30 Ağustos 2014 Cumartesi

ADALET (BARIŞ) MİLLET İRADESİ VE ÜSTÜNLÜK!..

Adalet (Barış) Millet İradesi ve Üstünlük 
Mustafa Nevruz SINACI
            Adı “Adalet ve Kalkınma” olan partinin olağanüstü büyük kongresinde, hatipler adeta haykırıyor, başta Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) olmak üzere, Cumhuriyet Baş Savcıları dâhil bütün adalet ve hukuk cihazı camiasına telkin, tembih ve tehdit dolu mesajlar göndermekte birbirleri ile yarışıyorlardı!.. (Ankara, 27 Ağustos 2014)
Onlara göre: Hiçbir şey (güç, kuvvet veya erk) millet iradesinden üstün olamazmış!.
Özellikle, 27 Mayıs sonrası ve bizatihi 27 Mayıs’ın (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair post modern darbe, sulta/cunta, vesayet kalkışmalarının) henüz yargılanmadığı; Şahsi ahvaller dışında (Nürmberg Mahkemeleri gibi), bütün olayın maşeri vicdan (HÂKİM) önüne çıkartılıp sorgulanmadığı bir Türkiye’de, bu söz çok iddialıdır. Mübalâğalı, ağdalı, abartmalı ve belli ki “icraattan dolayı duyulan rahatsızlıklardan mütevellit”, aba altından sopa gösterme amacına matuf bir söylem kabilindendir!..
Esası demagoji, hayal ve ütopyadır.
Zaten de öyle algılanmıştır…
Yine de gelin, bu iddia ve ihtirasın mümkün olup olamayacağına bir bakalım:
Ancak burada, öncelikle millet iradesinin tezahür biçimi son derece önemlidir.
Medeni ülkeler ve yerleşik, kurumlaşmış namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu-soylu ve saydam demokrasilerde “bire/bir” yani, doğrudan vekâletle temsil hakkı verilmiş bireylere Millet Vekili denir. Doğrudan seçmen tarafından önerilerek, tayin ve tespit edilmemiş kişinin milleti temsil hakkı yoktur. Bu ve mümasil (benzer) kişiler ancak patronları, parti sahipleri ve icabında dâhil oldukları “saadet zincirinin” menfaatlerini temsil ve ilzam ederler…
Dolayısıyla Milletin değil; Vesayetin vekillerine parlamenter denilir.
Son elli yılda bu usul-esas ve kriterlere uygun olarak: Namuslu, dürüst, demokrat ve şeffaf usullerle seçilmiş, gerçek bir “MİLLET VEKİLİ” var mı acaba?. Malûm sürece dair tarihte yazmıyor. Bilen varsa beri gelsin!.. Velev ki, Milletvekilleri bu esas ve usullere uygun seçildi. Millet tercihinin eseri, şaibesiz vekiller ve “devlet idaresinde millet iradesinin” tecelli unsurları oldu. Bu takdirde adalet’in üzerinde ve adalete rağmen bir irade ortaya konulabilir mi? Müştereken Meclis dahi adalete aykırı bir karar alabilir ve uygulamaya sevk edebilir mi?
Cevap: Kesinlikle HAYIR, asla ve kat’a mümkün olamaz’... 
Tam burada bir hatırlatma yapayım:
Bu gün 1 Eylül Dünya Barış Günü (01 Eylül 2014) 
Barış öyle bir kavramdır ki; Sadece Adalet hüküm sürdüğünde gerçekleşir.
Bir ülke, aile, kabile, kurum veya dünyada Adalet yoksa Barış yoktur. Ülkenin bütün kurum ve kurulları ile hayatın her alanında adalet yoksa sadece zulüm, eziyet, işkence, gasp, irtikap, terör/tedhiş ve sömürü vardır. Nizamı âlemde; Daha açık ve doğru bir tanımlama ile evrensel hukukta; Haklı, doğru-iyi ve dürüstlerin güçlülüğü>meşruiyeti esastır. Özellikle vahşi batının ‘şeytani kuramı’ olan “insan insanın kurdudur” itikadında ‘güçlülerin haklılığı, hâkimiyeti ve meşruiyeti’ esas olmakla beraber; Bu yol, meslek veya meşrep orijinal/objektif İnsan (canlı) Hakları, Adalet, adalet ahlâkı ve hukuka kesinlikle aykırıdır.
Amma lâkin (sözde) Müslüman âlemin içine düştüğü gayya çukuru; Nefret, ifrat, hırs, ihtiras, zaaf, fetret ve “kifayetsiz muhterisler” ile millet iradesini “sahtecilik, yalan ve hileyle” gasp ederek hükümferma olan kripto tiranlar dolayısıyla, yüzler Kâbe’den batı’ya çevrilerek; Adalet, hakikat ve faziletin nuru, kötülük ve kul hakkının karanlığına iblâğ olmuş (dönüşmüş) bulunmaktadır. Bunun anlamı:
Şu anda dünyada özgür, hür ve hükümran bir İslâm ülkesi yok demektir.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılında, başta İran olmak üzere; Afganistan ve Türkiye hür, bütünüyle özgür ve hükümran (egemen) ülkeler idi!..
İşte günümüzün fotoğrafı budur.    
Peki, “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” ne demek?
            Kuramın Arapça aslı “El-adlü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede ‘mülk’ kelimesi ‘Mahkeme kadıya mülk değil’ söylemindeki gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Oysa Arapçada hükümran devlet, müstakil düzen, ülke, egemenlik, iktidar, saltanat, özgürlük anlamlarına gelir. Yani ‘Adalet mülkün temelidir” sözüyle özellikle ve ağırlıkla kastedilen: “Devletin veya düzenin esası adalettir.” Hükmü, hayati unsur ve evrensel gerçeğidir.
            Bu gerçek, Mecelle, Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi disiplinleri gibi objektif ilmî kaynaklarda (medeni siyaset normunda) açıklandığı ve tanımlandığı üzere:
            Millet Meclisi (YASAMA) nezdinde; Bütün Millet Vekillerinin ortak ve kesin mutlak sorumluluğu altında:  
            Adalet cihazı (YARGI) “özerk, tarafsız ve bağımsız”,
            Hükümet (YÜRÜTME) ise, sadece Anayasa, Anayasaya kesinlikle mutabık/uygun olmak koşuluyla Yasama Kanunları ve Yargı Kararlarını uygulamakla memur ve mükellef olup; İş bu erklerin/kuvvetlerin her birisi, devlet varlığı içinde “nevi-i şahsına münhasır” özerk unsurlardır. Şu kadar ki: Yasama kendine amir; Yargı ve yürütme ise Yasamaya bağlı kurumlar ve bağlı kuruluşlar hükmündedir.
            Yani: Tepeden-tırnağa, tabandan zirveye/çatıya, devlette adalet hâkim ve hükümferma olmadıkça; İnsani, hukuki, ahlâki ve medeni bir devletten söz edilemez. Devlet, Demokrasi, Cumhuriyet ve Lâiklik “olmazsa olmaz” kabilinden özgün kurallar bütünüdür. Hükümetler sadece ve yalnızca; Mümkünse bu kural ve kaideleri, akaidi/rejimi geliştirmek, iyileştirmek ve mükemmelleştirmek;  Daha kavi, sağlam ve mükemmel kılarak “haklıların güçlülüğü, iyi insan ve iyi vatandaşların” mutluluğu istikametinde yükseltmek zorunda ve yolunda Millet Meclisi ile ortak çalışarak görev yapmak durumundadırlar.  
            ‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ yanlış anlaşılmakta, yanlış kullanılmaktadır.
Çünkü bir “toplumsal akit/sözleşme niteliği arz eden” devlet kurumu adalet temelinde teşkili önemli olmakla beraber; Asıl şart adalet, hak ve hukukun devlet binasının “temelden tabana, tavana (en tepeye) ve bütün huzme ve hücrelerine nüfuz etmiş bulunmasıdır.”
Adalet, sadece devlet binasının temelinde mevcuttur” biçiminde bir iddia ve telâkki ile otaya çıkılıp; Devlet işleri “Kitabına Uydurulmak” kabilinden sevk, idare ve idame olunamaz. Söz, kuram ve kural’ın sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre “adalet bir devletin temelinde olduğu gibi çatısında da, yani her zerresinde mevcut olmalı, fiilen hayat ve vücut bulmalıdır.
Temelinde adalet olup da, temeller üzerine bina ve inşa edilen kurum ve kuruluşların çatısında zulüm yaşanırsa, o binada adaletin varlığından söz edilebilir mi? Elbette, kesinlikle hayır. Halkın idaresiyle iştigal edip;
En az Hazreti Ömer veya aynı dönemin “putperest İran Kisrası Nûşirevan” kadar adil olamayan Amirler ile; “Adaletsiz amirler karşısında dilsiz şeytan kesilen Alimler” manâ itibarıyla sadece bir Köpek hükmündedirler. Biline…
            Netice olarak:
Adaleti Meclisler tesis (eşit, adil, orijinal (norm), hikmetli, evrensel hukuk ve insan haklarına uygun kanunlar çıkartarak);
Adalet cihazı (Mahkemeler, Hâkim, Savcı ve Avukatlar) temin ve;
Hükümet’ler; Kanun ve kararları ifa ve icra etmeye mecburdur.
***
YORUM, ELEŞTİRİ VE KATKI:
Açıklayıcı ve tamamlayıcı olur diye şunları da ilave etmeyi uygun buldum.
Yazıda sık sık adalet mefhumuna vurgu yapılmış. Ama içeriği boş bırakılmış. Adalet denilince ne anlamamız gerektiğini de vuzuha kavuşturmazsak söylediklerimizden ne demek istediğimiz tam olarak anlaşılmaz.
Çünkü her kelime gibi adalet kelimesi de aşınmış, aşındırılmış, bağlamından koparılmış kelimelerimizdendir.
ADALET = Hakk kanunlarına uygunluk.
Herkese hakkını vermek ve layık olduğu muameleyi yapmak. Haksızları terbiye etmek. Zulüm etmemek. İnsaf.
anlamına gelmektedir.
Adalet kelimesinden türeyen
Mâdelet = adaletli olmak
Adalet kelimesinin kökeni olan
Dâd. = Cenab-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah'ın emrini icra etmek.
anlamına gelmektedir.
Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet adalet; hak sahibine hakkını vermektir. Menfi adalet de haksızları zalimleri te'dip ve terbiye , ta'zip ve tecziye etmektir.
Fatih Sultan Mehmet adalet hakkında şöyle der :
Adalet; bu dünyada bedahet derecesinde ihâtası vardır. Çünkü her şeyin istidat lisaniyle ve ihtiyac-ı fıtrî lisaniyle ve ıztırar lisaniyle Fâtır-ı Zülcelâl'den istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat'i vardır. İkinci kısım menfidir ki: Haksızları terbiye etmektir. Yâni, haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise; çendan tamamiyle şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat, o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyâne-i ta'zib, gayet âli bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat'i ile gösteriyor.
Hakk'ın çizmiş olduğu hududullaha muvafık olmayan her hüküm adaleti değil zulmü tervic eder.
Yani adalet meşruiyetini Hakk'tan almalıdır ki zulme inkılab olmasın.
Günümüz meclisleri meşruiyetlerini Hakk'tan değil Hakk'ın yarattığı Haliklardan (yaratılmışlardan) alması hasebiyle Meclisteki vükelanın hevalarından münezzeh olamaz.
Furkan suresi 43 ncü ayet-i kerimede
أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا
"Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?"
buyurulmaktadır.
Meclisteki vükela meşruiyetini Hakk'tan değil de halktan alması ve çıkardığı yasalarda da hevalarını (yani kendi istek/arzu/tutkularını) ön planda tutmaları ve Hakk'a tetabukiyetine hiç dikkat etmemeleri nedeniyle adaleti ve Hakkı tesis etmeleri asla mümkün olamaz.
Hakk'a istinad etmeyen yasalarla hüküm veren mahkemelerin de adil olmaları ve Hakkı ihkak etmeleri asla mümkün olamaz.
Hükümetler de aynen mahkemeler gibi Hakk'a istinad etmeyen yasalarla icra edecekleri iş ve işlemlerde adil olmaları ve Hakk üzere karar verme ve uygulamaları asla mümkün olamaz.
Zincirleme birbirini etkileyen etkenler.
Çünkü temeli çürük. Adalet mefhumuna bakış mantalitesi sakat ve dürbüne tersinden bakmakta. Hakk'a istinad etmemekte.
Temeli çürük olmakla çatısı da haliyle çürük.
Yani mülk Hakk'a dayalı bir adaletten mahrum olmakla temelinden sarsılmış durumdadır.
Dolayısıyla böylesi çarpık bir mantaliteye sahip bir adaletten (!) sızlanma ve şikayet asla eksik olmaz.
Böylesi bir yapıda da asla barış ve huzur tesisi asla mümkün olamaz.
Saygı ve Selamlar
Yunus kavik

22 Ağustos 2014 Cuma

MEZHEPLER YOK HÜKMÜNDE!..

MEZHEPLER YOK HÜKMÜNDE!..
Mustafa Nevruz SINACI
Ben İnsan ve Kültür Ocağı’nın Genel Başkanı iken (1999-2002), günün en liyakatli din adamları, kanaat önderleri ve bilim insanları ile uzun süre, “İnsan’ın istismarı mı, yoksa din’in istismarı mı daha kötüdür?” araştırması, incelemesi ve tartışması yaptık. Halkın yaşam alanlarına girdik, evlerine, işyerlerine, Stk’larına konuk olduk. Çeşitli inanç grupları, mezhep ve tarikat mensupları arasında gezindik ve hep aynı sorunun cevabını bulmaya çalıştık.  
Yaklaşık üç yıl süren araştırma (daha doğrusu soruşturma), bire bir mülâkat, seminer, sempozyum, sohbet ve konferans (Dr. Halûk Nurbaki, Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Ahmet Sonel, Prof. Hayrani Altıntaş, Prof. Bozkurt Güvenç, Prof. Kâzım Y. Kopraman, Prof. Kâmil Turan, Prof. Abdurrahman Güzel, Prof. İ. Orhan Türköz, Prof. Mustafa Erdoğan, Y. Bülent Bakiler, Vehbi Sınmaz, Behzat Şaşal ve daha pek çok bilim insanı ile yüzlerce bireysel obje) mülâkat ve konferans tutanakları; Yüksek Danışma ve Bilim Kurulu tarafından tam bir dikkat ve hassasiyetle incelendi. Ortaya çıkan “müteselsil karar ve uzlaşma” mutabakat metni şu:
“Rab, önce insanı yarattı. Sonra basitten mükemmele doğru ilerleyen ve daima önceki, sonrakini müjdeleyen (haber veren); Sonraki, öncekini tamamlayan, bütünleyen ve ileri doğru yeni ufuklar açan bir süreçle dini inzal ve inşa etti. Meratipte Yüce Yaratıcıdan sonra gelen en kutsal varlık insan; Ahseni takvim üzere yaratılmıştır. Eşrefi ‘en şerefli’ mahlûktur. Bu sıfatla “İnsan merkez varlıktır.” Evren İnsan’ın etrafında döner. İnsan ise nihayetinde Rabbine döner. Dolayısıyla insanın istismarı, ‘kul hakkı’na taalluk eden’ bilumum insanlık suçlarının tamamı ile birlikte; Suiistimal dâhil en ağır suç ve en büyük cezayı mülzem cürümdür.”
Not: 1. İlk İnsan ve ilk Peygamber Hazreti Âdem(SA)’den, son Peygamber (Hatem-ül Embiyâ) Muhammed Mustafa (SAV)’a kadar gelen yüzlerce ve/veya binlerce Peygamberin tamamının dini İslâm, kendileri Müslüman’dır. Sadece şeraitleri (hukuk, ibadet ve davranış biçimleri) Musevi, İsevi, Muhammedi vd., gibi kendi isimleri ile anılır.
Not: 2. Yüce Yaratıcı, hiçbir şekil ve surette “kul hakkı” kapsamına giren suçlara af ve mağfiret etmeyeceğini, ayette açıkça ifade; İnsanları şiddetle ikaz, kesinlikle men ve asla “kul hakkına tecavüz edilmemesini” tembih etmiştir. (Kapsama; Hayvanlara saygı, hak ve adaletle muamele, kötülüğü men ve doğal dengeyi koruma, dünyayı imar ve inşa görevi de dâhildir.)
Lâkin bu gün Türk-İslâm dünyası kan ağlıyor, insanlık âlemi vahşi bir tehdide maruz. 
Katliam ve vahşetin adı: İnsanlık düşmanlığı Mezhepçilik         
Arapça ‘Mezhep’ kelimesinin Türkçesi ‘gidilen yol’ demektir. Bu anlamda ‘Tarikat’ kavramıyla yakın bir anlam içerir. Yani, ‘Tarikat’ kelimesi ‘Yol’ anlamına gelen ‘Tarik’ sözcüğünün çoğuludur, ‘Yollar’ anlamına gelir. Arapçada ‘Parti’ anlamına gelen “Hizb” kelimesi de yine “Mezheb-Mezhep” kelimesi ile aynı köktendir. Hizb’ullah, Hizb’uttahrir, Hizb’i İslami gibi. Anlaşılacağı üzere: ‘Mezhep’ bir nevi ‘Hizb’, yani “Parti” demektir.
Bu yapay/sanal, uydurma ve zorlama nedeniyledir ki bu gün; Mezhepler, Tarikatlar ve Cemaatler İslâm âleminin çıbanbaşı, kanayan yarası, ıstırap kaynağı ve dahi başının belâsıdır. Böylece, insanlık huzurlu olsun, adalet, refah, eşitlik, güvenlik ve saadet içinde yaşasın diye vahyedilen din; Tin tüccarları, Mezhep simsarları ve Cemaat Sahibi şeytanlaşmış ceberrutlar tarafından İnsanlık, doğal denge ve yaşam aleyhine kullanılır hale gelmiştir. Ne kötü!.. 
Peki, Dinin partisi olur mu? Hazreti Peygamberin Partisi-Mezhebi neydi? Üstelik bu taassubun bir de etnik yanı var. Meselâ Türk Dünyasının ekseriyeti, İmamı Azâm Ebu Hânife ve İmam Maturidî Türk olduğu için Hanefi Mezhebine dâhildirler. Abdullah bin Sebe türevi Şia Fars, Beni Kaynuka (Suudi) Yahudileri Vehhabi, diğer Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerin neredeyse tamamı etnik kökenli olup; Hak Mezhep / Batıl Mezhep iddiası da yanlıştır.
Sonuçta: Tüm Mezhepler, sahte Tarikatlar ve organize Cemaatler yok hükmünde olup; İnsanlığa zararlı, Arı-duru, saf, salim ve hakiki İslâm’a mugayir ve mülgadırlar. Kaldı ki, ilk Mezhep Hz. Peygamberden 200 yıl sonra ortaya çıkmış; İttihat ve tevhid dininin kitabında bu günkü anlamda bir mezhebe işaret edilmemiştir.
            İslâm "ehli sünnet ve'l cemaat itikadı" üzre kaimdir.
         ***
ELEŞTİRİ, YORUM VE KATKILAR:
Sayın Mustafa Nevruz Sınacı Bey;
Mezhepler konusunda her kafadan bir ses çıkmaktadır ama günümüz  AYM, Danıştay Yargıtay içtihatları ve devleti yönetmeye talip olan partilerin arasındaki  yönetim tarzı benzeşmezlikleri ve ayrılıkları aslında bir din olarak dayatılan rejimin mezhepler farklarıdır. Üstelik rejim insan uydurmasıdır ve ilahi bir tarafı olmadığı gibi insanlar arasındaki bir konsensus ile 
kabul edilmekten çok islam ülkelerine savaşla dayatılmış kabule mecbur kalınmış konulardır. 
Bu konuda Uğur Mumcunun olduğu söylenen gerçekçi bir tespiti vardır.
Türk vatandaşı tanımı: isviçre medeni kanununa göre evlenen, italyan ceza yasasına göre cezalandırılan, alman ceza muhakemesi kanununa göre yargılanan, fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir. (uğur mumcudan)   
Böyle bir ülkede tüm değerleri ortadan kaldırılmış bir halkın bin yılda oluşturduğu ve batı dünyasının yanında, din, ahlak, adalet, insanların eşitliği, kültür, insanlık konularında kıyas kabul etmeyecek kadar ahlaksız çıkarcı.; Katliamcı batının bütün mezheplerinin sadece çıkar, sömürge edinmek, siyahları Müslümanları insandan saymamak gibi ahlaksız yapılanmaları yerine Müslümanları 1300 yıl medeniyetin merkezi yapmış İslam medeniyetinin çok  önemli içtihat farklılıklarının rollerini bir yana bırakıp hepsini toptan suçlu ilan etmek bilgiden çok ideolojik karşı çıkışlardır diye düşünüyorum…
Burada yani bunların her şeyi doğrumu ya da hepside mutlaka doğru yolda mı diye sorarsanız buna cevabım: “Siz hiç sahte 15 - 23 - 32 lira olarak basılmış sahte para gördünüz mü diye sorarım.
Cevabınız böyle bir para yok ki 10 - 20 - 50 - var ama 15 - 23 gibi basılmış para yok demek zorunda kalırsınız. İşte asıl meselede buradadır. Bir şeyin aslı olmazsa sahtesi üretilmez. O halde sahtelerini gördü iseniz bunların mutlaka hakikisi de (doru) vardır.”
Bizler birinci dünya savaşını kaybedip parçalanmış büyük bir dünya kültürünün parçalarıyız. 
Bizlerin tekrar aynı kültüre dönüp yeniden dünyaya hakim olacak en adil düzeni kurarak  dünyadaki çıkar ve  emperyalis amaçlı kirli savaşların kirli galiplerinin dünyadaki tüm insanlar arasında çeşitli alanlarda  insanları bir birleri ile savaştırabilmek için istihbarat kurumlarınca devşirilip medyaları tarafından şişirilen cahil ve ne yaptığını bilmez kişilerin kullanıldığı mezheplerin tarikatların geleneklerin gerçek olanlarını kötülemekte kullanılan IŞİD gibi F. Gülen gibi pek çok türün
sahte ve aslına uymayan paralar gibi çıkarılan mezhep ve sairenin aslında bizlerin dünyaya hakim olabilecek ve insanlığım muhtaç olduğu kültürümüze karşı Batıların ve Siyonizmin korku savaşlarının sonucu ürettikleri sahte mezheplerin kullanılmasına bizlerin aldanmamamız lazımdır.
Evet, bir sürü cahil ortalığı karıştırmakta kullanılıyor olsa da, bilelim ki ortada görülen münasebetsizlikler temsil ettikleri iddia edilen şeylerin sahteleridirler. 
Selam ve Saygılarımla
Ahmet Doğan Şimşek
*
Sevgili Kavik Abi,
Mezhepler elbette yok hükmündedir, öyle olmak da zorundadır. 
Bunu savunmak bireysel mezhepçiliği doğurduğu savınıza katılmam mümkün değildir. Mezhepleri reddetmek Müslüman’ın en asli görevlerinden biridir. Mezhepleri reddeden, kuranı esas alan sünneti belki kendi itikadında yorumlar ki bundan da doğalı olamaz. Biliyoruz ki sünnet adı altında binlerce hadis ve söylence peygambere atfedilerek dine eklenmiş, tarikatlar yolu ile şirk ortaya çıkmıştır. 
Tarikatlar, mezheplerin günümüzdeki zararları hepimizin malumudur.
Tuncay DEĞİŞ  (tdegis69@yahoo.com) [Ozgur_Gundem]
*
Mezhepler gerçekten yok hükmünde mi?
Bakalım. Tahlil edelim.
Savrulma salınımının iki ucu.
İfrat ve Tefrittir.
Fatiha suresinde, kendisine nimet verilenlerin yoluna bizi hidayet etmesi için dua ve yakarış formatında "ihdines-sıratal müstakim" şeklinde ifadesini bulan ve bizi dosdoğru yolun aydınlığına ulaştır diye bize istikametimizin çizgisinin anahtarını vermekte ; bu arada istikametten savrulmanın da şifresini bize bildirmekte. "Gayril ma'dubi aleyhim veleddaalliin."  İstikametten savrulmanın 2 önemli sapma dalalet ehli (istikametten sapmış sapkınlar güruhu) ve kendilerine gazap edilenler
İfrat ve tefrit, istikametten sapmanın ve savrulmanın 2 farklı boyutu.
İfrat dini din sahibinin iradesi hilafına artırma ameliyesi
Tefrit ise din sahibinin iradesi hilafına dini azaltma, gevşetme sulandırma ameliyesi
Benimsediği, mensubu olduğu mezhebi dinleştiren, yani kitap ve sünnetin önüne ve önceliğine alan, mezhebini dini yerine ikame eden ifrat bataklığına sapmış olur. 
Mezheplerin gereksizliği ve batıllığını, gereksizliğini, lüzumsuzluğunu iddia edenler de dini anlama, anlamlandırma ve yorumlama noktasında düşünce özgürlüğünü ve buna bağlı olarak da içtihat etmenin önüne set çekerek tefrit bataklığına sapmış olur.
Esasen mezheplerin gereksizliği ve lüzumsuzluğunu, yok hükmünde olduğunu iddia edenler kendi kendileriyle de çeliştiklerinin farkında değiller. Esasen bu tür düşünceyi savunanların bizatihi kendileri kendi kendilerinin tabi olduğu tek kişilik mezhep ihdas ettiklerinin farkında değillerdir.
Bu nasıl olmakta?
Bir adam bir takım fikirleri ifade eder, yayımlarken bu fikirlerinin doğruluğunu desteklemek için Kuran-ı Kerimden bir takım ayetler sunuyor ve bu ayetleri kendi fikriyatı için delil ve dayanak olarak kullanıyorsa, yani ayeti kendi aklınca, kendi bilgisi çerçevesinde nasıl anladığı ve anlaşılması gerektiğini bize izah ediyor demektir.
İşte bu yaklaşım Kuran ayetlerini kendi anlayışı çerçevesinde yorumlama ameliyesidir ki bunu yapmakla o kişi ayeti kendi çapında yorumlayarak kendine ait özgün içtihadını bizlere sunuyor olmuş olur. Bu yaklaşım ile esasen kişisel anlamda kendine ait bir mezhebi yani kendi tuttuğu yol ve yöntemi, kendi ictihadını yani kendi çıkarımını bizlere sunmaktadır. Eğer bu kişinin bu çıkarımına, yorumuna, anlayışına ve ictihadına bir başkaları da tasvip ederek uyarsa al sana yeni bir mezhep ihdas olmuş demektir.
İşte görüldüğü gibi tarihte ortaya çıkan bir takım mezhepleri yok hükmüne indirgeyen ve bu mezheplerin arkasından gidilmesini şiddetle kınayan kimseler, kınadıkları şeyleri bizatihi kendilerinin ifa ettikleri, bir başka mezhepleri tarihin çöplüğüne yuvarlamak peşinde gayret gösterirken kendine ait kişiselleştirdiği mezhebinin peşine insanları davet ettiğinin farkında bile değillerdir.
İnsanlarda akletme melekesi, düşünme yeteneği, meseleleri tahlil etme becerisi olduğu müddetçe Kuranı anlama ve anlamlandırma çabası da her daim olacaktır. Ayetleri yorumlama ve onlardan hüküm çıkarma ve ictihad etme ameliyesi de bu durumda hep var olmaya devam edecektir. Bu durumda farklı farklı yorumlar ve ictihadların varlığını da beraberinde getirecektir. Bu farklı yorum ve ictihadları bir takım insanlar benimseyecek ve bu yorum ve ictihad çerçevesinde anlayıp ona göre amel edecektir. Bu durumda farklı farklı ictihadları benimseyen toplulukların hep var olacağı yani mezheplerin hep var olmasının tabii olacağı neticesine götürür bizi.
Mezhepler yok hükmünde diyen şahıs da Kuran ayetleri süslü bir takım mesajlarını bizlerle paylaşmakla esasen kendisi bizatihi bir mezhep ve yol tutturmakla mezhepleri yaşatmakta olduğundan ne yazık ki gafil.
Selamlar, Yunus Kavik
25 Ağustos 2014 12:02 Pazartesi tarihinde "Yunus Kavik ykavik@gmail.com [Ozgur_Gundem]"

9 Ağustos 2014 Cumartesi

DEVR-İ SABIK’LAR!.. & DEVLET BAŞA, KUZGUN LEŞE

DEVR-İ SABIK’LAR!..
Mustafa Nevruz SINACI
            Eğer durumdan şikâyetçi olanlar Atatürk döneminin kadim Halk Partilisi veya illâ tarihi ve gerçek Demokrat Parti’li iseler mesele yok. Çünkü bu orijinal insanları 1960’dan sonra CHP’de, 12 Mart’tan sonra AP ve DYP’de ve kesinlikle Turgut Özal dönemi dışında ANAP’ta göremez; Türk İnkılâbı, gelenek ve gerçek çizgisine mensup, erbabı faziletten olan yüksek şahsiyetlere; Hakkaniyet, adalet, hukuk ve demokrasi düşmanı; Haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan, ayırma ve kayırmanın çöreklendiği siyaset şirketlerinde rastlayamazsınız!..   
            ÖZELEŞTİRİ, VİCDANİ YARGILAMA VE SORGULAMA:
Büyük Türk Milleti ve şanlı Türkiye Cumhuriyetini bu karanlık günlere, kâbuslara, vahamet, kriz, kaos ve şeamete sürükleyenler: Başta İsmet İnönü, Alpaslan Türkeş, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal ve Doğu Perinçek ile şu an itibarıyla sözde milli merkez (?!) başkanı Cindoruk değil mi?.. Aslına, nesline, dava/misyon ve milletine ihanet ederek, AKP’de yuvalanan eski Demokrat Parti’li, AP, DYP ve özellikle ANAP’lılara ne demeli?!.
Hani siyasi ahlâk, namus-şeref, insanlık onuru, Milli dava, manâ, ilke, ruh ve misyon haysiyeti nerede?.. Her ne kadar siyaset bir din, partiler mezhep değilseler de; İlkeli, onurlu, sorumlu, sahip, saygılı ve omurgalı olmak, inandığı veya sığındığı yerde haysiyetli durmak, insan olmanın olağan, doğal ve zorunlu bir gereğidir.  
Özellikle Türk soyundan gelenler; Namuslu, dürüst ve demokrat olanlar ile etnikten kripto olmayanlarda bu karakter, en yüksek, saygın ve saygıdeğer biçimde zuhur ve tezahür eder. Zorunlu haller ve mücbir nedenler dışında şahsiyetli ve haysiyetli insanlar yaşadıkları sürece ilke, onur, yol ve çizgilerini muhafaza etmekle maruftur. Buna mukabil, Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Muaviye bin Ebu Süfyan (şeytan) soyundan gelen selefiler bukalemun gibidir. Ne zaman nerede olacakları ve oldukları yerde rahat durup durmayacakları bilinemez.
MİLLET VEKİLİ Mİ?.. parlamenter mi?..
Bırakın Türkiye’yi, dünyanın en dinsiz, (dini anlamda) ahlâksız ve ateist ülkelerinde bile, Millet Parlâmentoları’nda temsil görevi yapan kimseler millete vekâleten ve bizzat millet adına vazife icra ve ifa ederler. Hareket tarzları tıpkı bir “vekil avukat” durum ve derecesinde olup; Asla had ve hudutlarını aşamazlar. Objektif ve orijinali bu; Peki bizimkiler neyin nesi?..  
Neden ve niçin Türkiye parlâmenterleri, kendi hür iradeleri ile Cumhurbaşkanı adayı önerme, bizzat aday olma veya istediklerini (ya da isteyeni) aday gösterebilme uğruna medeni cesaret ve fazilet gösteremediler?. Dayatmadan şikâyetçi olup; 6271 sayılı yasayı suçlayanlar, mezkür yasa 2011 ve 2012 yıllarında görüşülürken “akıl tutulması ile malul” veya akıl-mantık melekeleri dumura uğramış, idrak, basiret ve becerileri uçup gitmiş miydi acaba?..
Sebebi: 1961’den bu yana, Türk Milleti’ne “Vekil” seçtirilmeyişidir.
Aksi takdirde, beka, basiret, ilim ve ferasetten nasipsiz eşhasın oralarda işi ne?
YÜKSEK YARGI NEDİR?..
Diğer taraftan; Ancak ve sadece adalet, hakkaniyet ve hukukta hata yapmayacak kadar ilim, ahlâk, kıdem, ehliyet, ilke, şahsiyet, haysiyet, yüksek karakter; Yani liyakat sahiplerinin görev yapabilecekleri “hak, adalet ve hukuk” hanelere Mahkeme ve Yüksek Mahkeme denilir.
Türk Milleti’nin yüksek hars’ı ve asırlarca dünyayı idare etmiş medeniyetinin gerçeği, değişmez geleneği, düsturu budur. Her ne kadar, bu gelenek ve genetik gerçek doğrultusunda, sadece yüksek ilim/ahlâk ve fazilet sahibi soylular hukukçu (Hâkim, Savcı, Avukat).; Ast ve üst Subay, Polis ve Millet Memuru olabilirken (Osmanlı/Enderun ve İngiltere/Exeter örneği), 1960’dan sonra her önüne gelenin her yere girebildiği, her makama aday olabildiği (vaktiyle orduya silâh çekmiş eşkıyanın Cumhurbaşkanı adayı olması) bir memleket büyük bir hesabın arifesindedir. Çünkü artık bu ülkede, yüksek mahkemeler adalet dağıtamıyor; Hak, hukuk ve huzur üretemiyor. Şimdi söyleyin bakalım: YSK neden adil değil acaba? Unutmayın!..
İnsaniyetin miyarı adalettir. Eğer adalet yoksa dikta, cunta ve mezalim vardır biline.   

DEVLET BAŞA, KUZGUN LEŞE
Mustafa Nevruz SINACI
            En basit anlamda “devlet başa, kuzgun leşe” ne demektir?
            El Cevap: Yönetim (yani devlet işi, emanet/vekâlet) sadece adaletli, faziletli, namuslu, dürüst, akil, âlim ve salim (sağlam karakterli ve sağduyulu) insanların hakkı; görev ve hizmet yeri olup; Devlette rüşvet, iltimas, yalan-talan erbabı hırsız, yolsuz, soysuz (nesebi gayrisahih) mazarratlar istihdam edilemez. Bir şekilde devlete duhul etmiş bütün leş kargaları, iblis, kene, kuzgun ve kriptolar; Milletin selâmeti, hidayeti, devletin bekası ve kamu yararı için acilen ve derhal tasfiye edilmek zorundadır. İşte buna “DEVLET (namuslu, dürüst ve demokrat olanlar) BAŞA; KUZGUN (bilumum leşçi, hortumcu, hırsız ve haramzadeler) LEŞE demektir.     
            ANCAK; “Halkımız vicdanının sesini dinlemek istemiyor. Çünkü çok materyalist (şizofren, paralize ve insani değerler yönünden mutasyona uğramış) olmuş durumda. Ayrıca, çok bencil (cahil, aciz ve zavallı) bir milletiz. Memleketin; bilim adamından, ekonomistten, iyi siyaset adamından ziyade, vicdanının sesini dinleyen; Hakkaniyet ve adaleti çekinmeden ortaya koyabilen, gerçekten yürekli, gerçekten sevebilen insanlara ihtiyacı var. Devletin para, bilgi, şöhret, sandalye severlere değil, birtakım menfaatler uğruna “üç maymunları” oynayan insanlara değil, tam tersine vicdan sesini ifade etmeye çalışan, seven, uyum sağlayan, ortak alan kurabilen insanlara ihtiyacı var. Bizim asıl sıkıntımız buradadır.” (Evrensel İnsan; Ergün Arıkdal-Ruh ve Madde Yayınları, Sayfa: 222) Bu nedenle:
1. Türkiye Cumhuriyeti öncelikle, derhal “milli para karşılığı teminat” olarak dolar göstermekten ve Merkez Bankası dolar rezerv etmekten vazgeçmek ve eskiden olduğu gibi “rezerv altın” uygulamasına geçmek zorundadır. Ayrıca, Merkez Bankası’nca belirlendiği açıklanan “politik faiz” reel ekonomi ve iktisat biliminde bulunmayan bir utanç, ayıp ve yüz karasıdır. Bu suiistimalden derhal vazgeçilmelidir.
2. BOP, kesinlikle Türk ve İslâm âleminin aleyhinedir. Türkiye bu menfur projeye taraf olmaktan acilen kurtulmak; Türk medeniyeti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ve amansız düşmanı AB’yi terk ve Gümrük Birliği’nden derhal çıkmak zorundadır. 1960’dan günümüze “millet iradesinin devlet idaresinde hükümferma olmaması” nedeniyle siyasette hâsıl olan güdümlülük, siyasi şirketçilik ve din ticareti olgusu büyük tahribatlara yol açmış bulunmaktadır. Çare medeni, ilmî ve objektif siyasettir. Vesayet def-i hacet edilmelidir.     
3. Şu an dünyayı alçakça sömüren; Adalet, İnsan Hakları, Demokrasi, Evrensel Hukuk ve güvenlik kurumlarını kendi çıkarına kullanan Nato, Bm, Aihm, Lahey ve sair  emperyalist vampirlerle ilişki, bağlılık, mütekabiliyet ve “insanlık davası, küresel adalet ve evrensel barış” yönünden etkinlik ve yarar durumlarını dikkate alarak yeni politikalar ve yeni tercihler ileri sürmelidir… İsrail’in, insanlık dışı saldırı ve alçakça soykırımlarından biri daha bu mel’un teşekküllerin gözü önünde cereyan etmektedir. Şerefsiz ve soysuz mütegallibe durumundaki İslâm ülkesi diktatörleri ise lâf-ı güzaftan gayri önemi olmayan şarlatanlık ve şaklabanlıktan başka bir şey yapamamakta! Bu bir insanlık utancı ve Bm güvenlik konseyi’nin taammüden işlediği bir insanlık suçu olup; Bu şer-şeamet suç örgütlerine rest çekmenin tam zamanıdır.    
4. Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 11 Kasım 1938 ve 27 Mayıs 1960 karşıdevrimlerinin yıkıcı etkisinden, kirlilik ve çöküntülerinden kurtulmak; İş bu makalede bahsettiğimiz şekilde bir hesaplaşma ve yüzleşme ile iade-i itibar ve güven tazeleme cihetine gitmek zorundadır.
5. Bu meyanda: Öncelikle ve evvelâ kuvvetler ayrılığı ilkesi tahkim edilmeli:, Adalet siyasetten kesinlikle ayrılmalı:, Siyasi Partiler ve seçim yasaları çöpe atılıp mevcut tasalluta son verilerek:, Milletin kendi vekilini bizzat seçmesi; şaibeli siyaset şirketlerinin kapatılarak, halkın “doğru, dürüst, demokrat, saydam” kitle partilerine kavuşması sağlanmak zorundadır.
Türk Vatanı, Güvenlik-Esenlik Yurdu, Demokrasi, Lâiklik, Adalet ve Huzur İkliminin hırsızlık, rüşvet, gasp-irtikap, iltimas, ayırma-kayırma, anarşi, terör-tedhiş, haksızlık, görevi ihmal, suiistimal, sahtecilik, namussuzluk, kanunsuzluklara tahammülü yoktur. Artık mel’un kötülük, vatana/dine ve insana ihanete son verilmek ve “İYİLİK” işbaşı yapmak zorundadır.