altında tutabilir, 28 Mayıs’tan itibaren vaki taşkınlık, saldırı ve tahribatı, çok rahatlıkla önleyebilirlerdi…
Aslında “DEVLET OLMAK” budur.
Devlet: Hüküm, hikmet, adalet ahlâkı, evrensel hukuk, meşveret; Suç teşkil eden fiil ve (her kim olurlarsa olsunlar) faillere karşı çelikleşmiş iradenin demir yumruğu” demektir. Akp tarafından örnek alındığı iddia olunan Adnan Menderes ve Demokrat Parti ile hükümet kadroları böyle idi. Ki, bu bir hikmettir. Yüksek fazilettir. Lânetli devrimcilik, zorbalık ve zalimlik değil; Atatürk tarafından düstur olarak uygulanan İnkılâpçılıktır. İnkılâpçılık nedir?.. Milletle anlaşmak, asgari müştereklerde iştirak, demokrasi, medeni siyaset ve uzlaşma kültürü çerçevesinde mutabık kalmaktır.     
Adnan Menderes ve Demokrat Parti Ezan-ı bu anlayışla dönüştürmüş; Müslüman’ım demeyi bile yasaklayan yasa müsveddelerinden milleti böylece kurtarmış ve her şeye rağmen hırçınlık için yol arayan, fırsat kollayan muhalefeti; Parayla-pulla ayartmaya, tehdit, taciz ve şantajla yola getirmeye, ya da bölmeye, parçalamaya kalkışmamıştır.
Maalesef güncel siyasette bunların tamamı yaşanmakta, fakat: Siyasetti fazilete iblağ edecek “parti sahibi sultası, genel merkez cuntası, milletvekili ayrıcalıkları, dokunulmazlık ve imtiyazları” gibi insanlık, ahlâk, adalet ve hukuk dışı ilkellikler yürürlükten kaldırılmaktansa, inatla, ısrarla sürdürülmekte ve tahkim edilmektedir. Oysa DP ve Menderes zamanında başta “hazine yardımı domuzluğu” olmak üzere bu ve benzeri millet iradesi, hakkaniyet ve adalet karinesi ile eşitlik ilkesine bütünüyle aykırı “mugayir hiçbir uygulama yoktu!..    
Devletin tepesinde Demoklesin kılıcı gibi asılı, bölücülük tehdidi; Çok ciddi, hırçın, sert ve saldırgan muhalefete rağmen ihanet şebekeleri ile flört, zaaf, acizlik ve pazarlık gibi derin bir utanç göremezsiniz. Dahası, kimse, ama hiç kimse kadim DP, Menderes ve ekibini “hainlerle görüşme, iştirak ve iş birliği ile” suçlayamaz. Ama günün hükümeti ve iktidar partisi en ağır biçimde şaibe altındadır. İktidarın iltimas, haksızlık, yolsuzluk, hakkaniyet ve hukuk dışı icraatlarına göz yuman, suç, cürüm ve yasa dışılıkları görmezden gelen, bilumum muhalefet de bu iddialar ve iddiacı kesimlerce alenen veya zımnen ihanetle suçlanmaktadır.
            Nihayet: DP davasının özü, esas misyonu olan “antiemperyalist ve antisiyonist Türk İnkılâbı geleneğinin” son halkası, varis ve güncel versiyonu olması bu cihetle de asla kabul ve tasvip edilemez. Dahası kadim DP: “Milli Mücadele ve Misak-ı Millici”, tam özgürlükçü, mütekabiliyetçi, Milli Devlet, Milli Hâkimiyet ve Milli hükümranlıktan yanadır. Ya AKP?!..