28 Şubat 2009 Cumartesi

EREĞLİ ÇÖL OLMASIN!.. (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Konya’nın Ereğli ilçesi 1980’lere kadar hayalleri zorlayacak harikulâde bir güzellikte idi. Yöresel tabirle dere, akar, çay ve arklarla kılcal damarlar gibi örülmüş son derece verimli, işsizlik sorunu olmayan, insanları sağlıklı, neşeli, huzurlu-mutlu, nüktedan, gelecekten umutlu hayat dolu yemyeşil, cennetsi bir efsane şehir vardı. Sonra mı? Okuyunuz lütfen!...
Ülkemiz ve dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan (Konya) Ereğli'nin en önemli ACİL ve güncel sorununa değerli ilgi ve dikkatlerinizi çekmek istiyorum…
Bilindiği üzere Ereğli en az 5000 yıllık kadim bir yerleşim merkezidir.1985’ e kadar şehirden geçen akarsu ve Roma İmparatorluğu zamanında açıldığı bilinen “toprak kanallar” (Ereğli ağzında “arklar”) sayesinde İç Anadolu’nun yemyeşil, mümbit, masalsı ve cennetsi bir yöresiydi. Öyle ki, “Yeşil Ereğli” den bereket fışkırır, taşı toprağı değer üretir, insanları sağlık, mutluluk, refah, zenginlik ve barış içinde
yaşarlardı.
Zira, ilçeye hayat veren ve insanlara bolluk ve bereket bahşeden ark, akar ve dereleri (can suyu) vardı.
Rivayete göre İvriz’den fışkıran bu su, Hazreti Ali (RA) tarafından, asırlar önce, susuzluktan kıvranan bölge halkına mucize kabilinden bir armağandır. Dolayısıyla Ereğli, Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaklaşık 500 yıl Mekke’ye vakıflık yapmış olup; kaynaklar ve halk arasında yaygın anlatımlara göre Zemzem suyunun yeryüzündeki ikinci zuhuru Ereğli’dedir ve “Erkili” efsanesine konu pınarın burada olduğu bilinir. Yani Ereğli, aynı zamanda kutsiyet izafe edilen bir yerdir.. Bazı seneler, Bahar ve Sonbahar aylarında gelen seller, bazen de 'mirav' ların su dağıtım rejiminde yarattığı sorunlar nedeniyle; 1970’ lerde İvriz Barajı Ereğlililerin rüyası haline geldi. O dönem politikacıları “baraj” vaat ederek oy isterlerdi. Sonuçta beklenen oldu. 1985’te İvriz Barajı açıldı. Ama inanılmaz (haksız ve hukuka aykırı) cebri bir kararla Ereğli’nin ana dere, akar ve arklarından akan “can suyu” birdenbire kesiliverdi. Önce, binlerce yıllık, Ereğli’ye hayat veren, gençlerin yüzdüğü, tarla, bağ-bahçe, güzelim ağaçlık alan ve çayırların sulandığı, sıcak yaz günlerinde ailelerin piknik yaparak çevresinde dinlendiği, hayat ve bereket kaynağı, binlerce emsalsiz güzellikle birlikte akarlar, ark’lar ve dereler kurudu, hâttâ, zamanla üstleri kapatıldı. Dolduruldu. Asfaltlandı...
Sonrada, “Yeşil Ereğli” kubbe de bir hoş seda veya mazide muhteşem bir hatıra gibi gözler önünden silinmeye, yok olmaya, kuraklığın pençesinde ıstırapla kıvranmaya, için için ölmeye ve çölleşmeye başladı! …2008 de, gelinen durumu özetleyecek olursak::
Türkiye’nin en lezzetli sebze ve meyvelerinin yetiştiği bağ ve bahçeler kurudu. Son 5-6 yılda, Türkiye çapında haber olan toz fırtınaları oluşmaya ve yoğunlaşmaya başladı. Bu fırtınalar esnasında insanlar evlerine sığınmak, bir yerlere saklanmak ve kapanmak, kimi daireler ve hastaneler boşaltılmak zorunda kaldı. Henüz çağla iken meyveler, olgunlaşmadan çeşit çeşit sebzeler 'çok hazin ve içler acısı bir manzara sergileyerek' susuzluktan dallarda kurudu.
Yer altı su seviyesi 8-10m de iken 80-100 m ye indi, Ortalama yıllık yağış can suyu kesilmeden önceki 23 yılda 315 mm iken sonraki 23 yılda 287 mm oldu (% 8,9 azaldı); yeşil alanlar kuruduğu, meyvelik, selvilik ve söğütlükler kesildiği, yeşil örtü yok edildiği için yağmur bulutları ‘yağmura” dönüşmeden Ereğli’yi terk etmeye başladı. Ortalama sıcaklık arttı. Eko sistem bozuldu. Mevsimler özellik, tazelik ve güzelliklerini yitirdi. Eski Bahar’lar ve efsanevi (şairane) Sonbahar’lar kalmadı. Kış’lar çok kurak, inadına soğuk ve çekilmez-dayanılmaz, tahammül edilmez hale geldi. Ereğli'nin gülen yüzünün yerini, sert ve haşin, acımasız ve zalim doğa koşulları aldı. Dünyanın sayılı sulak alanları ve kuş cennetlerinden biri olan meşhur Ereğli Sazlıkları (Akgöl)’ün alanı 21500hk dan 3000hk a indi, geçmişte önemli sayıda üreyen özel kuş türlerine artık rastlanmamaktadır. Hayaller, eski fotoğraflar ve hafızalarda yaşayan güzellikler yok oldu. Ereğli resmen ve fiilen çölleşme başladı…
Bu çevre ve doğa katliamının sorumlusu, sanıldığı gibi İvriz Barajı değildir.
Yanlış ve bilinçsiz, haksız ve hukuksuz uygulanan su yönetim planıdır. Halen geri dönüş mümkündür. Kayıplar telâfi edilebilir ve şehir tekrar kazanılabilir. Velev ki, kurtarılmak istensin!..
EREĞLİ ÇÖL OLMASIN!.. (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Gerçekte ülkemizin ekolojik denge sorunu çok büyük. Yerine göre çok kritik ve telâfi edilemez boyutlara dayanmış durumda. Eko sistem çekilmekte, çökmekte, iklim değişmekte, onursuz-sorumsuz, cahil ve bencil ‘beton yığınları dikmeyi kalkınma sanan” şehir eşkıyaları ve çıkar odaklı neo-yönetim unsurları yüzünden Türkiye, acil-vahim bir doğa felâketiyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır..
İşte, Konya’nın Ereğli ilçesi de bu kritik yerleşim ve yaşam alanlarından biri..

Ancak önce genel duruma, AB ve dünya ya ‘mukayeseli bir bakışla’ göz atmak gerek.
Dünya’da ‘başka Türkiye yok’ söylemi ne anlama gelmektedir? Şöyle bakalım bir.:
“Tüm Avrupa’da 12 bin çeşit bitki türü var. Türkiye’de bu rakam 9000., Dünyada her yıl 16 milyon hektar orman alanı yanmakta. (82 Nijerya kadar) Son 30 yılda dünya orman örtüsünün beşte biri yok oldu. Yetişmiş bir ağaç günde 17 kişinin oksijen ihtiyacını
karşılıyor ve 22.5 kilogram karbondioksiti absorbe ediyor. Sadece dünya kâğıt tüketiminin yarısı geri kazanılabilse, yılda 8 milyon hektar orman alanı korunabilir. Günümüzde dünya dakikada 21 hektar orman alanı kaybediyor. Böylece fert başına her yıl doğaya 7 ağaç borçlanmaktayız. Çünkü bir yıl içinde kullandığımız kâğıt- kartonlar ve ayrıca yaşamsal ihtiyaçlarımız için 7 adet ağaç tüketmekteyiz. Bir Avrupalı yılda ortalama 300 kg. kâğıt ve kâğıt ürünü tüketmekte. Dünyada her yıl kâğıt tüketiminin yarısı geri kazanılsa Türkiye büyüklüğünde bir ormanlık alan yok olmaktan kurtarılabilecektir. Bunu asırlar öncesinden gören Fatih Sultan Mehmet ne demiş? “Ormanlarımdan bir yaş dal kesenin, başını keserim” Ya İslâm’ın son Peygamberi Hz. Muhammed? “Kıyametin koptuğunu görsen dâhi, mutlaka bir fidan dik!” Ve bir Çin atasözü: “Herkes kendi kapısının önünü temizlerse şehirler tertemiz olur”
Sonuçta eko sistemle barışıklık anlamına gelen ‘çevre koruma’ olgusu, bireysel görev ve sorumlulukla başlayıp, tüm ülke ve arz’ı içine alan‘evrensel’ duyarlığı zorunlu kılmaktadır. İnsan’a düşen görev önce ruhsal, sonra bedensel ve buna paralel çevre temizliğidir. Çevrecilik sadece ‘temiz tutma’ anlamına gelmez. Aynı zamanda ekolojik sistem, denge ve değerleri ‘doğal ortamda’ koruma, kollama, iyileştirme ve geliştirme anlamını taşır.
Ki, başta Ereğli olmak üzere, ülkemizde pek çok yörenin sorunu
korumasızlık; Yasa dışı edinim, kanunsuz temlik-tasarruf, Soygun-vurgun, rant kaygısı ve imar yolsuzluklarıdır. . Dolayısıyla hemen harekete geçilmez ise Ereğli çok yakında çöl olacaktır.
Unutmayın ki başlayan çölleşme ‘acil önlem alınmadığı takdirde’ hızlanarak artacak ve “acil önlem alınmaması halinde” çok geç olacaktır. Artık bekleyecek vakit mi var? Bu kötü gidişe son verilmez ise, uzun vadede Ereğli’yi bekleyen diğer tehlike, şimdi tahminen 925 m (can suyu kesilmeden önce tahminen 975m) olan yeraltı su seviyesinin, Tuz Gölü seviyesinin (905 m ) altına düşmesi halinde ova köylerinde ilelebet tarım yapılamaması ihtimalidir.
EREĞLİ İÇİN; ACİL ÖNLEM ve ÖNERİLER:

DSİ, Belediye ve Özel İdare işbirliğinde İvriz Barajı’nın su yönetim planı acilen ve derhal değiştirilerek Ereğli’ ye can suyu yeniden verilmelidir. Bu halk için ‘doğal bir hak’, DSİ ve Belediye için asli görev, tarihi vebal ve ivedi sorumluluktur. Akarlar ve binlerce yıllık, “ark”lar tekrar açılmalıdır; (açma, temizleme ve dönüştürme işlemi günümüz teknolojisiyle kolaylıkla mümkündür, çok kısa sürede gerçekleştirilebilir) Ayrıca, 1965'lerde Göztepe'de olduğu gibi; yerel potansiyel, Ordu, Okul-Öğrenci ve TEMA gibi kuruluşların desteği alınarak ve halkla işbirliği yapılarak, bütünüyle Tont ve Toros yamaçları mutlaka ağaçlandırılmalıdır.

Aslında mesele bu kadar basit, kolay ve ucuz olmakla; Yeşil Ereğli’nin çöl olmasını önlemek, eski güzelliklere, yemyeşil ve bereketli topraklara tekrar kavuşmak sadece sahiplik, duyarlık ve sorumluluk gerektirmektedir. Burada duyarlık, bilinçli-sorumlu takipçilik halka; şehir medyasına; 29 Mart adaylarına; Görev ve sorumluluksa, başta Çevre-Orman Bakanı, DSİ Genel Müdürü, Kaymakam ve Belediye Başkanı’na düşmekte. Şimdi “Sosyal sorumluluk ve bilinç” zamanıdır. Yeşil Ereğli’nin çöl olmaması dileğiyle, iyi, sağlıklı ve mutlu günler…

23 Şubat 2009 Pazartesi

YA HAKKINI VERİN YA DA, O DİPLOMALARI YAKIN !...
Mustafa Nevruz SINACI
Ülkemizde ve dünyada insanlık; Kendi tarihinin en büyük utancını yaşıyor.
Sözde ‘bilgi çağı’nın 500 seçkin ve ülkemizin 100’ü aşkın üniversitesine rağmen!..
Bu büyük utancın dünya boyutu ‘Türkiye boyutuna nazaran’ çok farklı…
Daha ziyade oyun, birbirini sömürme ve kendi öz milletini koruma üzerine kurgulu..
Fakat bizdeki boyut, ‘kendi halkını sömürme, keneleme ve kemirme’ üzerine kurulu.
Mezarlıklar dâhil el atılan her yerden irin çıkıyor, pislik ve cerahat fışkırıyor.
Elbette başta Ermenistan, Yunanistan, ABD, Almanya, Fransa ve içimize sokulan ve iddialara göre önemli bir bölümü de parti sahiplerinin memuru (yani parlamenter), holding medyası yazar-çizeri olan; Sözde ‘aydın’ koza ve kriptolardan müteşekkil diyasporaları ile ülkemizi bölmeye, parçalamaya, anayasamızı, yasalarımızı, dilimizi ve dinimizi dahi bozmaya kalkışanlar da var. Ama bunların tamamı içerde yaşanan yalan-talan, rüşvet-iltimas, gasp ve irtikap furyasının ayrılmaz parçaları… Baş aktörlerin tamamı yüksek-yüksek diplomalı, sinsi düşmandan icazetli ajan provokatörlerdir.
Hem de, ülkemizde icraat eden, faaliyet gösteren siyasi şirketlerin içinde ve dışında.
Hele şu tezahür biçimlerine bir bakalım:
Anayasa’ya göre ‘demokrasinin (!) vazgeçilmez unsuru” siyasi partiler; 2820 Sayılı Kanun, tüzük ve yerleşik gelenek uyarı maksimum % 5 merkez kontenjanı gösterebilecekleri ve merkez yoklamasını mücbir nedenler dışında yapamayacakları halde; Noksansız tamamı 29 Mart yerel seçim adaylarını “merkez yoklaması” ile belirledi.
Böylece, TBMM’nin amacı, varlık nedeni, sebeb-i hikmeti ve meşruiyet ilkesi olan: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi bir kez daha paspas yapıldı, hayâsızca ve hunharca çiğnendi. Cumhuriyet inkâr edildi, adalet ve hukuk ayaklar altına alındı.
Partiler ‘millete sormadan’ kendi yaptıkları ‘yandaş-yoldaş’ listeleriyle meydanlara çıkmaya ve düzmece listelerine, tam bir utanmazlık, aymazlık, şımarıklık ve pişkinlikle oy istemeye başladılar. Hangi yüzle?...
Bu çok büyük bir utanç, halka güvensizlik ve apaçık demokrasiye ihanettir!..
Zira demokrasinin en önemli ‘olmazsa olmaz’ şartı, adayların bizzat millet tarafından belirlenmesidir. Bazı sözde politika kurumlarınca dillendirilen ve “onlar yapamadı biz yaptık” diyerek övünülen ‘temayül yoklama’ nam saçmalıklar Türk siyaset sisteminde yoktur. Eylem, doğrudan bir hak gaspıdır. Böylece 29 Mart Yerel Seçimlerine gölge düşürülmüş, şaibe bulaşmış, seçim de, meşruiyet de tartışmalı hale gelmiştir.
Üstelik ‘halka rağmen’ insanlık dışı bir cüretle halkı yönetmeye kalkışanların kahir ekseriyeti üniversite diplomalı. Aralarında mastır, doktora sahipleri, doçent ve profesörler var. Eğer bunlar kimlik, kişilik ve karakter yoksunu, ilim-edep ve terbiye sahibi, gerçekten yüksek tahsil yapmış; Herbert Spencer’in (İlk Prensipler) dediği gibi, “aldıkları eğitim ve terbiye’yi davranış biçimi ve bilince” dönüştürebilmiş olabilselerdi bu tiksinti verici rezalet yaşanmazdı.
Bu apaçık despotluk, küstahlık ve diktatörlüktür.
Sistemin iyice çürüdüğünü ve bütün veçheleriyle yozlaştığını gösterir.
Rejime utanç yaftası yapıştıran, insan hakları, adalet ve hukuku hiçe sayan bu tek taraflı tasarruf, seçmenleri siyasi partilerden iyice soğutmuş ve yeni arayışlara yöneltmiştir. Çok açık bir deyişle; Halkı (seçmeni) Noter yerine koymak ne demek? Çok utanç verici.
Kimin çocukları bunlar? Onun-bunun mu? Yoksa şerefli Türk soyunun mu?
Çok merak ediliyor doğrusu!...
İNANILIR GİBİ DEĞİL
Osmanlı döneminde suç odakları Galata (Rum-Yunan mahallesi) Fener (Ermeni semti) ve Yahudilerle yabancı uyrukluların yaşadığı Taksim ve Topkapı civarında yoğunlaşırdı. Türk ve Müslüman mahallelerinde hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, gasp-irtikap, tasallut, tecavüz ve cinayet gibi insanlık dışı menfur olaylar asla yaşanmazdı.
Eğer Ubicini tarihini okursanız Türk ve Müslüman halkın ne kadar nezih, namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu ve emin insanlar olduklarını çok iyi görürsünüz. Yani, Osmanlı’dan 1940’lara kadar Türkler arasında ahlâken yükseklik, adalet ve hakkaniyet esastı. Nadiren görülen vakıaların failleri ise (dönemin deyimiyle) mektep-medrese görmemiş, cahil-cühelâ, meczup-mecnun veya aptal olarak tanımlanan “ilim-irfan, bilgi-görgü, edep, hâya ve terbiye” yoksunu alt varlık ve henüz insanlık şuuruna erememiş primitif türlere aitti.
Oysa şimdi öyle değil. Kırmızı ışıkta geçen potansiyel suçlulardan tutun, devleti, kurumları, orduyu, halkı ve hâtta Camiyi-Üniversiteyi soyan; Yolsuzluk, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, gasp-irtikap, organize suç örgütü, çete-mafya ve nitelikli dolandırıcılık faillerinin çok büyük bir bölümü makam mevkii sahibi ve üniversite mezunu. Sonra lise mezunları geliyor. Bunlar tarafından ‘cahil-cühela’ olarak nitelenen insanlar masum ve müsemma!... Olur şey değil..
Teşkilât yoklaması ve delege seçimi yapmayan ve şirket gibi siyaset kurumu işletmeciliğine soyunanlar da aynı. Çoğu yüksek tahsilli ve üniversite diplomalı!.. Ayrıca, mesela Tansu Çiller dönemi ve bir sonrası diplomalı bazında Türkiye’nin en karizmatik parlamentosu vardı. Buna rağmen ülkenin en büyük hırsızlık ve yolsuzlukları bu dönemlerde yapıldı. Bankalar battı. Ekonomi çöktü. Tansu ve avenesi zenginleşirken, millet fakirleşti…
DAHASI VAR
Aramızda insan formunda dolaşan bu varlıklar o diplomalara rağmen fütursuzca çevreyi kirletiyor, aşırı tüketiyor, trafik-hukuk ve demokrasinin kurallarını çiğniyor, toplum sağlığına aykırı alışkanlıklar ediniyor, vergi kaçırıyor, rüşvet veriyor/alıyor, iş ahlakına dikkat etmiyor, milli servete zarar veriyor, imar yasasına aykırı işler yapıyor, haksız, hukuksuz ve ahlâksız imar tadilatlarıyla malı götürüyor, her şeyi devletten bekliyor ve bir yandan da devleti tırtıklıyorsa; Yani kısaca, 'Kırmızıda geçiyorsa' bir başka deyişle, ‘fiilen yolsuzluk yapıyorsa!...’ onu ‘insan’ olarak betimleyemez ve tanımlayamazsınız.
Üstelik onların insan haklarından yararlanma hakları da yoktur.
İnsan hakları, insanca yaşayanlar içindir.
İnsanlık, demokrasi, hukuk ve ahlâk düşmanları için değildir!...
NETİCE:
Ya, eğitim-öğretim sistemi temelden ‘kamu vicdanında ve ilmi forumlarda’ masaya yatırılmalı, büyüteç altına konulmalı, yargılanmalı, sorgulanmalı veya devleti kirleten, yasa, ahlâk ve hukuk dışı işler bağımlısı onursuzluk ve sorumsuzluk fukarası bu insan müsveddeleri diplomalarını şehir meydanlarında yakmalıdırlar.
Elbette ‘yönetimi denetleme’ görevini hakkıyla ve lâyıkıyla yapmayanlar da… Demokrasiye zerrece saygısı, yüreğinde insan sevgisi olmayan halk dalkavukları da; Onurlu ve sorumlu vatandaşlar tarafından ‘sandığa gömülerek’ birer siyasi mevta olarak tarihin çöplüğüne atılmalıdırlar. Aksi takdirde ‘temiz devlet, temiz hükümet ve temiz toplum’ daha yıllarca ham hayal olarak kalacaktır.

****
GLADYO-OLİGARK, BARONLAR ve HÜKÜMET
Mustafa Nevruz SINACI
Bilindiği üzere Gladyo, Oligark ve Baronlar uluslar arası mafya kuruluşları, organize çete, yerel mafya ve ülkede faaliyet gösteren bilumum kirli-karanlık, menfur işlerle iştigal suç örgütlerinin tartışmasız sahibi, hamisi ve enternasyonal uzantılarıdırlar. Menşei her ne olursa olsun, ülkemizde yaşanan bütün adaletsizlik, hukuksuzluk, rüşvet-iltimas, hak gaspı, yasa dışı edinim, hırsızlık ve yolsuzluğun yuvalandığı lâğım kanalının karanlık kapısı sonunda bunlara çıkar. Diğer bir anlamda milli devlet düşmanı, siyaset simsarı ve din tüccarı kesimlerin hamisi de bunlardır, anası da, babası da… Anarşi, terör, tedhiş ve menfur tehditlerin de…
Halka ve ülkeye Allah rızası için hizmet sevdası için çırpınan namuslu insanların, fazilet anlamında siyaset, meşru ve yasal hükümetlerin de baş belası bunlardır.
Bilumum kirli, karanlık, insanlık aleyhine, menfur ve meş’um işlerin hamisi de…
Burada çok yakın tarihli bir itiraftan yola çıkarak konuyu derinleştirmek istiyorum:
AKP’nin (!) Ankara Büyük Şehir belediye başkanı Melih Gökçek 19 Şubat 2009 günü konuk olduğu bir programda; “Gladyo ile mücadele ediyoruz. Ne pahasına olursa olsun iki büyük şehirden birini alarak AKP’yi sarsmak ve 29 Mart’tan sonra erken seçime zorlamak istiyorlar” kabilinden bir lâf etti. Melih’in karşısına dikilmiş 8-10 sorgucu, bu çok ciddi ifade veya itirafı önemsemedi, ciddiye alıp üzerinde bile durmadılar..
Aslında benzer sözler AKP kurmayları tarafından 6 yıldır söylenip durmakta.
Meselâ, Adalet Bakanı iken Cemil Çiçek’in “Hükümet olmak yetmiyor. Size, halka söz verip vaat ettiklerinizi yaptırmıyorlar… Çoğu kez eliniz kolunuz bağlanıyor” demişti. Bu ve buna benzer olmak üzere TBMM kürsüsü, özel ortam ve medya önünde ‘tıpkı bir itiraf ve halka şikâyet (acz-sızlanma) gibi’ söylenmiş yüzlerce yakınma var.
Bu minvalde en komik örnek Yıldırım Akbulut zamanında yaşandı.
Gönüllü Kültür Teşekkülleri Birliği’nin Kocatepe Konferans Salonunda yapılan bir toplantısındayız. Küsüde Başbakan Yıldırım Akbulut, ben de İKO Genel Başkanı ve delege sıfatıyla orada bulunuyorum. Devlet ricalinin ekseriyeti ve bakanların yarısından fazlası da orada.. Sayın Akbulut hükümet işlerinden ve önü alınamayan ülke sorunlarından öylesine sızlandı, yakındı, şikâyetlendi ki, dayanamadım ve ayağa kalkarak doğrudan bir soru sordum:
- Sayın konuşmacı, ülke sorunlarını büyük vukufla ve fakat derin bir yakınma ile dile getiriyorsunuz. Bu iyi. Fakat burada bir hususun açıklığa kavuşması gerek!...
- Nedir o?...
- Bu elim safahat sürecinde ‘acaba’ başbakan ne yapmaktadır?
Akbulut hiç tereddüt etmeden derhal cevap verdi:
- BEN BAŞBAKAN’M!....
Bu konuşma, her ne kadar salonda gülüşme, söyleşme, sitemkâr alkışlar ve Akbulut’un fark edilir biçimde şaşkınlık, mahcubiyet ve kızarmasına neden oldu ise de maksadına ulaştı. Başkaca diyecek söz bulamayan Akbulut, bir yandan notlarını toparlayıp, acele hazır olanları selamlayıp kürsüden indi.
O sırada Manisa (eski) Milletvekili Vehbi SINMAZ; “Şikâyet zayıflıktır” diyordu…
DEMEM O Kİ;
İcranın şikâyet, yakınma ve sızlanmaya hakkı yoktur. Hükümet, hükmetmektir.
Yürütmenin miyarı (ölçüsü) adalet, hakkaniyet ve hukuktur. Hüküm adalet iledir.
Adalet, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, Kurucu Unsur, Anayasa ve Kanun esaslarıdır.
Melih veya bir başkası ‘gladyo baronlarına karşı mücadele veriyoruz” derse, adama sorarlar: “Eğer bu devlette hükümet (yürütme) yasama ve yargı varsa, gladyo ve baronlar niye var?, hükümet adalet, hukuk ve hakkaniyetle hükmediyorsa, ortalık neden zanlı, suçlu ve suç örgütleriyle dolu?, bütün güç, kurum ve kuruluşlarıyla devlet, (hükümet) anarşi, terör, tedhiş, organize çete ve diğer hırsız-yolsuz güruhun üstüne gidemiyorsa; Ya acz içinde zaafla malül veya “tencere dibin kara, seninki benden kara” misal ‘kendinden yana’ çekinceleri var demek değil midir? Üstelik ‘herkese lâzım olan adalet’ niçin? Suçlular üzerinde Demokles’in kılıcı, namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu yurttaşlar için himmet ve hamiyet olarak var edilmez? .
Örneğin: Kemal Kılıçdaroğlu'nun ortaya çıkardığı ve AKP genel başkan yardımcısı Şaban Dişli'nin istifasıyla sonuçlanan 'anlaşma', diğeri Vatan Gazetesi'nin ortaya çıkardığı ve CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen'e ait 'anlaşma' ve Sevigen’in istifası..
Ya sonrası?
Bunlar yargılandı mı? Sorgulandı mı? Vekil sıfatları ellerinden alındı mı?
Hayır, hayır… Peki, neden ve niçin?
Hiç ‘kürsü masuniyetini’ aşan dokunulmazlık olur mu?
Asil’in kullanamadığı bir yetki, nasıl olur da vekil’e verilebilir?
Üstelik, milletvekili istifasının ‘genel kurul onayına’ bağlı olması ne garabet!..
Asil’in istifası tek taraflı bir kurum iken!...
Bu bağlamda tam bir iftira, itiraf, fesat, hesaplaşma kampanyasına dönen seçim sath-ı maili!.. Ya tam da bu ortama denk gelen ve Türkiye’yi teğet geçtiği iddia olunan küresel kriz? Gün be gün bir aile faciası, cinnet, intihar, soygun-vurgun ve yolsuzluk haberleriyle tırmanan gerilim.. Zenginler ve fakirler arasında giderek büyüyen uçurum.. Devasa boyutlara varan yolsuzluk, onursuzluk ve soysuzluk ekonomisi.. Eşitlik, hak, adalet ve tam rekabet ilkelerine aykırı takipsiz, denetimsiz, serbest (!) piyasa ekonomisi… Gelişmelere paralel giderek artan cehalet, yoksulluk, halkı iliklerine kadar sömüren (tam gaz giden) yolsuzluk, fahiş piyasa, hırs ve ihtirasa ne demeli? Ortalık kene, sülük, bit-pire, vampir, domuz ve akrep kaynıyor.
Müthiş bir gelir adaletsizliği, maaş-ücret düşüklüğü, onur kırıcı-insanlık dışı sefalet, fakrü zaruret ve milletin % 95’inin yaşadığı garip guraba hali neden? Devletin tapusu fert, fert bu milletin nüfus kâğıdı değil mi? Yoksa nedir?
İşte bunun sebebi; Yukarda bahse konu baronlar, koza, kripto, oligark ve gladyo…
Peki, Allah aşkına hani ‘hükmeden güç’ yani, hükümet nerede?
Dağda eşkıya kol geziyor, Mehmetçik kalleşçe kurşunlanıyor; Ordu nerede?
Allahın günü evler, iş hanları, dükkânlar ve mağazalar soyuluyor; Şehirlerde anarşi, terör, tedhiş, baskı, zulüm ve işkence kol geziyor, taciz-tecavüz diz boyu; Polis nerede?
Siyaset şirketleri ‘millet iradesinin’ yerine kendilerini koyup aday belirliyor; Köşe başlarını tutan ve Belediyelerde yuvalanan amansız şehir eşkıyaları vatandaşları fahiş fiyat, fahiş kâr, rüşvet-iltimas, ayırma-kayırma, yandaş-yoldaş saltanatı, görevi kötüye kullanma, ihmal ve suiistimalle Ermeni, Yunan veya Rum’un değil, ‘kendi öz milletinin’ milletin anasını ağlatıyor; Anayasanın amir hükmü ve Cumhuriyetin çimentosu adalet ve hukuk ilkelerine rağmen birileri ortaya çıkıp: Kürtçe anadil olarak okutulsun, TBMM ve devlet dairelerinde konuşulsun; Ermenilerden özü dilensin ve soykırım (yalanı-iftirası) tanınsın… diyebiliyor!..
SORUYORUZ: Adalet ve Hukuk nerede?...
Memlekette hikmetle/adaletle hükmeden meşru bir hükümet varsa, oligark, gladyo ve baronların (gladyatörlerin) ne işi var? Bence mesele çok vahim ve derindir. Topyekün acil bir temizlik, aklanma, ayıklanma, toplumsal bir yüzleşme ve hesaplaşma zorunlu hale gelmiştir.
Bu vebal ve sorumluluk mevcut partilerin tamamına aittir.
Biline ki, esas suçlu, zorunlu hale gelen bu ayıklanma, arınma ve ulusal temizlikten kaçan ve kıvırtandır. Herkes tez elden evinin önünü süpürmeli, eteklerindeki taşı dökmeli ve hiç olmazsa bu seçim sath-ı mailinde bu yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleştirilerek bütün bataklıklar kurutulmalıdır. Yanlış anlaşılmasın. Lâğım üzerine ‘BEYAZ SAYFA’ değil!...

19 Şubat 2009 Perşembe

MİLLİ DAVA (KIBRIS) GERÇEĞİ!...
Mustafa Nevruz SINACI
(Bu makale yanda fotoğrafı görülen TUKISHFORUM Genel Başkanı Sayın Dr. Kayaalp BÜYÜKATAMAN'a ithaf olunmuştur.)
Web sitesinde milletten iane (bağış) dilenen kıytırık bir İngiliz milletvekili, şu sıralar Türkiye aleyhine atağa kalktı. TukishForum penceresinden baktığımızda Rum-Yunan ve İbrani lobileri ve Ermeni diyasporası ile çok sıkı-fıkı ilişkiler içinde olduğu görülüyor.
Maznun’un (zanlı, şüpheli, potansiyel sanık) adı: Andrew Dismore. Menfur yayın, iftira ve karalama yazılarını yayınladığı site adresi şöyle: http://www.andrewdismoremp.com,
Bu link Andrew Dismore'in sitesine ait. İngilizce bilenler lütfen açıp ibret için baksınlar.
Mesele şu ki; bu menfur şahıs, dâhili-harici bedhahlarla iştirak ve işbirliği halinde yine Türkiye aleyhine furyalar ve kumpaslara girerek, başta Kıbrıs konusu olmak üzere; Bizdeki menfur özürcülerle, Kıbrıs’ta vaki toplumlararası (!) müzakerelere paralel sözde Ermeni soykırım yalanlarını ısıtıp tetiklemeye başladı.
Kefereye ilk cevap; “Turkish Reconciliation Front-UK, Ingiltere Türkleri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği”nden geldi.
ANDREW DISMORE'A CEVAP: SIKIYSAN GEL DE AL!..

Satırı satırına son derece önemli ve anlamlı ve üstelik İngiltere de kurulu bir Türk Sivil Toplum Kuruluşu’ndan gelen tokat gibi cevabı aynen naklediyorum:
Hiç bir bilimsel dayanağı olmayan sözde Ermeni Soykırımı yalan ve iftiralarına her fırsatta sarılan ve her konuda izlemiş olduğu Türk düşmanı tavır ve söylemlerle yüce Türk milletini inciterek rencide etmeye çalışan İngiliz Milletvekili Andrew Dismore'a Turkish Reconciliation Front–UK ve İngiltere Türkleri Day. ve Yard. Derneğinden cevaptır: .
“Türkiye'yi Kıbrıs'ta işgalci olarak tanımlayan ve Türk askerinin adadaki asker sayısını azaltmasını ve Kıbrıs'ı (GKRY) tanımasını isteyen Andrew Dismore adada yasayan binlerce Kıbrıs Türk'ünün varlığını nasıl oluyor da bir kalemde silip atıyor.1571'de Lala Mustafa Paşa'yla yani 417 senedir devam eden Türk varlığını bir çırpıda atmak şu ana kadar hiç bir dış güce nasip olmadıysa bundan böyle de Türk kalacaktır..Ve buna dünyadaki hiç bir güç engel olamayacaktır. Bu yüzdendir ki Kıbrıs üzerinde gizli ve hain emelleri olan her kim, hangi ülke ve hangi gizli güçler topluluğu varsa bu hayallerinizden vazgeçme zamanınız gelmiştir artık. Sizlere politik bir dil kullanmanın hiç bir faydası olmadığını çok iyi biliyoruz. Çünkü kurmuş olduğunuz kurum ve kuruluşlarla ve zayıf karakterli işbirlikçi hainlerle politik arenada kazanmanın sinsi (menfur) hesapları içindesiniz.
Türk insanını her coğrafyada olduğu gibi haince, alçakça ve kalleşçe arkadan vurmaya çalışıyorsunuz. Türk'ün essiz karakterini yozlaştırmaya, vatansever ve milliyetçi duygularını zayıflatarak yiğitçe savaşarak alamayacağınız şeyleri haince ele geçirmeye çalışıyorsunuz.
Kıbrıs Davasına onurunu vermiş isimleri küçük düşürmeye çalışıyor, yüce insan Fazıl Küçük’ün resimlerini Kıbrıs pullarından çıkartıyor, Dr. Rauf Denktaş’a düşmanca duygular besliyor ve büyük kurtarıcı, essiz önder Mustafa Kemal Atatürk'ün adını ders kitaplarından çıkartma cüretini gösteriyorsunuz. Bunları yaparken Andrew Dismore denilen şahısla aynı hizada hareket ettiğinizi görebiliyor musunuz.? Bu yüzdendir ki Andrew Dismore'a ve Kıbrıs’ı pazarlamaya çalışan hain güruhuna buradan bir tek cevap veriyoruz. Sitende insanlara bağış yapmaları için yalvararak zaman kaybedeceğine biraz tarih kitaplarına zaman ayır! Bilesiniz ki! Kıbrıs her zaman Türk'tü Türk kalacaktır! Sıkıysa Gel de Al!..

Turkish Reconciliation Front-UK, İngiltere Türkleri Day. ve Yardımlaşma Derneği”
İşte bu menfur tetikçi ve provokatörler sayesinde tıpkı, hiç olmayan bir meseleyi sanal ortamda hayalen üretip “sorun” gibi sunmak, devleti, insanları ve kamuoyunu meşgul etmek suretiyle milletin kimyasını bozmak, lânetli özürcüler listesinde isimleri yazılı ihanet şebekesi ve yer yüzüne dağılmış Andrew Dismore gibi insanlık düşmanları için meşgale haline geldi.
Örneğin etnik köken, anadil, siyasal-sosyal haklar ve Kürt sorunu (!) vb…
Yine bu güruhça dillendirilen ve barış’ı sorun’a dönüştüren Kıbrıs meselesi..
Her ne kadar kalkışmacıya verilen cevap uygun ise de bizim de diyeceklerimiz var. .
Gerçek şu ki; Türkiye’nin başına ‘sorun-sorun” diye dert açanların kendileri sorun.
Üstelik durup dururken sorun yaratanların ve bizatihi sorun olanların kahir ekseriyeti etnik kök olarak Ermeni, Rum-Yunan, İbrani, hâsılı dönme-devşirme veya sabetay çıkıyor. Ne gariptir ki, Kürt sorununu dillendirenlerin arasında Kürt, alevi sorunu diyenlerin arasında bir tane dahi Müslüman yok. Milli Dava Kıbrıs konusunda, Türkiye’ye karşı AB tezleri ile karışık Rum-Yunan politikalarını (Akritas Plânını) savunanların da tamamı aynı orijin…
Dahası bunlar çok rahatlıkla yalan söyleyebiliyor, tarihi tahrife yelteniyor, fütursuz iftira ve tefrikalarla ‘demokratik (!) hakları istismar’ devleti suiistimal ve kamu vicdanını taciz ve tarumar ediyorlar. Neden oldukları yanlış yönlendirme, gündem saptırma, derin tahrik ve alenen suça teşviklerin faturası çok ağır. Bu faturaları kendileri yahut akredite oldukları bedhahlar değil bizzat Türk milleti ve Türk devleti ödüyor.
Şimdilerde kendini bilmez biri artistlik olsun diye ‘ben de 10 Rum öldürdüm” deyince kıyametleri kopartan ve soluğu AİHM de alan GKRY Rumları ve Yunanlılara rağmen; Ortada apaçık Mahkeme kararı olmasına rağmen harekete geçmeyen ve bil-mukabil dava açmayan, bu güne değin ödenmiş haksız ve yolsuz tazminatları geri istemeyen hükümete şaşıyorum!..
GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ
Her ne hikmetse, hâlihazır Kıbrıs’ta yaşanan barış; Barış’ı ‘sorun’ olarak algılayan iç ve dış düşmanlar yüzünden AB nezdinde gerçekten de Türkiye'nin kendini anlatamadığı ciddi bir ‘dış sorun’ haline geldi. Sürece bakarsanız, burada da yukarda bahsettiğim dönme ve devşirmelerden müteşekkil oligark, koza ve kriptoların kirli marifetlerini görürsünüz.
Özellikle Avrupa Birliği'ne tam üyelik süreci olarak lanse dilen, gerçekteyse AB’ye bağlanma sürecinden başkaca bir şey olmayan gidişatta konunun gündeme gelmesiyle birlikte, "Kıbrıs'taki işgale son verilmesi" çağrıları da arttı. Öte yandan, Kıbrıs’ta iki toplum arasında sürdürülen görüşmeler tam anlamıyla yüz karası, utanç ve hicap verici..
Görüşmeler uzayıp, Türk toplumu ihanetin boyutunu kavradıkça, Milli Kahraman Dr. Rauf Denktaş’a komplo düzecek ve suikastler düzenleyecek kadar azgınlaşan-çılgınlaşan bazı monşerler, iç odaklar ve paralel dış mihraklar telâş, panik ve acz içinde kıvranarak saldırıya geçtiler. Bir yandan aba altından sopa gösterip, diğer yandan "Eğer, Kıbrıs'taki işgale son vermezseniz AB'ne tam üyeliğe alınmazsınız ha!" türünden tehditlere başvuruyorlar. Dahası, tüm bunlar yetmezmiş gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Titiana Loizidu davasındaki gibi siyasi kararlarla Türkiye’yi sanık sandalyesine oturtmak istemekteler...
Rum-Yunan ikilisinin taleplerine boyun eğen Batı'nın bu çağrıları, kendi tarihinden kopmuş, mazisinden utanan bazı vatandaşlarımızı da maalesef etkilemektedir...
Sağda-solda duymuşsunuzdur; "Hani canım biz de az yapmamışız!", "Yahu madem Kıbrıs da Avrupa Birliği'ne giriyor biz de gireceğiz. O zaman mesele yok. Hele Kıbrıs'tan bir çekilelim gerisi kolay!" Bunların tamamı kirli ve kasıtlı bir dezinformasyon ürünüdür.
Tarihi tarihçilere bırakalım ama yakın tarihin gerçeklerini bile unutacak kadar tarih bilincine sahip olamayan, gaflet ve dalalet içinde sürüleşen toplumların başlarına çok şeyler gelebileceğini hatırlatarak konuya girmek istiyorum. Hem de çok ciddi ve resmi belgelerle.
Kıbrıs'ta gerçek işgalci Yunanistan'dır.
Türkiye Kıbrıs'a Yunan işgali ve EOKA zulmüne son vermek için ‘Barış Harekâtı’ çerçevesinde ve Londra-Zürich (garanti antlaşması mucibi) girmek zorunda kalmıştır. Bu tarihi gerçek Rum-Yunan resmi Kaynakları ve mahkeme kararlarınca da teyit edilmektedir.
Belge 1; Başpiskopos
Makarios'un konuşması: 15 Temmuz 1974 Nikos Sampson Darbesi sırasında adadan kaçarak canını zor kurtaran Başpiskopos Makarios'un Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmasında; (devamı var)
"Kıbrıs'ta geçen Pazartesi sabahından bu yana süregelen olaylar gerçek bir trajedidir. Yunanistan'daki askeri cunta, Kıbrıs'ın bağımsızlığını acımasızca ihlal etmiştir. Yunan Cuntası, Kıbrıs halkının demokratik haklarına, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ve egemenliğine en ufak bir saygı göstermeden, diktatörlüğünü Kıbrıs'a da uzatmıştır....
Bu darbe, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ve hükümranlığını açıkça ihlal eden dış kaynaklı bir işgaldir. Sözde darbe, Milli Muhafız Ordusu'nu yöneten Yunanlı subayların işidir... Atina'nın düzenlediği darbe ile yaratılan bu olağandışı durumu sona erdirmek için Genel Kurul üyelerine ellerinden geleni yapma çağrısında bulunuyorum. Kıbrıs'taki anayasal durumun ve Kıbrıs halkının demokratik haklarının yeniden teşhir edilebilmesi için; Güvenlik Konseyi'ne elindeki tüm imkânları gecikmeden kullanması çağrısında bulunuyorum. Daha önce de ifade ettiğim gibi, Kıbrıs'taki olaylar Kıbrıs Rumlarının bir iç meselesini teşkil etmemektedir. Kıbrıs Türkleri de etkilenmektedir. Yunan cuntasının düzenlediği darbe bir istiladır ve sonuçlarından tüm Kıbrıs halkı, Türkler ve Rumlar acı çekmektedir..." diyor. (The Cyprus Triangle sa;128- Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, "Türk-Yunan İlişkileri" konulu 3. Askeri Tarih Semineri, sa; 367-372, Ankara-1986)
Belge 2; Yunanistan
Temyiz Mahkemesi'nin 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı "Türk Ordusu'nun Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. Suç Yunan subaylarına aittir" kararına giden yol: 1976 yılı Aralık ayında bir Yunanlı, mahkemeye başvurarak, 22 Temmuz 1974'te Lefkoşe üzerinde uçarken, Güney Kıbrıslı Rumların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanan Yunan Delta Nakliye uçağında ölen oğlu için tazminat talebinde bulundu. Atina Mahkemesi, 1978 yılında aldığı kararda "Davacı davasında haklıdır. Hazineden tazminat alması gerekir” dedi.
Ekonomi Bakanlığı tazminatı ödememek için karara itirazla temyiz mahkemesinin kararı bozması talebinde bulundu. Bakanlığın bu talebi üzerine toplanan Temyiz Mahkemesi 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararı aldı. Karar şöyle: "Davacı tarafından öne sürülen iddiaların gerçek olduğu, mahkememizce yapılan araştırma sonucu kanıtlandı. Zürich Anlaşmasını imzalayan taraflar, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere "garantör" devletler olarak, Kıbrıs'ın herhangi bir devlet ile birleşmesini ya da bölünmesini önlemek için "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin güvenliğini garanti altına alıp koruyacaklarına dair taahhütte bulunmuşlardır. 1974 Temmuz ayının ilk haftası içinde Kıbrıs Devlet Başkanı Makarios, adada görev yapan bazı subayların, darbe girişimi hazırlığı içinde bulunduklarını ve kendisini öldürmeyi planladıklarını öğrenmiş ve durumu Atina'ya duyurarak, Yunanistan Devlet Başkanı General Gizikis'ten önlem almasını istemiş olmakla; Atina'daki yönetim, bu talebe resmi bir cevap vereceği ya da önlem alacağı yerde, 15 Temmuz 1974'te, General Yoannidis, Makarios'a karşı, Kıbrıs'taki Yunan Birliğinin Komutanı General Yorgitsis ve General Yanakodimos ile birlikte 102 Yunan subayının da yer aldıkları darbeyi gerçekleştirdi ve Makarios'u öldürmeye teşebbüs etti. Lefkoşe'deki Başkanlık Sarayı ağır silahlarla ateşe tutulmuş, Başkan Makarios bu saldırıdan bir mucize eseri olarak kurtulmuştur. Kıbrıs Anayasası asi Yunan subayları tarafından çiğnendikten sonra, Nikos Sampson başa getirildi. Türkiye ise 20 Temmuz 1974'te yaratılan fiili durum nedeniyle, hukuki haklarını kullanarak Kıbrıs'a müdahalede bulunmuştur." (http://www.inaf.gen.tr), (e-mail:
info@inaf.gen.tr )
İşte “Milli davada haklılığın ve hukuka dayalı güçlülüğün belgeleri” Buna göre cari hükümet ‘haklılığa dayalı’ gücünü kullanmalı, ağırlığını koymalı ve komediye son vermelidir! Yunanistan Temyiz Mahkemesinin bu kararının ardından neler olduğu merak edilebilir. Onu da özetleyelim;
Temyiz kararıyla zamanın Savunma Bakanı Evangelos Averof güç duruma düşer. Savunma Bakanlığı'ndan Ekonomi Bakanlığına gönderilen 12.6. 1979 tarih ve F-800/109-B5849 sayılı gizli yazıda, Bakanlığın her ne olursa olsun mahkemeye tekrar başvurmaması ve düşen uçakta ölen askerlerin ailelerine tazminatların sessizce ve problem yaratılmadan ödenerek meselenin kapatılması istenir. Mahkeme kararı, zamanın Yunan hükümeti ile yargı organlarını da birbirine düşürür. Başbakan Konstantin Karamanlis imzasını taşıyan; "Kıbrıs ile ilgili davalar açılmadan önce hükümete bilgi verilecek ve onay alınmadan davaya bakılmayacaktır. Milli nedenler, Türk istilasına yol açan sorumluların, sonsuza kadar yargılanmamalarını gerektiriyor" şeklindeki yazı Adalet Bakanlığı'na gönderilir. Yazı büyük tepkiye neden olur. Adalet Bakanlığı'nın Başbakanlığa gönderdiği 14289/78 sayılı cevabi yazı şöyledir; "Vatandaşların menfaatlerinin korunması, gerçeklerin aydınlığa kavuşmasıyla mümkündür. Hiçbir kuvvet, adaleti, gerçek sorumluları ortaya çıkarmaması konusunda susmaya mecbur edemez." Bu gelişmeler üzerine zamanın Başbakanı Konstantin Karamanlis, "Yunanistan aleyhine kullanılabilir" gerekçesiyle Temyiz mahkemesi kararının kamuoyuna duyurulmasını yasakladı. (Yunanistan Temyiz Mahkemesi kararı ve karara ilişkin gelişmeler, Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi İnaf'ın Aralık-200 tarihli bülteninden alınmıştır.)
Dr.
George Nakratzas. '1960 Anayasasını İhlal Eden Makarios'du'" başlıklı haberi:
"Hollanda'da ikamet eden Yunan asıllı Dr. George Nakratzas, Yunanistan Komünist Partisi Yeniden Yapılanma Merkez Komitesi'nin yayın organında yer alan makalesinde, Rum tarafının Enosis hayalini ve Rum barbarlığını gözler önüne serdi.
Dr. Nakratzas, Kıbrıslı Türk ve Rum ortak yönetiminden oluşan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasasını ihlal edenin, Kıbrıs Türk tarafı değil, Başpiskopos Makarios olduğunu vurguladı. Dr. Nakratzas makalesinde, Başpiskopos Makarios'un Enosis hayaliyle 1960 Anayasası'nın 13 maddesinde değişiklik yaparak, Türk tarafını ortaklık cumhuriyetinden dışladığını ve hemen ardından 21 Aralık'ta Kıbrıslı Türkleri katletmek amacıyla saldırı başlattığını yazdı. Makarios'un, Türk tarafının anayasadaki değişikliği reddetmesini dünyaya "Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti'ne itaatsizlik" şeklinde duyurduğunu, ancak bunun tamamen gerçek dışı olduğunu vurgulayan Dr. Nakratzas, "Yasal açıdan bakılacak olursa, anayasayı tek yanlı olarak keyfi şekilde ihlal etme girişiminde bulunan Kıbrıslı Türkler değil, Makarios'du dedi. Dr. Nakratzas, Kıbrıslı Türklerin, 1963 ile 1967 yılları arasında, Sampson, Yorgacis ve Lissarides tarafından yönetilen çetelerce öldürüldüğüne işaret ederek, "Bu konuda genç Yunanlıların bir fikri yok" dedi ve bu katliamlarda "Kıbrıs Hükümeti" olarak adlandırdığı Rum yönetiminin büyük sorumluluğu bulunduğunu vurguladı.
Rum tarafının kayıplar konusunu propaganda haline getirdiğini ve gerçek kayıp sayısının açıklanandan çok daha az olduğunu BM belgelerinden alıntılar yaparak makalesinde gözler önüne seren Dr. Nakratzas, 21.12.1963 ile 8.06.1964 tarihleri arasında kayıp olduğu resmen açıklanan Kıbrıslı Türklerin sayısının 232 olduğuna dikkati çekti. Nakratzas, "Bu dönemde sadece 43 Rum'un kayıp olduğu belirlenmiştir. Bu rakamlar BM Genel Sekreteri'nin S/5950 sayılı raporundan alınmıştır" diye konuştu. Nakratzas, kayıplar konusundaki gerçekler bu iken, Rum basınının devamlı şekilde ellerinde sevdiklerinin fotoğraflarını tutan Rum kadınların resimlerini yayınladığını, ancak kayıplar hakkında bilgi edinmeye çalışan Türk kadınların fotoğraflarına bugüne kadar hiç yer vermediğine dikkati çekti.

1963-1967 yılları arasındaki katliamlardan Rum Yönetimi'nin sorumlu olduğunu da vurgulayan Dr. Geroge Nakratzas, Rum Yönetimi'nin Avrupa Birliği'ne giriş müzakereleri sırasında iki soruya yanıt vermesi gerektiğini belirtti ve bu soruları şöyle sıraladı:
"Kıbrıs Hükümeti Kıbrıs Türk Devletini tanımayı reddediyor veya gevşek bir Türk- Rum Konfederasyonunu kabul etmiyorsa, geriye kalan şu iki çözümden hangisini düşünüyor?
A) Kıbrıslı Türklerin 1963 öncesinde yaşadıkları köylere geri dönmelerini mi, yoksa B) Kıbrıslı Türklerin 11 yıl mahsur kaldıkları enklavlara geri dönmelerini mi?
Son Söz:

TC hükümeti ve Cumhurbaşkanı Talat bu gerçeği mutlaka dikkate almalı!..

5 Şubat 2009 Perşembe

DAVOS’TA SON TANGO!..
Mustafa Nevruz SINACI
(*)
Ülkemizde 27 Mayıs’tan bu güne ısrarla sürdürülen bir kirli oyun var.
Zaten o büyük kırılma, 11 Kasım 1938 şeametinden sonra gelen ikinci karşıdevrim ve meş’um sapma Türkiye’yi çökertmek içindi.
Bu gün akredite medyanın adını utanmadan, ar, hayâ etmeden, tam bir kast-ı mahsusla ‘Ergenekon’ koyduğu Ümraniye davasına esas cürüm ve caniyane emellerin tahakkuk mebdei ve milâdı da aynı tarihe rastlar. (İşte bu nedenledir ki, bahusus dava ve soruşturmanın 48 yıl geriye kadar uzanmasını ve 27 Mayıs’ı da içine alan tam bir hesaplaşma ve yüzleşme ‘temiz eller operasyonu’ olmasını istemekteyiz.)

Demokrat Parti tarafından (Halk Partisinin şiddetli muhalefetine rağmen) kanlı Kıbrıs olaylarını önlemek ve Milli davayı koordine etmek için kurulan Genelkurmay Özel Harp Dairesi Başkanlığı ile 1960’a kadar bu dairenin iştigal ettiği yegâne kritik konu olan TMT’yi suçlamak, büyük haksızlık, yalan ve iftiradır. Nitekim 27 Mayıs’ın önce kendi Genelkurmay Başkanı’nı yediği ve Türk Ordusunda tarihinin (8.800’leri bulan her derece ve düzeyde) en büyük tasfiyesini gerçekleştirdiği ve TSK’nın Atatürkçü unsurlardan bütünüyle ayıklandığı da asla unutulmamalı.. Dolayısıyla, ‘Encümeni Daniş’ 12 Mart, 12 Eylül ve sürecin bekraund’u 28 Şubat da bu bağlamda büyüteç altına konulmak, araştırılmak-soruşturulmak ve muhakeme edilmek zorundadır. Aksi taktirde sadece ahtapotun bir kolu kesilmiş olacak, menfur beyni ve hain gövdesi hükmünü sürdürmeye devam edecektir!..
Yani, milli birlik komitesi bu örgüt’ün günümüze uzanan ilk temeli, İsmet İnönü’de bir numarası idi. (Araştır: Encümeni Daniş) Sonra bunun yerini A. Atila Sözer tarafından isim ve eylem bazında bütün ayrıntılarıyla açıklanan ‘karayılan’ örgütü (gladyo) aldı. Bu kitap ilk baskısının yapıldığı dönemde yolsuzluklardan sorumlu Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu’na verildi. Akabinde de tebahur etti, piyasadan kayboldu, buharlaştı. (Bak: Karayılan Doktrini-devrimci güçler, A.Atila Sözer, Saycom-kırmızı kurdele,
http://www.gittigidiyor.com/)
İsmet İnönü’nün Lozan’dan itibaren üstlenerek yürüttüğü gerçek misyonu da Anayurt Gazetesi yazarı Hasan Hüseyin Memiş’in ‘Diken’ isimli kitabından öğrenebilirsiniz. (Diken, Hükümet Sistemleri, Akasya Kitap, Mayıs-2007, Ankara) Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun AB sürecine ilişkin değerlendirmeleri ve Yılmaz Dikbaş’ın bu süreçte oynanan oyunlara dair kitaplarına bir göz atarsanız sanırım ‘oynanan oyun’ bütün boyutlarıyla ortaya çıkacaktır.
MESELA!... 16 Şubat 1999 tarihinde terör ve tedhiş örgütü başı Abdullah Öcalan’ın, Kenya`nın Başkenti Nairobi`de derdest edilerek Türkiye`ye getirilmesini, 56. hükümet’in başı Bülent Ecevit’in ‘kahraman’ ilân edilişini ve akabinde 18 Nisan 1999’da erken Genel Seçime gidilmiş olmasını nasıl yorumlarsınız? Derken, hükümeti kurma görevinin 9. Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel tarafından DSP Genel Başkanı ‘milli kahraman’ Bülent Ecevit'e verilmesi!
Böylece,
Bülent Ecevit, başbakanlıktan istifa ettiği 1979 yılından 20 yıl sonra 5. kez Başbakanlık görevini üstlenmiş oldu. Ecevit, DSP, MHP ve ANAP ile 28 Mayıs 1999 günü (Mesut Yılmaz’ın ‘Milliyetçi Sol’ olarak tanımladığı) üçlü (17.) koalisyon hükümetini kurdu. Bu arada, MHP 21 yıl sonra hükümete girdi. 22 yıl aradan sonra il kez bağımsız adaylar (!?) (millet) vekili seçildi. Bunlar hep bir tesadüften mi ibaret acaba? yoksa sahnelenen oyunun bir parçası mı? Gelelim günün Davos meselesine!..
3.02.2009 günü grup toplantıları ve genel kurulda mesele çözüldü, suçlu moderatör!..
Zaten farklı bir durum olsaydı, Gazze’de soykırım yapan İsrail pilotlarının Konya’da (Bolu da telaffuz edilmekte?) eğitimine son verilir, yılan hikâyesine dönen 2000 yılı ‘M60 tank modernizasyonu’ yolsuzluğunun üstüne gidilir ve milletin kanını emen 37 temel sektör Yahudi şirketinin lisansları askıya alınırdı!. Bunların hiçbirisi olmadı. Üstelik 200 nokta atışı ile İsrail ateşkesi bozarak Hamas’ı suçladı. Ortada doğru dürüst bir ateşkes de kalmadı.
Peki, sırada ne var? Cevap: 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri!...
Yani, AKP’nin parlatılması ve Recep Tayip Erdoğan’a “milli kahraman” rolü!..
*****
CUMHURİYET’İ FAZİLET’E İBLAĞ
Mustafa Nevruz SINACI
Bu biraz dünkü yazının devamı olacak. Zira 48 yıldır uygulanan ‘aykırı’ bir senaryo var ortada. Ne demiştik? Olaylar zincirlemedir, birbirini kovalar ve tamamlar. Süreç AB’ye girme değil, her şeye rağmen apaçık bir ‘bağlanma’ oyunudur. Süreç içinde Davos’u bir halka olarak görmek gerek. Aksi takdirde, zaman tuzağına düşülmez, sürede müsavat (eşitlik) ön görülür, moderatör’e değil; Progrom ve soykırım suçlusu İsrail’e ders verilir, diplomasi askıya alınır, başta M60 tank ihalesi olmak üzere iki ülke arasında vaki bütün projeler büyüteç altına konulur ve 28 Şubat’tan itibaren yoğunlaşan anlaşma ve ilişki trafiği dondurulurdu.
Aradan geçen zamana rağmen hiç birisi oldu mu? Maalesef olmadı!..
En azından, yaşasaydı Atatürk, demokrasi Şehitleri Menderes ve Zorlu olsa böyle yapardı. Çünkü onlar, hayatlarını seçim kazanılması, bir süre daha vekil kalınması gibi bencil ihtiraslara değil, ebed-müddet Türkiye, fazilet anlamında Cumhuriyet, hak-adalet ve hâkim-hükümran bir hukuk idealine adamışlardı. Olması gereken bu idi. Ama öyle olamadı!..
Peki, neden ve niçin? Çünkü son 48 yılda anlayışlar ve kavrayışlar ‘strateji’ değişti.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş amacından saptırıldı. Atatürk ilke ve inkılâpları tarihe gömülerek hafızalardan silindi. Nevi-i şahsına münhasır (kendine özgü) olması gereken TC’ nin yönü (DYP’nin ihtiyar atı gibi) tefessüh etmiş batıya çevrildi!.. Bu bağlamda Cumhuriyet ’in temel ilke ve maddi-manevi değerleri, başta demokrasi olmak üzere adalet ahlâkı ve hukukun mutlak gereği kuvvetler ayrılığı (yargı-yasama-yürütme) özgürlük ve hükümranlık hakkı AB kriterleri ve çifte standart kurbanı edildi. TC Mahkemeleri AİHM’nin altına düştü.
Yani Davos; yıllarca ezilen Türk milleti’nin tükürükle bile boğabileceği Güney Kıbrıs Çetesi, tebaadan Yunanistan, tefessüh etmiş AB ve düne kadar Osmanlı’ya vergi veren ABD tarafından rencidesi, istismarı ve alçakça sömürülmesi nedeniyle kısmi heyecan yaratmıştır. Dolayısıyla bu çıkış Türk Milleti’nin hasret kaldığı bir duruş, meydan okuma, vicdanen dışa vurma ve sinerjik ‘desarj’ biçiminde algılanmış olmakla; İç politikada yararlanılan harika argüman ve yerel seçimlere tahvili planlanan duygusallık.. ‘Acı gerçek’ budur. Aksi takdirde mesele bir seçim arifesinde iç politikada bu denli abartılmazdı!.
Burada önce Başbakan, icra heyeti ve dönem politik-ACI’larının mutlaka bilmesi ve hatırlaması gereken bir hakikat vardır. Cumhuriyet tek başına bir hiçtir. Ancak ve sadece demokrasi ile birleştiği, bütünleştiği takdirde bir anlam ifade eder. Yahut SSCB gibi zalimin adı, soykırım, zulüm, insanlık dışı sulta, saltanat ve despotizmin maske söylemi olarak kalır. Açık bir anlatımla Cumhuriyet; Atatürk’ün tanımladığı “fazilet” bağlamında uygulanıp, adalet ve hukuk’la fiilen yaşam boyutuna geçirilmedikçe büyük bir yalan, sahtecilik ve yolsuzluktan ibarettir. Örneğin siyasi partilerin delege seçimi yapmak yerine ‘aday belirleme’ yöntemi gibi!
Cumhuriyet’in olmazsa olmaz bileşenleri adalet ve hukuk ile taçlanmış demokrasidir.
Derinlemesine inceleyince gördük ki, Atatürk aslında batı tarzı (yozlaşmış ve çıkar kaygısıyla çürümüş) demokrasi ile sağlandığı öne sürülen faydaların, Türk tipi (Türk İnkılâbı) Cumhuriyet ve demokrasi (medeni siyaset) ile çok daha kolay elde edilebileceğini anlatmak istemiş müteakip vecize ve nutuklarıyla bu gerçeği ‘sadıklar için’ açıkça ortaya koymuştur...
“Bizim idare şeklimiz Kitaplarda adı konmuş, tanımı verilmiş yönetimlerden hiç birine benzemez bir idaredir!. Milli hakimiyet ve milli iradeyi gerçekleştiren biricik idare de budur!.. Bu nitelikte bir yönetimdir!. İdare şeklimizi adlandırmamız gerekirse, halk idaresi, veya halk hakimiyeti deriz!.. Demokrasi’ye değil, sosyalizm'e benzemiyormuş!.. Efendiler!.. Biz benzememekle, benzetmemekle gurur duyarız!.. Çünkü biz bize benzeriz, efendiler!..”

“Bizim (sistemimiz) hâkimiyeti kayıtsız şartsız milletin eline veren bir idaredir. . Gerçekten bugün dünya yüzünde Millet hakimiyeti'ni bu kadar kesin sağlayıp, böyle açık belirten başka bir idare yoktur!..Cumhuriyetin en asri, mantıki ve namuskâr tatbikini temin eden hükümet şekli: Demokrasi’dir!.. (Mustafa Kemal ‘Atatürk’ 27.1.1923)
Şimdi Davos’ta yaratılan kahraman’ı; Cumhuriyet’i fazilet’e iblâğa davet ediyoruz.
***
Özel yazışma için adres: gercek.demokrat@hotmail.com
WEB: http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com/
Yayın gönderimi için adres: PK: 118 [06 442] Yenişehir-ANKARA
(*) Siyaset Bilimci, Hukukçu, Araştırmacı-Yazar, 7. ve 9. dönem DP Genel Başkan Yardımcısı