29 Aralık 2008 Pazartesi

CUMHURİYET,
BURSA NUTKU VE GALİP BARAN
Mustafa Nevruz SINACI (*)
Devletin çözemediği sorunları çözmeğe girişen “Ey ahali duyduk duymadık demeyin, Galip Dede devletin yapamadığını yapmağa soyundu.” (10.05.1998-Milliyet, M.Hayırlıoğlu) 76 yaşındaki “Halk filozofu, ilim, aksiyon ve eylem adamı, yurttaşlara örnek bilinç üstadı, Milli Kahraman” Türk genci Galip Baran, yıllar önce başlattığı, “trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma projesi’nin uygulamasında, Trafik Yasası’nı ihlal yoluyla yolsuzluk yapan bazı rütbeli-rütbesiz polisleri, askerleri, avukat ve hâkimleri uyarıyor.
Türk polisi, Galip Baran’ı sözü edilen projeyi uygularken gözaltına alıyor. “Kırmızı Işık Eylemcisi Gözaltında” (22.04.1989, Milliyet) Ancak, Türk inkılâplarının sahipliğine ve cumhuriyetin ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlığına (bekçiliğine) soyunan Baran, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demiyor. Polisin ve jandarmanın henüz cumhuriyetin polisi ve jandarması olamadığını düşünüyor. Ne Cumhurbaşkanı’na, ne Başbakan’a, ne Adalet ve ne de İçişleri Bakanına telgraflar çekip, mektuplar yazarak affı için yalvarmıyor, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yapıyorum, eylemimde haklıyım, eğer bana haksızlık yapılmışsa bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir” diyor. Demokrasilerde devletin etkinleştirilmesini sağlama, kurumları disiplin ve toplumsal denetim altına alma çalışmalarını sürdürüyor.
Bu mücadele sürecinde kendisini (Rektör'ü olduğu) Bilinç Üniversitesi Baş amelesi olarak tanımlayan Galip Baran; Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda sözünü ettiği, “Cesaretimizi pekiştiren ve sürdüren sizlersiniz. Ey yükselen nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz” diyerek görevlendirdiği Türk Gençleri’nden (büyüklerinden) birisidir… Katıldığı HABİTAT-II zirvesinde, kendisinden, “Tek Kişilik Ordu” olarak da söz ettiren (Milliyet, 13.06.1996) Galip Dede, Türkiye (ve dünyanın) tek “yasa bağımlısı”dır. Yasa kavramıyla bu denli içli-dışlı ve özdeşleşmiş oluşunu dikkate aldığımızda, Galip Dede’yi “Bay Yasa” olarak tanımlamamız; O’nu önemseyip izlememiz, örnek almamız ve “Bilinç Üniversitesi” ne sahip çıkarak, açtığı yoldan yürümemiz gerekir diye düşünüyorum… Önce, Atatürk’ün Bursa Nutku’na ilişkin kısa bir hatırlatma:
1975 yılında ilk kez yazılı bir metin olarak, Cafer Tanrıverdi tarafından açıklanıp dağıtılmasından sonra; Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan duruşmada dönemin Türk Tarik Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ile Öğretim Üyesi Sami N. Özerdem’in katkılarıyla, Atatürk’e ait olduğu kesinleşen nutkun, mahkemece onaylanan orijinal metni aşağıdadır. Ayrıca 1935 yayını bir dergide de vardır. İrticai bir ayaklanma sonrası, Bursa’ya giden Atatürk tarafından söylenen bu nutuk’un bir bölüm de, Celal Bayar tarafından meclis kürsüsünden okunmuştur. Önceleri siyasi iktidarlarda tedirginlik yaratan ve yasak olan Bursa Nutku, mahkeme kararından sonra, serbestçe okunur, söylenir ve dağıtılır hale gelmiştir.
BURSA NUTKU:
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük, ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış duydu mu, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz inkılâp ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki,” ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!” (Mustafa Kemal Atatürk)
BİLİNÇ ÜBİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ’NİN
KURULUŞ AMACI, HEDEFLERİ VE İŞLEVİ
Bursa Nutku’nun yılmaz takipçisi, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, fazilet anlamında Cumhuriyet, yasalara saygı, adalet ahlâkı ve demokrasiye olan sarsılmaz bir inançla Galip Baran; Yirmi yıl aralıksız süren bir mücadele verdi. Esas amaç, manâ ve muhteva bazında “İnsan hakları, adalet, demokrasi ve hukuk” mücadelesinin doruğunda: “Cumhuriyet’in ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlarını, diğer bir deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” nesilleri yetiştirmek üzere Muğla ili, Bodrum ilçesi Turgutreis beldesinde Bilinç Üniversitesini kurdu.
Şu an için bu Üniversite, yerel eylem projeleri ile entegre olarak İnternet ortamında hizmet vermekte, dünyanın her tarafında okunmakta ve her gün binlerce insan (okuyucu ve meraklı) tarafından ziyaret edilmektedir. Ayrıca, Üniversite Rektörü Galip Baran, teori üreten gönüllü Öğretim Üyeleri ve Üniversite eylemcilerine yönelik günlük e.Mail trafiği 100 binleri bulmaktadır. Dolayısıyla dijital ortamda faaliyet gösteren sanal bir kurum gibi algılansa da, fiiliyatta Bilinç Üniversitesi, Türkiye ve dünyanın yüzlerce üniversitesinden daha aktif, sıkça ulusal-bölgesel basında yer alacak, süreci etkileyecek ve hatta gündem belirleyecek kadar popüler, geniş katılımlı, belirleyici, etkin, dinamik bir yapıya sahiptir.
Özellikle, “Bilgi Çağı’nın çöküşü” söylemiyle başta Türkiye olmak üzere BM, AB dâhil pek çok uluslar arası kurum-kuruluş, bilim akademisi, evrensel lobi, konjonktürel araştırma teşekkülü nezdinde tez, antitez ve iddiaları ciddiyetle konuşulan Galip Baran ve Bilinç Üniversitesi’ne, oldum olası Türkiye hükümetleri kulak tıkamakta, göz ardı etmekte ve görmezlikten gelmektedir. Bunun olası nedeni GB’ın eylemci ekibi ve Bilinç Üniversitesinin ısrarla takip ettiği yol ve ele aldığı konulardır. Bu konular kısa ve öz olarak:
Aşırı tüketim, gereksiz masraf, kişisel ve kurumsal israfın önlenmesi;
Vergi adaletinin hakkıyla ve layıkıyla sağlanması, ekonominin kontrol edilmesi, kayıt-takip altına alınması ve kesinlikle vergi kaçırmanın önüne geçilmesi;
Ekolojik denge, çevre, en değerli unsur olan insan ve insana taalluk eden bütün bitki, su, hava ve hayvan varlığının özenle korunması, doğal, siyasal, sosyal ve kültürel kirlenmenin tam bir dikkat ve disiplinle önlenmesi; Milli servete asla zarar verilmemesi;
Trafik kurallarına mutlaka uyulması, uymayanların nezaketle uyarılması, olmazsa yasal yaptırım uygulanması ve sonuçta insan’a içtenlikle saygı duyulması;
İnsanlık dışı varlılara münhasır bir alçaklık olan rüşvetin verilmemesi ve alınmaması; Bütün insanlığın leh ve yararına imar yasasına uyulması, her ne surette olursa olsun İmar yasasına aykırı işler yapılmaması, yapanların şiddetle men ve takibi;
İş barışı ve iş ahlakının korunması, çalışanın hakkının mutlaka adaletle verilmesi; Maaş ve ücrette hakkaniyet ve hukukun hâkim kılınması, eşit işe eşit ücret verilmesi; Toplumun beden ve ruh sağlığının korunması ve aykırı alışkanlıklar edinilmemesi; VE; “Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”nın terk edilmesi.

İşte O’nun toplumdan ve devletten istedikleri bunlar. Aslında aynı şeyler hepimizin istek ve beklentisi, ihtiyaç ve sıkıntısı değil mi? Demek ki bu hepimizin işi!...
BAK (Lütfen) : http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
(*) Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Bilinç Akademisi Başkanı
*******
DEVLET, ADALET, HUKUK VE CEMAATLER…
Mustafa Nevruz SINACI
Günümüz toplumunda, (yıkılış dönemleri hariç) binlerce yıllık tarihimizde eşine ender rastlanan vahim bir onursuzluk, sorumsuzluk ve buna paralel salt bencillik, yani, hırs-ihtiras ve çılgınlık derecesinde, kanun-kural tanımaz bir ‘öz çıkar’ yoğunlaşması (sosyal şizofreni) gözlenmektedir. Hatta bu uğurda toplumsal ilkeler, sosyolojik-psikolojik ilmi disiplinler, milli ve manevi değerler hiçe sayılmakta, halkı birbirine kenetleyen temel stabilizatörler, devletin ve demokrasinin çimentosu niteliğindeki asgari müşterekler tahrip ve tahrif edilmektedir.
Örneğin: 29 Mart 2009 tarihinde yapılması yasa ve Anayasa emri olan Yerel seçimler konusunda, önce Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilân edilen ‘seçmen sayıları’ ile bir şaibe bulaşmış (Seçmen sayıları: 2002=41.300.000, 2007=42.500.000, 2008=48.300.000., Buna göre: Seçmen sayısı 5 yılda 1.2 milyon artarken, 1 yılda nasıl olup da 6 milyon artmıştır?), sonra yüksek yargı arasında vaki çelişkili karar ve açıklamalar kaygı yaratmış ve nihayet, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2839 ve 2972 Sayılı temel Kanunlara fiilen muhalefet anlamına gelen, adayları re’sen belirleme biçimindeki ‘hak, hukuk ve ahlak dışılık’ gölgesi düşmüştür. Açıkçası: Henüz resmi seçim takvimi işlemeye başlamadan, önseçim veya delege yoklaması yapılmadan belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi adaylarının büyük çoğunluğunun belli olması, ilan ve kamuoyuna deklaresi utanç verici bir gelişmedir.
Daha doğru bir anlatımla bu: Anayasa ve yasalar gereği halkı idare etmekle memur ve mükellef kişileri belirlemekle yükümlü, ‘demokrasinin vazgeçilmez unsuru siyaset (politika) kurumlarının’ iyice yozlaştığı, çürüdüğü ve tabana vurduğunun göstergesidir.
Buna rağmen gidişatı ‘aynı istikamette yoğunlaştırmaya ve pekiştirmeye çalışan’ bazı art niyetli kesimler, milli hassasiyetleri izole etmeye yönelik, fakat, aynı şikayet konularını baz alan tahrip ve tahkir amaçlı tartışmalar yapmaktadırlar.
Bunlardan biri ve en belirgin olanı da, başarısız yönetimleri tahrik, kafaları bulandırma ve mesnetsiz, dayanaksız suçlamalarla saman altından su yürütmedir. Esas itibarıyla, genel gidişattan çok memnun olan bu kesimler, yaşanan kaos ve kargaşadan yararlanma peşindedir.
MESELA “DEVLET-CEMAAT” İLİŞKİSİ:
Yukarda değinildiği üzere, Türk toplumunda son zamanlarda yaşanan belirgin değişim ve dönüşüm, bazı art niyetli, dış bağlantılı, gerici, fanatik, yobaz, bağnaz kişi ve kesimlerce “devlet-cemaat ilişkisiyle” açıklanmakta, konuyla ilgili olarak da bazı iddialar, görüş, düşünce ve yorumlar ileri sürülmektedir. Bu nedenle konuyu, umur-u devlet kavramı, medeni siyaset geleneği ve konjonktürel bağlamda incelemek gerekmiştir. Buna göre:
Kendilerini konuyla ilgili gösteren bazı uzmanlar (!) ile; (AB-D yanlısı ve Soros güdümlü) Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Farklı Olmak” konulu raporda yer alan görüşler (21 Aralık 2008 Cumhuriyet) ve Bahçeşehir Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr. Hasan Köni tarafından:
“AKP’nin ikinci dönem kalacağını gördüğümüzde, iktidar kültürünün topluma yansıyacağını da tahmin ediyorduk. Bu araştırmanın verileri bilinen gerçeklerdi. Türkiye’de laikler, kadınlar, gençler; kısacası farklı olan herkes üzerinde giderek artan bir baskı var” denilirken; Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Narlı da:
“Anadolu kentlerinde bağnaz muhafazakârlaşma ekseninde bir değişim yaşanıyor. Bu değişimde en önemli noktalardan birincisi kadınların ötekileşmeden daha fazla olumsuz etkilenmesidir. İkincisi, bağnaz bir muhafazakârlığın katı konvansiyonel ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağladığı insanların yalnızca diğer insanları yargılamakla kalmadığı, aynı zamanda onların yaşam tarzına müdahale ettiği de ortaya çıkmıştır. Gülen ve benzer cemaat yapılarının, toplum tarafından sempati görmesinin temel nedeni, devletin özellikle eğitim ve sosyal dayanışma alanında çökmesidir” demekte. Sosyoloji Derneği Bşk. Prof. Dr. B.Gökçe ise:
“Muhafazakârlaşma yalnız Anadolu’da değil, büyük şehirler dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artarak bir baskı unsuru haline dönüştü. Toplumdaki kişi ve grupların, kendilerini yöneten siyasi erk ile egemen güçlerin farkında olmadan etkisi altına girdi. Bu durum Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişimle bağlantılı bir olgudur.”
Yukarda özetlenen devlet ve cemaat ilişkileri ile ilgili görüşler konumuz dışında olmakla birlikte, bahse konu cemaatten kasıt insani ve İslâmi cemaatler değil; Bilakis kendi öz çıkarları uğruna bütün ekonomik, sosyal, bilimsel, kültürel ve dinsel değerleri pervasızca kullanmaktan kaçınmayacak kadar değersiz sapkınlardır.
İNSAN’A ODAKLI OLMAK GEREK!...
Dolayısıyla ‘insanlık, adalet ve hukuk dışı gasp, edinim ve tasarruflar’ bilumum fail ve fiilleriyle Cumhuriyet Savcıları, Yargıç ve Mahkemelerin işidir. Yargı, Yasama ve Yürütme bunun için vardır. her şeye rağmen insanlık düşmanlığı, zulüm ve hukuk dışılık sürüyorsa, bunun bedelinin ne kadar ağır olduğu da bilinmeli ve gereken tedbir ivedilikle alınmalıdır.
Biz konuyu “insan” bağlamında ele almak, incelemek, irdelemek ve değerlendirmek durumundayız. Bu noktadan hareketle: Sözde uzmanların görüş açıklarken temas ettikleri, ‘devletle ilgili’ düşüncelerin temeline inmek ve değerlendirmek gerekir diye düşünürüz.
Buna göre: Yönetimin yerini cemaatlerin aldığını söyleyebilmek için; devletin en azından şimdi, veya bir zamanlar haklı, adil-doğru ve dürüstler adına hâkim ve hükümran, demokratik disiplin unsuru, adalet ahlâkı çerçevesinde hukuka, insan haklarına sahip-saygılı, eşitlikten yana “var” olduğunu kabul etmek gerekmez mi? 10 Kasım 1938’den sonra, (1950-60 hariç) devlet var mıydı ki? Eğer devlet adalet ahlâkı ve hukuk hâkimiyeti ise, bu anlamda oldu mu hiç? Olmayan bir şeyin yerini ne alabilir?
BİR AÇILIM VE DEMOKRASİ DERSANESİ
Başta Galip Baran olmak üzere; İnsanı, insani (insanlık dışı, yasa karşıtı) davranışları ve bunların nedenlerini araştırdığımız, 20 yıldır devam eden, demokrasi dershanesi odaklı “okul dışı eğitim” çalışmalarımızda gördük ki, devletin hizmet etmesi beklenen kalabalıkların varlığı ve devlete muhatap bu kalabalıkların davranışları başlı başına bir sorun. Devletin var olabilmesi için kalabalıkların üstlerine düşeni yapmaları vergi vermeleri, yasalara uymaları ve var olan devlet’in de, ne pahasına olursa olsun bunu temin etmesi gerekirken, yönetimlerin yasayı, yönetilenlerinse ana kural ve kaideleri boş vermesi. Buna paralel sosyal gevşeme ve toplumsal yumuşama.. Adalet ve Hukukun yerini, kaynağı adalet ve hukuk olmayan keyfi yasa kavramının alışı ve yığınların bunlara da uymayışı. Kalabalıklar bunu yapmıyorlar ise ki yukarıda sözü edilen çalışmalarda “vatandaşlık görevlerini” yapmadıklarını gördük ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getirecekleri konusunda onlara örnek olmak için yıllarca çalıştık. Projeler hazırladık uyguladık. Kalabalıklar anlamadılar. Yönetimler de anlamadı. Durumu olmayan devletin kurumlarına sunduk. Onlar da anlayamadılar. Haklıydılar kalabalıklar (toplum) anlamayınca kalabalıkların seçtikleri nasıl anlayabilirlerdi ki? Anlamamaları bir tarafa, şaka gelecek ama zaman zaman gözaltına da aldılar bizi, o çalışmaları yaparken…
Sonuç olarak demek istediğimiz şu ki: “Kanun, adalet, vergi ve denetim yok’sa, devlet de yok demektir”. Cemaat olsa ne yazar?
Neden uyruk değil de, kalabalık dedik, açık değil mi?
Açık değilse, “toplumsal ve yasal sorumluluk nedir?” bir araştırın ve daha ayrıntılı bilgi için:
http://bilinc-universitesi.blogspot.com’u ziyaret edin lütfen!...

20 Aralık 2008 Cumartesi

İHANET FURYASI VE MENFUR ABLUKA
Mustafa Nevruz SINACI

Türk-İslam (İslâm'ı yaşayan Müslüman Türk'lerin) düşmanları, insanlık âlemi için kâbusa dönen "bilgi çağı" adlı karanlık sürecin elverdiği bütün imkân ve fırsatları, bu şerefli, soylu ve şefkatli medeniyetin hamisi, insan hakları, adalet ahlâkı ve hukukun çimentosu, hoşgörü-barış timsali milleti sabote etmek uğruna kullanmakta direniyor.
Son marifetleri:
Küresel krizden yararlanarak Türkiye de tükenmeye yüz tutmuş adalet, barış, özgürlük ve güvenliği tüketmek. Ekonomisi tabana vurmuş, toplumsal ve sosyal sistemi çökmüş, doğal stabilizatörleri dumura uğramış AB'ye ülkeyi illa bağlamak!. Böylece, tefessüh etmiş Batı toplumlarına yeni yaşam alanları oluşturmak, menfur emellerine ulaşabilmek için de, her ne pahasına olursa olsun Anadolu da keteküllâ müesses kardeşliği bozmak, ülkeyi bölmek ve parçalamak suretiyle "tek dişi kalmış canavar" sıfatıyla dünyanın bu "nihai huzur iklimine" de alçakça son vermek. Aslında asırlardır içten içe kurgulanan da uygulanan da bu…
Bu amaçla Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisine hüküm koydular.

Presidency Conclusions, Md: 23: "müktesebat müzakereleri yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabilecek; müzakere sürecinde Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacaktır." Terör ve tedhiş örgütünün yandaş-yoldaş, yardım ve yatakçılarınca, diğer bir deyişle gerçek patron ve sahiplerinin dayatması, arzusu-amacı ve hedefi bu.
Yıllardır sürdürülen mason-misyoner faaliyetleri, kilise-havra terörünün de kaynağı.
Kahir ekseriyeti soykırım, soygun-vurgun, katliam, gasp ve işgal faili AB, ABD ve OECD ülkelerinde sürüp giden "zoraki yalan, iftira-tefrika, bölücülük ve ayrımcılık furyası", "Ermeni soykırımı yoktur" diyene eza, cefa ve engizisyon mahkemelerince ceza uygulaması! Bütün insanlığı utanca sürükleyen rezil bir uygulama. Üstelik bu kefere tarafından "özür", "Kürt (Ermeni) sorunu" kampanyalarına verilen koşulsuz destek. İlhamını karanlıktan alan nesebi gayrisahih ve Şehit Elçi İsmail Erez'i bile listelerine ekleyecek kadar sahtekârlara "aydın" yaftası takmalar. Hala uyuyanlara, AB, ABD, IMF ve Yeni Dünya Düzeni peşinde, onursuz ve şuursuzca koşanlara yazıklar olsun. Vakıa gaflet ve dalalet boyutunu aştı, hıyanet ve ihanet haddine dayandı. Bakınız, en az 3 - 5 yıldan bu yana içte dayatmayla sürdürdükleri sistematik, şu aşamada da dışardan ithal (fırsat olarak algılanan-yapay) ettikleri kaotik kriz çerçevesinde ivme kazanan süreç gereği yoğunlaştırdıkları telkin ve tahkim kampanyasına:
Düşman unsurlarca yayılan söylemler ve bu söylemleri doğrulayan eylemler.
AKP siyasi reformların yapılmaması için orduyla uzlaştı... (Gerçekte % 95'i Türkiye' den çok mükemmel; % 5'iyse insanlık dışı ve bize göre çok daha antidemokratik, ilkel olan AB siyasi kriterlerinin "ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyaz karşıtı" olabildiğince şeffaf, adil, namuslu ve dürüst seçim öngören kriterlerini aslında hiçbir kesim istememektedir.)
Para Ege, Kıbrıs ve Kürt sorunu için savunmaya gidiyor... (Bu sorunları yaratan ve kronikleştiren zaten AB-D ve dâhili bedhahlar/işbirlikçileri değil mi? Sorun bizde değil, bizzat telaffuz edenlerde; Bu menfurlara yardım ve yataklık yapanlardadır. Onlara kalırsa Türkiye tükenmeden sorunlarında sonu asla gelmeyecektir.)
AMAÇ: TÜRKİYE'Yİ ÇÜRÜTMEK!
Evet, elbette amaç, içerden terör-tedhiş, dışardan alçakça abluka suretiyle Türkiye'yi çürütmek… Terörle tehdit ediyor, yasalarımızla oynuyor, menfur imza kampanyalarıyla baskı uyguluyor ve Yahudi kurnazlığıyla akıl veriyorlar: "Ekonominin krizden çıkışı Ege, Kıbrıs ve Kürt meselesinin çözümüne bağlı. Orduyu küçültün ve bütçesini azaltın, Anayasayı yenileyin, Siyasi reformları yapın ve ekonomiye para ayırın."
Aldanmayın, inanmayın, kanmayın. Bu menfur bir tuzak!.Bunlar soykırım yalanının tanınmasını, 3T projesinin yürürlüğe girmesini, Kıbrıs'ın Yunan'a ve Anadolu'nun yarısının Ermenistan'a verilmesini istiyor, İslâm dışı alevi paranoyasını pompalıyor, özür dileme kampanyası yürütüyor ve toplumu gererek yönetimi zaafa düşürmeye çalışıyorlar.
Güncel bağlamda önem, hassasiyet ve aciliyet kespeden bu konuyu aziz ve kadim dostum, değerli araştırmacı, gazeteci-yazar ve bilim adamı Miktat Akgül'ün 'noktasından virgülüne kadar her satırına katıldığım' çağrısı ile noktalamak istiyorum:
ACİL GÖREV TÜRK MİLLETİNİ BEKLİYOR. (*)
"Türk Milleti, özellikle bugünlerde detaylı ve planlı bir (yoğunlaştırılmış) psikolojik (savaş ve) saldırıyla karşı karşıyadır.
Bu psikolojik (savaş ve) saldırının harekât merkezi küresel kapitalizmdir.
Çok detaylı bir planın ürünü ve Türk Milletinin milli bilincinin önce törpülenmesini, ardından da tamamen komplike kaldırılmasını hedefliyor.
Mevcut iktidar (boşluğundan yararlanan) ve ona bağlı görev yapan, yandaş (yoldaş) olmanın yanında vatan haini aydınlar yapay çelişkiler üretme bu planın ideologları ve uygulayıcıları oldular.
İkinci Cumhuriyetçi, liberal, "solcu" (LİBOŞ) gibi isimlerle kendilerini tanımlayan bu zavallıların ortak özellikleri küresel kapitalizmin işbirlikçileri olması ve AKP'ye kapı kulluğu yapmalarıdır.
Bu cenahın ortaya çıkıp örgütlendiği en önemli tarihi Hrant Ding cinayetidir.
Bu cinayetle beraber Milli şuuru yok etme kampanyalarına girip,özellikle 'Hepimiz Ermeni'yiz'' sloganıyla Türk Milletini manevi kuşatmaya fiili girdiler.
Şimdide bu cenah yeni bir kampanyayla Türk Milletinin varlığını bitirme eylemine girdiler.
Gündemde Ermenilerden Özür dileme olarak algılanan bu eylem; Ermeni diasporasıyla Ermeni kökenli aydınların bir kampanyasıdır. Türk Milletiyle uzaktan yakından bir bağı yoktur.
Bu provakatif kampanyayı başlatanlara yakından bakalım. Ahmet İnsel bir liberal "solcu" , Ali Bayramoğlu AKP'ye yakın bir isim.
Sol ve Muhafazakâr kesimlerin ittifakı iyi analiz edilmeli. Eski gerilla şimdiki Sarozcu Cengiz Çandar'da ekibin içinde.
Kısaca. Solcu liboşlardan Muhafazakâr kanatın da ki tüm işbirlikçilerin haince bir provakatif eylemidir.
Küresel kapitalizmin direktifleriyle, Liboş solcular "halkların kardeşliği" adına Ermeni dostlarıyla AKP desteğiyle Türk Milletini tarihin o kirli sayfalarına sokmaya çalışacaklar..
Bu Türk Milletinin milli ve manevi yönüne bir saldırıdır.
Amaç; ABD,AB planı gereği Türkleri soykırımcı ilan etmek
Bu provakatif eyleme karşı direnmek her Türkün vatansever görevidir.
Acil görev Türk Milletini bekliyor."

(*) Miktat Algül Gazeteci-Yazar
*******************************
KUNDAKLANAN CAMİLER
Mustafa Nevruz SINACI
"Eceli gelen köpek cami duvarına ilişir" diye bir darbı meselimiz vardır.
Sonunda bunu da yaptılar ve nesebi gayrisahih alt varlıklar camilerimize de iliştiler.
Ankara ve İstanbul'da milli mukaddeslere darp, suikast ve tecavüze yeltendiler.
Menfur maksatları aziz ve kadim Türk-İslâm medeniyeti'nin muazzez mensuplarını taciz, kutsal mekânlara tecavüz, provakasyon ve tefrika. Sözde 'dinler arası diyalog' adına bile olsa Cami, Havra ve Kiliseyi aynı avluda inşa edecek kadar âlicenap, hoşgörü ve tolerans sahibi, hakiki lâiklik, samimi ve saygın dindarlığın hamisi sevgili bir halka zulüm.
Vakıa gaflet, dalalet ve hıyanetten başka bir türlü adlanamaz.
Evveli de olmakla birlikte; Aralık ayının ikinci haftasından itibaren bu bağlamda ülkemiz ve halkımız; milli birlik, huzur, barış, güvenlik ve bütünlüğümüze yönelik yeni saldırılar, tertip-teşebbüs ve bazı menfur prokasyonlara maruz kaldı.
Bunların başında İstanbul ve Anadolu'da art arda sabote edilen, yangın çıkartılan ve alçakça saldırıya uğrayan camiiler geliyor. Şu ana kadar vaki sabotaj, kundaklama sayısı sadece İstanbul'da yedi. Türk milleti'nin maşeri vicdanı, milli kutsallara, manevi mekânlara, Allah'ın mübarek evleri ve mukaddes ibadethanelere karşı çok hassastır. Buraya uzanan kirli eller umarız tez bulunur ve hemen kırılır.
TEMSİL ETTİKLERİ MİSYON
Yoksa Ebu Leheb ile Ebu Cehil şürekası, Abdullah Bin Sebe müntehibi, mezdekçi ve satanist sapkınların (Camilerin sahibi) Rab, çarçabuk belalarını verir ve defterlerini dürer.
Hani ikiz kule tezgâhını organize edip, "Ben Hazreti İsa'dan vahiy (!) aldım. Bana, Haçlı seferlerini düzenle" dedi diyen bedhahtın uğradığı kriz belâsı ve mağlubiyet cezası ibret olmadı mı? Ya Afganistan, Irak, Somali, Bosna-Hersek ve Karabağ'da akan kan. Milyonları bulan taciz, tecavüz, soygun-vurgun!..
Bunlar, bütün yardım-yataklık unsurları, ortak ve müttefikleriyle birlikte 'bilgi çağının bile ırzına geçerek' kıyamet senaryoları üzerinde yoğunlaşan insanlık, hak, adalet, ahlâk ve evrensel hukuk düşmanlarıdırlar. Ayrıca hırs ve ihtiraslarının zebunu şeytani bir haletle eko sisteme de düşman kesilmişlerdir. Bu denli cahil, kendi bindikleri dalı kesecek kadar aptal ve evrim teorisini, müesses medeniyet aleyhine kullanacak derecede duyarsız, kanlı-kinli, kirli bir güruhun, Atlantis rahiplerinden farkı ne olabilir?
İşte, dün Pakistan ve Hindistan da, bugünse 'medeniyetin beşiği' Anadolu da Camilere ilişecek, saldıracak, kardeşlik, huzur ve barış içinde yaşayan insanlar arasına kin-nefret, haset, düşmanlık ve husumet tohumları ekecek kadar azgınlaşanlar…
Al birini vur ötekisine, yedisinden yetmişine bunların hepsi bir.
BUNLAR TÜRK MİLLETİ'NE YABANCI DEĞİL
Nerede bir nifak, fesat, tefrika ve bozgunculuk varsa, kesinlikle ucu aynı yere varır.
Buna paralel olduğu şüphe götürmez bir başka furya da "Ermenilerden özür dileme" kampanyasıdır. Bir takım dönme, devşirme, dâhili bedhaht (gizli iç düşman) koza ve kriptolar tarafından yürütülmekte. Dink'in cenazesinde "hepimiz Ermeni'yiz" diye bağıranların ihanet şebekeleri adına yataklık kalkışması, tiksinti veren inlemesi ve diyaspora adına feryadı.
Aslında bu sinsi tehdit ve kirli oyun tertipçisinin, (beyanda imzası bulunan ilk 100 kalkışmacının) kahir ekseriyeti oradaydı. Hani o cenaze fırsatını ganimet bilerek sergiledikleri tehdit-tedhiş ve nümayişte talepleri, katilin yakalanması, adaletin tecelli-i falan değil; 301'in ivedilikle kaldırılması idi. Akabinde AB marifetiyle aba altından sopa gösterttiler.
Menfur cinayet bahane edilerek dayatılan bir talimatname ile iş bitti.
Hrant Dink'i ve Trabzonlu rahip cinayetinin bir tertip olmadığı ne malum?
Aslında orada ismi yazılı olanların 'vatana ihanetten yana' sicilleri hayli bozuk.
İçlerinde, 27 Mayıs kalkışmasına çanak tutan, 68 jenerasyonuna anarşi, terör ve tedhiş kuşağı bağlatan, alevi-Sünni ayrımcılığını körükleyen, papanın dinler arası diyalog projesine aktör, din-iman, ümran ve irfana hain-nankör olan, Kürt sorunu gibi çok sanal bir ütopyayı 'Ermeni diasporası" adına taşeron sıfatıyla üstlenen, Candaşları-kandaşları pamuk'u Nobel'e taşıyan, iğrenç yalan ve iftiralarını sahiplenen gaflet, dalalet ve hıyanet erbabı gani.
Dahası, KKTC'ni 'Kıbrıs sorunu' yaftasıyla ilgaya, mübadeleyi Yunanistan lehine işleyerek Elen iddialarına destek olmak gibi her melanet ve ihanet bu kalkışmacılar, ajan provokatör ve kurnaz dessaslar arasından çıkıyor.
Üstüne üstlük, karanlıktan ilham alan bu nankör kenelere 'aydın' deniliyor!..
DE FACTO AB HÜKÜMRANLIĞI
Bu ve benzeri, ihanetten beslenen dâhili ve harici bedhahlara dünyanın hiçbir yeri ve devletinde rastlamak mümkün değildir. Zira hiçbir 'hukuk devleti' vatan hainine hayat hakkı tanımaz. De'Facto AB iktidarının hüküm sürdüğü ülkemiz hariç! Ama onlar, aslında tarihi ve tabii hoşgörü sayesinde böylesine şımarık ve semirik olabildiklerinin farkında bile değiller. Zaten varlıkların nedeni bu. İstismar ve suiistimal, yalan-talan, soygun-vurgun, anarşi-terör, nümayiş, tedhiş… Bir elleri halkın cebinde, diğeri terör örgütü; Ermenistan-Yunanistan, ABD ve diaspora'nın belinde. İspat mı istiyorsunuz? İşte belgesi:
MENFUR NİYET VE DÜŞMANLIK BELGESİ
Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi "Türkiye" başlıklı bölüm; (Presidency Conclusions) Madde: 23.."..müzakerelerin yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini... Müzakereler sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacağına" yazıyor.
Şu hale nazaran: Batıkent Camii Derneği Başkanı sevgili Kadir Parlak'ın gazetelerde yer alan ve beni de hususi olarak bilgilendirdiği güncel Camii yangınlarının ucu muhtemelen bu menfur ve müseccel kombinasyona dayanıyor. Eylem apaçık kundaklama, ağır tahrik, insanlık dışı saldırı ve provakasyondur. Önce kalabalık mahal ve mağazalara, korumasız masum ve müsemma insanlara, köşe bucakta park edilmiş araçlara, hâsılı bilumum milli, ilmi ve kültürel servetlere; Şimdi de manevi eser, ibadethane ve mabetlere yönelmiş durumda.
Bunlara alet olanları, art-yan ve yörelerinde yer alanları, yardım ve yataklık yapanları insanlar ve Müslümanlar olarak kınıyor; Yüce Allah (CC)'dan bu cahil ve gafillere akıl-fikir ihsanı ve ıslahlarını diliyoruz. Zira bu efendiler aynı zamanda siyaset ve yönetime taliptirler.
HÜKÜMLE MÜKELLEF OLANA GÖREV

Bu vehamet karşısında, hükümle mükellef yetki sahiplerinden 'özgürlük, demokrasi ve hoşgörü mesajları" geliyor. Belki idare-i maslahat çabası, yahut ikbal kumkuması veyahut da ince politika. Lâkin sebebi her ne olursa olsun: "Özgürlük, sadece gerçeklik, namuskârlık ve dürüstlük, hukuk ve adalet üzerine kurulu bir hak'tır. Hiçbir demokrasi düşmanlarının hamisi olamaz!.. Buna izin verenler, tolerans, himmet ve hoşgörüyle karşılayanlar, tıpkı Fidel Castro ve Che Guevera gibi, gizli halk, hak-adalet ve medeniyet düşmanıdırlar.
İşte onlara hüküm ve hükümete görev: "Ben ülkemde iş başına gelecek insanın soyuna-sopuna bakmam, ancak ihanetlerini gördüğüm vakit damarlarındaki kanına bakar (ve icabını yapar) ım" (Mustafa Kemal Atatürk) Haydi bakalım: Ülkemizdeki demokratik kalite, "özgürlük ve güvenlik" diyenler iş başına. Ey hüküm sahipleri!.. Şimdi hak, adalet ve hukuk zamanı değil mi? Yoksa! ne zaman?...

15 Aralık 2008 Pazartesi

KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI:
BELEDİYELER
Mustafa Nevruz SINACI
İktisadi hayatın can damarı perakendecilik, halka hizmetin ulaşma-başlangıç noktası ise belediyeciliktir. Vücuda hayat veren kılcal damarlar misali bu iki unsur, hayatı yaşanabilir kılan sacayağının ana öğeleridir. Bu üçgeni tamamlayan üçüncü ayak üretimdir.
Tabiat ana da (eko-sistem) üç unsur üzerine kuruludur. Varlığını, eskilerin ‘anasır-ı erbaa’ dedikleri toprak, hava ve su üçleminde sürdürür.
Üretim ve tüketimi destekleyen, örgütleyen ve hayatiyet kazandıran, motive eden en önemli faktör ise belediye teşkilâtlarıdır. Devlet, genellikle yurttaşla belediyeler vasıtasıyla buluşur. Bu nedenle belediyeler, devlet teşkilâtının can damarını teşkil eden hayati önemi haiz kurum ve kuruluşlardır.
Halk genellikle bunun farkında bile değildir.
Ama ‘farkında-bilincinde’ olmak zorundadır.
Zira kundaktan kabire kadar, insan dahi, bütün yaşam formları üzerinde belediyeler etkin bir unsur olarak fonksiyonunu sürdürür. Kısaca realize edecek olursak: Toplumsal yapının her katmanında, her derece ve düzeyinde belediye vardır. Sağlık, mutluluk, ucuzluk-pahalılık, temizlik-güzellik, güvenlik ve güncel hayatın huzurla devamı bile belediyelerle ilgilidir. Bu nedenle belediye çok önemlidir.
Önce belediye başkanı olmak üzere, bu teşkilatta görev alacak bütün kişilerde hakeza.
Nitekim 29 Mart 2009 günü tekrar sandık başına gidilecek ve bu hayati organların ana unsuru yeni yöneticiler seçilecektir. Gerçekte bu milletvekili seçmekten çok daha önemli, onurlu ve sorumlu bir iştir.
Hani eskilerin ‘şehir emini’ diyerek; Yerleşim yerinin en temiz ve mütemayiz insanını seçtikleri alan budur. Zira oraya sadece ve yalnızca namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, adaletli ve hakikatli insanoğulları lâyıktır.
Hayatlarında zerre kadar şaibe, insanlık, hukuk, hakkaniyet ve ahlak dışı temlik ve tasarruf bulunan kimseler, belediye kapılarına (hâşa) köpek kavliyle dahi bağlanamaz. Köy ve mahalle muhtarından, belediye başkanı ve meclis üyelerine kadar o makamlar bütünüyle; Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, “Vatanı ve milletini öz’ünden çok seven” bencillikle malul olmayan ve kişisel ikbal peşinde koşmayan “adaletli ve faziletli” bilge kişilerin yeridir.
ASLA BİR YANLIŞLIK YAPMAMAK GEREK!...
Aşağıda görüleceği üzere belediye hizmetleri zaten olabildiğince kurumlaşmış, özleşmiş, yerleşmiş ve sadece namuslu-dürüst bir yöneticiyi gerektirir aşamaya varmıştır. Asli görevi ve varlık nedeni itibarıyla halka dürüst, kaliteli ve ucuz hizmet sunmakla yetkili ve görevli bu kuruluşlar; Yerine ve durumuna göre hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal ve sahteciliğin de uç noktaları olabilmekte ve çok kötü niyetlerle “halkı soymak-sömürmek için” pekalâ kullanılabilmektedir. Günümüzde yaygın örnekte budur. İşte bu nedenle “seçici” sıfatıyla, hem aday olana ve hem de aday gösterene çok dikkat etmek zorundayız. Belediyelerin teşkilat ve görevlerine dair 03.07.2005 tarih ve 5393 sayılı yasa, belediyeleri idari ve mali özerkliğe sahip kamu tüzel kişiliğe dönüştürmüş ve çok açık bir ifade ile resmen olmasa da fiilen halka mâletmiş bulunmaktadır.
Eğer 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununu bir yana bırakıp münhasıran, 5393 sayılı Belediye Kanununu esas alırsak, belediyelerin temel görevlerinin; B.şehir Belediye Kanununda özellikle düzenlenmeyen alanlarda 5393 sayılı Kanununda yer alan hükümlerin ilçe ve ilk kademe belediyeleri için de geçerli olduğunu görürüz.
MEVZUAT HAKKINDA:
Bilindiği gibi, 5393 sayılı Kanun, belediyelerin görev, yetki ve sorumlulukları ile belediye idarelerine tanınan imtiyazlar konusunda kapsamlı bir düzenleme getirmiş; Kanunun 14. maddesi "Belediyenin görev ve sorumlulukları" başlığı altında şu hükme yer vermiştir:
"Belediye, mahallî müşterek nitelikte olmak şartıyla;
İmar, su, kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı, coğrafî ve kent bilgi sistemleri, çevre, çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans, şehir içi trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut, kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik, spor; sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri kazandırma, ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini yapar veya yaptırır.
Nüfusu elli bini geçen belediyeler, kadınlar ve çocuklar için koruma evleri ile okul öncesi eğitim kurumları açabilir. Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını yapabilir veya yaptırabilir. Her türlü araç-gereç ve malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir. Sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir. Kültür ve tabiat varlıkları ile tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekân ve işlevlerinin korunmasını sağlayabilir. Bu amaçla bakım ve onarım yapabilir. Korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak yeniden inşa edebilir. Öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir, destek sağlar. Amatör spor karşılaşmaları düzenler. Yurt içi ve yurt dışı müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara meclis kararıyla ödül verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir. Belediye, kanunlarla başka bir kamu kurum veya kuruluşa verilmeyen mahallî müşterek nitelikli diğer görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır.
Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir.
Belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulur.
Hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun usul, esas ve yöntemler uygulanır.
Belediyenin görev, sorumluluk ve yetki alanı belediye sınırlarını kapsar.
Belediye meclisinin kararı ile mücavir alanlara da belediye hizmetleri götürülebilir.”
Düzenlemede görüleceği üzere ‘mahalli ve müşterek nitelik’ Belediye Kanunu ve belediye idaresinin en önemli ayırt edici özelliğidir.
Gerek sahip olunan yetkiler gerekse bu yetkilere istinaden görevlerin ifası bağlamında Türk belediye sistemi, beldeden B.şehir’e kadar nüfus ve imkânlar bakımından önemli farklılıklar gösterir. B.şehir dâhilinde olmayan belediyeler temelde 5393 sayılı Kanuna tabi olup; B. şehir belediyeleri ile ilçe ve ilk kademe belediyeleri hem 5216 sayılı Kanun hem de 5393 sayılı Kanunla ilgili diğer kanunlar gereği görev yapar ve sorumluluk taşırlar.
HALK’A HİZMET, HAK’A HİZMET:
Buradaki ortak özellik: Hakkıyla ve lâyıkıyla doğrudan halka hizmettir.
Halka hizmetin adil, eşit ve dürüst olması şarttır.
Aksi takdirde sosyal adalet zedelenir, kamu vicdanı rahatsız olur.
Toplumsal barış temelinden sarsılır ve bozulur. Belediyelerde bozukluk hükümetlerdekine benzemez. Etkisi ani, sonuçları ağır ve pahalıdır. Bu nedenle kamu hizmetinin kılcal damarı olan belediyeler asla dumura uğramayacak sağlamlıkla tahkim edilmek ve yarınki makalemizde açıklık getireceğimiz “Şehir Eminleri” anlayışı-yaklaşımı içinde ikame olunmak zorundadır.
***
ŞEHREMİNİ
VE ‘3Ç’ TEORİSİ HAKKINDADIR
Mustafa Nevruz SINACI
Cumhuriyet döneminin ilk zamanları ve öncesinde belediyelerin adı “şehremaneti” (şehir emaneti), belediye başkanlarının adı da “şehremini” (şehir emini) idi.
Güncel anlamda dünün belediyeleri, şehrin esas sahibi ve yerleşik sakinleri adına kurulu, ahalinin iş hayatı, medeni ilişkileri ve müşterek yaşamının iktisadi, sosyal ve yasal gereklerini ‘hak, adalet, hukuk ve vukufla’ düzenleme görevi yüklenmiş, kişiler için geçici- emanet, doğrusu (yerel halk adına) emanetçi kurumlar idi.
Bunlar, kul hakkı dayanaklı iş, icraat, işlem ve faaliyetler olduğu içindir ki, şehir emaneti, yani belediye’nin başına (belediye başkanlığına) halk içinde muteber, çok emin, namuslu, dürüst, erdemli bir adam getirilir ve bunun adına da şehir emini denilirdi.
Her ne kadar zaman içinde anılış biçimi, isim ve hukuki muhtevası değişmiş olsa bile; Cumhuriyetle birlikte bu usul, esas, anlam ve yüklem asla değişmemiştir. Halk daima her belediye başkanını şehir emini olarak görmek, bilmek, ona inanmak, güvenmek ister.
Zaten temeli dürüstlük, çimentosu eşitlik, adalet ve hakkaniyet olan bu temiz yönetim anlayışın değişmesi beklenemez ve istenemez!.. Belediyelerde şeffaflık, doğruluk ve dürüstlük kavramı, anayasanın ‘değişmez-değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez’ hükümleri gibidir. Nasıl ki, bir devlette baş, hayati önemi haiz ise; Tabanın temayüz mebdei olan belediye başkanı da en az onun kadar ‘yaşamsal’ önemi haizdir. Bu anlamda atalarımızın ‘balık baştan kokar’ darbı meseli, öncelikle mahalli lider, yani halk önderi, milletin öncüsü ve sözcüsü pâyesini paylaşan belediye başkanları için geçerlidir.
Başkanlar meclisleri ile bir bütündür. Başı şaibeli, başarısız ve kötü bir belediyenin meclisi de, adeta kanalizasyon çukuru gibi düşünülür. Böyle belediyelerin birinci derecede temin ve tevziye memur ve mükellef oldukları içme suları dahi temiz, berrak ve içilebilir değildir. Kirlilik, yozlaşma, çürümüşlük ve kokuşmuşluk sokaktan sulara her yere ve her şeye adeta nüfuz etmiştir. Esnafı kurnaz, sahteci, hileci, mürai, üçkâğıtçı ve pahacıdır. Lâ ilâç sadakaya muhtaç, fakr-u zaruret içinde belediyeye seçilenlerin, birkaç yıl sonra besili domuzlar gibi semirdiğini ve şehrin en mutena yerlerini tutarak zenginleştiği görülür. Üstelik halkın deyimiyle bu güruh saman altından su yürüten, sinekten yağ çıkartıp belini incitmeyen, her işini kitabına uyduran ustalık ve kurnazlıktadır. Denetim unsuru bunlar için işlemez, işlese de zerre miskal kusur ve kabahatleri bulunamaz. Bunlar, kirlilik-kibirlilik, bencillik ve insanlık dışılığı yönünde kitlece namussuz, onursuz, sorumsuz bir çeteden neş’et (türeme) bireyler bazında seçilmiş keneler, lâğım fareleri, sülükler, vampirler ve domuzlar gibidirler.
Halka hırsızlık, yolsuzluk, soygun-vurgun ve şehir rantıyla zulmeden ‘şehir eşkıyası’ bir belediyenin başkanı da birdir, onun partisi de, aday gösteren genel başkanı da. Bu nedenle, devlet idaresinde “emin ve ehil insanların” halkın takdir ve tasvibi ile seçilmesini esas alan “demokrasi ve fazilet” geleneğinin yerleşebilmesi için yıllarca umur görmüş valiler belediye başkanlığını da üstlenmiştir. Çünkü!.. Şehir eminleri asla emanete hıyanet etmez, halkı adaletle idare ve hizmetleri faziletle sevk ve ikame ederlerdi. Cumhuriyet’in ilk zamanları ve öncesini (Osmanlı) bilerek, kötüleyip tahrif eden bazı art niyet ve menfur emel sahiplerinin paçavraları dikkate alınmazsa, belediyelerinin gerçekten önem ve anlamına uygun biçimde faaliyet gösterdikleri, insanların huzur, emniyet, adalet, saadet ve itimadına vesile oldukları açıkça görülür. Sonradan ‘belediye’ adını alan bu kurumların temeli adalet, fazilet ve hikmet; Halk’a ve hak’a, tam bir ehliyet, liyakat, sorumluluk ve namuskârlıkla hizmettir.
29 Mart’ın yaklaşmakta olduğu şu günlerde kahir ekseriyetine ‘şehir eşkıyası, Ali baba ve kırk haramiler’ denilen; hırs ve ihtiras zebunu, şirretlik ve şaibe ile maruf, akıl ve ilim fukarası, rüşvet-iltimas, yalan-talan erbabına çok dikkat etmek zamanıdır. Zira temelde bu mazarrat olabildiği sürece, asla temiz, berrak ve dürüst bir yönetim tavanı inşa edilemez.
Aslında doğrusu, belediyelerin siyasi partilerden bağımsız olması değil midir?
BAŞBAKAN RTE’NİN “3Ç” TEORİSİ

Başbakan 12 Aralık 2008 tarihinde yaptığı bir açıklamada AKP belediyeciliğinin 3Ç üzerine kurulu olduğunu belirterek, "Belediyenin asli görevi, çöp, çukur, çamur… Diğerleri bunun üzerine inşa edilecek fantezilerdir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir" dedi.
Antalya, Serik konuşmasında 29 Mart seçimlerini hatırlatan ve “seçimlerine yönelik çalışmaların devam ettiğini söyleyen Erdoğan, "Şu anda yoğun bir şekilde teşkilatımız bu çalışmaları sürdürüyor" dedikten sonra tarihi açıklamasını yaptı. Buna göre AK Pati'nin Türk siyasetinde farklı bir konumu olduğunu kaydeden Erdoğan, “AK Parti belediyeciliğinin üzerine kurulu olduğu” 3Ç teorisini şöyle tanımladı:
ÇÖP, ÇUKUR, ÇAMUR !...

"Çöp, çukur, çamur... Bunlar belediyenin asli görevidir. Bir belediye eğer çöpü kaldırmıyor, çukuru, çamuru yok etmiyorsa görevini yapmıyor demektir. Bunun dışındakiler, üzerine bina edeceği fantezidir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir. Bu kardeşiniz, İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığından gelmiş bir başbakan. Çöpü, çukuru, çamuru, hava kirliliğini iyi bilir. İstanbul Büyükşehir’i kimden devraldı bunu da İstanbullu bilir. Biz İstanbul'u devraldığımız zaman çöp dağları vardı, susuzluk vardı, hava kirliliği vardı, affedersiniz sokak aralarında çukurlar ve çamurdan geçemezdiniz. 90'lı yılların İstanbullusu iyi bilir. Şimdi İstanbul'da böyle bir şey var mı? Yüzde 90 itibariyle yok oldu. İstanbul farklı bir gelişimin içinde… Yapılmayanlar yapılıyor. Bu belediyeciliği biz hamdolsun Antalya'ya da taşıdık. Serik ilçesi de bu güzelliklere kavuşsun. Antalya nasıl kavuştuysa, Serik'te kavuşsun. Çöpten, çukurdan, çamurdan kendinizi kurtarın. Aşılmayacak hiçbir iş yok. Yeter ki azmedin, çalışın, yolsuzluğa prim vermeyin, bu iş lafla olmuyor. Lafla peynir gemisi yürümüyor. Yaptıkları bir şey varsa, şunu yaptık desinler. Biz de şunu, şunu yaptık diyelim. Hangisi ağır basıyorsa... Terazinin sahibi burada... Demokrasi terazisinin sahibi millet" dedi.
Türk siyaset tarihi ve 12 Aralık’ta yerel seçimlere dair başbakan tarafından yapılan bu “belediyecilik” açılımı çok önemlidir. Neticeyi bağladığı “yolsuzluğa prim vermeyin” emri ile yukarda açıklanan “şehremini” tanımı örtüşmektedir. Bu nedenle Erdoğan’ı iyi anlamak, Kasımpaşalı sıfatıyla ‘sözünün eri’ olmasını istemek ve içtenlikle kutlamak gerek. Zira bu teoride çöp, çukur ve çamur söylemlerinin yalın (açık-net) ifadelerinden ziyade mecâzi anlamlarına bakmak gerek. Özellikle söylem içinde ‘bütüne münhasır biçimde’ yer alan: “Terazinin sahibi burada” ve “demokrasi terazisinin sahibi millet” ifadeleri; Yerel yönetimlerin mutlak millet iradesi, insan hakları, adalet ahlâkı, fazilet anlamında Cumhuriyet, özgün (kadim) hukuk ve demokrasinin kaleleri olduğunu betimlemesidir.
Mezkür konuşmada altı çizilen ve teoremin esasını teşkil eden çöp, çukur ve çamur şifreleri (betimlemeleriyle); Kişisel veya organize-kitlesel, çıkar örgütlerine dayalı insanlık dışı eylem, gasp-irtikap gibi edinimler ve pis işler kastedilmekte; Hitabın gerçek muhatabı: Yasa, hukuk ve ahlâk dışı kirli işlerle iştigal eden menfur kişi, grup ve kesimler olmaktadır.
Yani bu açıklamadan: 29 Mart seçimlerinde RTE ve AKP tarafından mevcutlardan adı kötüye çıkmış, şaibeli, sicili bozuk, ahlâken düşük-çürük başkanların tasfiye edileceği; Halka içilebilir sağlıklı su, yaşanabilir çevre, temiz toplum ve temiz-ucuz belediye hizmeti sunamayan güruh yerine “gerçekten” namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu mert, samimi ve dürüst kişilerin aday gösterileceğini umuyor, anlıyor ve uygulamayı bu istikamette görmek istiyoruz.

6 Aralık 2008 Cumartesi

SABİT ÜCRET REZALETİ
Mustafa Nevruz SINACI
Gazeteci-yazar Cengiz Önal (Tarakçıoğlu) Türk (!)
Telekom’dan yüksek derece bir memuriyetten emekli... 27 Kasım’da “Sabit Ücret İadesi”ni konu alan bir makale yayınlamış. İki sayfadan ibaret yazıyı üzüntü, ibret ve dehşetle okudum. Cengiz Önal özetle;
“Son günlerde Telekom’un sabit ücret iadesi haberleri ayyuka çıktı.
Özellikle sanal ortamda yayılan ve aslı astarı olmayan bilgiler oldukça rağbet görmeye başladı. Telekom, güya abonelerinden aldığı sabit ücreti iade ediyormuş. İnternet haberlerine göre; başvurduğunuzda sabit ücret karşılığı olarak 820.-YTL alıyorsunuz. Bir tüketici derneği şubesine gittim. Görevli konuyu açıkladı. Buna göre: Son aya ait sabit telefon faturanızı veriyorsunuz, dernekte size bir form dolduruyorlar. Karşılığında eğer yanınızda varsa (bunu özellikle belirtiyorlar) 10.-YTL hizmet parası alıyorlar. Peki, sonra ne yapıyorsunuz?
Doldurulan belge ile ilçeniz Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvuruyorsunuz. Büyük bir ihtimalle lehte çıkacak karar Telekom’a bildiriliyor. Siz de gidip söz konusu parayı alıyorsunuz. Böyle söylüyor ve Telekom’un bir üst Tüketici Mahkemesine gidebileceğini ve buradan aleyhinize karar çıkması halinde Telekom’a 140.-YTL civarında bir avukatlık ücreti ödeme riskiniz olduğunu da hatırlatıyorlar” diyor ve soruyor: “-Kazanılan davaya karşılık, sabit ücret iadesi alan var mı?, -Geriye doğru neden on yıllık ödeme? 20-25 yıllık abonelik ne olacak?, -Ferdi başvuru mümkün değil mi? Neden bir derneğe başvuruluyor?’ İki yıl kadar önce konu yine gündemdeydi. İlgilendim ve elimdeki bilgileri gazetemin yetkililerine verip gerekli başvuruyu yapmalarını önerdim. Yaptılar. Kısa bir süre sonra Telekom cevabı yapıştırıverdi. Beykoz’daki işçinin kazandığı dava işe yaramadı. Telekom bir üst mahkemede açtığı davadan bahisle, alınan ücretlerin, sabit hatların sürekli açık tutmak için yapılan masraf karşılığıdır gibi bir yığın gerekçe göstermiş ve herhangi bir aboneye böyle bir ödeme yapılmayacağı hususunda karar almıştı. Sonuçta avukatlar takipten vazgeçtiler.
Olaydan belki beş yıl kadar önce aynı haberler cep telefonları için yayılmıştı.
Aynı firmaya ait üç adet aboneliğim vardı. Önce Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvurdum. Lehime çıkan kararı aldım. Araştırdım. Sonuçta yerel Tüketici Mahkemesi’ne gittim. Epey gayret gösterdikten sonra olayın takibinden vazgeçtim. Neden mi? Anlatayım: Elinizdeki Hakem Heyeti kararıyla Tüketici Mahkemesi’ne gidiyorsunuz. Diyelim ki davayı kazandınız. Mahkeme kararını alıyor ve Telekom gayrimenkulünün bulunduğu bir yer tespit ederek, ilgili İcra Müdürlüğü’ne başvuruyorsunuz. Muhatap itiraz ediyor. İnatla ve haklı olarak ısrar ediyorsunuz. Hesap düzeltmesi isteniyor. Sabırla bekliyor ve hesabın yanlışlığı konusunda üst mahkemelere gidiyorsunuz. Tekrar bilirkişi tayini, ardından başka duruşmalar. Adaletin gerçekleşmesine sabır ve gücümün yetmeyeceği kanaatiyle vazgeçtim. Muhatabın imkânları, benimkine göre sınırsız. Ben, olayı avukatsız götürmeye çalışırken, Telekom bir Avukatlar ordusunu seferber ediyor. Zira davayı kaybetmesi halinde kasasından çıkacak para büyük. Bunun için elbette elinden geleni yapacak!..”
Sayın Önal’ın makalesine
http://www.cengizonal.blogspot.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Netice ve çare: Öncelikle mesele, milyonlarca insanı ilgilendiren vahim bir adalet, hak ve hukuk sorunu olup;.Uygulama biçimiyle sabit ve cep’te mezkür ücret, herhangi bir hizmet, avans yahut mahsuba taalluk etmediğinden haksız, gayriahlâki ve hukuksuz; Emsal karar ise yerinde ve doğrudur. Şu hale nazaran: Milyonlarca insanı mahkeme kapılarına yığarak zulüm, israf ve yargıda yığılıma neden olmaktansa; Türk Medeni Kanunu hükümleri gereği Bakanlar Kurulu, dava ehliyetini haiz bir kurum (Sendika, Siyasi Parti, Vakıf veya Dernek) Cumhuriyet Savcı’sı; Yahut re’sen bir üst mahkemenin “teşmil” kararı ile sorun kökünden halledilebilir.

Şimdi soruyorum: Neden? Dava ehliyetini haiz bunca kurum veya Bakanlar Kurulu bir teşmil kararı almıyor, aldırmıyor da, millete haksız yere zulmedip insanları süründürüyor?
Hani? Adaletli, faziletli, sosyal hukuk temelli, umur-u devlet nerede?
Bizim Başbakan R. T. Erdoğan ‘Nuşirevan” kadar dahi, adaletli değil mi?..
*******
KÜRESEL UYGARLIK KRİZİ…
Mustafa Nevruz SINACI
Günümüzde yaşanan ve bütün dünyayı derinden etkileyen kriz, gerçek anlamda bir uygarlık krizidir. Görünen yüzüyle madde temelinde etkindir. İlerleyen zamanda bilgi (!) çağının çöküşüne paralel, manevi etkileri de ortaya çıkacaktır. Esas büyük sarsıntı odur. Yani bu gidişle insanlık, madde ve manâ dengesini (ruh ve madde barışını) bozan uygarlığın, medeniyetten uzaklaşma, değersizleşme ve yozlaşmanın bedelini çok pahalıya ödeyecektir.
Bu nedenle, dönemin çok iyi analiz edilmesi ve yaşanan sorunların kökten incelenmesi şarttır. Süreçte mutlak ve mukadder olan bir çöküşün etki ve tepki (tesir ve nüfuz) alanının en aza indirilebilmesi hedeflenmelidir. Zira bütün insanlığı tehdit eden çok boyutlu bir felâketin basiretle önlenebilmesi, zamanı (dönemi-süreci) iyi anlamaya-bilmeye ve şimdiki zamana, yakın ve uzak geçmişten ders ve ibret alarak yoğunlaşmaya; En önemlisi de alternatif çözüm penceresinden olaylara ve olanlara “inançlı ve bilinçli” bir gözle bakmaya bağlıdır.
Çünkü maddeci, materyalist, evrimci emperyalist, hegemonik, egoist ve goşist, Hegel, Marx ve Darwin kafasıyla süreci durdurmak, felaketi önlemek, sorunlara çözüm bulmak ve eko-sistem dahil gidişatı ‘barışla’ sonlandırmak mümkün değildir. Böylesi fos-boş düşünce dayatmaları ve özgür insan yerine prototip yaratık (sürü) özlemi çeken, entelektüel cahil, primitif tür, insani-ilmi değerler ve erdemler (Cumhuriyet, demokrasi, adalet ahlâkı, hukuk ve lâiklik) yönünden mutasyona uğramış fikri sefalet sahibi varlık ve yaratıkların ürünüdür.
Evet, küresel uygarlık adına on yıllardır sergilenen vahşet, dehşet, egoizm ve bütün nimetlerine karşın yeryüzüne uygulanan yıkıcı faşizm, tepkisini nispi bir krizle göstermiş ve dünyayı yanlış “hor ve hakir” yönetenlere ihtarını vermiştir. Her satırında bir hinoğlu hinlik saklı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, AB şartları, Kyoto protokolü falan da artık çare değildir. Çözüm tekrar “medeniyete, ümrana ve insanlığa” avdet etmektir.
İnsanlığa dönüşün öğesi bilinç ve samimi inançtır. Bilinç Çağı’na geçiş; Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu olmaya, orijinali üretmeye, israftan uzak, kanaat ve şükürle tüketmeye; İnsana, hayvana, havaya-suya, hâsılı bütün yaratılmışlara “yaratandan ötürü” sahip ve saygılı olmaya bağlıdır. (Hz. Yunus) Eğer insanlık aklını başına toplar, hatalarını i’mar, tamir ve telâfi ederse, gidişat bilgi çağından, ‘bilgelik ve insanlığa’ yani, Bilinç Çağı’na doğrudur. Yoksa, Hazreti Muhammed’den önceki İslâm Peygamberi Hazreti İsa’nın öğretisini tahrif eden ruhbanların insanları korkuttuğu kıyamet anlamına milenyum kapıdadır!.
ŞİMDİKİ ZAMANA YOĞUNLAŞMAK
‘Şimdiki zamana yoğunlaşmak’, başta ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlar, krizler, kaoslar, bunalım ve buhranlar dâhil “insanı ve insani fonksiyonları merkeze alarak” fiilen yaşanan güncele odaklanmak.. İnsanların huzur, güvenlik, tabana yayılı refah ve mutluluğu için kısa vadede çözüm aramak, kamu vicdanı adına doğru tespitlerde bulunmak, orijinal ve objektif çözümleri (adalet ve hukuku) dürüstçe uygulamak; Bu bağlamda aile, yerleşkeler halkı ve bütün yaşam formları adına huzur-güven, refah-saadet vesilesi olmak. Şirket, devlet, dernek-vakıf yönetirken, meslek veya aile yaşamında bu zihinsel ve eylemsel, ahlâki ve insani yoğunlaşma, odaklanmanın önemini idrak. Diğer yandan, şimdiki zaman dilimi (an), geçmiş ve gelecek zamanların sonsuzluğa uzanan seyri içinde evrensel düşünmekte, küresel stratejik çerçevenin bilincinde olmakta birçok artı değer, fayda ve zaruret vardır.
Bugünü anlamak, geleceği oluşturmak ve güncel sorunları doğruca aşmak için bütün zamanları kucaklayan bir boyutta düşünebilmelidir; Zira Müslüman ‘çağdaş olan’ değil, çağlar üstü yaşayan, çağ açan ve bütün çağlara ışık tutan, çağları aydınlatan üstün varlık, yani “eşrefi (en şerefli) yüksek mahluk”tur. Bu sıfatla zalime ve zulme karşı durmak, sadece maddi kalkınma, bencillik, israf ve bilinçsiz tüketime dayalı uygarlıktan yana değil; İnsanlık âlemi ve bütün dünyanın anlayış, uyum ve barış içinde “madden ve manen” gelişmesini esas alan “medeniyetten” yana olmak zorunda ve durumundadır. İnsan için dava, çözüm ve izlenmesi gereken yol budur. Yani, önce kendinde-kendinle barış. Sonra: “Yurtta ve cihanda barış”
Özel Bildirim, Bilişim ve İletişim İçin Posta: gercek.demokrat@hotmail.com,
Adres: P.K. 118 [06 442] Yenişehir-ANKARA, TÜRKİYE
Ayrıca BAK: http://www.yazarport.com/yazar.aspx?yazar=586

29 Kasım 2008 Cumartesi

MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ (1)
Mustafa Nevruz SINACI

Kelime ve kavram olarak “milli siyaset” ve “milli devlet” 1924 Anayasası’nın temel umdesi (vazgeçilmez ilkesi) olmasına rağmen, 1960 kalkışması büyük ürküntü duyduğu ve menfur emelleri için sakıncalı gördüğü bu esası lağvetmiş ve Atatürk’ün 36 yıllık kanuni esasisini çöpe atmakta asla tereddüt etmemiştir.
ÜNİTER DEVLET VE MİLLİ DEVLET MUKAYESESİ:
Bunun yerine ikame edilen “üniter devlet” kavramı temelde “unsurlar birliği”ni esas alır. Yani: “Üniter devlet (Etat unitaire, unitary state)”e, “tek devlet” veya “basit devlet (Etat simple)” de denir. Buna mukabil “Milli Devlet” daha mukavim (sağlam-güçlü) ilkeler ve daimi bir konsensüs’ü içerir. Üniter devlet’in zaafı kurucu unsurların (parçaların varlığını) de’facto olarak kabul etmesidir. Danimarka, Fransa, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İtalya, İzlanda, Hollanda, Japonya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi devletler birer üniter devlettir.
ÜNİTER DEVLET’İN ESİN KAYNAĞI VE GİZLİ GERÇEKLER:
Şu kadar ki, 1961 Anayasası için cuntanın esinlendiği örnek lâik köktencilik ve fanatik evrimciliğin fundamentalist kalesi Fransa’dır. İnsani ve ilmi değerlere karşı ağır bir başkaldırı ve kâfir derecesinde sapkın fundamentalistler, insan formunun ne kadar sadist, bencil (egoist) ve hayvanlaşabileceğinin baz örneklerini teşkil ederler ve onlar emperyalizmin (kan emici vampirlik ve keneliğin) en açık göstergesidirler. Fundamentalizm sadece ve yalnızca İsevi inancına karşı bir direniş ve tepki değildir. Masonik ve kabalist kökten gelişleri nedeniyle yer yüzünde tek dinin İslâm ve Hazreti Adem’den, İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’ e kadar bütün Peygamberlerin Müslüman olduğunu çok iyi bilirler. Onların ana davası insani bilinç, namuslu-dürüst, adaletli ve doğru yaşam ilkelerini yok etmektir. Başkaca herhangi bir ideolojinin de kendi fundamentalistleri (köktencileri) vardır. Bu prototipler vahiy kaynaklı hâkim (orijinal) ahlâk sistemlerini yerle bir etmek için oraya konmuş truva atları gibidirler.
Adalet ahlâkı ve kadim hukuk penceresinden bakıldığında bunlar, şeytanın askerleri, öncü ve sözcüleri gibidirler. Ama onlar da -gerçektir ki- karanlıklar ve kâbusların ürünü olan şer ve şeytani ideolojilerine çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar. Hatta, “insan insanın kurdudur” felsefeleri gereği en bağlı olan da onlardır!.. Çünkü sistemlerinin insani ve ahlaki boyutu yoktur. Mutlak edinim, yalan-talan, soygun-vurgun, güçlülerin haklılığı ve çıkar ağırlıklıdır.
GÜÇLÜLERİN HAKLILIĞI
Oysa bon-sens (erdemlilik, haklıların güçlülüğü) zordur. Cahil nefse ağır gelir.
Onlar, laik fundamentalizmi yeryüzünde hakin kılmak için durmadan “izm” üretirler.
Bu nedenle “dünyadaki bütün izmler iğrençtir” Bu laf büyük bilim adamı Cemil Meriç tarafından söylenmeden önce de bu böyleydi, hala da öyle. Hakikat Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’in kurucu unsurları tarafından çok iyi bilindiği ve kavrandığı içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, bu lanetli izmler temelinde inşa edilmemiş; Emperyalizmin korkulu rüyası olan “insan odaklı” fazilet anlamında ve Cumhuriyet bağlamında kurulmuştur. Zira milyonlarca insanın katili olan kapitalizm ve emperyalizm insani boyut ve bilinç toplumuna, adalet, hukuk ve evrensel barış ilkelerine aykırıdır.
Ama buna rağmen, başta ABD-AB (vahşi batı) olmak üzere; Zulmün zalim havarileri (paraya, şehvete ve şöhrete tapan) fundamentalistler, aklınıza gelebilecek her yerde ve her konuda, her fikirde, hatta müzik gruplarının hayranları olarak, önce dernekleşerek (stk) sonra da cinsi sapık bir zihniyetle kendileri gibi düşünmeyenlere saldırarak iyiliği inkâr, hak, adalet, hakikat ve hukuku ret, fanatizm ve körlükte sınır tanımayan, saç telinden ayak tırnağına kadar uzanan bir körlük, kötülük ve koyu taassupla yaşamaya ve nefret yaratmaya devam ederler.
Üstelik bu primitif varlılar ve mutasyon mağduru tipolojiler kendilerini aydın sanırlar.
Oysa bunların ilham kaynağı ve dayanağı, sadece muzlim karanlıklar ve zalimlerdir.
Bilgi çağının çökmesi, eko-sistemin bozulumu ve dünyanın iğrenç bir yer olmasında sorumlular listesi yapılsa, bu varlıklar baştan ilk üçe rahatça girerler. Lâkin sahip oldukları izm etiketi nedeniyle ideolojileri o listelerde gözükür. Soykırımın kara kitabı, bilmem neyin katliam politikası diye anlatılır dururlar. İnsanlık âlemi onları (keneleri) çok iyi bilir ve tanır.
ANALİTİK TANIM, ARADAKİ FARK VE İNCE AYAR
Üniter devlet, anayasa hukuku metinlerinde, devletin, ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet şeklidir. O halde, üniter devleti, devletin unsurlarında ve organlarında teklik özelliğiyle tanımlanmakta, ancak, milli devlet’in aksine azınlıklar dışında da “unsurların varlığını” kabul etmektedir. Nitekim ülkemizde 1961 öncesi her hangi bir unsur, başkaca bir halk veya etnik kök dillendirilmez iken, üniter devlet lâfzı ile bu dillendirme önceleri de’facto sonraları ise alenen yapılmaya başlamıştır.
1. Devletin Unsurlarında Teklik
Devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. Diğer bir ifadeyle üniter devlet, tek bir ülke üzerinde, tek bir milletin, tek bir egemenliğe tâbi olduğu devlet şeklidir. Bu nedenle, üniter devlette, devleti oluşturan unsurlar tek ve bölünmez bir bütündür. (DENİLİR!..) Şöyle ki:
a) Üniter devlette, devletin ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Şüphesiz ki, üniter devletin ülkesi de “il” ve “ilçe” gibi birtakım bölümlere ayrıllır. Ancak bunlar, basit idarî bölümlemelerdir. Bu birimlerin sadece idarî yetkileri vardır. Yasama ve yargı yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe tâbidir. Hepsinde aynı anayasa ve aynı kanunlar, kısacası aynı hukuk düzeni uygulanır.
b) Diğer yandan üniter devlette, millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür.
Milleti teşkil eden insanların millet unsurunu oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım yapılamaz. Üniter devlette “toplum”lar veya “cemaatler” temelinde egemenlik yetkilerinin kullanılmasında farklılık yaratılamaz. (!) Üniter devlet sadece yer bakımından federalizme değil, aşağıda göreceğimiz cemaatler bakımından federalizme yani “korporatif federalizm”e de kapalı ve karşıdır.
c) Nihayet üniter devlette egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün millettir. Egemenliğin kaynağı bakımından da ayrım yapılamaz.
Dikkat edilirse eğer, a, b, c tanımlamalarında yer alan çok ince bir ayardır. Ki bu 24 anayasasında söz konusu bile değildir. Dolayısıyla, başta AB dayatmaları olmak üzere bölge bazında oluşturulmaya çalışılan “Kalkınma Ajansları”nın bile yasal dayanağı bu tanımlardan kolaylıkla çıkabilmektedir. Aynı bağlamda; “Türkiye’de Kürt v.b. sorunu var” demek de suç olmaktan çıkmıştır. Oysa Türkiye’nin gerçekte her hangi bir etnik sorunu yoktur.
2. Devletin Organlarında Teklik
Üniter devlette, devletin ülke, millet ve egemenlik unsurlarında teklik olduğu gibi, devletin yasama, yürütme ve yargı organları bakımından da teklik söz konusudur.
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ (2) Mustafa Nevruz SINACI
a) Üniter devlette tek yasama organı vardır. Ülkenin bütünü için geçerli kanunlar, merkezde bulunan tek bir yasama organı tarafından yapılır. Örneğin Türkiye’de tek yasama organı Ankara’da bulunan TBMM’dir.
b) Üniter devlettin yargı organı da üniter niteliktedir. Şüphesiz yargı organı üniter devletlerde de mahiyeti gereği birçok mahkemeden oluşur. Ancak, ülkenin her yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri aynıdır. Bir üniter devlette, birden fazla ceza mahkemesi, birden fazla idare mahkemesi olabilir; ama iki tane Yargıtay, iki tane Danıştay olmaz.
c) Üniter devlette, yürütme organı bakımından esas itibarıyla bir “bütünlük” vardır. Yürütme organının tepesinde, parlâmenter hükûmet sistemlerinde “bakanlar kurulu”, başkanlık sistemlerinde “başkan” vardır. Bakanlar kurulu veya başkana şimdilik “merkezî idare” diyelim. Üniter devletlerde yürütme yetkisi esas itibarıyla, bu “merkezî idare”de toplanır. Ancak, ülke genelinde bütün yürütme ve idare fonksiyonunun, başkentteki bu “merkezî idare” tarafından yerine getirilmesi mümkün değildir. Yani, üniter devletin yürütme ve idare organlarının mutlak bir şekilde üniter nitelikte olması imkansızdır. İşte bu nedenle, üniter devletlerde de, idare organının tekliği mutlak nitelikte değildir. Bu bakımından üniter devletler, kendi içinde “merkezî üniter devlet” ve “adem-i merkezî üniter devlet” olmak üzere ikiye ayrılabilir.
İkinci bölüm açıklama ve tanımlamalarında görüleceği üzere, sistemde derin çatlaklar ve çelişkiler vardır. Örneğin: (a) şıkkına göre yasama organı tektir. Ama oluşum biçimi milli devlette “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin” iken, 1961 yapılanması, siyasi partiler ve seçim mevzuatında giderek halktan ayrışma ve laik Fransız fundamentalizmi yönünde örgütlenen seçkinci elitlere idareyi terk ve teslim anlayışı yatmaktadır. İlerleyen süreç içinde bu kaygı gerçekleşmiş ve sonuçta politika oligarşik bir yapılanmanın eline geçerek, millet ve milli irade mefhumları adeta tarihe karışmıştır.
(b) bölümünde tanımlanan mahkeme ve yüksek mahkeme tanımı da aldatmacadır. Zira bugün sivil alt-yerel ve yüksek mahkemelerin tamamı askeri örgütlenme içinde de vardır. Üstelik durum demokrasinin kurumsal yapısı, eşitlik, insan hakları, adalet ve hukuk ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmesine rağmen…
Buna mukabil “Milli Devlet” modelinde “kuvvetler birliği” esası geçerli olup; Tek kuvvet ve tek irade millettir. Millet adına bu yetki, bütün kurumları kapsamak üzere TBMM tarafından kullanılır. Üstelik 1924/28 anayasasında geçerli siyasi partiler mevzuatı 1946 -50 şekillenmesi ile “Millet iradesinin devlet idaresinde” çok şeffaf ve dürüst bir şekilde temsiline imkan vermektedir. Mevcut düzende buna imkan ve ihtimal dahi yoktur.
MUKAYESELİ BİLİM VE AÇILIM
Bilindiği üzere ülkemiz, kavga, kargaşa, anarşi, terör-tedhiş, kriz, bunalım ve buhran gibi kavramlarla 1960’dan sonra tanışmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin sebebi hikmeti de 1961 anayasasıdır. 1982 Anayasası ise 61’e göre geriye gidiş, ancak ülke şartlarına göre 1924 anayasasına yöneliştir. Çünkü 1924 (1928) anayasası, Atatürk, Türk ve Türkiye düşmanları tarafından ilga edilmeseydi, şu an için Türkiye istiklal ve istikrarın en tepesinde / zirvesinde olacağı gibi, dünyanın da en zengin ve güçlü devletleri arasında olabilir, çağdaş medeniyet seviyesini aşabilir ve konjonktürel bağlamda bir-kaç belirleyici aktör arasına pek alâ girebilirdi.
11 Kasım 1938 – 13 Mayıs 1950 dönemi hezimetinden sonra, 14 Mayıs 1950’den itibaren kazanılan ivme ve tekrar hayata geçirilen Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı bunu başarmaya muktedir olduğunu göstermiş ve ispatlamıştı. Mukayeseli bilim, siyasi tarih, ülke ve dünyanın genel gidişatı bunu açıkça göstermektedir. 1970, 80 ve 90’lı yıllarda üst üste yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal krizler, tarihe karışan hakkı müktesepler ve devlet beş sente muhtaç düşürülürken; Kendileri dünyanın sayılı zenginleri arasına giren politik-ACI, kapitalist ve yerli emperyalistler, adeta savaş zengini gibidirler. Günümüzde yaşanan kriz,
Bunalım, buhran, gerilim, anarşi-terör ve tedhiş bu Cumhuriyet, hürriyet, adalet, hukuk, ahlak ve demokrasi düşmanlarının eseridir.
Sistemi tıkayan, ülkeni önünü tutan, yolunu kesen zihniyetin sahibi de onlardır.
Şimdi “onlar kim” diyeceksiniz!..
Buyurun inceleyelim:
ŞİMDİ BU DÖNEMİ YENİ BAŞTAN İNCELEYELİM
Birinci Cumhuriyetin fiilen sona erdiği gün olan 10 Kasım 1938, Türk milleti için 12 yıl aralıksız sürecek olan ve ancak 14 Mayıs 1950’de, demokratik bir halk hareketi ile “dur” denilebilen mâkus talihin (diktatörlük, despotizm ve dönme-devşirme, ateist-pagan-sabetaist, şaibeli ve şer kadroların bürokrasiye taşındıkları faşizmin) başlangıç tarihidir.
Ertesi gün, asrın devlet adamını kaybetmekten dolayı bir yanda derin bir hüzün, diğer tarafta devletin geleceği ve bekası yönünden ağır basan endişe ve kaygı yaşanmaktadır. Sonuçta, kaygı galip gelmiş ve literatürel anlamda “İkinci (sanal) Cumhuriyet” olarak adlandırabileceğimiz yeni dönemin başlangıcında sağduyu sahipleri (Kemalistler) haklı çıkmışlardır. Zira, artık, Atatürk döneminde temelleri atılan ve sistematik bir düzenle yaşam boyutuna ve devlet hayatına geçirilmeye başlanan “demokrasi”, “insan hakları” (halkçılık), “adalet” ve “hukukun üstünlüğü” ve bu norm (objektif) ilkelere dayalı “lâiklik-lâyiklik” gibi kavramlar artık yoktur. Çok kısa bir sürede, bütün esas ve unsurları ile fiilen ve resmen bir karşı devrim başlatılmış, halkı kucaklayan ‘inkılap’ süreci kapatılmış, adına ‘devrim’ denilen zorbalık dönemi başlamıştır. Akabinde Atatürk usulen ve tefhimen “ebedi şef” ilân edilmiş ve kadrocuların öteden beri özlem duydukları ve ilhamını İtalyan faşizmi ile gayri ahlaki, aykırı lâik Fransız fundamentalizminden aldıkları “milli şef” ile tam bir diktatörlük tesis ve ilân edilmiştir. (Önemli not: Orijinal anlamda lâiklik yani Atatürk’ün deyimi ile lâyıklık esasta bir İslâmi terimdir. Herkesin özgürce din seçebileceği ve inandığı dini, icaplarına uygun olarak yaşayabileceği anlamına gelir. İnanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti.)
GİZLENEN REJİM: KEMALİZM (Türk İnkılâbı)
Bu süreçte, Türk inkılâbının izleri, Atatürk ilke ve inkılâpları ve Cumhuriyetin 16 yıllık eserleri şuursuzca yok edilmiş; Stalin’in, Lenin’i silme harekâtında bile göze alamadığı madeni para ve banknotlardan kurucu liderin (Atatürk) resmi ve ismi dahi silinip atılmıştı. “Halka rağmen-halka hizmet” ve “halk için devlet” değil “devlet için halk” anlayışı ile yönetimi ele geçirenler “sözde batılılaşma”, büyük Atatürk’ün vefatını fırsat bilen vahşi batılı emperyalistler ise “Sevr’in intikamını almak ve Lozan’ı yok saymak” adına, (dahili bedhahlar ile işbirliği içinde olarak) istiklâl savaşıyla kutsal topraklardan kapı dışarı edilen bütün “kapitalist ve emperyal” emel ve menfur amaç sahiplerine ülkenin kapılarını ardına kadar açmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinden saptırılması-arındırılması ve uzaklaştırılması için, milli devletin temellerine dinamit koymak, yükselen değerleri (milliyetçilik, din, dil, Türk kültürü vd) her ne gerekiyorsa (maalesef) hepsi fazlasıyla yapılmış ve yaptırılmıştır. (devamı var)
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ (3) Mustafa Nevruz SINACI
Atatürk ilkeleri ile bütün esas ve unsurları dahil Türk inkılâbının yok sayıldığı, Kemalizm’in gizlenmek, hafızalardan silinmek ve tarihin karanlıklarına gömülmek istendiği bu dönem; Seksen yılı mücavir Cumhuriyetin kayıp ve karanlık, despotluk ve koyu-kara diktatörlük yıllarıdır. İnönü hem cumhur başkanı ve hem de Halk Partisi genel başkanı, devletin vali, kaymakam ve belediye başkanları ise dikta partisinin il ve ilçe başkanlarıdır. Halktan kopuk, seçkinci, zengin-güçlü, varlıklı ve esas itibarıyla kapitalist ve emperyalist eğilimli; Milli ve manevi değer yoksunu, dini-imanı para, kâbesi vahşi batı olan, halk düşmanı bir kadro devleti ele geçirmiş olmakla;
Büyük Atatürk ve Türk inkılâbının “Avrupa’nın endüstriyel veri, bilim ve salt teknolojisinden yararlanma” esaslı batı politikası bu defa; Tefessüh etmiş bir medeniyetten kültür ithal etme gaflet ve dalâletine dönüştürülmüş ve adına “batılılaşma” denilerek, önce Cumhuriyetin lâiklik anlayışı ret ve inkâr edilip “dahili bedhah, ateist-pagan, din düşmanı ve sabetaist zümrece pek beğenilen Lâtin-Grek ve Anglosakson bozması bir tür din, vicdan ve insanlık düşmanı anlayış ‘lâiklik’ adı altında ithal ve ikameye kalkışılmıştır. Böylece yakın tarihin en büyük Atatürk, Türk ve insanlık düşmanlığı icra ve ifa edilmiş ve batının 1000 yıllık arzu, hedef ve ihtirası hayata geçirilmiştir.
Zira, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetine karşı, Gümrük Birliğine katılma, zorunlu eğitimi bilim, din-ahlak ve sanat öğrenimini yok etme pahasına sekiz yıla çıkartma gaflet, ihanet ve dalâletinden önceki en büyük hıyanet budur. Bu vakıayı her kesin bilmesi ve her kesimin kabullenmesi, yargılaması ve sorgulaması şarttır.
Ki, bundan böyle; Gerçek anlamda aydınlık, arı-duru, ilkeli-onurlu, sorumlu, namuslu-dürüst, temiz ve berrak, vatan topraklarında hâkim ve “milli devlet” olarak hükümran bir vasıfla bu yolda ve bu uğurda emin adımlarla yürünebilsin...
Mâkus (kötü) talih ve tarihin tekerrür etmemesi (tekrarlanmaması), ibret ve ders alınması bakımından; “TBMM’nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek” faşist bir konseyin dahi kurulmasına kalkışılmış kapkara bir döneme, biraz daha (oralara) gerilere dönüp bakalım.
ÜÇÜNCÜ CUMHURİYET
İkinci (sembolik) Cumhuriyet, Ocak 1946’da, büyük Atatürk’ün en büyük ideal ve özlemi olan “çok partili siyasi hayata geçilmesi ile” derinden sarsılmış, bütün karşı devrim, (inkârcı duruş) ve ısrarlı direnmelere rağmen 4.5 yılda tükenmiş, 14 Mayıs 1950’de ise, Türk milleti tarafından “bir BEYAZ İHTİLÂL ile” ülke fiilen kurtarılarak, karanlık ve kâbus dönemi resmen sona erdirilmiştir. (Gerici, yobaz ve irticai kesimler bu harekete karşıdevrim demek utanmazlığını gösterirler) Olaya tarafsız gözle bakar ve objektif bir değerlendirme yaparsak, başlayan süreci bu defa “Üçüncü (GERÇEK) Cumhuriyet dönemi” olarak adlandırabiliriz. Zaten bunun böyle olması gerekir. Zira, bu dönemler arasında çok derin uçurumlar ve farklılıklar vardır. Başka bir şekilde tanımlamak ve açıklamak da mümkün değildir. Zira, Atatürk’ün ve Türk İnkılâbı’nın “halkçılık” felsefesine uygun biçimde “halkın iktidar olduğu” iki dönem vardır. 1923-1938 ve 1950-1960 arası. Yani, birinci ve üçüncü Cumhuriyet... Zira, Cumhuriyet, demokrasi ile kaim ve daim bir rejimdir. Bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile demokrasi olmaz ve “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bütün onur ve erdemi ile fiilen yaşanmazsa cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir.
Tasnife göre, ancak 10 yıl devam edebilen bu “Üçüncü Cumhuriyet dönemi” “Türk İnkılâbına ait” kaybolan (kaybettirilen) bütün değerlerin büyük bir özenle tekrar hayat bulduğu, ülkemiz ve insanımızın baskı, zulüm, işkence, eziyet ve esaretten, despotluk, diktatörlük ve faşizmden kurtularak, özlenen “milli rejim” Kemalizm’ e kavuştuğu, “milli devlette” huzur, güven, insicamın ve istikrarın sağlandığı, halkın devletle, devletin halkla barıştığı, Cumhuriyet ve demokrasinin “millet iradesinin devlette” tecelli-i ile örtüşüp, bütünleştiği ve devletin halk tarafından idare edildiği, demokrasinin “bütün usul, esas, kurum ve kuruluşları ile” temayüz ettiği adeta bir “asrı saadet” dönemidir. Atatürk döneminde ortalama % 23.5 olan kalkınma hızına, Celâl Bayar ve Menderes hükümetlerinde çok yaklaşılmış ve % 20.5’lara kadar varılmıştır. Daha da önemlisi, refah tabana yayılmış, işsizlik, yokluk, yoksulluk, hastalık ve cehalet önlenmiş, muasır medeniyetin imkân ve araçları kullanılmaya başlanmış, 1938-1950 arasında vaki “kapalılık” fobisi aşılmış, Atatürk’ün “devletçilik” ilkesi ve anlayışına uygun “karma ekonomi” sistemine geçilmiş ve medeni dünya ile “karşılıklılık ve eşitlik” kuralına dayalı onurlu bir entegrasyon gerçekleştirilmiştir.
4. CUMHURİYET’İN AYAK SESLERİ
Ancak, 3. Cumhuriyet fazla uzun sürmedi. Daha doğrusu sürdürülmedi. Zira, insanlık aleminin ezel-ebed düşmanları vahşi kapitalist, ateist, Darwinist-pagan, kökten din ve ahlak düşmanı Fransız fundamentalist ve emperyalistlerin önündeki tek ve yegâne engel, yani Atatürk Türkiye’si günden güne gelişmekte, büyümekte ve 12 yıllık mâkus sürede ABD ve AT/AET ülkeleri tarafından başına musallat edilen belâ, musibet, felâket ve dahili bedhahlar yoluyla kasıtla ayaklarına dolanan (ABD ve batı ile bilinçsizce imzalanan) “antlaşma” nam aykırı prangalardan sıyrılma-kurtulma yoluna girmekte idi.
Bu zaman zarfında çok büyük eser ve hizmetlere imza atıldı. Geri kalmışlık, cehalet, içine düşülen maddi-manevi, ilmi-dini-milli ve kültürel sefalet aşıldı. Kalkınma, sanayileşme ve gelişme 1938’de düşürüldüğü yerden maharetle kaldırıldı. Muasır medeniyetler seviyesine gerçekten ve kesinlikle ulaşıldı. Öyle ki, Türkiye tıpkı Mustafa Kemal’in hayal ettiği gibi; İleri, çağdaş ve modern bir dünya devleti oldu. Halk zengin ve mutlu, devlet “BOP ve BİP” gibi emperyalist uşak ve küresel-evrensel çetelerin icadı sömürü projelerine “dur” diyecek kadar güçlü-kuvvetli-muktedir bir hâl aldı. Demokrasi yerleşti. Cumhuriyet gelişti. “Milli Devlet” ilkesi yeniden hayata geçti. Halk kişilik ve kimliğine kavuştu.
KISKANÇLIK, PANİK VE KORKU PSİKOZU
Ama, kıskançlık, panik, korku ve endişeye düşen dahili ve harici bedhahlar (gizli düşmanlar) bunu çekemediler, hazmedemediler. Saat 9’u 5 geçe başlattıkları menfur emellerine artık kavuşamayacakları zehabına kapıldılar. Zira, gelişen Kemalizm, yok olması mukadder kapitalizm ve kan emici emperyalizmin eceli demekti. Gerçek demokrasi Türkiye’ de hayat bulmuş ve kalıcı olma yoluna girmişti.
VAHŞİ BATI’NIN KABUSU:
GÜÇLÜ-KUVVETLİ VE KUDRETLİ TÜRKİYE
Hariçte panik büyüdü. Ya diğer milletler de, “Türkiye gibi uyanırsa” !.. Veya, “uyanan ve Kemalizm’i örnek alıp uygulayan devletlerin sayısı çoğalırsa !..” İşte bu, korku, kâbus ve kaygı yüzünden; İç ve dış düşmanların iştirak, vatana ihanet ve işbirliği ile 3. Cumhuriyeti kesintiye uğratan ve cumhuriyet tarihinin en büyük ‘kırılma’ hareketi olan 1960 darbesi hazırlanarak alçakça uygulandı. İnsan hakları, adalet ve hukukun utancı, siyasi tarih ve ahlâkın yüz karası ve yeniden karanlık günlere, yıllar sürecek kâbusa dönüş böylece başladı. Demokrasi ilga edildi. Muasır ve medeni anlamda gerçek Cumhuriyet son buldu. Kâbus çöktü ve karanlıklar geri geldi. (devamı var)
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ (4) Mustafa Nevruz SINACI
ÇOK YAMAN BİR ÇELİŞKİ!
Cuntanın handikabı Atatürk adına “Atatürk düşmanlığı” yapmış olmaktır.
Bu çok kötü bir tohum olmuş, sonraları şekillenen ‘türedi zihniyet’ (tanrı uludur, halk İsmet’in kuludur zihniyeti) devrimbazlık, koyu fanatizm, irtica, gericilik, yobazlık, ayrışma, bölünme-çözülme, parçalanma gibi güncel tehdit unsurlarını yeşertmiş ve 1938 karşıdevrimi ile ekilen nifak tohumlarını amansızca diriltmiştir.
BÜYÜK UTANÇ!..
Sonuç: Kemalizm’in ezeli düşmanları sözde “Atatürkçülük” adına ve kan dökerek, hırs ve intikam hislerini tatmin pahasına ülkenin ve milletin kaderine cebren ve hile ile el koydular. Milli devletin esası ve sarsılmaz mayası olan ve tam 37 yıl kesintisiz uygulanan “Atatürk’ün Anayasası”nı Atatürkçülük adına kaldırdılar, ilga ettiler. Bu ne büyük bir utanç ve yüzkarasıdır bilir misiniz? Ama onlar asla utanmazlar.
Demokratik seçimle gelmiş siyasiler ile samimi Kemalist, namuslu ve dürüst vatanseverlerin tasfiyesi için gerekli finansman dışardan sağlandı. Cumhuriyet ve demokrasiye ara verildi. 14 Mayıs “Demokrasi Bayramı” derhal kaldırarak, utanmadan ve bu günün adına “kinâyeten” (kin ve nefretlerinden dolayı) “hürriyet ve demokrasi bayramı” denildi !.. Oysa, demokrasi bitmiş ve 3. Cumhuriyet de sona ermiş ve tekrar Atatürk, Türk İnkılâbı ve ilkelerini hedef alan “karşı devrim” başlatılmıştır !..
Fazla değil, sadece 9 yıl içinde (1971) hükmünü fiilen yitiren ve 20 yılda ülkeyi tam bir kaos, kriz, kargaşa, anarşi, terör, kardeş kavgası, kargaşa ve felâketin eşiğine getiren 1961 Anayasasına “Milli Devlet” yerine, tam da plân, hedef ve çıkarlarına uygun (ırkçılık ve ayrılıkçılığı çağrıştıran) “milliyetçi” deyimi ile zaten bölünmüşlüğü ifade eden “üniter” (kümenin birleşik biçimi, çokluğu oluşturan varlıkların birliği) kelimesini koyarak, günümüzde yaşanan nifak, fesat ve tefrikanın temellerini attılar.
BÖYLECE:
Çok kısa bir sürede, sadece 45 yıl içinde; Millet iradesi, devlet idaresinden kayıtsız, şartsız soyutlandı, dışlandı. Devam eden süreçte gerçek anlamda millet iradesinin, devlet idaresine yansıması olan Demokrat Parti tarafından 31 Temmuz 1959 tarihinde tam bir eşitlilik, dengeli ve ilkeli ortaklık ve her hususta mutlak mütekabiliyet esaslarına dayalı olarak başlatılan AET ortaklık süreci önce bir süre inkıtaa uğradı.
AET, AB DEĞİLDİR!..
Halihazır dayatma, emir-talimat ve direktifler çerçevesinde sürdürülen AB uyum ve müktesebata entegrasyon sürecinin 31 Temmuz 1959 tarihli başvuru ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alakası yoktur. O, ekonomik bir entegrasyon ve piyasa olayı idi. Bu tam tersi.
Daha sonra tamamen karşı tarafın istekleri baz alınarak, AET’e boyun eğilerek ve hattâ teslimiyet yolu açılarak (minnet borcu ödenircesine) 12 Eylül 1963’de Ankara antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşma 1 Aralık 1964’de yürürlüğe sokuldu ve ülkemizin, önce Kıbrıs bunalımından başlamak suretiyle özgürlük, hakimiyet ve hükümranlık haklarından peyderpey taviz verilmeye başlandı.
Milli mevcudiyetin maddi, manevi, ahlâki, siyasi, ilmi, sosyal ve kültürel temelleri sarsıldı; 1 Ocak 1996 tarihinde resmen yürürlüğe giren “Gümrük Birliği” ile hızlanan süreçte milletin en değerli hazinesi olan kutsal vatan topraklarının yer altı-yer üstü değer, eser, işletme ve servetleri (özelleştirme yoluyla peşkeş çekilip) adım-adım kapitalist ve emperyalist düşmana satılmaya başlandı; (Oysa AB ülkeleri özelleştirme konusunda çok temkinli idi. Bu uygulamayı çok asgari ve sınırlı tuttular. Ancak, Cumhuriyetin birikimleri ve milletin öz malını kapış-kapış kapmak için ülkemize koştular. Şimdi iş tersine döndü. Kriz kapıya dayanınca özelleştirme yapanlar zararlı, yapmayanlar kârlı çıktı. Bizdeki gözü dönmüş AB sevdalıları bunu göremediler. Basiret ve beka gösteremediler. Açıkça oyuna geldiler.)
Ülkenin Atatürk ve Türk İnkılâbı ile aydınlanan istiklâli ve istikbali karartıldı; Milleti bu hazineden mahrum ederek “Lozanı” yok sayıp “sevri” getirmek isteyen dahili ve harici bedhahlar her yanı sardı; Atatürk döneminde ret ve ilga edilen Masonluk ve misyonerlik (1974 CHP-MSP iktidarı döneminden itibaren) bütün yurdu kapladı; İstiklâl ve Cumhuriyet tehlikeye düştü; Ekonomik bağımsızlık fiilen sona erdi.
Ülkemizin iktisadi sınırları kaldırılarak; Kapitalist ve emperyalistlerin ezeli-ebet oyunu olan “küreselleşme ve globalleşme” aldatmacası ile memleket bir sömürge ve açık Pazar haline getirildi. Milli İktisat, Milli Savunma ve Milli Eğitim politikalarına çok ağır darbeler vuruldu. Misak-ı Milli sınırları dahilindeki arka bahçemiz Kıbrıs, Musul-Kerkük, 12 adalar, Selânik davası dumura uğradı, kırmızı çizgiler yok sayıldı, “Milli Dava Kıbrıs” Rum’un insafına terk edildi;
BİR AVUÇ ANARŞİST
Bir avuç anarşist, militan ve menfur terörist devletimizi tehdit eder hale geldi; Huzur, emniyet, istikrar ve güvenlik kalmadı; Hükümet, adeta teröre boyun eğdi, Ordumuzun, Jandarmanın ve Polisimizin eli-kolu bağladı; Komutanlarımız katil ve kansız, insanlık düşmanı vicdansız teröristlerle el sıkışmak mecburiyetinde bırakıldı; Ülke-Vatan “demokratikleşme gereğidir” bahanesi ile paylaştırılmaya kalkışıldı; AB emretti diye Türk milleti ve devleti aleyhine yasalar dayatıldı; Avrupa korkusu yüzünden ihanet şebekeleri himaye edilir ve bebek katili beslenir oldu;
SÖZDE DİNDARLARIN DURUMU
Dindarız diyen ve fakat dini-imanı para olan “aç köpek misali” takiyyeci “din tüccarları” ve siyasi şirket sahipleri halkı kandırma, aldatma, yalan-talan, soygun ve vurgunlarını hızlandırdı; Kirli el ve emel sahibi ‘vicdanı ve irfanı satılık’ menşei karanlık politika simsarları kapitalist ve emperyalist ABD ve AB’nin emrine girdi; Ülkenin başbakanı hakkında ABD’ye “atmayın, kullanın” denildi;
Milli Ekonomi IMF’e, milletin kaderi dünkü hasım ve ezeli düşmanın eline teslim edildi; Bankalara, fonlara, kurumlara ve soyguncu-vurguncu mafya ve ülkelere hortum bağlandı; Türk hekim, Mimar ve Mühendisleri, İlim, İrfan ve Fen adamları bir kenara atıldı; Ülkenin Banka Liman, Hava Alanı ve Sanayi işletmeleri yabancılara peşkeş çekildi; Bütün imkân, kuvvet ve kaynakları namüsait hale, acz ve zevale düşürüldü; İç ve dış borç büyüdü, milli ekonomi “bilerek ve istenerek” örtülü bir kapitülâsyon sürecine sokuldu.
Her gün “Al Bayrağa sarılı “ŞEHİT” tabutları gelirken; Milletin bağrından çıkan 58 belediye başkanı, bir kısım etkilisi, yetkilisi, bürokratı terörist olmuşken; Emniyet güçleri, ihanet ve şeamet erbabı anarşist, terörist, hırsız, yolsuz, hortumcu, sahtekâr, kap-kaççı, gaspçı, kaçakçı, ırz düşmanı ve vatan haini karşısında eli kolu bağlı aciz ve çaresiz bırakıldı; Dahili hain ve harici düşmanlar tarafından suni olarak yaratılan terörü yabancı işbirlikçilerin emri ile siyasallaştırma, affetme ve hainleri legallleştirme çabaları sürer, sınırlarımızdan 5000 terörist rahatça içeri girer ve Türk vatanında sanal azınlıklar yaratma niyet ve gayretleri; Mason, misyoner, din ve ahlâk düşmanı ateist ve pagan faaliyetleri olanca azgınlığı, hainliği ve bölücülüğü ile hız kazanırken; (devamı var)
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ (5) Mustafa Nevruz SINACI
Kurucu ve kurtarıcı Atatürk’ün: “Paramızı, hayatımızı harici düşmanların etki ve saldırısından kurtarmak, bu millet ve memleketin harici düşmanlara esir olmasına müsaade etmemek ne kadar lâzımsa; Aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir uyanıklıkla dahili (iç) düşmanlara (milletin kötülüğünü isteyen ve kötülük için çalışan hainlere), dahildeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareket ve faaliyetlerini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. Biz, ancak bu gayretle, bu intibahla çalışarak muvaffak olacağız. Böylece: Bütün dünya Türkiye’nin saygın varlığına özenecek ve milletimize lâyık ve müstehak olduğu yüksek mevkii ayıracaktır” (*) biçiminde ‘mutlak riayet ve mükellefiyeti mucip’ bir hedef ve vasiyetle ülkeyi emanet etmesine rağmen, menfur AB’nin art niyetli “hain” isteklerine ne yazık ki boyun eğildi.
BEBEK KATİLİ
Otuz bin küsur insanın katili bu süreçte idam sehpasından indirilip, adeta misafir haneye koyuldu. Reva mı? Aziz ve büyük Dinimizin “kasten ve taammüden öldüreni siz de yaşatmayın öldürün” emrine rağmen tefessüh etmiş AB’nin dediğini yapmak!.. Ve bu emri yerine getirecek kadar küçülen, alçalan dönemin muktedir zihniyeti..
Şu geldiğimiz noktada bin türlü ıstırap, meşakkat, mezalim, endişe içinde “her türlü özgürlük ve bağımsızlığın tükendiği, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaşlar için ‘açlık, yokluk, yoksulluk, esaret ve sefaletin’ fiilen başladığı, insan hakları, adalet ve hukukun siyasallaştığı, ülkemizin “Gümrük Birliği anlaşması” ile sömürgeleştiği, halkın köleleştiği, siyaset ve çoğu sivil toplum kuruluşlarının AB ve ABD’ye koşulsuz entegre (teslim) olduğu; Ülkemiz, milletimiz ve devletimizi geleceğe taşıyacak ‘genç nesillere’ çok kötü bir mirasın hazırlandığı bu durum ve dönemde:
MİLLİ EGEMENLİK VE MÜŞTERİ MİLLET
“Milli Egemenlik, milli devlet, milli iktisat, milli eğitim, milli savunma, özgür millet, cumhuriyet, demokrasi ve bağımsızlık” (?!.) ülkeyi yönetenlerin “meşruiyeti”, dahil olmak üzere; Adalet ve siyaset kurumları, partiler ve seçim kanunları tartışılır hale gelmiş bulunmaktadır. Dahası, bu vahim süreçte sosyal “halk için” devlet ilkesi unutulmuş, zengini daha zengin; Fakiri daha ziyade fakirlik, açlık, yokluk, yoksulluk, zillet ve zulmün pençesine iten-terk eden “işveren devlet-MÜŞTERİ MİLLET” misal ‘insanlık dışı” sömürü zihniyeti hâkim olmuştur.
Daha da önemlisi 3. Cumhuriyetten itibaren 45 yıl süren aymazlık ve gaflet ile haricen uygulanan psikolojik savaş, ajitasyon ve dezinfornasyon sonucu Türk insanı pasif ve paralize, (tepkisiz) bir topluma dönüştürülmüş, ekseri medya mütareke sermayesinin emrine girerek, dahili ve harici bedhahların eline düşmüş, gerçek Türk vatandaşlarının Demokratik tepki, hak, hukuk ve adalet arama yolları neredeyse kapanmış ve tıkanmış; Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu unsurları tarafından öngörülen “insan, yurttaş, ayırımsız bütün halk-vatandaş, yani millet merkezli” eklektizm yerine, epistomolojik ve ontolojik sistemlerin “para ve sermaye odaklı” kapitalist, çıkarcı ve emperyalist, insanlık dışı teorileri baz alınmıştır.
Ayrıca, yargı hakim unsur yönünde siyasallaşmış, Cumhuriyetin denetçi ve Savcıları pasive edilmiş, Siyaset tekelleşmiş-yozlaşmış-çürümüş, topluma cebren ve hile ile dayatılan küreselleşme, modernite, globalleşme yoluyla ideolojik-kültürel saldırılar (psikolojik savaş) yoğunlaşmıştır. Saldırılarda tek hedef “Türk Milleti ve İnsanını” bir tarih öznesi olmaktan çıkarmaktır.
Bu sistematik süreç ve bağlamda insanlarımızın “milli-manevi, ahlâki, siyasal-sosyal ve kültürel” iradi mücadelesinin gereksiz, anlamsız ve boşuna bir çaba olduğu “bilinci” genel, sosyal ve toplumsal davranış kategorisi haline getirmesi amaçlandı. Buna paralel olarak yozlaşma ivme kazandı. Çürüme, deformasyon, mutasyon ve erozyonu hızlandırmak amacıyla: Küresel kapitalizm ve emperyalizmden zarar gören halkın ilmi bilgi ve “milli şuur” yolları kapatıldı. Milli iktisat politikası terk edilerek maliye IMF ye, Milli Eğitim ne olduğu meçhul (ajan provokatör kılıklı) yabancı uzmanlara teslim edildi.
Milli Savunma ise NATO, BM ve AB güdümüne entegre ve emir kulu olmaya zorlanmakta. Dahası 45 yıldır Türk toplumunun dejenerasyonu için özel Sosyoloji, siyaset ve felsefe kitapları yayınlandı. Atatürk’ün, “Türk milletinin milli dini İslâm’dır” demesine rağmen, Türk İnkılâbı ve İslâm’ın temeli olan lâiklik manâ ve muhtevasından saptırılarak menfur amaçlar ve milleti dinsizleştirmek için kullanıldı. Bir yandan “Milli Tarih şuur ve hafızası” yok edilmeye çalışılırken, diğer taraftan kelime ve kavramlar üzerinde oyunlar oynanarak nesiller arasındaki denge bozuldu, aşılması kabil olamayacak uçurumlar yaratıldı. Dildeki bozulum, erozyon ve kavram kargaşası sonucu demokrasi ve uzlaşma kültürü, toplumsal iletişim, dayanışma, yardımlaşma, anlaşma ve ‘tek vücut-yek vücut olma’ kültürü baltalandı. Tevekkeli, temsilde adalet denilerek demokrasi, yönetimde istikrar iddiası ile “yönetim kalitesi” huzur, düzen ve insicam bozuldu.
Aslında bu kapitalist ve emperyalistlerin yolu, menfur strateji ve metodudur. Dünyanın her neresine adalet adına gittilerse, adaleti; Demokrasi adına gittilerse demokrasiyi; İnsan hakları adına gittilerse “hak-hukuk ve adaleti” yok ettiler. Bu bakımdan gerçeğe ve bilime asıl ihtiyacı olanlarda onlardı. İnsan, millet ve fert olarak “gerçekte” onların da Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk İnkılâbının” esas ve ilkelerine ihtiyacı vardı. Bu olmadığı içindir ki, beyinsel faaliyetleri metalaştı. “İnsani boyut ve bilgi toplumu” bağlamında en az bizim insanımız kadar, onlarında akıl ve iradelerinin kurtarılması zorunlu, insani yönden zayıf ve zavallı hale geldi. insanlık ve uygarlık böyle vahim bir döneme girmişken, eleştirel-doğrusal bilgi ve objektif düşünce her zamankinden daha büyük bir gereksinim halini aldı. Bu da, Atatürk ilke ve “Türk inkılâbının” kısaca “Kemalizm” in evrensel boyutta “emsalsiz ve tartışmasız, mutlak bir REJİM ve lider bir DOKTRİN” olduğunu (1950-1960 uygulaması dahil) bütün uluslar (devletler) için gerekliliğini “tarihi süreç içinde” bir kez daha kanıtladı.
İşte bu nedenle: Bütün kurum ve kuruluşları ile Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milleti “1.Cumhuriyet” döneminin deneyim ve kazanımları, ATATÜRK ilkeleri ve Türk İnkılâbı, yani “Kemalizm’in” ışığı ve yolunda, yorulmadan, milli değer, ilmi bilinç-şuur ve heyecana sahip “Vatansever duayenler” önderliğinde Türkiye halkının milli birlik ve beraberlikteki samimiyetine inanarak ve güvenerek; Şimdi tekrar “ama hukuki ve demokratik” bir mücadeleye “halk hareketine” başlamak zorunda ve durumundadır. Bu mücadele, kimseyi yüceltme ve karalama derdiyle değil, sadece “milli dava Kemalizm” misyonu ve “Türk İnkılâbı” vizyonu dahilinde olmak ve bu kapsamda kalmak zorundadır. Yani, yeni, bilinçli ve, “1960’dan günümüze doğrudan iktidar olmuş veya dolaylıda olsa bu iktidarlar içinde yer almış, deformasyon, dumur ve dejenerasyona uğramış, yozlaşmış, kapitalist ve emperyalist unsurlarla iç içe girmiş, her zerresine haram, yalan ve talan bulaşmış parti ve parlâmenterler dışında” büyük bir halk hareketi biçiminde oluşmak ve netice almak zorundadır. (devamı var)
MİLLİ SİYASETE DÖNÜŞ (6) Mustafa Nevruz SINACI
Günümüz Türk yurttaşı, ülke'nin kasıtla-bilerek, inatla sürüklendiği bu kritik noktada; Vatansever-Kemalist, “Cumhuriyetçi-Demokrat” onurlu-sorumlu ve özgür insanlar olarak, ülkeyi uçurumdan çekmek, çıkarmak, kurtarmak ve günümüzün Ali Kemalleri ile diğer dâhili ve harici bedhahlara dur demek zorundadır.
Çıkış noktası: Gerçek vatansever, Kemalist ve milliyetperverler olarak; İnsanlığın, bilimin ve bilincin evrensel değerlerinin Türkiye ve Türk halkı ile tekrar bütünleşmesine engel olan her türlü çıkarcı, işbirlikçi, siyasal, sosyal, kültürel hortumcu ve Küresel kapitalizme Ülkeyi peşkeş çekenlere karşı: “Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu, basiretli ve bilge, çalışkan ve üretken birey, gerçek insan sıfatıyla” cevap ve alternatif olmayı ve ülkemize çöreklenerek halkın kanını-canını iliklerine kadar sömüren ‘vahşi kapitalist ve emperyalistleri’ kovmayı vazgeçilmez bir şart olarak kabul etmektir.
Sevgili Vatansever insanlarım, bu yolda ve bu uğurda; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü asla unutmayınız. Çanakkale ruhu ile ruhlanan ve istiklâl savaşı gibi bir büyük efsaneyi bu onur ve ruhla yaratan Kuvva-i Milliye, Müdâfaa-i Hukuk Hareketini hatırlayınız. Bu ülkenin Vatanseverleri; Mustafa Kemal Atatürk'ün yoluna baş koyan:
Namuslu, onurlu, ilkeli ve dürüst gerçek anlamda “milli devlet” ve Kemalizm’den yana olan “namus borcu, kumar borcu bulunmayan” alnı ak, yüreği pek, vicdanı hür, irfanı hür, boğazından haram lokma geçmemiş “GERÇEK İNSANLARIN” kendini millete adayan ve vatan-millet, hürriyet, adalet ve hakimiyet-istiklâl yoluna baş koyanların etrafında örgütlenin. Ve gelin hep beraber yeni, demokratik hak, adalet ve hukuka dayalı beyaz ihtilâli oluşturalım, günümüz Ali Kemallerine karşı duralım ve yeniden ATA’ nın emanet ve vasiyeti olan CUMHURİYET’ i kuralım.
Fakat, eğer, her şeye rağmen bu utanç verici hale rıza göstermek niyet, gaflet ve dalâletine düşmüş olanlar varsa ve/veya bir okuyucu olarak siz eğer böyle iseniz biliniz ki, her hangi bir “geleceğiniz” (?) olmayacaktır. Amma, yeniden hür, hakim, özgür, onurlu ve hükümran olmak istiyorsanız: YENİDEN:
“YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM” demelisiniz.
Milli Devlet; Hürriyet ve istiklâlimize, dolayısıyla “Türk’ün insanca yaşamasına” hayır diyen, kendince azimli, kararlı ve sabırlı, onursuz, insanlık dışı, hain ve alçak dahili ve harici düşmanlarca “delikten süpürülmek ve “İkinci Ergenekon” Anadolu’dan kovulmak veya mahvolmak yerine; Bu şuursuz ve çılgınca gidişe gem vurmak, tam bir azim, irade ve kararlılıkla “DUR” demek bir insanlık, onur ve namus borcudur.
Unutmayınız ki, namuslu ve dürüst insanlar da, en az hırsız, arsız, yolsuz, soysuz ve namussuzlar kadar cesur, atılgan, çalışkan ve cesur olmadıkça bu vatan kurtulamaz. Devlet, harici (bedhahlar) ihanet şebekeleri ile dahili (bedhahlar) yerli işbirlikçiler konum ve durumundaki çetelerden kurtulamaz.
Yozlaşmış, çürümüş ve kokuşmuş rejimin “rüşvet, iltimas, yolsuzluk, soysuzluk, gasp, irtikap, suistimal, kap-kaç, kaçakçılık, sahtecilik, hortumculuk, kayıt ve kapsam dışılık, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık gibi insanlık, ahlâk, cumhuriyet ve demokrasi dışı” alışkanlık, adet ve haram-haksız kazanç yolları tıkanamaz. Nihayet, doğrusal yönde iş gören açık, saf, temiz, dürüst ve şeffaf hükümetler kurulmadıkça; Devlet idaresinde millet iradesi hakim kılınamaz; Süratle yayılan ahlâksızlık, edepsizlik ve şerefsizlik önlenemez.
Şu anda siyasette, medyada, kamu kurum ve kuruluşları ile bazı sektörlerde ve bürokratik oligarşide ‘hakim unsur’ olarak yuvalanan, hayasızca ve sorumsuzca davranarak kendilerini ve ülkemizi kullandırmayı yeğleyenlerin iktidarında, bölücü anarşist ve terörist yandaşı, yatakçı ve destekçilerinin ülkemizi bir baştan bir başa, pervasızca dolaşmasına göz yumulduğu ve fakat teröre karşı şanlı bayrağımızın altında öfke ve tepkimizi dile getirmemizin dahi mümkün olmadığı, millete ait kal-â’ların hile, haksız işgal ve desise ile tek-tek düşürüldüğü böyle vahim bir dönemde “ulusal egemenlik, hürriyet, hak, adalet ve özgürlük” için çok daha görkemli ve bilinçli bir mücadele vermek gerekmektedir.
Aksi taktirde, 27 Mayıs darbesi ile açılan “Lozan’ı ilga ve Sevr’i ihya” yolunda, bütün ‘milli güç, irade ve engelleri” çiğneyerek ilerleyen; Gümrük Birliği anlaşması ile iktisadi sınırlarımızı kaldıran, ülkemizi bir ‘Açık Pazar’ serbest sömürü alanı, manda ve müstemleke haline getirmeyi amaçlayan; Milli dava Kıbrıs’tan vazgeçen, Kerkük’ de kırmızı çizgileri sorumsuzca silen, Ege, Kırım ve Musul üzerindeki haklarımızdan geri adım atan, Türk dünyası ve Balkan politikalarında pasifleşen ve bütün uluslar arası çıkarlarından ABD ve AB lehine feragat eden, gayri Milli ve gayri Müslim “mütegallibe” er veya geç bu menfur yolda muvaffak olacaktır.
Dip dalga ve “gerçek derin devlet” sıfatıyla Milli hâkimiyet ve milli menfaatleri koruma yükümlülüğünü doğal olarak üstlenen ve % 5’e karşı % 95’le kahir ekseriyeti teşkil eden “MİLLET”, milli rejim Kemalizm, (medeni siyaset) Atatürk ilke ve Türk İnkılâbının müktesep hak, hukuk ve esaslarına sahip çıkmak ve yeniden hayata geçirmek zorundadır. “Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur” diyor, Mustafa Kemal Atatürk.
Bunu unutmayalım. Türk Milleti için asla esaret ve sömürü bir kader olamaz.
Şimdi ses vermek ve “olanca gücümüzle” haykırmak zamanıdır:
ÖZELLİKLE!.. 2008 yılı itibarıyla duçar olduğumuz ekonomik kriz, eğer Milli Siyaset yolunda yürünseydi ülkemizi asla etkilemezdi. Teoride Türk İnkılâbı anlaşılıp, samimiyet ve sadakatle uygulansaydı milletin sayısı 40 milyona varan kahir ekseriyeti fakirlikten ve yoksulluktan kırılmazdı. Ve büyük Önder Atatürk’ün: “Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve O’nun verdiği talimatlar, tam olarak tatbik edilmeli. Tük İslâmiyet’in hükümleri, olduğu gibi yerine getirilmeli. Zira ancak, bu şekilde insanlık kurtulabilir ve kalkınabilir” (Ankara Gönül Erleri, Sıddık Demir, Ankara-2000) Biçimindeki son emanet ve vasiyetine uyulsaydı, şimdi Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en güçlü, zengin ve müreffeh devletleri arasında olurdu.
Şimdi gelin; Yeter artık, “YETER, SÖZ MİLLETİNDİR”diyelim!..
Aziz Milletimizin bu haysiyetsizlikleri daha fazla taşıması mümkün değildir!
Bu kadar zûl, zulüm, hor-hakir görme ve işkence eşyanın tabiatına aykırıdır.
Amma!.. Hiç kuşkunuz, endişeniz, korkunuz olmasın; Elbette bir gün zalimler;
GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER..
YARARLANILAN KAYNAKLAR:1. Atatürk’ün Söy. ve Demeçleri, Cilt: 1, 1952-Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yay.132-1332. Gizlenen Rejim Kemalizm, Tanı Yayınları-2005, Tayyip Yelen3. Globalleşen Dünyada AB Kapısında Türkiye İçin Çağdaş Çözüm, Tanı Yay.-2005, H.Aksu4. Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak, Anayurt Yayınları- 2004, Behzat Şaşal5. Tek Çare Kemalizm, Tanı Yayınları-2006, Süleyman Akdemir6. Seni Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, Akasya-2005, İbrahim Candan7. Küresel Almanak, Tanı Yayınları-2006, Mustafa Nevruz Sınacı8. Hedefteki Müslüman Halklar ve İslâm, Kül Sanat Yayıncılık-Ankara, 2005 Yusuf Küpeli
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Bilgi çağının çöküşü ve “bilinç çağı”na geçişin en önemli nedenlerinden biri de; dünya çapında kelimeler ve kavramlar üzerinde oynanan oyun ve bu bağlamında insan hakları, adalet, hukuk ve demokrasi sözcüklerinin anlamsız kılınması ve içlerinin boşaltılmasıdır.
Örneğin: Türkiye Cumhuriyeti ‘Ermeni soykırım yalanı’ konusunda bu kastın kurbanı;
Afganistan, Pakistan, Irak ve pek çok Müslüman ülke de; İnsan hakları ve demokrasi söyleminin mağdurudur. Bunun başlıca üç ana nedeni vardır:
Birincisi: Yenidünya ‘düzen’i peşinde koşan kene, vampir, sülük ve pire türü kan emici (insani değer ve erdemler yönünden mutasyona uğramış ve vahiy ahlakından arınmış) varlıkların içine düştüğü vahşet, şehvet, şöhret, hırs ve ihtiras; Çok öz ve anlamlı bir tanımla, ilâh, silâh ve ilâç tüccarları;
İkincisi: Bunlara, aynı zaaflar ile malul olmaları nedeniyle yardım ve yataklık eden; Milliyet, mensubiyet, insani değer, medeni mefküre (ilmi dava), hamd, kanaat, şükür, samimi inanç, sevgi-saygı, tolerans, ibadet ve ihlâstan arınmış primitif ve prototip yöneticiler;
Üçüncüsü: Tıpkı kurbağa örneğinde görüldüğü gibi beyni uyuşmuş, içine kapanmış, onursuz ve sorumsuzlaştırılmış, miskin, medeni cesaretten yoksun, bütün insani, milli ve manevi duyguları, asil-aziz ve harsi (kültürel) erdemleri korku, baskı, zulüm, maddi-manevi işkenceler ile bastırılmış pasif-palyatif ‘sürü psikolojisi’ içine sürüklenmiş toplumsal yapı. Bu örnekte halkı idare eden, hâkim ve hükümran, başına buyruk bir çoban, millet ise icabında azgın köpeklerce korkutulan, hizaya sokulan sürü mesabesindedir.
İşte bütün dünyada siyaset sisteminin tıkanması, kaynakların tükenmesi ve ekolojik sistemin temelden sarsılmasının nedeni budur. Sahipsizlik ve sorumsuzluk… Ortak değerler, toplumsal müşterekler ve evrensel dengeler konusunda kafa yormamak, bilinç ve bilhassa inisiyatif geliştirmemek. Kurumsal ve bireysel sorumluluk almamak...
Tıpkı fanatik ve cahil softaların ileri sürdüğü bir sapkınlık olan ‘kaderciliğe’ geleceğini, özgürlüğünü, yaşam hakkı ve güvenliğini şuursuzca teslim etmek; Kötülerin bilinçle yürüttükleri “gasp-irtikap ve haksız edinim” mücadelesine iyi insan ve iyi vatandaş olarak kayıtsız kalmak. Bütünüyle gayrimeşru, şiddet, tehdit, baskı, yalan-talan, hırsızlık-yolsuzluk ve özellikle: İnsan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve hukuk istismarı ile yönetilmeye karşı “meşru direnme” hakkını kullanmamak!..
BİLİNÇ ÇAĞINA DOĞRU
Oysa, başta insanlık tarihinin tek ve yegâne semavi (vahiy kaynaklı) dini olan İslâm; İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’in, bütün zamanları şamil mukaddes Kitabı Kur’an; İlim yolunun kanaat önderleri, dünyanın ‘kendilerini insanlık ve medeniyet davasına” adamış örnek ve önder şahsiyetleri, namuslu bilim ve siyaset adamları ve nihayet Türk siyaset ve devlet hayatının aynası; Özgür insanlık âlemi ve davasının ışığı-nihai lideri Mustafa Kemal Atatürk; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek yol göstermiştir.
Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Bilinçli, kendinde ve farkında olmak yeter.
Tekâmül nazariyesinin esası, her defasında sıfırdan başlamak değil, gelinen noktadan itibaren alarak ilmin yolunu ve önderlerin ışığını takip etmektir.
Konuyu bu bağlamda ele alacak ve bir yol haritası çizecek olursak!..
MANA VE MUHTEVA OLARAK DEVLET:
Kelime, kavram ve anlam (manâ ve muhteva) olarak devlet, “Siyasi, idari ve merkezi bir teşkilâta sahip, belirli ve müseccel sınırlarla muhkem ve mukayyet, toprakları üzerinde hâkim, halkıyla hür, müstakil, özgür ve hükümran, (tam bağımsız) ülke;
Üzerindeki insan topluluğunu, mutlak bir adâlet, hukuk, eşitlik ve hakkaniyetle yöneten, refahı tabana yayan, dengeli kalkınan, doğrusal yönde hareket eden, milletin işlerini tam bir dürüstlükle, vukuf, ehliyet ve liyakatle yürüten, insan haklarına sahip ve hukuka saygılı meşru bir hükümetle ‘milli hakimiyet’ tesis etmiş bulunan evrensel bir kurumdur.
Esas olarak devlette kanunlar Anayasa’ ya, Anayasalar ise insana ve insan tabiatına (doğuştan var olan insan haklarına) aykırı olamaz. Devlet insan için vardır. İnsanlar, halk, millet, yani yurttaşlar tarafından “Namuslu, dürüst, katılımcı, saydam-şeffaf, ilkeli, onurlu, sorumlu, hak-hukuk ve bilumum medeni tasarruflarda mutlak eşitlik esasına dayalı”, özellikle demokrasi ve demokrasinin mutlak mütemmimi (ayrılmaz parçası olan) Cumhuriyetle yönetilmek zorunda ve durumundadır.
Bu insana ve İslâm’a uygun bir toplumsal sözleşmedir.
Toplumsal sözleşmeler kuruluşla birlikte ikame olunur.
Zaman içinde değiştirilmez. Geliştirilir ve mükemmelleştirilir.
İNSAN ODAKLI “ORİJİNAL” DEVLET
Bilinen ve belli olan tarihte ilk kez bu ideolojik tanım ve siyaset felsefesi günümüzden 2500 yıl önce Plâton (Eflâtun) tarafından vâzedilmiş; Bu rejim ve siyaset felsefesinin en ileri ve çağdaş-modern versiyonu ise, Atatürk ilke ve inkılâpları bağlamında “İnsan odaklı” doğru, demokratik ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumunun ideal rejimi’ “Türk İnkılâbı” (Atatürk’ün kendi deyişi ile) “KEMALİZM” olarak biçimlenmiş devlet-rejim budur.
Günümüzde, orijinal ve objektif bir rejim olan bu yönetim biçimini örnek alan veya uygulayan, (dünyada) gerçek devlet sayısı iki elin parmakları kadar azdır. Yakın ve uzak tarihte ise, ağırlıklı olarak Türk ve İslâm devletleri ile 20.500.000 km2’de yaklaşık 600 yılı mücavir süre ile “huzur iklimi” olarak adâletle hüküm süren Osmanlı örneği ile 1923-1938 dönemi Türkiye Cumhuriyeti gösterilir.
Dünya devleri ve devletlerinin pek çoğu bilime kıyasen çete devletidir.
Bunlar tasallutla tasarruf eder, evrensel hukuk ve adalet ilkelerini tanımazlar.
GİZLENEN REJİM KEMALİZM
Şu anda ülkemizde de Kemalizm maalesef ‘gizlenen rejim’ durumunda olup, 1961’ den itibaren terk edilmiştir. Ancak, AB Komisyonunca onaylanan Ortlander raporunda yer aldığı veçhile batı, Türkiye’nin kesinlikle Atatürk’ü unutmasını istemektedir. Zira, kapitalist ve emperyalist küresel sermaye, önünde en büyük tehlike olarak “Kemalizm” i görmektedir.
Bu talep ve yaşanan gerçek yönünde biz yine de konuyu irdelemeyi sürdürelim: Devletler, halk tarafından tesis ve idame ettirilen hükümetler eliyle yönetilir. Hükümetlerin mutlak şartı meşruiyettir. Hüküm ve hikmet meşruiyetle mümkündür.
HÜKÜMET VE MEŞRUİYET:
Gücünü sadece ve yalnızca halktan alan ve halka dayanan, kuvvet, kudret ve hakimiyet-hükümranlık hakkını “halkla birlikte-halk için kullanan”, halkın emrinde ve hizmetinde olan ve bu (hüküm ve hikmet) hakkını; Ulusal ve evrensel hukukun kabul görmüş ilke, norm, standart ve kriterleri muvacehesinde; İlmi değer, manevi mukaddes, milli mefküre, temel inanç, adet, örf, yerleşik töre, birikim ve gelenekleri doğrultusunda kullanan; Halkın gücü, kudreti, irade ve adâlet ahlâkı “doğrudan milletçe onaylanmış” müşterek hak, hukuk ve menfaatleri tavizsiz-ivazsız bir “kamu ahlâkı dairesinde” yönetme erkidir.
Bu, Türk milleti ve TC devleti bağlamında bir “Kuvâ-i Milliye” veya “Çanakkale” rûhu, nizamı; Yani, halk iktidarı anlamına gelir. Halk iktidarı ‘hak iktidarı’ demektir. Diğer bir anlamda, kamu yönetiminde ‘kamu onayı ve kamu vicdanı’ esastır. Türk milletinin kamu vicdanı: Mustafa Kemal ATATÜRK, O’ nun ilkeleri ve Türk İnkılâbıdır. (devamı var)
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK (2) Mustafa Nevruz SINACI
CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR:
Türk İnkılâbı ‘Cumhuriyet Fazilettir” ilkesine dayalıdır. Mutlak dürüstlüğü esas alır. Yani; Türk devleti (orijinal Fransızca da ‘bon-sens’ denilen) haklıların güçlülüğü, hak, adalet ve hukukun mutlak hakimiyeti; her türlü ayırma, kayırma, farklılık, üstünlük, imtiyaz ve kanunsuz koruma dışında ‘tam eşitliği’ öngörür. Bilimin, milli birikimin ve insani bilincin gereği olan ‘doğrusal yönde temlik ve tasarrufu”, “En hakiki mürşit ilimdir” ilkesini esas alır.
Türk milleti ve TC devleti, vahşi kapitalizm ve küresel emperyalizme karşıdır. Türkiye, hür, müstakil, hakim ve kendi hukuku ile kaim medeni bir dünya devletidir. Türkiye Cumhuriyeti; Binlerce yıllık devlet geleneğinin gereği; Namuslu bir devlettir.
DEVLETİN NAMUSU:
Yukarda açıklanan usul, esas ve münhasıran “Türk İnkılâbı” çerçevesinde ‘Türk Devleti’ “CUMHURİYET FAZİLETTİR” ilkesi bağlamında kuruludur. Cumhuriyet’in ana ilkelerinden biri de: Haklıların güçlülüğü ilkesidir. Güçlülerin haklılığı değil…
“Fazilet” Türk ve dünya lügatlarında;
“Doğruluk, dürüstlük, değer, meziyet, iyilik, ilim, irfan ve iman itibarı ile yüksek, adalet ve ahlâk-edep sahibi, hürmet ve muhabbete lâyık, saygınlık” anlamına gelir. Tek kelime ile fazilet: Kişisel ve kurumsal bazda namuslu, dürüst ve demokrat olmaktır. Gerçek anlamda namuslu, dürüst ve demokrat olmayanın devlette işi yoktur.
Bu tanımları, günümüzde yaşanan ‘derin’ kavram kargaşasını açıklamak için yaptım.
ASIL MESELE NEDİR:
83 yıllık cumhuriyet tarihini “Hakiki devlet ve namuslu hükümetler” bağlamında büyüteç altına koyduğumuzda ortaya çıkan profil şudur: 1923-1938 dönemi: Tam bir yokluk, yoksulluk ve kıtlıktan; Taban ve tavan arasında makul bir denge korunarak, el ve gönül birliği ve “millet olma” bilinci içinde kalkınma ve gelişme yolunda büyük mesafe alınmış; Kurucu önderi, bütün ayni ve nakdi mal varlığını milletine ve milletin kurumlarına bağışlamış, bütün dünyanın saygı duyduğu “kederde ve kıvançta bir” yüksek bir medeniyet bu dönemde yaşanmıştır. Atatürk dönemi, tertemiz ve pırıl pırıl bir dönemdir.
1938-1950: Karşı devrim adına, her şeyin yerle bir, Türk inkılâbınınsa ter-yüz edildiği, ilk yolsuzluk ve suistimallerin uç verdiği, demokrasinin yerini despotluğun aldığı kıtlık ve kâbusların hortladığı karanlık ve kara bir dönem. Kayıp yıllar...
1950-1960 : Türk inkılâbının düştüğü yerden ayağa kalktığı, Atatürk programlarının tekrar, özenle yürürlüğe konduğu, milletçe kalkınma-gelişme, devletçe yükselme ve ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma” seferberliğinin başladığı ve ülkenin karanlıktan aydınlığa çıkarılarak birinci sınıf bir dünya devleti noktasına yükseldiği, taşındığı harika yıllar.
DİKKAT:
14 Mayıs 1950 seçimlerinde ‘beyaz ihtilâl’ olarak tarihe geçen ve büyük bir halk hareketi ve kuvâ-i milliye ruhuyla “demokrasi zaferi” kazanan parti, halk partisi tarafından “devr-i sabık” yaratmama konusunda uyarılmış, aksi taktirde askeri darbe ile tehdit edilmiş olmakla; DP, demokrasiye geçiş evresi nedeniyle bu şartı kabule mecbur kalmıştır.
DARBE:
27 Mayıs 1960’da, başta halk partililer ile Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk, Adalet, ahlâk ve milli değerler düşmanı, hukuk özürlü dahili ve harici bedhahların iştirak ve işbirliği sonucu yapılan darbe, 10 yıldır yaşanan “asr-ı saadet” dönemini sonlandırdı. Bir değil binlerce “DEVR-İ SABIK” yaratma ihtirası uğruna kurulan ‘adalet ve hukukun yüz karası, utancı’ güdümlü mahkemelerde binlerce masum insan, memur, müsdahdem, genel müdür, genel kurmay başkanı, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı alçakça sorgulandı ve yargılandı. Nâhak yere üç masum ve müsemma lider hunharca asıldı. Ancak, örtülü ödenek dahil devletin ve hükümetin bütün hesapları tertemiz çıktı... Devr-i Sabık yaratamadılar. Çünkü devlet bu dönemde Atatürk’ün yolunda ve izinde yürümüştü.
Atatürkçülük, yani ‘Kemalizm’ ile yalan-talan ve yolsuzluk birleşmezdi. Oysa, müsebbipler 1950’de devri sabık yaratılmamasını şart koşmuşlardı.Çünkü 1938-1950 döneminde devleti yönetenler, reddi miras etmişlerdi. Ortam pisti.
NEREDEN NEREYE:
Emekli Jandarma Kurmay Albay ve dönemin Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı; Namus ve fazilet timsali büyük insan, gerçek bir Türk Askeri, Kuvva-i Milliyeci Aziz ERGEN’ in “Kirli Ellerin İttifakı” isimli kitabı yayınlandığı gün bana geldi. Türünün nadir örneklerinden olan bu kitabı; Yukarda irdelediğim siyaset bilimini (Türk inkılâbını) baz alıp, “1960-2006” döneminde olup bitenleri düşünerek büyük bir dikkat ve itina ile satır satır okudum. Başlangıçta vaki açıklama ve tanımlar doğrultusunda mukayeseli bir şekilde inceledim, değerlendirdim.
Daha sonra Kuvvai Milliye Derneği Genel Başkanı Bekir Öztürk, Talât ŞALK (DGM eski, emekli Cumhuriyet Başsavcısı) ile Aziz ERGEN tarafından; Ankara Sürmeli Otel’ de yapılan ‘tanıtım amaçlı basın toplantısını izledim. Evet, demek artık, ‘yeni bir beyaz sayfa daha’ açmanın değil; ‘iyice kirlenen’ son 40 yılın hesabını sormak zamanı gelmişti
“KİRLİ ELLERİN İTTİFAKI” ADLI KİTAP
Bahusus toplantıda, Aziz Albayın son derece ağır başlı, temkinli ve (emekli de olsa) temsil ettiği camia ve emekli olduğu kurumun onur ve erdemini düşünerek verdiği cevaplar ile Talât ŞALK’ ın açıklamalarını ‘bu amaçla’ not aldım. Akabinde aldığım önemli notlar ve kitabı bir kenara koyarak, ertesi günden itibaren İnternet, radyolar, yazılı-görsel medya ve televizyonlarda yer alan haber ve programları dikkatle izlemeye başladım.
Acaba, Türkiye’yi sarsacak nitelikteki bu açıklamaların yansıması ne olacaktı?
Halkın tutumu, hükümetin tavrı, başta insan hakları örgütleri olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının ve genelde kamuoyunun tepkileri konusunda ciddi beklentilerim vardı.
Sanki bütün medya harekete geçecek, aziz ve necip Türk halkı ayağa kalkacak, STK’ lar (Hrant Dink’in cenazesi ve 301.madde konusunda olduğu gibi) hepten teyakkuz durumuna geçecek, başta Sayın Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu, Başbakan, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Bakanlar ve Bakanlık Teftiş Kurulları derhal işe el koyacak; Dönem itibarıyla kayıp, kaçak, gasp, hırsızlık ve yolsuzlukla hortumlanmış, kitapta açıklanan ‘millete ait’ 500 milyar doların peşine düşerek;
‘DEVLETİN NAMUSUNU” kurtaracaklardı…
Zira, dönemin hayali ihracat komisyonu başkanı ve eski Aksaray milletvekili Mahmut ÖZTÜRK, Manisa eski milletvekili Tevfik DİKER (Anayurt), o gün için vizyondaki “Kurtlar Vadisi” dizisinin yapımcıları, konuyla ilgili başkaca kitaplar yazan yazarlar, dönem içinde konuyla ilgili dizileri yayınlayan gazeteler ve gazeteciler sayesinde (Aziz Albay kadar olmasa bile) yine de ‘harekete geçmeye yetecek kadar’ pislik, kirlilik, hırsızlık, yolsuzluk, yozlaşma, erime ve çürüme ortaya çıkmıştı.
Üstüne üstlük bir de, ‘dokunulmazlara’ ait dosyalar vardı. (devamı var)
DEVLET; HÜKÜMET VE HALK (3) Mustafa Nevruz SINACI
TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİMİN HAKKI
Böylece tüyü bitmemiş yetimin hakkı söke söke geri alınacak, Aziz Türk milletinin alçakça çalınan geleceği kurtarılacak, suçlular yakalanacak, adil mahkemelerde yargılanacak ve kamu vicdanı rahatlatılacaktı. Bu son derece olağan, doğal, masum ve yasal bir beklenti idi. Zira, devlet ve hükümetler bunun için vardı. Hiç olmazsa beyaz enerji dahil, aysbergin dışarıda kalan, görünen bölümü aydınlandı. Kirli eller, kara vicdanlar ve irin dolu yüreklerin sırrı ayândı artık. Devlet varsa (ki, vardır) şimdi harekete geçmeliydi. Zira;
Aziz Ergen’in kitabı, izah ve itirafları bir bakıma rüşvetin, hırsızlığın, hortumculuğun ve devleti kullanarak milleti soymanın aleni belgesi idi. Üstüne üstlük bu güne kadar benzer konularda yayınlanan hatırat, belge, bilgi, kitap ve itirafları da tamamlıyordu. Hazır, Anayasa mahkemesi, yerel mahkemeler ve Cumhuriyet Savcıları da konu üstünde idi.
NELER GÖRDÜK, NELERE ŞAHİT OLDUK
Bir tarafta aleni dolandırıcılıktan yakalanan bakan, diğer tarafta sahtecilik, görevi kötüye kullanma, rüşvet, iltimas, suistimal, nüfuz ticareti gibi yüz kızartıcı suçlarla yargılanan eski bakan ve vekiller; Diğer tarafta, aynı suçlara ilâveten bölücülük, teröre destek, yardım-yataklık ve dahi vatana ihanete kadar varan iddialarla suçlanan, ancak insan onuru, adalet ahlâkı, demokrasi, anayasa’ nın eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde dokunulmazlık zırhı ile korunan ‘milletvekilleri’ vardı.
Hattâ, buna rağmen yalan-talan, soygun ve vurgun bütün şiddeti ile devam etmekte idi. Üstüne üstlük, şimdilerde Türkiye’yi soyanlar ve hortumlayanlar kervanına İMF, AB kurumları, Dünya Bankası ve ülkemizin “Milli İktisat”sınırlarını yok eden “Gümrük Birliği” çeteleri bile vardı. Ülkemizde mafyalar cirit atıyor, organize çıkar örgütleri “Medya-Mafya-Politika” şeytan üçgeninde, rahatça hareket ediyor ve diledikleri gibi faaliyet gösteriyordu. Evet, devlet, hükümet ve halk bütün kurum ve kuruluşları ile harekete geçmeliydi. Şimdi tam zamanı idi. Artık, ‘hiçbir şey eskisi gibi olmamak’ zorundaydı.
AMA HAYRET!..
Alenen suçlanan ve marifetleri deşifre edilen kesimlerden çıt yok. En küçük bir ret, tekzip veya itiraz bahis konusu değil. Mütareke medyası popülizm peşinde. Tutturmuş bir ‘Amerikalı albay nasıl soyuldu’ konusu speküle edip duruyor. Milliyetçi, sağcı ve muhafazakâr yayın organları da, sanki söz birliği etmişçesine “Çuvalın intikamını alan albay” teranesine sarılmakta. Ortada tam bir sağırlar ve körler diyalogu ‘pandomima’ var.
Tedbir olarak sadece, devletten ve halktan alenen çalınan 300 milyar dolarlık miktarı mücavir olaylar ve saiklerine ilişkin bölüm nedeniyle, “KURTLAR VADİSİ” dizisi kapatıldı.
SUÇ VE CEZA: (ADALET, ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK)
Öteden beri ve günümüzde yurttaşlarımız mahalle marketlerinden, ülke bakanlarına kadar ulaşan yolsuzluklardan bıkmış, yılmış ve usanmıştır. Sokaklarda gasp, devlette irtikap ve yolsuzluk vardır. Suç patlamıştır. Suçlu rahattır. Yargı, Hukuk, Adalet ve ceza kurumu dumura uğramıştır. Mâşeri vicdanı ATATÜRK olan millet rahatsızdır. Durum kriz boyutunu aşmış, ümitsizlik, güven bunalımı ve buhrana dönüşmeye başlamıştır.
GELECEK VE GERÇEK!..
Oysa, gelecekle ilgili umut ve inanç yaratmak, her türlü yolsuzluğa karşı toplumsal refleks oluşturmak ve doğal stabilizatörleri tekrar hayata geçirmek gerekir. Bu meyanda, Aziz Albay tarafından açıklanan dehşet verici olaylar; Zati şehadetle taraf olunan, vakıaların kamu tarafından sorgulanması, müsebbiplerin yargılanması ve cezalandırılması şarttır. Bunun yanı sıra, 1960’dan günümüze ‘devlet erki kullanılmak ve kuruluşlar istismar edilmek” suretiyle, siyaset kurumları ve siyasi partiler de alet edilerek yapılan ve boyutları dönem itibarıyla 500 milyar dolarlara varan dehşet verici devasa soygun, vurgun, yalan ve talan anatomisi ‘keyifle ve korkusuzca’ menfur icraatını sürdürememelidir. Bu soyguna “DUR” demek zamanıdır.
Suç ve suçlu ‘cürüm’ cenneti haline getirilen ülkede namuslu insanlar güvende değil. Suçlular küstah ve acımasız. Masumlar ve mazlumlar korumasız. Yeni TCK ve AB sayesinde suçlulara avukat verilmekte, mağdurlar ise daha da mağdur ve perişan. 1923-1938 ilâ 1950-60 dönemi devlet anlayışı unutulmuş, herkes Atatürkçü, fakat, Atatürkçülük, Kemalizm ve Türk inkılâbından eser yok. Bu ne iki yüzlülük, mürailik ve münâfıklıktır ki; Milliyetçiler, sağcılar, solcular, dinciler dahil bütün kesimlerden hırsız, yolsuz ve hortumcu çıkabilmekte.
Adama (vatandaşa) sorarlar !
Hani ilkelere ne oldu. Hani binlerce yıllık tertemiz Türk medeniyeti !
Bize pırıl pırıl, tertemiz ve berrak bir Cumhuriyet emanet eden Atatürk’e ihanet niye ?
Cemiyetin temeli adâlet ahlâkıdır. Ancak, adaleti kaim olan kanun hukukidir.
Türk inkılâbının amacı kanun devleti değil; Hukuk devletidir. Hukuk devletinde suç cezasız kalmaz. Ceza, suça mümasil (denk) olmak zorundadır. Ne eksik, ne fazla.
Evet, İnsan elbette özgür bir varlıktır. Lâkin bu, suç işleme özgürlüğünü kapsamaz. Kanun ve kuralları belirleme hakkı, ‘güçlülerin’ değil, haklı-doğru ve dürüstlerindir.Demokrasilerde hırsız, yolsuz, hortumcu, yıkıcı ve bölücü unsurlara; Cezalarını çekip ıslah olmadan “halk içinde” serbestçe dolaşma hakkı tanınamaz.
Hukuk devletinde ‘suç işlemek’ herkes için yasaktır. Mutlak kaide budur.
DEVRİ SABIK YARATMAK GEREK:
Şimdi tam zamanıdır.
Zira kapımıza tekrar bir ekonomik kriz dayanmıştır.
Bizim yeteri kadar kriz, kaos, bunalım ve buhranımız varken buna dayanamayız.
Millet, meri hükümet, ‘durumdan vazife çıkartarak’ Anayasa Mahkemesi veya yüksek yargı önce cürmün milâdı olan 27 Mayıs’ın hesabını sormalıdır. Bununla birlikte o mâkus günden itibaren bu güne değin yapılan bütün haksızlık, hırsızlık, gasp, irtikap ve yolsuzluğun hesabı muhakeme edilmeli; Ülkemiz, istiklâl ve istikbalimiz aleyhine işleyen AB süreci behemahal durdurulmalı, Gümrük Birliğinden derhal çıkılmalı, devlet “namuslu-dürüst ve demokrat” Atatürk’çü-Kemalist Cumhuriyet konumuna tekrar çekilerek; 46 yıllık kâbusun kara vicdanlı, kirli el’li ve kansızlar (damarlarında asil kan akmayan) hain, dönme, devşirme, ateist, pagan ve Türklüğünü kaybetmiş insanlık düşmanları sorgulanıp, yargılanarak ‘devr-i sabıkları” yaratılmalıdır.
Temiz devlet ve temiz toplum için bu şarttır. Türkiye’nin kendi kendisi ile yüzleşme ve yönetenlerin halkla hesaplaşması zamanı gelmiştir. Yarın çok geç olabilir.
DEVLETİN MALI DENİZ:
Bu söylemin doğrusu, haksızlıktan, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluktan bıkmış-bunalmış, bu alt varlıklara karşı illet ve nefretle muzdarip halkımın, kinayeten söylediği bir söz olup; DOĞRUSU şöyle: “Devletin malı deniz, hırsızlık, haksızlık ve yolsuzluk yapan domuzdur.” Bu manâ ve muhtevada “Domuzlar” devr-i sabıklar olsa gerektir.
Devlet gibi devlet, adam gibi adam olmanın yolu da; Ülkemiz ve devletimizi her tür haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve hukuksuzluktan arındırmaktan geçer. Bu konuda fert ve millet olarak günün hükümetine güvenmek isteriz.