21 Haziran 2014 Cumartesi

De’ Facto Mütegallibe (gizli düşmanların şer ve şeytani etkisi) ve dâhili bedhahlar!....

de’Facto Mütegallibe ve'l dâhili bedhahlar 
Mustafa Nevruz SINACI
Malûm, de’Facto açık, alenen ve resmen kabul edilip ilân edilmediği halde: Gerçekte/ fiiliyatta var olan ve hükmünü icra eden; Mütegallibe ise: Haksız, yolsuz, hukuk ve ahlâk dışı, gayri meşru kuvvetle hükmetmeye çalışanlar:, Zorba, despot, derebeyleri ve gizli işgal unsuru hainler (daha açık bir ifade ile dâhili bedhahlar, yani gizli iç düşmanlar) demektir.
Böyle bir ülkede insan hakları, adalet, hukuk, lâiklik ve demokrasi “var gibi” görünür. Çokça da lâfı edilir. Fakat gerçekte bu değerlerin hiç birisi yoktur. İşte bunlardan biri de biziz. Yani Türkiye. Bizimle yanı sıra, Atatürk zamanında tam özgür, bütün veçheleriyle hâkim ve hükümran olan Afganistan ve İran’da, şu anda “hürriyet ve hükümranlık” nimetinden mahrum ve yoksundur. Daha açık ve net bir ifade ile 2014 yılı itibarıyla, hiçbir Türk ve İslâm devleti hür ve hükümran değildir. Önce kendi açımızdan konuyu “mümkün olduğunca” irdeleyelim:
İşleyeceğimiz konu itibarıyla, örtülü-gizli, hileli ve özellikle Lozan’da, dâhili bedhah menşei ile malûm lânetli birinin yaptığı gibi, İngiliz Milletler Topluluğuna vatanı katmak ya da millet ile meşru temsilcilerinin rızası hilâfına satmakla başlar bizim mütegallibelerle ilgi ve alâka muvacehesinde maceramız. Venizelos’un (İstanbul ziyaretinde) Atatürk’e bildirmesiyle ortaya çıkar. (1930) Konunun tetkiki bir hayli zaman alır. Gerçek sarahaten ortaya çıktıktan sonra İsmet başbakanlıktan kovularak, Ankara’dan sürülür. (1937) Başbakanlığa Celâl Bayar atanır. Ancak bu nedenle Atatürk zehirlenerek öldürülmüş ve tam da öldüğü günün ertesinde; Daha mübarek bedeni soğumadan, Meclis tanklarla çevrilmek suretiyle malûm şahıs cebren, tehdit, tank ve tüfek zoruyla diktatörlüğe getirilmiştir. (11 Kasım 1938)
Türkiye’nin kendi tarihi ile “hesaplaşması ve yüzleşmesi” gerekiyorsa ilki budur.
Önce 11 Kasım 1938 karşı devrimi, sonra da bunun bekraundu (altın vuruşu) olan 27 Mayıs 1960 muhakeme edilmek, sorgulanmak ve yargılanmak zorundadır. Eğer, hakkaniyet, adalet, ahlâk ve hukuka uygun bir “açılım” süreci oluşturma azmi, irade ve kararlılığı içinde ise AKP; 27 Mayıs dâhil olmak üzere bunu yapmak zorundadır. Geçmişle erkekçe ve mertçe hesaplaşmayan bir zihniyet değişim, dönüşüm, atılım ve açılım yapamaz. Aksi halde o da, bu menfur sürecin uzantısı, parçası ve mütemmim cüz’ü olmaktan kendini kurtaramaz.   
Çünkü: 11 Kasım 1938 karşıdevriminde: Cumhuriyet, adalet, hürriyet ve insan hakları gibi ‘Milli/manevi, insani, demokratik ilmî’ değerler tarihin çöplüğüne atıldı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihinin birinci kalkışması, ilk isyanı, kanlı ihtilâli ve en kalleşçe darbesi budur. Mustafa Kemal Atatürk’ün canı pahasına uygulanan vahşetin Literatürdeki adı: ‘karşı devrim’ kime karşı? Elbette Atatürk, Türk İnkılâbı, Türk halkı, Türk Milli Devleti, halkın özgürlük ve bağımsızlığına karşı! Dolayısıyla 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve mütemmimleri bu güruhun marifeti olup; Maksat, hürriyet, adalet ve bağımsızlığa vurulan prangayı pekiştirmektir.
Mütegallibe tarafından sanal savlar üzerine kurulu, ama gerçekte asla var olmayan, “sözde Kürt sorunu, esasta Türkiye’yi bölme, parçalama, soya ve paylaşma oyunu” 27 Mayıs 1960’dan itibaren Sivas toplama kamplarında Halk Partisi zihniyeti ile tamamı kripto, mason ve misyoner cunta tarafından icat edilmiş “sonradan icat” bir sorundur. Tıpkı 1974’ten sonra, Vahşi Batı ile entegre ihanet şebekelerince ortaya atılan ‘Kıbrıs Sorunu’ gibi. Bunlar hakikatte sorun falan değil, itler önüne atılan somun kabilinden, düzmece senaryolardır.        
KARŞI DEVRİM = YENİDÜNYA DÜZENİ
Zekâ düzeyi düşük primitifler bilmezler. Ama dönme, devşirme ve kriptolar çok iyi bilir. Türkiye’deki karşıdevrim: Sömürgeciliğin zaferi, legalize olması ve dünyada uç veren “yenidünya düzeni” domuzluğunun hayat bulup harekete geçmesidir. Nitekim 1908 veya bir başka telâkkiye göre 1914 yılına değin beş buçuk asır boyunca, tartışmasız dünyanın başkenti olan İstanbul, bu vasfını 1914’de yitirdi ve Kraliçe’ye kaptır. 1944’e kadar dünya başkentinin Londra olduğu bilinir. Fakat yenidünya açılımı ile başkent Amerika kıtasına kadı.
Netice olarak: 1960’a kadar dünyanın patronu da başkenti de Washington D.C.’dir.
1960’larda yeni bir yapım, değiştirme, dönüştürme ve yerleştirme depremi yaşanır…
DÖNEMLER, DEVRİMLER VE DENGELER
Dönemin en önemli sorunu olan ve gelişmişlik sıralamasında; Demokrat Parti, Bayar ve Menderes sayesinde Amerika, İngiltere ve Japonya’dan sonra dördüncüye gelen Türkiye, 27 Mayıs darbesi ile önü/yolu kesilir, durdurulur. Hatta durdurulmak bir yana, sadece üç yılda bütün birikimi berhava edilmek suretiyle 1963’de sevgili halkını vahşi, adî ve alçak, iyi yüzlü batı’nın domuz ahırlarında bakıcı, kirli/hastalıklı sokaklarında süpürgeci ve en tehlikeli maden havzalarında amele olarak çalışmaya göndermek zorunda kalır. Zira cunta, halkı sadakaya ve memleketi dövize muhtaç hale getirmiştir. Oysa daha üç yıl önce Türkiye, Avrupa’nın en iyi ve en seçkin, kalifiye elemanlarını, bilim doktorları, profesörleri, her derece ve düzey işçileri Türkiye’de “yabancı işçi sıfatıyla” çalışırlardı.  
14 Mayıs 1950’de açlık, işsizlik, hastalık, yokluk ve kıtlıktan kırılan Türkiye’nin 1960 da işsizlik sorunu yoktur. İstihdam fazlası vardır ve bu fazla yabancı işçi ile karşılanmaktadır.     
YALAN-TALAN, İŞGAL, SOYGUN VE VURGUN DÜZENİ
11 Kasım 1938 ilâ 14 Mayıs 1950 arasında yaşanan nefret/fetret, fakirlik, açlık, yokluk ve hastalık dönemi 28 Mayıs 1960’da sökün etmiş; Kalitesiz, değersiz, niteliksiz ve niceliksiz, gayri milli unsurlarca bilerek, isteyerek, plânlı, programlı olarak dejenerasyon, deformasyon, psikolojik savaş, beyin yıkama, milli, ilmi ve manevi değerleri çürütme ve devleti yozlaştırma politikaları ülkeyi günümüze; Yani felâketin eşiğine kadar getirmiştir.       
Öyle ki; Bu gün, her ne kadar iman etmeseler, farkında olmasalar da, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti adına; Devleti dâhili ve harici bedhahlardan (gizli düşmanlardan), vatan haini, bölücü, hırsız ve yolsuzlardan koruma; Devleti yüceltme ve hükümeti denetleme görevi ile sorumlu ana ve yavru muhalefet, bilumum şerikleri ile birlikte “çatı kuralım” derken, milli devlet düşmanlarına “çanak tutma” bedbahtlığı, cehalet, felâket ve gafletine düşmüşlerdir!..
Oysa biz, Türkiye’nin “Cumhurbaşkanı, mutlaka Türk olmalıdır” diye haykırıyorduk.
BÜTÜN DÜNYA İŞGAL VE TASALLUT ALTINDA
Kaldı ki, memleketin ısrarla bölünmek istendiği, ayrışmanın teşvik edildiği, himaye gördüğü bir ortamda; Mutlak Milliyetçi olması gereken hareket partisi ve CHP tarafından, en azından Kraliçenin eğitim tezgâhında (exeter) dokunmamış hakiki ve halis bir Türk’ün aday gösterilmesi beklenirdi. Öneri, geniş halk kitleleri ile namuslu-dürüst, onur ve erdem sahibi yurttaşlar arasında büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Kalıplarına, makam ve mürüvvetlerine yazık, kahrı gazap olsunlar…     
Böylece CHP, MHP, AKP ve diğerlerinin tek vücut ve yekvücut oldukları sübut etti...
En kör pencereden bakıldığında bile; Öteden beri sürüp gelen Doğu Türkistan jenosidi, SSCB hinterlandında 20 yıldır vaki bağımsızlık komedisi ile sırasıyla Çeçenistan, Afganistan, Kıbrıs, Bosna-Hersek, Azerbaycan/Karabağ, Irak, Libya, Sudan, Suriye ve nihayet Ukrayna!.. İslâm’ın yasaklandığı bazı Afrika ülkelerinden tutun, en alçakça, haince ve kalleşçe katliam ve soykırımların sürdüğü Musul Vilâyeti; Kahir ekseriyeti Türk ve Müslüman coğrafya da bu insanlık dışı işgal, tasallut, soygun, vurgun, vahşi saldırılar hüküm sürüyor. Kötüler, pislikler, hırsız, yolsuz, din tüccarları ve siyaset simsarları her yerde…
İnsanlık; Adalet, huzur, hukuk ve barış iklimi Türkiye’den medet bekliyor!..
Oysa Türkiye hükümeti’nin aynı dönemde, insanlık, evrensel barış ve ticaret adına iş gören diplomatları Musul’da esir alınabiliyor, TIR Şoförleri gasp edilip tutuklanıyor. Ama ne büyük bir utanç, hicap ve yüzkarası bu!.. Mes’ul, mütehakkim ve mütegallipler, her ağızlarını açtıklarında ‘Yeni Osmanlı’ nam bir söylem ortaya koyarlar. Fakat Osmanlı’nın evvel ve ahiri dâhil 2250 yıllık (TSK tarihi baz alınmıştır) tarihinde böyle bir korkaklık, miskinlik ve utanç yoktur. Bunlar Osmanlı’nın: “İstersen ülkende ve dünyada Sulh-ü Salâh; Hazır ol her daim cenge ve asla cengâver olmaktan beri durma sakın!” kuralının farkında ve idrakinde değiller. Üstelik giderek bütün dünyayı saran fitne, tefrika, Türk ve İslâm düşmanlığını da göremezler.
Bizde gaflet, dalâlet ve hıyanet; Başta muhalefet olmak üzere her yanı sarmış, tarihi düstur olan ‘Hak yolunda, Millet hizmetinde, rıza-i İlâhi uğruna halk için çalışacak’ Namuslu, dürüst, imanlı, ilimli, şuurlu, lâik ve demokrat insan kalmamıştır.
Bu sebeple olsa gerektir: Memlekette ve ekseri dünyada Hakkaniyet, Adalet, Ahlâk, Özgürlük, Eşitlik, Demokrasi, Cumhuriyet ve Bağımsızlık tebahur etmiş (buharlaşmış) ve içi boş sözler ile anlamsız söylemlerde ‘damı tenvir’ olunmaya başlanmıştır…
Hani yukarda bahsetmiştik, 1960’a kadar dünyanın başkenti Washington diye…
İşte 1960’dan itibaren bütün veçheleri ile yerleşen ve ahtapotun kolları gibi bütün dünya ülke ve rejimleri içinde kök salan “haram, çalıntı, gasp ve irtikaptan ibaret sermaye” son başkentini de terk ederek seyyalleşti. Şimdi sermayenin, dünya soyguncuları, evrensel gladyo, yerel mafya ve profesyonel soyguncu-vurguncuların; Daha doğru bir deyişle şimdi adına “küreselleşme” denilen kalleş sülük- adi kene, kan emici vampir ve ahtapotların nerede toplaştıklarını, konuşlandıklarını kimse bilmiyor.
KÖTÜLÜK HER YERDE…
İliklerine kadar soyulan, aldatılan, kandırılan, bütün değerleri yozlaştırılan, din, ilke, ülke ve imandan uzaklaştırılan, haymatlos karakterli, sanal sınırlı çete devletlerin en yaygın söylemi:, “Yeni Demokrasi, İleri Demokrasi, İnsan Hakları, Adalet ve Evrensel Hukuk” olup; Ancak Deccal tarafından ifa edilebilecek güçte, devasa kötülük projelerinin adına da “açılım” denilmektedir. Çok iyi görülüp, iyice bilinmiş ve anlaşılmıştı ki, bunların tamamı (merkezi bir güç paterni tarafından sevk ve idare edilen) yalan-talan, nitelikli sahtekârlık, organize soygun, vurgun düzeninin; Ekserisi din tüccarı, insanlık düşmanı idarelerin marifetidir.
Yani günümüzde “yenidünya düzeni, yeni/ileri demokrasi, özelleştirme, halka açma, küreselleştirme denilen kan emici kene ya da vampir (vahşi kapitalizm, irinsel emperyalizm, salt çıkara dayalı yalan/talan) düzeni’nin hâkim unsur haline gelmesi ile başta Musevi, İsevi ve İslâmi toplumlar tekrar ortaçağın ilkel.; Adaletsiz, hukuksuz, muzlim, karanlık kâbusları, iğrenç kaprisleri ve kalleş dehlizlerin lâğımına sürüklenmiş bulunmaktadırlar...   
Bu rejimde insanlığın % 99.9’u iliklerine kadar sömürülmekte; Geriye kalan binde bir, tam bir refah patlaması içinde deli domuzlar gibi çılgınca yaşamakta, dünya rantının pastasını tek başına yemekte ve geri kalanların ıstırap, hastalık, sefalet, mutsuzluk, onursuzluk, esaret, açlık ve susuzluktan ölümleri de dâhil olmak üzere; Binlerce yılda gelişen tüm iyilik, erdem ve insani değerlerinin sistematik olarak ve kasıtla imhasına çalışmaktadırlar. 
Şüphesiz bu bir illet, pis bir hastalık, insanlığın üstüne çökmüş felâket ve rezilliktir.
Dünya çapında genel bir analiz yapıldığında; Malum ve menfur fetret devrinin bütün melânetleri uygulamada açıkça görülür. Dönemin yalancı-talancı, bağnaz, katı ve fanatik Ebu Lehep’leri, Ebu Cehil’leri, Mugire ve Abdullah Bin Sebe’leri milletlerin idaresini sinsice ele geçirerek, “olağan ve doğal mecraında seyreden sühûl, sakin ve barışçı devletleri” adeta birer çete devleti haline getirmişlerdir.
Meselâ şu vahim hallere ve korkunç örneklere bir bakın:       
Suriye’de 2011 Nisan’ında başlayan (Türkiye benzeri) gösterilerin 2012’de iç savaşa dönüşmesi ile başlayan süreçte gündemde yer alan iddialara göre: “Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın besleyip, semirttiği ve Suriye iç savaşına sürdüğü, Irak Şam İslam Devleti terör örgütü (IŞİD)”, Irak ve Suriye'yi kapsayan bir şeriat devleti kurmak istiyor. Bir tiyatro oyunu sergiler gibi Irak'ta Musul'u ele geçirmiş, Bağdat'a doğru ilerlemekte! Bölge halkı üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir şiddet, vahşet ve adeta soykırım uyguluyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul Konsolosluğunu işgal etti ve onlarca TIR şoförümüzü esir aldı…  
Bu anlamsız esaret, terör örgütü ile pazarlık pahasına günlerdir sürmekte.
Hakikatte, devlet geleneğinde eşkıya ile pazarlık cinnet, zavallılık ve tarafgirliktir..
            Diğer taraftan; (Batı) Ukrayna da pervasız, haksız ve hukuksuz Rus işgali, Kırım’ın gaspına rağmen bütün şiddetiyle sürüyor. (Doğu) Çin tarafından işgal edili Doğu Türkistan’da 40 yılda, hain saldırılar, alçakça ve kalleşçe katledilenlerin sayısı 35 Milyon’a ulaştı. Başta Türkiye idare unsurları olmak üzere bütün dünya bu insanlık düşmanlığı, vahşet ve soykırıma seyirci.. Orta yerde Afganistan, Filistin, Suriye, Irak, Musul, Kerkük acımasızca kanatılıyor.
Afrika Müslümanları üzerinde, “İslâm’ı yasaklamak dâhil” müthiş bir zulüm hüküm sürmekte, bizzat vahşi batı ve ABD yoluyla “soysuz bir sömürgecilik” inşa edilmektedir. 
           HIRS VE İHTİRAS UĞRUNA İZMİHLÂL!..
            Cereyan eden manzaranın ortak bir paydası var. Süreci idare, tahrik, tazyik ve/veya tahkim eden (destekleyen) idarecilerin tamamı akıl tutulmasına uğramış; Gurura kapılmış; Riya’ya düşmüş; Fitne ve tefrikanın kurbanı olmuş kifayetsiz muhterislerden ibaret. Burada ve bu anlamda kifayet nedir. Elbette ve sadece Adalet’tir. Karşıtı kifayetsizlik ise: Haksızlık, adaletsizlik, zulüm, zorbalık, dikta ve derebeyliğin, yani mütegallibeniz müşterek vasfıdır.  
            Bunların idare ettiği ülkelerde Hakkaniyet, Adalet, Demokrasi ve Lâiklik de yoktur.
            Üstelik müthiş bir pahalılık, gizli enflâsyon, alabildiğine rüşvet, iltimas, başıbozukluk, haksızlık, nitelikli dolandırıcılık, ayırma ve kayırma görülür. Dikkat edilirse bu; İnsanlık, ilmî ahlâk, şeref ve soy dışı cürümler olup; Sadece Müslüman olmayanlarda rastlanan lânetli bir hastalıktır. Yegâne tedavi unsuru olan adalet cihazı, kanun ve ceza bu güruhun hâkimiyetinde adeta yoktur. En iğrenç insanlık suçu olan zina, tecavüz, livata, fuhuş, gasp, irtikap, anarşi, terör, tedhiş ve hırsızlık dahi, neredeyse mazur görülen fiiliyattandır.   
            EYLEM VE SÖYLEMDE BİR OLMAK GEREK
    Merhum, müteveffa ve müstesna, Cennet mekân Milli Şair Mehmet Akif Ersoy İstiklâl Marşı’nda: “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.,” diyor. Yani; “Ey kadim Türk Milleti ve maziden gelip atiye yürüyen Türkiye Cumhuriyeti, sen ve senin bağrında hayat bulan Türk milleti asla yıkılmayacak, yok olmayacak, çökmeyecek, bölünmeyecek ve şu dünya durdukça (ebediyen) payidar olacak (sonsuza kadar yaşayacak)’tır; Mesajı ve müjdesini veriyor!..
Bu mısra, 90 yıl önce yaşanan İstiklâl Harbi destanına ait!
O, evvelâ ve öncelikle Türk milleti’nin istiklâl/hürriyet, adalet, hâkimiyet, güzel ahlâk, hukuk, özgürlük, bağımsızlık ve hükümranlık marşı.. Şairi, mimar ve muhtasarı Gazi Mehmet Akif Ersoy; Eseriyle; Muzaffer millet, dirilen devlet ve genç cumhuriyetle müsemma... Keza, 2002 yılından beri Hükümet eden AKP hükümet ve zihniyeti tarafından çok övülen, ululanan, saygıyla yüceltilip sahiplenen büyük şahsiyet!..
Buna rağmen malum zihniyet, bu şahsiyeti sadece kullanır, istismar ve suiistimal eder.
Şimdi sorulur: Peki neden ve niçin Mehmet Akif Ersoy’un yolundan gidilmiyor?..
Top yekûn millet, ittihat-tevhit ve ebed-müddet devlet akaidine neden uyulmuyor?
Bu iki yüzlülük, çifte standart, yalancılık ve sahtecilik değil de nedir?
Kaldık ki bu, izafet ve sahiplik, aynı zamanda İstiklâl Marşına sadakati ve Atatürk’ün işaret buyurduğu: “Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, beraberlik, iyi geçinme, adalet ve çalışkanlık duyguları ile yeteneklerin yüksek olgunluğu olup.; Çalışmanın en yücesi millet için olanıdır” (4 Şubat 1935) vecizelerinin anlamını yaşatmayı zorunlu kılar.
Bunun yanı sıra, binlerce yıllık Türk ve 1500 yıla varan Müslüman geleneği ile Türk İslâm sentezinin, kamu idare biliminde “medeni siyaset” olarak adlandırılan bileşkenin şiarı da İnsan’a hizmettir. Bir başka deyimle: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın”. Bu doktrinin esası: “Her insan bir devlettir; Halk’a (insana) hizmet Hak’a (Yüce Yaratıcıya) hizmettir, gibi ileri medeniyetin özgün anlam ve kavramlarını havidir.  
Şimdi bu zaviyeden memleketin haline bir bakalım:
           AB 19 ÜLKEYE VİZEYİ KALDIRDI
            AB tarafından alınan karar gereği, Birleşik Arap Emirlikleri, Kolombiya, Dominik, Grenada, Kiribati, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru, Palau, Peru, Saint Lucia, Saint Vincent ve Grenadinler, Samoa, Solomon Adaları, Doğu Timor, Tonga, Trinidad ve Tobago, Tuvalu ve Vanuatu vatandaşları da vizeden muaf olacak. (7.05.2014-Sözcü) Ülkemiz yarım asırdır vizesiz giriş için bekletilirken, Avrupa kıtasına yaklaşık 15.000 km uzaklıkta olan Kribati’ye de vize muafiyeti getirmesi oldukça ilginç. Schengen vizesinin aşamalı olarak kaldırılacağı vaadi ile yıllardır oyalanıyoruz. Özellikle iş adamlarımıza ve acil ihtiyaç duyan vatandaşlarımıza vizenin kaldırılması beklentisi içindeyiz. Ama sonuç ortada… Elli yıldır bu lânetli kapıda ısrarla pinekleyen aciz ve zavallı yöneticilerimiz; Asıl maksatları nedir acaba?
            Bu şerefli ve soylu millet, cumhuriyeti fazilet olarak bildi ve “Hâkimiyet, kayıtsız ve şartsız milletindir” taahhüdüne daima inandı ve kandı. Lâkin 50 seneden bu yana sistematik olarak yozlaştırılan siyaset, siyaset kurumları ve seçim yasaları sâyesinde vatandaş; Avukatını bizzat seçmesine, doğrudan vekâlet vermesine ve dilediği an “vekâlette azil” hakkını özgürce kullanmasına rağmen..; Siyasi vekilini bizzat seçmeye, doğrudan vekil tayin etmeye, icabında vekil tayin ettiğin azletmeye neden mezun ve yetkili değil…
            Adalettin, hakkaniyetin, Cumhuriyetin ve demokrasinin emri, gereği bu değil mi?
            Niçin siyaset simsarları, hırs ve ihtiraslarının zebunu olmakta?
Hakkaniyet, adalet, hukuk, eşitlik ve demokrasiye güvensizliğin sebebi nedir?
Bakın şu ibretlik örneğe ve (vatandaş ve PolitikACI olarak) aklınızı başınıza toplayın:   
            AĞRI BELEDİYE SEÇİMLERİ
            “Ağrı Merkez Camii İmamı, Diyanet İşleri Başkanlığında Daire Başkanlığından emekli bir Müftü Ağrı'lı olup, Çevre Bakanlığında Genel Müdürlük yapmış yakın akrabaları Muhammet Nazik Bey anlatıyor: " (…) Hal ve keyfiyet nasıldır Ağrı'da?, diye sorunca, İmam Efendi: "Ohoo herkesin hali vakti ve keyfi yerindedir. Devlet millete her şeyi veriyor. Elektrik parası yok, su parası yok, kömür geliyor, para veriliyor. Kimsenin muhtaç bir durumu yok. Evinde bir inek besleyenin hali burada 'benim' diyenden iyidir." deyince; "Peki Hocam neden o zaman PKK'ya o kadar oy veriliyor, AK Partiye karşı ayıp olmuyor mu?" diye sordum. Cevap : "Haaa Hocam, orada bir incelik var. PeKeKe diyor ki; 'Tüm bunları benin sayemde Hükümet sana vermeye mecbur oluyor, eğer bana verdiğin desteği kesersen Hükümet de bu yardımları keser, ona göre!' diyor ve hanede iki kişi varsa birisi PeKeKe'ye diğeri AKP'ye ov veriyor, anlıyor musun?'" (İsmi mahfuz bir gazeteci) devamla: Hal ve keyfiyet budur Üstad. Bunun sebebi, AK Parti dönemine kadar bu ülkeyi, "müstemleke mültezimi" olarak yönetenlerdir. Elbette CHP ve MHP de bu işin içindedir. Ancak, iddia ediyorum ki: Şu son yol kesme olayları kasten uygulamaya konularak, "Doğuda Hükümet de biziz, Güvenlik gücü de biziz!" algısı oluşturularak halk psikolojik baskı altına alınmasaydı, Ağrı seçimleri kaybedilmezdi. Daha geriden gelirsek; Paralel yapının 17 Aralık uygulaması olmasaydı, Diyarbakır bile AK Parti eliyle, PKK pençesinden kurtarılabilirdi…” 
            Başka bir hakikat!.. Derin ayıp ve hicap.. Haber tekzip edilmemiş.
            19 milyon kişiye yardım dağıtan AKP 20 milyon oy aldı.
            Bu haber 08 Nisan 2014 tarihli Sözcü gazetesi’nde, diğer bazı gazetelerde ve ağırlıklı olarak sosyal medya’da yer alıyor. Ayrıntılara bakarsak olay şu: Bahse konu yardım bir aile içinde sadece “geçindirmekle yükümlü” aile reisi veya belirlenen sorumluya veriliyor. Şu hale nazaran yardımın genel nüfus içindeki muhatapları asgari: 38 milyon dolayında seçmen ve 57 milyon civarında vatandaş.
Dolayısıyla gidişat: Hırs ve ihtiras uğruna izmihlal değil de nedir?
İnsanlık tarihi ve İslâm’da: Hüküm hikmet iledir. Hikmet, halkı ve devleti hak, adalet, hukuk ve mümasili bir düsturla yönetmek; İmkân ve fırsat eşitliğini sağlamak; İnsanları ilim, ahlâk, meslek v marifet sahibi yaparak (eğiterek ve öğreterek) fakirlik, yoksulluk, cehaletten kurtarıp.; Onları vicdanı hür, irfanı hür, düşünce ve ifadelerinde özgür; Şahsiyetli, haysiyetli ve yüksek karakterli fertler olarak cemiyete kazandırmak… Memlekette anarşi, terör, tedhiş, haksızlık, hırsızlık, her nevi kanunsuzluk ve yolsuzluğa asla ve kesinlikle meydan vermemek!
Sıra siyasete geldiği zaman ise; Bu çalışma ve başarılardan dolayı tevekkül etmek, ille aday olup hırs ve ihtiras göstermemek; Bunun yerine, Yüce Peygamberimiz tarafından emir ve tavsiye buyurulduğu gibi: “millet tarafından aday gösterilmeyi” beklemek…
İnsanlığın, ilmin, irfanın, yaratılanı sevmenin, memleket âşkıyla hizmete talip olmanın şekli, usulü, adabı ve erkânı budur. Unutmayın İslâm’ın şiarı: “El İman Min’el Vatan”dır..