27 Kasım 2013 Çarşamba

ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLMASIN!..

ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLMASIN!..
Mustafa Nevruz SINACI
Eğitim, öğretim ve terbiyenin amacı sadece bilim değil, aynı zamanda; Doğru, dürüst, onurlu, soylu ve sorumlu, “iyi insan ve iyi vatandaş” yetiştirmektir. Zira ahlâken düşük, süfli ve sorumsuz, potansiyel suçlu, hırsız, yolsuz, hain ve mücrimler cahiller arasından çıkar. Bu olağan ve doğaldır. Fakat okumuşlar arasından bu nevi alt, aşağılık ve süfli varlıkların zuhuru halinde, bahis konusu ülkenin maarif (Ârif yetiştirme) sistemi çökmüş, çürümüş ya da yabancı düşmanların eline geçmiş demektir.       
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Kurucu Unsurun öncüsü Atatürk’ün, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fen’dir…” vecizesi bu hakikati tespit ve tescil eder. Malum mürşit, irşât’tan mülhem olup; “doğrusal yönde, adalet ahlâkı ile kaim ve fazilet üzre” demektir.    
Şu hale nazaran:
1. Öğretmen: İnsanlara ilmi (bilimi) ve ilmi yaşamayı öğreten, eğiten;
2. Öğrenci: İnsanca ve ilmi yaşamayı (ilimle amel etmeyi) öğrenen, öğrendiği asil ve yüksek bilgiyi eğitimle pekiştirmek suretiyle; Öncelikle insanlık âlemi, ülkesi, aile çevresi ve milleti için hayırlı, yararlı, özgür bilimi hayata geçiren, gelişmeye katkıda bulunan ve yaşam boyutunun mükemmelleşmesi için kendini adayan İnsan’dır!.. (Hırsız, yolsuz, yalancı, talancı, üçkâğıtçı, dolandırıcı, sahtekâr, anarşist, terörist, hain, zalim, ahlâksız, namussuz vs., olacak kadar cahil, aptal, akılsız, onursuz, umursuz ve beyinsiz değil.)   
Bu hakikat ışığında: “Öğretmenler Günü”
Çok garip ve ironik bir ülke Türkiye…
14 Mayıs’ı “Demokrasi Bayramı” edip, kutlamak isteriz, “memlekette demokrasiden eser kalmadığı için olsa gerek!.” kutlattırmazlar. Ama Cumhuriyetten eser kalmadığı halde, “Cumhuriyet Bayramı”; Buna mümasil Adalet, Gazetecilik, İnsan Hakları, Kadın Hakları ve Hukuk gibi gün, hafta ve bayramlar inadına kutlanır da kutlanır.. Öğretmenler günü de öyle!     
Malum, “Öğretmenler Günü” bizde bir nevi “Öğretmenler Bayramı” gibi idrak edilir. Ama önem, anlam ve “Ülkemizdeki eğitim-öğretim, adalet ahlâkı, bilim ve yaşam boyutuna dair acil sorunlara alternatif çözüm üretme” gibi; Olması gereken formatla örtüşecek biçimde kutlanmaz. Ya ne olur? Duygusal merasimlerle yıllardır yapıla gelen ritüeller tekrarlanır!..
Her ne hikmetse, 11 Kasım 1938’den 1950’ye ve 27 Mayıs 1960’dan günümüze kadar hep böyle! Hem de sadece Maarif (Yüksek ahlâk sahibi, şahsiyetli-haysiyetli, namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu Hazreti İnsan, Ariflerin, âlimlerin yetiştirilmesi gereken yetkili, görevli ve sorumlu kurum) teşkilâtında değil; Ordu, iktisat, siyaset, sanayi, ticaret, medeni yaşam ve dahi parlamento dâhil olmak üzere durum her yerde ve her sektörde maalesef aynı!.
İnsan yetiştirmede içine düştüğümüz müthiş kaos, inadına atalet ve zafiyet; Sürekli terakki, ilerleme, yükselme yerine, müzmin bir gerilik, gericilik, yozluk, yobazlık ve her nevi tüccarlık ve sisarlığı üretir hale gelmiş durumdayız ne yazık!.. .  
Eğitim ve öğretim (bilim ve din) tüccarlığı öğretmen sınıfında…
Bunların tamamı; Asli, îlmî ve insani görevini yapmayan İmam ve Öğretmen sınıfının suçudur. Dolayısıyla, objektif düşünemeyen, ideoloji bataklığına saplanıp kalan, özgür bilimin sesi, soluğu, sevimli, saygıdeğer yüzü olmaktansa; İğrenç siyaset simsarları, yalancı ve talancı “yenidünya düzencileri”, demokrasi yalancısı ve BOP/BİP talancılarının öttürüğü olmak gibi menfur rollere yatan, kiralık beden ve satılık beyinler nam sözde aydınlar!..  
Günümüzde Kanaat Önderleri, Akil İnsanlar ve Aksakallılar da pek farklı değil.  
Hattâ haram aylarda savaşa izin veren, lânetli mut’a nikâhını kutsayan, tefessüh etmiş fetret ahlâksızlığına ruhsat çıkaran ve dahi “şeytana kul, gâvura köle olmuş” idareci ve politik ACI’lara tasavvufi makamlar peşkeş çeken sahte meşayih-i mürşidan bile var…   
İşte bu yüzdendir ki ATA-TÜRK bütün eğitim-öğretim teşebbüsleri ile her derece ve düzey yabancı okulları kapatmış; Mason locaları ile menfur türevlerini faaliyetten men ve ilga etmiş; (genel ders disiplini hariç) Yabancı dille eğitim veren tek bir okul dahi bırakmamıştır.   
Şimdi bakın şu kepazeliğe:
Bazı tüccar öğretmenlerimizce başlatılan dershanecilik sektörü, önce (devlet yardımı ve bakanlık katkısıyla ayakta durabilen) özel okullara; sonra da bir kısmı hile, desise ürünü Vakıf üniversiteleri silsilesi yoluyla, devlet koruması altında; halkın, geleceğinin garantisi “istikbal” olarak bellediği evlâtlarını, güya eğitiyormuş, yetiştiriyormuş gibi gözüken peyke, asalak kuruluşlara dönüştü. Devlet korumasında dedik; İzin, ruhsat, lisansı hükümetler verir, para desteği sağlar, kontenjan suiistimalleri yapar ve sözde denetlerler. Fakat hiçbir zaman narh konulmaz. Eğitim ve öğretim kalitesi sorgulanmaz.. Bakanlığın aradığı ve baktığı şekil şartlarıdır. İzni verenle, alan arasında her zaman bir şekilde konsensüs vardır.
Her daim ütülen, örselenen, istikbali karartılan halktır.
60 sene milli (!) eğitimin içinde koltuk işgal eden ecnebi bu bozuk düzenin kontrolörü; Fulbright bursları ile yetiştirilenler bu zincirin gelecek halkalarıdır. Ne dedi, Senatör Fulbright “Bu burslar ve programda yetiştirdiğimiz adamlar, gemilerden, deniz altılarımızdan daha çok işe yarar.” Yani, Gâvur ne zaman eğitim işine girdi, maarif sistemimiz arif yetiştiremez oldu.  
Japonya 1960’da uyandı ve kendisine 1945’de dayatılan eğitim modelini terk etti. Bütün okumuşlarını “Japon Maneviyat Eğitimi” kursuna aldı. Eğitti, sertifika verdi ve tekrar eski görevlerine atadı. Böylece bugünkü Japonya derecesine yükseldi; kurtuldu.
Güney Kore ile Almanya’da öyle. Bizim okullarımız “meşguliyetle tedavi” faslında!..
Çocuklarımızın deli dolu çağları ve neredeyse bütün zamanlarında okullarda tutularak disipline edilmesini sağlıyor da, buna mukabil; ‘ne öğretiyoruz, ne öğreniyorlar’ diye kimse sorgulamıyor. Oysa mutlaka ve daima eğitim/öğretim, terbiye sistemi özenle takip edilmeli ve sorgulanmalıdır. Aksi takdirde devletin başına kadar gelen, parlamentosuna giren, sözde halka vekil olan hırsız, yolsuz, anarşist-terörist, gaspçı, irtikapçı, kaçakçı, organize şer örgütleri ile çıkar gruplarına yardımcı, yatakçı, yaltakçı kesilen; Akıl, iman, iz’an, ilim, irfan fukaralarına ne demeli? Üç buçuk eşkıya ile baş etmeyen silâhlı kuvvet mensuplarını kim yetiştirdi acaba?
Meselâ: 11 Kasım 1938 günü, ATA-TÜRK’ü hafızalardan silmek için “karşı devrim” yapan; 80 Kuruş olarak devraldıkları Amerikan Dolarına, Türk Lirasının paspas yaparak 2.5 milyon kat değer kazandıran; Ortada hiçbir neden olmaksızın ve Türkiye 10 yılda 100 yıllık kalkınma ve gelişmeyi başarmış iken, nahak yere 27 Mayıs kalkışmasıyla ortalığı kan revan eden; Akabinde her biri çok büyük soygun ve vurgunlara ortam hazırlayan periyodik darbeler; Peş peşe yaratılan kriz, kaos, bunalım ve buhranlarla milleti taciz edip devleti soyanları…
Medeni bir devlette ADALET, EĞİTİM VE SAĞLIK ücretsiz olmak zorunda iken; Kutsal İnsan hayatı, Adalet ahlâkı, Cumhuriyet, Bilim ve Demokrasi için olmazsa olmaz bu şartı hiçe sayarak; Bu unsurları bile “çıkar aracı” haline getirenleri kimler yetiştirdi acaba?..        
Mensup olduğumuz sözde İslâm âleminde de durum vahim.
Tablo bu:
            İslam Konferansı Örgütü'ne (OIC) üye 57 ülkede 500 Üniversite var. Üniversite başına 3 milyon kişi düşüyor. Kalite sorunu başka mesele! Oysa sadece ABD'de 5 bin 758 Üniversite var. 2004 yılında hazırlanan “Dünya Üniversitelerinin Akademik Değer Listesi”ne Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerden ilk 500’e giren tek bir üniversite bile yoktu.
Acaba!.. Niçin?.. Neden?.. 
Cevap: Kalitesiz ve ezberci eğitim...
UNDP verilere göre Hıristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı % 89’dur. Bunların %98’i en az ilkokul; Her 100 kişiden 40’ı üniversite mezunu. Hıristiyan çoğunluğa sahip 15 ülkedeki okuma-yazma oranı ise %100. Yani bu 15 ülkede okuma-yazması olmayan tek kişiye rastlamak mümkün değildir!. 
Müslüman ülkelerde durum bunun tam zıddı: 100 kişiden sadece 40’ı okuma-yazma bilir. Herkesin okuryazar olduğu bir tek Müslüman ülke bile yok! Bunların da %50’si ilkokul, sadece %2’si üniversite mezunudur. ABD’de bilim insanı sayısı 4.000, Japonya’da 5.000, 57 İslâm ülkesinde ise 230 kişidir. (Akademisyenlerin hepsi ‘bilim insanı’ demek değildir. Bilim insanı, pozitif bilimlerle aktif olarak uğraşan kişi demektir.) Şu halde her 1 milyon Müslüman kişiye bir bilim insanı düşmektedir. Böyle bir fotoğrafta öğretmenler günü’mü kutlanır!...

13 Kasım 2013 Çarşamba

MİLLİ DAVA KIBRIS ve bir belâ daha Ban Ki Mun

KKTC’nin Başına Ban Ki-Mun Belâsı
Mustafa Nevruz SINACI
Kefere korkusu yahut AB’den menfaat beklentisi yüzünden, daha hükümete sahip olur olmaz; Rab’in lânetlediği ve faillerinin en ağır surette cezalandırılmasını emrettiği zinayı, tam bir mürailikle serbest bırakanların, başörtüsünden medet umdukları ve parlamentoya türbanla girmeyi zafer çığlıkları ile kutladıkları bir garabet yaşıyoruz.
Bu utanç yetmezmiş gibi; Sahil ve sınırlarının kahir ekseriyeti gâvura peşkeş çekilmiş; Ekseri mahalleri fuhuş, kaçakçılık, yolsuzluk-soysuzluk, terör-tedhiş, uyuşturucu bataklığına dönüşmüş; İslâm ülkesi olmasına rağmen resmi izinli ve ruhsatlı domuz çiftlikleri, mezbaha ve haram haneleri ile maruf hale gelen bir memlekette öğrenci evleri cazgırlığı yapılabiliyor!.
Hayret ki ne hayret!.. 
Henüz Güvenpark polis işgaline son veremeyen, milli hudutları korumak yerine, başbakanlık/bakanlık çevrelerinde güvenlik kordonu ve barikatlar oluşturan, buna mukabil cadde ve sokaklarda araç parkı rezilliğini önlemekte aciz kalan.; Demokrasiyi geliştirmek ve halka hizmet etmekle memur ve mükellef iken, asli görevini unutup, tali iş ve meşveretle “seçim sath-ı maili ve ekonomisi” yaratmaya çalışan bir icra ile malul olduk…         
Bunun yanı sıra, şerefli ve şanlı “Türk Ordusu/Peygamber Ocağı” vasfını; (mezkür hükümetin halâ sorgulayıp, yargılamaya yanaşmadığı) menfur 27 Mayıs günü filen yitirmiş bir teşekkül’ün; Mütalâa ve müzakereye açık, şaibeli davaları müteakip çok garip istifalarla sarsıldığını hayretle müşahede ile; Kasım 2013 celbinde “En büyük asker (!) bizim asker” nidaları ile inleyen gar ve otogar peronlarını; Aleni saflık ve masum yalancılıkla rol kesen gafilleri utançla temaşa vaziyeti alırken şaşırıp kalıyoruz…
27 Mayıs’ı yapan, Atatürk’ün Anayasasını çöpe atan, Cumhuriyet, adalet, hukuk ve demokrasiyi rafa kaldıran; Demokrasiyi geliştirip, adalet ve hukuku pekiştirmek yerine, Her on yılda bir darbe yapmaktan utanmayan; 1963’den itibaren 3.5 baldırı çıplakla başlatılan terör, tedhiş ve anarşiyle, ta hükümete ortak oluncaya, parlamentoya girinceye kadar hal ve baş etmeyen, hakkından gelmeyen; İsrail’le iştirak-işbirliği, tank-tahkimat-tamirat, ticaretle malul eli silâhlı topluluğa Türk Ordusu denilemez!..   
Bütün bu hicaplar yetmezmiş gibi bir de, Başbakanlık sandalyesinde oturan kişinin; İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ile düzenlediği ortak basın toplantısında; “Annan planı artık adeta rafa kaldırıldı, buzdolabına kondu. Şimdi artık bir Ban Ki-mun planı herhalde oluşacak. O zaman bu planı oluşturalım, adımı da artık atalım ve neticeye kavuşturalım. Oyalama devam etmesin. Güney Kıbrıs kararlıysa Kuzey Kıbrıs’a da aynı şekilde gerekli telkinleri yapabiliriz. Yunanistan da bu telkinleri yapmış olsun. BM Genel Sekreteri’nin riyasetinde bu işi neticelendirelim,” diyebilmesinin büyük şoku ve şaşkınlığı içindeyiz.
Meğer Başbakan: BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’a "Şu anda ve önümüzdeki dönem yapılmakta olan görüşmelere G20 zirvesinde St. Petesburg'da başlamak istiyorum.”da demiş..
Bir yanda bunlar telâffuz olunurken, diğer taraftan; Akritasçı-Eokacı Anastasiadis’in görüşmelere başlamak için Maraş’ın Rumlara devredilmesi talebiyle ortaya çıkması, ne büyük bir utanmazlık, yüzsüzlük, cüretkârlık, şımarıklık, alçaklık, şerefsizlik ve soysuzluktur! Buna Türkiye Cumhuriyeti hükümeti’nin dışişleri bakanı nasıl seyirci kalabilir? Dahası, Kıbrıs Rum diyasporasının ana karası Yunanistan’ın, irili-ufaklı ONBİR Türk-Ege adasını gasp-irtikap ve işgal etmesine rağmen mütehammil olunup, nasıl seyirci kalınabilir?
Türkiye AB Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış; Kıbrıs sorununun (?) çözümü için Annan Planı benzeri bir “Ban Ki-Mun” planının ortaya çıkmasının söz konusu olduğunu belirterek: “Kıbrıs meselesi çözülürse şimdi çok kısa bir süre içerisinde 12 faslı açıp rahatlıkla 10 faslı kapatabilecek noktaya gelmiş oluruz. Çok az bir çalışmayla, bazı kanunları geçirerek o rakamı daha da artırabilecek noktadayız.Şu anda fasıl kapanamıyor, çünkü Kıbrıs meselesi çözülmedikçe fasıl kapatmama olamaz şeklinde alınmış bir AB kararı var..” diyor!..
Görülüyor ki; AKP’ye göre halâ bir Kıbrıs sorunu var sanılıyor. Neymiş o? KKTC.
Meseleyi 54 yıllık AB domuzluğu düzleminde gözlediğimizde, çok açık, net biçimde: AB kalleşliği, TC düşmanlığı ve dâhili-harici bedhah işbirlikçiliği görülür. Bu hainliğin faili malum tarafı: Türk, Türkiye ve KKTC düşmanı, dönme-devşirme, sabe ve kriptolardır biline!   
***
KIBRIS YİNE KIBRIS
Metin HASIRCI
metin@nizamajans.com
Muhterem Mustafa Nevruz Sinacı Beyefendi, Milli davaları omuzlamaya her zaman amade bir vatan evladı olarak, dikkatimizi çeken bir mail aracılığıyla feryadı basmış. AB’ye girme delisi olmuş zihniyet sahiplerine ikaz mahiyetinde bir şeyler demeye çalışırken, sevgili kardeşim Ekrem Şama’nın sitemizdeki son yazısında buyurduğu gibi, Muhterem Erbakan Hoca’mız sağ olsaydı, Sayın Tayyib’e; sen deli misin? Sen deli misin?, sorusunu cevap alma arzusuyla yöneltirdi demesi geldi. Sayın Tayyip, AB’ye iştirake bu kadar delicesine girme çalışmalarını desteklerken, meşhur 1853/1854 Kırım Savaşını ve avakıbini, Osmanlı devletinin yanında yer alan İngiltere ve Fransa’nın yardımlarının elbette ki savaşı kazanmamızda hisseleri olduğu vakıadır. 
Fransız medeniyetinin sosyal kültür anlayışını, Osmanlı medeniyeti anlayışının içine monte etmek istemeye kendilerini bezl edenlerin, aradan çok geçmeden, 23 sene sonra Osmanlı devletini, 1877’de Moskof önünde bir başına bırakıp, İslam dolayısıyla Osmanlı devletinin büyük bozgununu keyifle seyrettiklerini, hele bunlardan İngiltere’nin, Rusya ile aramıza girerek sulhun sağlanması hususunda yardımları karşılığında, Kıbrıs’ı bahşiş olarak talep ettiğini siz bilirsiniz de, danışmanlarınızdan hatırlatan olmaması sizin için çok büyük talihsizliktir. 
Sayın Mustafa Nevruz Sinacı demekteki feryadında: 
“…Başbakanlık sandalyesinde oturan kişinin; İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ile düzenlediği ortak basın toplantısında; “Annan planı artık adeta rafa kaldırıldı, buzdolabına kondu. Şimdi artık bir Ban Ki-mun planı herhalde oluşacak. O zaman bu planı oluşturalım, adımı da artık atalım ve neticeye kavuşturalım. Oyalama devam etmesin. Güney Kıbrıs kararlıysa, Kuzey Kıbrıs’a da aynı şekilde gerekli telkinleri yapabiliriz. Yunanistan da bu telkinleri yapmış olsun. BM Genel Sekreteri’nin riyasetinde bu işi neticelendirelim,” diyebilmesinin büyük şoku ve şaşkınlığı içindeyiz.
Ey bakın milli görüşçülere ikide birde, bunlar sizin içinizden çıktı diye, akıllarınca çıktıkları yapıya suç sıçratmak niyeti taşıyanların, milli görüş lideri merhum Hoca’mız Kıbrıs meselesi diye bir meselemiz yoktur. Şanlı ordumuz ve devletimiz Kıbrıs devletinin her zaman yanındadır, sözlerini hatırlatmak isteriz. Yani ben milli görüşçüyüm diyen hiçbir şahıs, Hocamızın bu tespitine iştirakten başka düşünce taşıması, palyoçuluk etmeğe savuşmaktır, böylelerinin de milli örüşçüler için hiçbir kıy met-i harbiyesi yoktur. Öte yandan Sayın Sinacı aşağıda şu ifadelere yer veriyor mail’inde: 
“..Meğer Başbakan: BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’a "Şu anda ve önümüzdeki dönem yapılmakta olan görüşmelere G20 zirve sinde St. Petesburg’da başlamak istiyorum.” da demiş.. ( Böylece de Sayın Sinacı, Sayın Tayyib’in aculculuğuna dikkat çekmiş ki, bu husus, böyle olmasını isteyen mahfiller bulunduğu hükmünü çıkarabilmemiz lazım geldiği gibi bu mahfillerin milli menfaatlerimizin karşısında kimseler olduğunu sanırım işaret ediyor.)
Bir başka açıdan Sayın Sinacı, aşağıya aldığım mail’inin paragrafında, hamd olsun, Yunanistan‘ın irili ufaklı onbir adamızın gaspına dair de hatırlatmalarda bulunmaktadır. Fakir, Metin Hasırcı olarak, bir evlâd-ı fatihan torunu oluşum, ataları Bosna’yı, Yanya’yı kaybetmiş bir Müslüman olarak, çakıl taşını bile düşmana vermeme anlayışı taşıyan biriyim, 2011 genel seçimleri esnasında Namık Kemal Zeybek Bey’in ifşaatıyla haberdar olduğumuz bu adaların sirkati hasebiy le bir nebze olsun, Akit’i ve Milli Gazeteyi harekâta geçirmeye muvaffak olduysak da, bu hususta devamlılık sayılabilecek bir hassasiyet yakala yamadık.
Sayın Mustafa Nevruz Sinacı diyor ki:
“.. diğer taraftan; Akritasçı-Eoka’cı Anastasiadis’in görüşmelere başlamak için Maraş’ın Rumlara devredilmesi talebiyle ortaya çıkması, ne büyük bir utanmazlık, yüzsüzlük, cüretkârlık, şımarıklık, alçaklık, şerefsizlik ve soysuzluktur! Buna Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin dışişleri bakanı nasıl seyirci kalabilir? Dahası, Kıbrıs Rum diyasporasının anakarası Yunanistan’ın, irili-ufaklı ONBİR Türk-Ege adasını gasp-irtikap ve işgal etmesine rağmen mütehammil olunup, nasıl seyirci kalınabilir? 
Aslında Sayın Mustafa Nevruz Sınacı’nın bu seyirci kalınışı sorusunu TBMM’de dile getiren kişiler oldu. MHP milletvekili bir zat sordu. Ne vakit Sayın Hariciye nazırı, bu soru genel kurmaya sorulmalıdır demek suretiyle karşıladı. Buna karşılık işin peşine düşen olmadı. Misal olarak söylüyo rum, Milli Gazetede Kıbrıs’daki mücadeleyi en yakından takip etmiş hem de Prof. bir yazar zaman zaman değil, her zaman sağ olsun Kıbrıs ile alakalı mühim yazılar ile hizmete gayret içindedir. Ne var ki, bu milli bir meseledir diyerek kalem oynatan gazetedeki kalem sahipleri bu meseleye biz de bir destek verelim deseler daha güzel olmaz mı? Bir de aşağıdaki AB ilişkileri bakanının beyanına göz atalım: 
Türkiye AB Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış; Kıbrıs sorununun (?) çözümü için Annan Planı benzeri bir “Ban Ki-Mun” planının ortaya çıkmasının söz konusu olduğunu belirterek: “Kıbrıs meselesi çözülürse şimdi çok kısa bir süre içerisinde 12 faslı açıp rahatlıkla 10 faslı kapatabilecek noktaya gelmiş oluruz. Çok az bir çalışmayla, bazı kanunları geçirerek o rakamı daha da artırabilecek noktadayız. Şu anda fasıl kapanamıyor, çünkü Kıbrıs meselesi çözülmedikçe fasıl kapatmama olamaz şeklinde alınmış bir AB kararı var..” diyor!..
Sayın Bağış, bilmelisiniz ki, 1571 Kıbrıs fethi elli bin şehide mal olmuştur. 1974 ise 498 şehitle istirdat edilebilmiştir. Üst komuta heyetinden hayatta hiç kimse kalmamış bulunmaktadır. Allah korusun, bu AB’ye girme hastalığı, hasbel kader o komutanlar, Kıbrıs’ı niye istirdat etmişler ? Onları bulup cezalandırın deseler, fasılları açıp kapamak uğruna cevabınız acaba ne olurdu? Fiemanillah. 
12 Kasım 2013, MİLLİ GAZETE,