19 Temmuz 2008 Cumartesi

FENA MI ?... YOKSA !...
İYİ Mİ OLDU ?...
Mustafa Nevruz SINACI
Şu sıralar kamuoyunda tartışılan pek çok konu var.
Bir bölümü topluma zoraki dayatılan ve illâ gündemde tutulmak istenen Ümraniye soruşturması veya Ergenekon adı ile müsemma kâbus gibi korkunç, muğlâk ve muamma kavramlar ve karanlık iddialarla dolu, sebep ve sonuç ilişkisi kördüğüme dönmüş, gizem yüklü, garip ve enteresan bir süreç... Allah sonunu hayırlara vesile kılar, adalet ve hukuk tecelli eder inşallah.
Ancak, siz kopartılan vaveylaya bakmayın aslında bu halkı fazla ilgilendirmiyor. Gerçek gündemde daha ciddi, ağırlıklı ve önemli konular var.
Açlık, yokluk, yoksulluk, fahiş düzeyde pahalılık, zenginlikle fakirlik, sanal enflâsyonla gerçek enflâsyon arasında derinleşen uçurum, yalan-talan, kayıt-kapsam dışılık, yolsuzluk ve suiistimaller gibi meselâ.
Her ne hikmetse malum ve mel’un akredite medyanın iştigal alanı dışında bunlar.
İnsan hakları derneklerinin ve (maalesef) bunları insanlık suçu olarak kabul ve telakki etmeyen, failleri hakkında işlem yapmayan Cumhuriyet Savcılarının da hiç umurunda değil.
Amma! Halk arasında “Milli Kahraman” olarak anılan, dünyanın ilk ve tek “Bilinç Üniversitesi” ni kuran Galip Baran bütün bu konuların sanki tek ve yegâne sahibi.
S.Demirel’den A.Gül’e kadar son üç Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve vekillere aşağıda özetlenen mealde sürekli mektuplar yazmış. Halkın ıstırap ve şikâyetlerini iletmiş. Alternatif projeler ve çözüm yollarını bildirmiş. Yıllar süren “sarsılmaz irade, inanç, güven ve kararlılıkla verdiği” mücadele sonuç vermeyince bir açıklama gereği duyuyor.
Açıklama şöyle: “Başbakan, Bakanlar ve millet-vekilleri hariç sadece son üç Cumhurbaşkanına “devlete sahip çıkmaları” ve bizim ‘okul dışı eğitim’ çalışmalarımızda öğrenerek halka öğrettiğimiz gibi; Görevlerini tedvir ettikleri (etmekte oldukları) yıllarda karşılaştıkları sorunları yenmeleri, üstesinden gelmeleri ve zorlukları aşabilmeleri için ilim-fikir, öneri ve bilimsel proje içeren; Süleyman Demirel’e 3, Ahmet Necdet Sezer’e 10 ve Abdullah Gül’e 1 olmak üzere toplam: 14 dosya göndermek suretiyle başvurdum.
Ama maalesef “derde deva” bir sonuç alamadım.
Yerimde olsaydınız, siz ne yapardınız? Ben onların yerinde olsaydım, en azından Galip Baran’ı köşke çağırır, yüz yüze konuşurdum. Sanırım, çok da iyi olurdu... Bunu gören, onlarca, belki yüzlerce insan; “Seni, Cumhur-başkanı bile ciddiye almıyor” demez, beni yalnız bırakmaz ve ‘devlete sahip çıkma bilinci çığ gibi büyürdü’. Belki onları görenler de benzer çalışmalar başlatır bana “senin gibilerin sayısı çoğalmalı” diyenler, ne kadar artış kaydedip çoğaldığımızı görürlerdi. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
Yerimde olmadınız, yardımcı da olamadınız. Vekil de seçmediniz!..
Sonuçta benim gibilerin sayısı çoğalmadı. Ama ben, “ölünceye kadar” diyerek sevgili halkıma bağımsız Milletvekili adayı iken taahhüt ettiğim: Her kavşağa bir Galip, (Sabah, 16.12.1997) “okul dışı eğitim” çalışmalarımızı tek başıma da olsa sürdürüyorum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
Şu da var ki, beni ciddiye almamanızın, destek vermemenizin ve yalnız kalışımın yol açtığı motivasyondan olacak, insan davranışlarını araştırdım. Bu sayede “bilinç” konusunda uzmanlaştım. Bilinç bağımlısı oldum. Sonuçta bir “Bilinç Üniversitesi” kurdum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?
“Yönetimi denetleme ve devlete sahip çıkma” yı böylesine önemsememden olacak “yasa bağımlısı” da oldum. Devlete herkesten daha çok sahip çıkmağa başladım. Fena mı oldu, iyi mi oldu?” diyor ve soruyor: Galip BARAN: “Peki, siz, şimdi ne yapıyorsunuz?”
Halinizden, hayatınızdan, hal-vaziyet, durum ve gidişattan memnun musunuz?
***
GERÇEK GÜNDEM
Mustafa Nevruz SINACI
Sorumlu vatandaş, yasa bağımlısı Galip Baran’ın yakınmalarını dün bu sütunlarda okudunuz. Orada, gerçek gündemi, insan-birey ve vatandaş bağlamında yaşanan gerçek karşısında yapılması gerekeni her halde anladık, apaçık gördük ve algıladık.
Zira devlet bizim. Türkiye de Türkçe yayınlanan yabancı kaynaklı kartel medyasının aksine; Milli devlet ve milli mücadele banisi, “özgür, adil, hür, hâkim ve hükümran Türkiye” yanlısı yerel basın, bölge basını ve internet gazetelerinin halkın gönül hanesine seslenen, aklına hitap eden sorunsal şu: Milletin kahir ekseriyeti mahvolmuş bir haldedir.
İltimas tek geçer akçe. Rüşvetsiz iş ve ihale alınamıyor. Avantasız iş yapılmıyor.
Yolsuzluk gasp, suiistimal had safhada, ülke baştanbaşa, tam bir sorumsuzluk, basiretsizlik ve aymazlıkla AB sevdası uğruna dipten düze yağmalanıyor.
Osmanlı’nın son yıllarında da durum aynı değil mi idi?
Eğitim amacını yitirdi, yönetim kalitesi tabana vurdu..Koca koca üniversiteler tahsilli hırsız, yolsuz, çete-mafya, anarşist-terörist ve tedhiş elemanları üretiyor. Sanki ülkede alim ve akil adam kalmamış gibi, AB ve ABD’den, Büyük Atatürk’ün şiddetle men ve reddettiği batıdan, kötü batılıdan medet umuluyor. Büyük bir onur kaybı bu…
Oysa ilim evrenseldir. Müminin yitik malıdır. Nerede bulursa almalı, halkı için kendi ülkesinde, öz insanı yararına hayata geçirmelidir. Binlerce yıllık Türk medeniyeti ve “Medeni Siyaset” geleneği bunu gerektirir. ‘Gelin yapın, gelin alın” demeyi değil!..
Bu basitliktir. Acizliktir. Basiret ve beka noksanlığından ileri gelir..
Adalet ahlâkı, hukuk ilkeleri, siyaset ve yönetim bilimine aykırıdır.
Şimdi akıllı, imanlı-şuurlu, milliyetçi-memleketçi ve bilinçli olmak zamanıdır.
Bakınız karşımızda yer alan dost, müttefik ve müşterek maskeli haydutlara, ne kadar bencil, çıkarcı, menfaatperest ve emperyalistler. Cumhuriyet bunlara karşı kurulmadı mı? Devlet halk ile kaim ve millet iradesi ile daim denilmedi mi? Yoksa şu zamanın mesulü vekil ve vükelânın okuma yazması da mı yoktur. Yahut bu, anlama, algılama kabiliyetsizliği mi?
Başta Atatürk olmak üzere, kimse medeni devletlerle ilişki kurmayın ticaret yapmayın, dünya devleti olmayın demedi. Aksine eşitlik-mütekabiliyet kaydı şartıyla bunu teşvik ettiler.
NE AB’Sİ KARDEŞİM !...
Milletin sırtına yük, ağırlık, borç ve sıkıntı getirecek, getirdiğinden çok daha fazlasını götürecek bir sömürü düzeninde bu ülke ve halkın işi ne? Daha şimdiden millet batmış. Esnaf ve zanaatkâr çökmüş. Tarım-toprak, ziraat bitmiş. İşsizlik, açlık, yokluk-yoksulluk almış yürümüş. Yalan-talan, yolsuzluk-suiistimal, nitelikli dolandırıcılık, görev ihmali, anarşi-terör-tedhiş olabildiğince büyümüş. İşte tefessüh etmiş batıdan ithal kültürün eseri bu..
Ümraniye iddianamesi açıklandı. Şapka düştü kel göründü. Darbe faili zanlılarla demokrasi havarileri birbirine karıştı. Dillerde dolaşan isimlerin % 90’ı dışarıda medya sahibi, eski bakan, vekil, büyük iş (!) adamı, hatırlı-nüfuzlu, muteber yurttaş rolünde! Karşımıza bir ördüğüm çıkmış durumda. Allahtan korkmadan, milletten utanmadan Ergenekon adıyla tanımlanan organizasyonda anarşi-terör-tedhiş zanlılarından, kıdemli mason, misyoner, dönme-devşirme, koza ve kriptolara kadar her melânet var. Bu ne iş? Mesele vatan kurtaran Şaban komedisine dönüştü. Olay: Tam teşekküllü “temiz eller” operasyonunu zorunlu kılıyor.
Ey Hükümet, Yargı yahut Yasama! Yapın artık şu “TEMİZ ELLER” Operasyonu’nu daha ne bekliyorsunuz? Sanki başka çare mi var? Elbette yok.
Abdullah Gül, Recep Tayip, bakanları ve partisine sorarlar:
“Yoksa bir korkunuz, çekinceniz, karanlık maziniz ve meş-um bağlantılarınız mı var? Hüküm, hikmet ve adaletle ifa edemediğiniz ‘yürütme’ bu kadar tatlı, kârlı, kazançlı, cazip ve dayanılmaz mı geliyor. Şart mı? Bunca şaibe altında parlamenter kalmanız?
Açın adalet ve hukukun önünü, çözün Cumhuriyet Savcılarının elini.
Beklenen ve istenen: Adaletin tecelli-i ve “Hukuk Devletinin” avdetidir o kadar.
***
VATANDAŞA DÜŞEN GÖREV
Mustafa Nevruz SINACI
Yarım asır önce yolu kesilen ve alçakça bir ihanetle çökertilen milli rejim şimdilerde ayağa kalkma, kendine gelme, aslına dönme ve tekrar Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı yoluna girme mücadelesi veriyor, verebiliyor. Denk gelen tarih ve dönem çok önemli;
Şöyle ki, tüm dünya hızlı bir kaos-karmaşa, bunalım-buhran ve krize sürükleniyor.
Kendi kendine değil, yedi kız kardeşlerin başını çektiği evrensel bir çete tarafından.
Bu çete: Papalık (babalık)’tan feyiz, destek ve ilham alan “ilâh+silâh+ilâç” tacirleridir.
Sözde yenidünya düzeni, globalleşme ve küreselleşmenin ‘Küresel Emperyalizm” nam ve hesabına ‘organize suç örgütü’ bunlar. Bazı geri zekâlı, safdilli veya paralize tiplerin ileri sürdüğü gibi NATO tipi gladyo falan değil. Özellikle Türkiye için hiç değil. Düpedüz sivil ve siyasi organizasyon, Türkiye için birileri böyle konuşursa bilin ki o da bu menfur yapının ta göbeğindedir. (Bak: Genelkurmay Özel Harp Dairesinin kuruluş tarihi ve kuruluş amacına)
Şu an için Oxford dâhil dünyanın en şöhretli üniversiteleri bu düzeni tahkim edecek prototipler yetiştiriyor. Atatürk’ün dediği “Yurtta ve dünyada sulh” adalet, eşitlik ve hukuk sağlayacak, insan haklarını sağlamlaştıracak “özne” şahsiyetler değil! Bizde de durum aynı.
Yani sonuçta insanlık yaradılış amacı olan barış, hürriyet, adalet, refah, zenginlik ve mutluluk yerine koşar adım felâkete gidiyor. Sürükleniyor. Türkiye de bu azgın dalgaya zorla sürüklenmek isteniyor. Meselenin özü bu, oysa Türkiye insanlık dışı ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumu’ karşıtı emperyalist ülke olamaz. Bu menfur olgu, ilim dışı tertip ve teşebbüs Türk insanının doğasına, inancına ve bütün âlemin esasta fıtratına (yaradılış amacına) aykırıdır.
Ama ne var ki, yarım asra yakın süredir virüs bedene sokulmuş ve tahribatını hayli ilerletmiş bulunmaktadır. Afganistan, Irak, Sudan ve Pakistan pisi-pisine hastalığın pençesine düşmüş, İran ve Türkiye henüz operasyon aşamasındadır.
ŞİMDİ ZAMANI: Zira kutsal vücudumuza neşter çalınmadan, asil ruhûmuz domuz kanıyla kirletilmeden ve hak’a tapan kalbimiz, derin bilinç ve engin şuurumuz bulanmadan kendimize gelmek, tezgâhtan diri bir zindelikle yeni doğmuş gibi kalkmak zorundayız.
Bu onurlu-soylu kalkış ve yeniden diriliş; Yüksek bir azim ve irade işidir.
Atatürk’ün dediği ‘gerektiğinde milleti kurtaracak azim, irade, kararlılık ve bilinç’ şuur budur. Bu şuurla iç temizlik, çürümüşlük ve yozlaşmadan arınma, adalet ahlâkı ve hukuku hâkim kılarak ‘dört başı mamur bir hukuk devleti olma’ çabası tam bir fedakârlık ve kararlılıkla uygulanmalıdır. Süreç budur. Galip Baran bu sürecin öncüsü ve sözcüsüdür.
Kendini TC yurttaşı olarak algılayan ve tanımlayanlar için mesele çok basit. İşe;
“Bu devlet, ülke ve millet benim” bilinciyle başlamak; Sevgili halkımız arasında ASLA “sağcı-solcu, alevi-sünni, dinli-dinsiz, milliyetçi-enternasyonalci, Müslim-gayri Müslim, asli unsur-tali unsur” gibi ayrım gözetmemek, ayrımın hain Gladyo-Oligark, kripto-koza ve Baronlar tarafından; Halkı bölme, parçalama, yağmalama-sömürme amacıyla kullanılan yalanlar olduğunu bilmek; Bu bilinçle sadece “iyiler-kötüler, doğrular-yanlışlar”ı dikkate alarak “iyi insan ve dürüst vatandaşların” tıpkı Galip Baran gibi “hak-adalet hukuk ve ahlak yolunda” mücadeleye başlamak gerekir.
GÖREV: Cumhurbaşkanı dâhil tüm kurum ve kuruluşlara Meclise, yargıya, savcıya başvurmak, suç duyurularında bulunmak, davalar açmak, dilekçeler vermek kötüleri deşifre ve adalete havale etmektir. Ayrıca, yönetime hesap sormalı “hak, adalet ve hukuk nerede” demeli, hukuk yoluyla adalet istemeli; Haksızlıklar karşısında hükümet uyarılarak sorumlu vatandaşlık görevi hakkıyla yerine getirilmelidir.
4982 ve 3071 Sayılı Kanunlar gereği bu yasal bir yol-görev ve hukuki haktır. Eğer, Temiz Toplum, Temiz Devlet, onurlu-sorumlu, adaletli-dürüst, saydam hükümet; Kısaca “Hukuk Devleti” istiyorsak “yönetimi izleme ve denetleme hakkını kullanmak zorundayız. Zira hesap seçimlerde sorulur’ lâfı yalan ve ütopyadır. Doğrusu Galip Baran’ın bilinç, demokrasi, hak-adalet ve hukuk yolunda, sabır-inanç, azim, irade ve kararlılıkla yürümektir.

17 Temmuz 2008 Perşembe

KÜRESEL EĞİLİMLER VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Mustafa Nevruz SINACI
15 Temmuz 2008 Salı günü Ankara, Bilkent Otel ve Konferans Merkezi’nde Dışişleri tarihinde ilk kez Türkiye’nin dünyadaki bütün Büyükelçileri davet olunmak suretiyle önemli bir toplantı yapıldı. Toplantının adı: “Büyükelçiler Konferansı” Dışişleri Bakanı Ali Babacan Büyükelçiler Konferansının açış konuşmasını yaparak gündemde yer alan hususlara değindi. Konferansa ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulundu.
ANEKDOTLAR:
Konu hakkında bir irdeleme, inceleme ve değerlendirme yapmadan önce Bakan ne dedi? Başbakan’ın günler önce ‘büyük bir atılım-açılım içindeyiz” bir hafta içinde bütün Türk Büyükelçileri Ankara’da toplanacak. Dünyayı sarsacak boyutta gelişmeler olacak!” anonsu ile duyurduğu ‘Türkiye’nin bütün Büyükelçilerinin katıldığı bu konferansın sebebi hikmeti ne idi? Önce Bakan’ın konuşmasını ana hatları ile bir gözden geçirelim.
KONFERANSIN AMACI:
“Dünyanın dört bir yanına yayılan 103 Büyükelçilik ve Daimi Temsilcilikte görev yapan Misyon Şeflerimiz bu vesileyle bir araya gelmiştir. Bu vesileyle belki yıllarca birbirini göremeyen, birbirlerinden doğrudan haber alamayan arkadaşlarımız da bu defa burada görüşme fırsatını bulmuş oldular. *Bu konferansı düzenlemekteki temel amacımız, hem kendileriyle serbest bir tartışma ortamında, odaklı bir görüş alışverişine ve istişareye imkân sağlamak, hem de çeşitli konularda merkez ve dış teşkilatlarımız arasındaki eşgüdümü daha etkili ve daha verimli kılmaktır.
Türkiye, tarihi, coğrafi, kültürel ve jeopolitik konumu itibarıyla dünyada dış politika gündemi en yoğun ülkelerden birisidir. Dört gün sürecek olan Konferans sırasında, Bakanlık olarak yakından izlediğimiz tüm önemli konulara ilişkin ayrıntılı görüşmeler ve istişareler yapacağız. Konferans, (milli) dış politikamızın uygulayıcıları olan Büyükelçi ve Daimi Temsilcilerimize, görevleri sırasında edindikleri bilgi birikimi, deneyim ve perspektifleri diğer meslektaşlarıyla paylaşmaları imkânını sağlayacaktır. Bu konferansın her sene devam edecek bir geleneğe dönüşmesini gönülden arzu ediyorum.”
HATIRLATMA:1, Dünyanın gelişmiş demokrasileri ve yerleşik hukuk devletlerinde bakanlık ve hükümetten müstakil bir “Büyükelçiler Yüksek Konseyi” vardır. Bu konsey öyle bir yapıda organize olmuştur ki (Rusya örneği) bütünüyle hükümetten bağımsız olarak istişâri toplantılarını kendi özgün kuralları ve asırlar boyu istikrarla sürdürülen sarsılmaz-değişmez “milli politikalarının müzakeresi” doğrultusunda yapar. Hükümetler ancak ve sadece, alınan karar ve planlanan uygulamalarda ‘geleneksel milli politikalarda’ her hangi bir sapma eğilimi gördüğü takdirde konsey kararlarına müdahale eder. Aksi taktirde, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere benzer devletlerde olduğu gibi: “Dış politikanın bütünüyle milli mefküre, resmi idealler ve ikinci ve üçüncü ülkeler nezdinde menfaatlerin korunması, yayılması, sürekli ve kalıcı kılınması yönünde” geliştirilmesi zorunludur. Bu konseylerin çok önemli bir görevi de: Dış politika (harici misyon) gibi hayati bir alana sızmaları önlemek, Dışişleri teşkilâtında çok sağlam, imanlı-şuurlu (İsrail, İtalya, Yunanistan, ABD, İngiltere vb.) onurlu-sorumlu-dürüst, temsil-temayüz (müzakere) kabiliyetini haiz asli unsur (soydan milli) mükemmel dil, yüksek deha, ilim-irfan ve mutlak-samimi, temiz-özgün vatanseverlikle maruf ve mücehhez “gerçek şahsiyetlerin” yer ve görev almasına dikkat eder.
SORUN: Bizde dışişleri mesleği monşerlere münhasır olarak bilinir. Monşerler, her ne kadar bir “büyükelçiler konseyi” yok ise de, aslında var gibi hareket ederler ve aralarına soy, boy, inanç ve kan olarak Müslüman Türk, (gerçek) Kürt (Ermeni, Rum ve Yahudi asıllı kripto değil) dahil olmaması için ellerinden gelen her türlü önlemi alırlar. Bu nedenle Dışişleri 1937’ den bu yana milli menfaatleri korumaktan aciz, mütekabiliyetten bilerek bihaber, zevk-safa, israf-masraf, oyun-eğlence ve Arap ülkelerinde içki partisi verecek kadar gafildir. Görev ifa ettikleri ülkelerde Türk Kültür Merkezleri açmazlar, Türk Okul ve lobileri kurmazlar.
DİPLOMATLIK MESLEĞİ: (Bakan devamla)
Diplomasi mesleği boşlukta icra edilmemektedir. Uluslararası ilişkilerin, çevremizde ve dünyamızda olup bitenlere ilgisiz ve kayıtsız biçimde, genel ve makro eğilimleri göz ardı eden bir yaklaşımla sağlıklı biçimde yürütülmesi mümkün değildir. Bu nedenle, sözlerimin başında, Türkiye’yi de yakından ilgilendiren genel dünya koşulları hakkında kısaca bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
SON KÜRESELLEŞME DALGASI:
Halen, son küreselleşme dalgasının etkilerinin olanca keskinliğiyle yaşandığı bir zaman diliminden geçmekteyiz. Küreselleşme her şeyden önce ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılığı eşi benzeri görülmemiş ölçüde artırmış durumdadır.
Aynı zamanda uluslararası ekonomik sorunlar, domino etkisiyle hemen tüm ülkelerde zincirleme sonuçlara yol açmaktadır.
Buna paralel olarak, dünyanın ekonomik ağırlık merkezinin de giderek Batı yarıküreden Doğu yarıküreye doğru hareket etmekte olduğunu izliyoruz. Uluslararası sistemin gelecekteki yapısına ilişkin belirsizliklerin de günümüzdeki tartışmalara damgasını vurmaya devam ettiğini görüyoruz. 21. yüzyılda dünyanın gidişatı kimilerine göre “çok kutuplu” kimilerine göre de “kutupsuz” bir sisteme geçiş yönündedir. Her halükarda, şekillenmekte olan sistem içinde, herhangi bir ülkenin sistemin tümü üzerinde tek başına hegemonyaya sahip olamayacağı anlaşılmaktadır.
ADİL VE UZUN ÖMÜRLÜ İLİŞKİLER:
Bu yüzyılda uluslararası ilişkilere hâkim olacak yeni sistemin adı ne olursa olsun, adil ve uzun ömürlü olabilmesi için ne gibi özelliklere sahip olması gerektiği aslında bellidir. Bize göre, sağlıklı bir dünya düzeni, ancak çok taraflılık ve uluslararası meşruiyet temelinde kurulabilir. Şekillenmekte olan uluslararası sistem, insanlığı yeniden hasım kamplara bölmek yerine, ortak paydalar etrafında birleştirebilmelidir. Refahı eşit olarak yayabilen, insancıl ve barışçı bir dünya düzeninin kurulması yönünde aktif çaba harcamanın, gelecek nesillere karşı en büyük görevimiz olduğunu düşünüyorum.
BM GÜVENLİK KONSEYİ GEÇİCİ ÜYELİĞİ:
Ancak, bu denli büyük küresel hedeflere ulaşmanın yolunun, aynı derecede güçlü küresel mutabakatlar sağlanmasından geçtiği de açıktır. Böylesine sağlam bir uluslararası dayanışma ruhunu ise ancak çok taraflı kuruluşlar ateşleyebilir.
Halen bu sistemin bayrak gemisi de (BM) Birleşmiş Milletlerdir.”
NOT: Daha önce Türkiye DP-Menderes döneminde bu kurulda geçici üyelik yapmış ve dünya barışına çok önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak: İçinde yaşadığımız konjonktür Türkiye için “geçici üyelik” değil; “DAİMİ ÜYELİĞİ” gerekli ve zorunlu kılmaktadır.
Hedef geçici üyelik değil; bunun bir geçiş süreci olarak kullanılması kaydı şartıyla her ne pahasına olursa olsun mutlaka Daimi Üyelik olmalıdır.
***
Türkiye önümüzdeki birkaç ay içinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçildiği takdirde, barış ve refahı küresel kılmaya yönelik çabalarında işte bu idealden, bu yaklaşımlardan güç alacaktır.
Güvenlik Konseyi’ne seçildiğimiz takdirde izleyeceğimiz hareket tarzı konusunda biraz daha ayrıntı vermekte ben bu noktada fayda görüyorum. Bunlar aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası kamuoyuna açık taahhütleridir. Konsey’de temsil edilme hakkını kazandığımız takdirde özellikle şu hususlarda faal bir tutum içerisinde olacağız:
BM ‘GEÇİCİ ÜYELİĞİNDE’ HEDEFLER:
• BM, Birleşmiş Milletler reform sürecine destek vererek, kuruluşun uluslararası alanda daha etkin kılınması yönünde çaba harcayacağız.
KATKI: Kuruluşun uluslar alanda daha adaletli, eşitlikçi; ABD ve Rus güdümünden kurtarılmış, bütün üye ülkelerin ortak karar organı haline getirilerek demokratikleştirilmesi.
• BM, Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri çerçevesinde, 2015 yılına kadar dünyada yoksulluğun azaltılması ve onunla bağlantılı sorunların çözümüne yönelik uluslararası çabalara katkılarımızı daha da artıracağız.
KATKI: Dünyada doğal-ekolojik dengenin bilinçli bir kararlılıkla korunması, servet ve kaynak kullanımında adaletin sağlanması, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun en kısa sürede kapatılması; tüm dünyada barış, karşılıklı saygı-anlayış, adalet ahlakı ve hukukun hakim unsur haline getirilerek ‘küresel emperyalizmin” bencillik-çıkarcılık, filli işgal, gasp ve sömürü gibi insanlık dışı eylem ve tasarruflarına son verilerek; BM, NATO ve Globelleşme hareketinin “temel KÜRESEL ADALET unsurlarına” dönüştürülmesi…
• Uluslararası siyasi krizleri çıkmadan önlemeye çalışacak, bunun mümkün olamadığı durumlarda uyuşmazlıkların, güce başvurulmaksızın, barışçı yollardan çözümü yönünde canla başla çalışacağız.
KATKI: BM adına imiş gibi uluslar arası bir yalan, iftira ve fakat aslında küresel işgal ve ihtirasın zebunu olarak ABD tarafından vaki Afganistan ve Irak işgallerinin kayıtsız-şartsız derhal kaldırılmasına; AB’nin benzer sömürü-işgal politikalarına son verilmesine; özellikle de: Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 5 daimi üyesi ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in insan hakları ve evrensel adalet ilkelerine uymalarının sağlanması, İran'ın nükleer programıyla ilgili olarak dünya standartları bağlamında bir politikaya geçilerek işgal amaç ve hedefinden derhal vazgeçilmesi; Üye ülkelerden Çin, “Doğu Türkistan Sincan-Uygur Türk bölgesini terk etmediği ve yerel halkın hürriyet ve bağımsızlığını derhal tanımadığı taktirde BM Güvenlik Konseyi Daimi üyeliği ve BM üyeliğinden ihracının talep ve temini için çok ciddi ve kararlılıkla gayret göstermesi,
DİNLER ARASI DİYALOG:
• Hem toplumların içinde hem de ülkeler arasında görülebilen yabancı düşmanlığı, ırkçılık, ayrımcılık, hoşgörüsüzlük, aşırıcılık ve şiddet gibi tehlikeli eğilimlerle mücadelenin ön saflarında yer alacağız, farklı kültürler ve dinler arasında yeni diyalog kapıları açılmasına gayret edeceğiz.
TESPİT: Bizzat AB, ABD ve Çin ırkçılık zanlısı ve suçlusudur. Srebzenitsa, Karabağ, Irak, Afganistan ve Darfur katliamları ve soykırımından dolayı BM’de suçlular arasında yer almaktadır. ABD hariç olmak üzere AB ülkeleri ve Çin’de çok yoğunluklu bir asimilâsyon baskısı yaşanmaktadır. Önce teşkilatın kendi içinde vuzuh, adalet ve insani boyut kavramını hazmetmezi gereği vardır.
AYRICA: “Dinler Arası Diyalog” söylemi vahiy kaynaklarına dayalı evrensel hukuk, genel ahlâk, insani boyut ve bilgi tolumu esas ve ilkelerine, yani bilişme aykırıdır. Bu neden ve “Watikan’ın bir asimilasyon, dönüştürme-yozlaştırma-çürütme ve soykırım planı” olması hasebiyle kabul ve telaffuzu kabil değildir. Türkiye sadece “kültürlerarası diyalog” gibi ilmi disiplinler üzerine oturmuş; Gerçek bir medeniyet, barış ve anlayış projesine taraf olabilir.
DÜNYA BARIŞI:
• Dünyamızın aslında ne kadar küçük ve korumasız olduğu gerçeğinin daha iyi anlaşılması ve çevre (ekolojik) koruma bilincinin yayılması yönünde çaba göstereceğiz. Tabiatıyla, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi çatısı altında küresel sorunların çözümüne katkıları bu alanlarla sınırlı kalmayacaktır. Güvenlik Konseyi üyeliğinin bize yükleyeceği tüm sorumlulukların gereğini layık veçhile (adaletle) yerine getireceğimizden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Bilindiği gibi, Türkiye, Birleşmiş Milletler çatısı altında dünyanın çeşitli köşelerinde yürütülen barışı koruma ve destekleme operasyonlarına da, uzun yıllardır çok önemli katkılar sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler’e bu desteğimiz, imkânlarımız ölçüsünde daha da artırılarak önümüzdeki dönemde de devam ettirilecektir.
TESPİT: Bu katılımlar şu düzeyde (ne yazık ki) barışı koruma amaçlı değil; sadece ve yalnızca Amerika, İsrail, İngiltere ve topyekün emperyalizmin çıkarlarını koruma yönündedir. Bu istikametin düzeltilmesi ve insanlık davasına tevcihi Türkiye’nin görevi olmalıdır.
Güvenlik alanında NATO ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na (AGSP) katkılarımızı da, önem atfettiğimiz ilkeler temelinde sürdüreceğiz. NATO İttifakı, Türkiye’nin güvenlik ve savunma politikalarının önemli bir unsuru olmaya devam edecektir. İttifak’ın “açık kapı” politikası çerçevesinde üyelik kıstaslarını karşılayan yeni üyelerle genişlemesini sürdürmesinin, Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenlik ve istikrarına olumlu etkiler yapacağı kanaatindeyiz. Öte yandan, Türkiye NATO ile AB arasında işbirliğinin derinleştirilmesine de önem vermektedir. Ancak, bu ortaklığın verimli olabilmesi için, NATO’nun AB üyesi olmayan üyelerinin, daha önce sağlanan mutabakatlar doğrultusunda AGSP karar mekanizmalarına etkin katılımlarının sağlanması da gerekmektedir. Bu yöndeki çabalarımız önümüzdeki dönemde de kararlılıkla sürdürülecektir.
KATKI: TSK’ da’da diğer BM orduları gibi “resmi din subayı” (Tabur imamları) ile din ve moral subayı kadrolarının (1960’a kadar uygulandığı üzere) tekrar ihdası mutlak bir zaruret ve amaç olarak benimsenmeli; Orduda dinsiz-imansız, ateist ve pagan irticanın kökü kazınarak, asla ve kesinlikle “uluslar arası menfur bir tarikat olan” masonluk ve lions-rotary kulüpleri gibi alt yapı kuruluşlarının örgütlenerek yuvalanmasına asla izin verilmemelidir.
TÜRKİYE’NİN AB ÜYELİĞİ:
Türkiye’nin AGSP’ye etkin katılımı konusu, Avrupa Birliği’ne katılım sürecimizle de yakından bağlantılıdır. Bu bağlamda halen yaşanan sıkıntıların temelinde, NATO ve AB’nin Avrupa ölçeğindeki üyelik profilleri büyük ölçüde örtüştüğü halde, bir NATO üyesi olarak Avrupa’nın güvenliğine önemli katkılarda bulunmaya devam eden Türkiye’nin halen AB dışında olması yatmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin AB’ne tam üyeliğinin mümkün olan en kısa sürede (bağlanma biçiminde değil, eşit-adil haklar ve hukuk normları çerçevesinde) gerçekleşmesi, başka alanlarda sağlayacağı sayısız yararlara ilaveten, Transatlantik bölgesinin güvenliğinin pekiştirilmesi anlamında da ilgili tüm tarafların menfaatine olacaktır.
***
Bu vesileyle, devlet politikamız haline gelen AB’ne tam üyelik hedefimizde herhangi bir sapma olmadığını ve bu yönde aynı kararlılıkla çaba göstermeye devam ettiğimizi de özellikle vurgulamak istiyorum.
AÇIKLAMA: AB’ye “tam üyelik hedefi” bir devlet politikası olmaktan çıkmıştır. Zira “devlet politikası” halkoyu veya referandum yoluyla onaylanmış hususlar için geçerli olup; Bu güne kadar Türkiye hükümetleri bu yola başvurmaktan şiddetle kaçınmışlardır. Şu veya bu şekilde ülkemizi AB’ye katma arzusu sadece bazı siyaset kurumları ve bir takım hükümetlerin politikası olmaktan ileri gitmemiştir.
TÜRK MİLLETİ’NİN;
AB KONUSUNDA VERİLMİŞ BİR KARARI YOKTUR.
Bununla birlikte, Avrupa Birliği’nin Türk kamuoyu nezdindeki algılamasının son birkaç yıl zarfında önemli ölçüde yıpranmış olduğu ve halkımıza bu konuda yeniden güven aşılanmasının ertelenemeyecek bir ihtiyaç haline geldiği herkesin malumudur. Bu konuda en büyük görev de Avrupa Birliği’ne düşmektedir. AB konusunda kamuoyumuzun bazı temel beklentileri var: Bunlardan birincisi bu süreçte Türkiye’ye karşı ayrımcılık ve farklı muamele yapılmamasıdır. İkincisi de Türkiye’nin üyeliği konusunda AB ülkelerinden gelen mesajların tutarlı ve teşvik edici nitelikte olmasıdır.
AB Komisyonu’nun devam eden müzakere sürecindeki desteğinden dolayı memnun ve müteşekkiriz. Ancak bu desteğin üye ülkelerce Zirve kararlarına da net biçimde yansıtılması gerekir. “Ahde vefa” ilkesi bir anlaşmanın tüm taraflarını bağlayan temel bir hukuk kuralı ise, AB liderlerinin Birliğin Türkiye ile kurumsal ilişkilerinde bu ilkeye uygun hareket etmelerini beklemek en tabii hakkımızdır.
Şimdiye kadar sayısız vesilelerle fiilen göstermiş olduğumuz üzere, bu süreçte Türkiye üzerine düşeni yapacak ve reformlarını sürdürecektir. Hükümetimizin bu konudaki kararlılığında en ufak bir değişiklik yoktur. Esasen, yapılan reformların büyük bir kısmı, uzunca bir geçmişi olan modernleşme projemizin devamı niteliğinde olup, halkımızın da talep ve beklentilerini yansıtmaktadır. Kesintisiz sürdürülecek olan reform sürecinin sonunda Türkiye’nin ulaşacağı standartların, bugün Avrupa’da tam üyeliğimize karşı görünen çevrelerin kullandıkları söylemlerin büyük bir kısmını geçersiz hale getireceğinden ve tam üyelik yolumuzu açacağından kuşku duymuyorum.
KATKI: Türkiye AB sürecinde çok büyük ve telafisi imkânsız kayıplara maruz kalmış olup; Bunların başında Kıbrıs ve GB antlaşması gelmektedir. Ayrıca, AB ülkemizin iç politikasına ALENEN müdahale etmekte, kültürel çürüme ve yozlaşmayı desteklemekte, örtülü bir psikolojik savaş yürütmek, anarşi-terör ve tedhiş unsurlarına yardım ve yataklık etmek gibi çok büyük bir uluslar arası suç işlemek suretiyle: Milli birlik ve ulusal bütünlüğümüze zarar veren teşebbüs ve kalkışmalarda bulunmakta, terör suçlularını mülteci statüsünde kabul ederek ülkemize karşı kullanmaktadır.
Bu, kabul edilemez bir düşmanca tutumdur.
TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ:
Türk-Amerikan ilişkileri hem ikili düzeyde, hem de İttifak sistemi içinde köklü bir geçmişe, kapsamlı bir amaç ve çıkar ortaklığına (acaba!) ve sağlam bir jeopolitik zemine dayanmaktadır. Bu ilişkilerin daha geniş kapsamlı bir şekilde ekonomik, teknolojik, sosyal ve kültürel alanda zenginleştirilmesi gerekmektedir. Son dönemlerde PKK terör örgütü ile mücadelede gerçekleştirilen işbirliği (!!!) ve elde edilen olumlu sonuçlar, Türk-Amerikan ilişkilerine önemli açılımlar kazandırmıştır.
Türkiye’nin, AB üyeliğine giden yolda küresel sistemdeki ağırlığını daha da artırabilmesi için, kendi çevresinde istikrarlı bir barış ve güvenlik kuşağı kurması ve bunu giderek genişletmesi gerektiğinin de bilincindeyiz. Esasen Türkiye, çevresindeki gelişmeleri izlemek ve tepki vermekle yetinmemekte, sorunların çözümüne yönelik somut adımlar atmakta ve yapıcı politikalarını yeni ve özgün açılımlarla sürdürmektedir.
BÖLGESEL ETKİNLİK VE KÜRESEL AKTÖR?...
İzlediği etkin politikalar sayesinde, Türkiye, son yıllarda bölgesel uyuşmazlıkların çözümüne yönelik diplomatik faaliyetler bakımından bir “merkez” olmaya başlamıştır. Lübnan’daki siyasi krizin aşılmasından, Filistin-İsrail görüşmelerine, Pakistan-Afganistan diyaloğunun geliştirilmesinden Suriye ile İsrail arasında aracılı görüşmelerin tekrar başlatılmasına kadar bir dizi konuda proaktif çabalar harcamaktayız. Türkiye, bölge ülkeleri için güvenilir bir ortak olduğunu sayısız vesilelerle kanıtlamıştır. Kazandığımız bu güven sayesinde, sorunların çözümünde bir “kolaylaştırıcı” rol üstlenmekte ve olumlu sonuçlar da almaktayız. Bölgesel ve küresel barışa katkılarımız bu anlayış temelinde devam edecektir. Az sayıdaki ülke ile aramızda mevcut “stratejik ortaklık” ilişkisine ilaveten, bölgesel düzeyde de stratejik işbirliği süreçleri başlatmaktayız.
Bölgesel ortaklarımız da Türkiye’nin uluslararası alanda etkin roller üstlenmesine önem vermekte ve bunu fiilen de göstermektedirler. Nezdinde “Daimi Gözlemci” statüsüne sahip olduğumuz Afrika Birliği Örgütü’nün bu yılın başındaki toplantısında Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etmesi bunun somut bir örneğidir. Körfez İşbirliği Konseyi üyesi 6 ülke ile bir stratejik diyalog mekanizmasını da ayrıca başlatıyoruz. Keza, Asya kıtasının en etkili bölgesel kuruluşu haline gelmekte olan Şanghay İşbirliği Örgütü ile de daha yakın bir çalışma ilişkisi içine girmek istiyoruz.
TESPİT: Türkiye’nin asıl hedefi “AVRASYA TÜRK BİRLİĞİ” olmak zorundadır.
ANCAK; Bu ve bundan önceki hükümetler, Türkiye için tek yol, nihai alternatif ve hedef olan bu projeyi ‘kendi iç platformlarında bile” dile getirmekten çekinmekte, tarihin ve tabiatın bahşettiği ve devletimize Osmanlı’dan miras olan bir vecibeyi hayata geçirmekten imtina etmekte ve adeta korkmaktadırlar. Neden?...
BALKANLAR MESELESİ:
Türkiye’nin, ortasında yer aldığı Balkanlar, Karadeniz, Güney Kafkasya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerine yönelik yakın ilgisi, önümüzdeki yıllarda da devam edecektir.
Bu bölgelerde önemli siyasi ve ekonomik girişimlere öncülük etmiş olan Türkiye, akrabalık ilişkileriyle de bağlı olduğu komşu ve yakın coğrafyalarda oynamakta olduğu yapıcı rolü önümüzdeki yıllarda daha da güçlendirmek arzusundadır. Bu çerçevede, bağımsızlık süreçlerinden itibaren kendilerine güçlü destek sağladığımız Orta Asya Cumhuriyetleriyle işbirliğimize yeni bir ivme kazandırılması da hedeflerimiz arasındadır.
KATKI: Türkiye’nin öncelikli hedefi, başta Batı Trakya, Bulgaristan, Romanya ve eski Yugoslavya toprakları olmak üzere Türk ve Müslümanlara yönelik ayrımcılık, mezalim, haksızlık ve hukuk gasplarını önlemek suretiyle tam mütekabiliyeti sağlamak olmalıdır. Yani, Türkiye de yaşayan azınlıklar hangi hak ve hukuka sahip ise, ilgili ülkelerde yaşayan soy ve boy kardeşlerimizde aynı hak ve hukuka sahip olmak zorundadırlar.
***
Aksi takdirde Türkiye ülkesinde yaşayan yabancılara; Ülkelerinde Türk vatandaşlara uygulanan hukuk ve hareket tarzını uygulama hakkını kullanacaktır. Evrensel hukukun sağladığı Mütekabiliyet hakkı budur. Şu hale nazaran AB, toprakları üzerinde yaşamakta olan yaklaşık 4.5- 5 milyon civarındaki Türk’e asimilasyon uygulamaktan derhal vazgeçmek, TC’ de kendi ülke vatandaşlarına tanınan bütün hakları tanımak; Yunanistan ve Bulgaristan ise ülkelerinde mukim Türklere, “Türkiye’de Rum-Yunanlılara tanınan” bütün hakları tanımak zorunda ve durumundadır.
KIBRIS POLİTİKASI:
Kıbrıs Türk halkının güvenlik ve refahının sağlanması ve Doğu Akdeniz’de denge (güvenlik) ve istikrarın korunması, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının iki ana stratejik hedefini oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulmak için yapılacak girişimlere Birleşmiş Milletler’in yerleşmiş parametreleri çerçevesinde desteğimizi sürdüreceğiz. Komşularımız arasında ilişkilerimizin problemli olduğu tek ülke olan Ermenistan ile ilgili olarak da ilişkilerde inisiyatif alan taraf konumumuzu sürdüreceğiz. Attığımız adımlar karşılık gördüğünde ilişkilerimizi arzu edilen seviyelere çıkarmak için çaba göstermeye devam edeceğiz.
TESPİT: Türkiye’nin bir Kıbrıs sorunu yoktur. Sorun yaratan Yunanistan ve AB’dir. Türkiye istediği her an Londra-Zürich ve Garanti antlaşmasında yer alan haklarını kullanmak suretiyle KKTC’ni ilhak etmek veya Kıbrıs’ın tamamı üzerinde hak iddia ederek adayı bir bütün olarak topraklarına katma hakkına sahiptir. Zira, şu halde Lozan antlaşmasının ilgili hükmü çiğnenmiş ve bahusus mezkür antlaşmalar da yok sayılmak istenmektedir. Bu aleni bir kötü niyet, işgal, ilhak ve tasallut izharıdır. Türkiye “Kıbrıs’ın” tamamı üzerindeki tarihi, tabii ve yasal haklarını saklı tıtacaktır.
DIŞ POLİTİKA DA HEDEFLER:
Dış politika alanındaki hedeflerimize ulaşabilmemiz, aynı zamanda Türkiye’nin hızlı ekonomik büyüme eğilimini korumasına ve küresel ekonomide ağırlığını artırmasına da önemli ölçüde bağlıdır. O nedenle ekonomik alandaki hedefleri en az siyasi alandaki hedefler kadar önemli ve öncelikli görüyorum.
Türkiye’nin küresel ekonomik sistem içindeki yerini pekiştirirken, aynı zamanda dışa açık olmanın getirebileceği bazı olumsuz (DÜŞMANCA) etkileri de en aza indirmeye çalışmamız gerekmektedir. Yeni küresel krizlerin çıkması durumunda, bu şokları en az zararla atlatmamıza imkân sağlayacak bir ekonomik yapıya sahip olmamız yaşamsal önemdedir. Bu da, Türkiye’nin yüksek katma değer üretebilen ve yüksek rekabet gücüne sahip bir ekonomi haline gelmesi ile mümkün olacaktır.
TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKA VİZYONU:
Esasen, ekonomik alanda önümüzdeki döneme ilişkin (Türkiye) vizyonumuz 2007–2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı’nda belirlenmiştir:
TESPİT: Türkiye’nin hedefi, doğal olarak “İnsani Boyut ve Bilgi Toplumudur”
Sadece “Bilgi Toplumu” safsatası değil. Zira ülkemiz kadim bir medeniyetin nihai evresi olup ana davası “insanlık âleminin huzur, barış, zenginlik-refah ve mutluluğudur”
Bu da Türkiye’yi, istikrar içinde büyüyen, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen ve AB’ne üyelik için uyum sürecini tamamlamış (?) bir ülke haline getirmektir.
DAHA UZUN VADEDEKİ HEDEFLER:
Daha uzun vadedeki hedefimiz ise, Türkiye’yi 2020’li yıllarda ekonomik alanda küresel bir güç konumuna yükseltmektir. Türkiye bunun için gerekli dinamizm ve insan kaynaklarına fazlasıyla sahiptir. Nitekim gerekli yapısal dönüşümleri sürdürmemiz ve istikrarı korumamız durumunda, Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıldönümü olan 2023 yılında Türkiye’nin, dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesi beklenmektedir.
DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ:
Dünya Ticaret Örgütü’ne 1995 yılından beri üye olan Türkiye, küresel ekonomiyle büyük ölçüde bütünleşmiş durumdadır. İkili ve bölgesel düzeylerde kurduğumuz ekonomik ilişkiler ağı da son yıllarda giderek genişlemektedir. Komşu ve yakın çevremizdeki ülkelerle ticaretimizin toplam dış ticaretimize oranı giderek artmaktadır. 1996 yılından beri Balkanlar-Kafkaslar-Orta Doğu üçgeni içinde yer alan 11 ülke ile Serbest Ticaret Anlaşmaları (STA) imzaladık. 14 ülke veya çok taraflı kuruluşla STA akdine yönelik girişimlerimiz de sürmektedir. Bunlar arasında KİK, MERCOSUR ve SACU gibi önemli bölgesel kuruluşlar da bulunmaktadır. Bu çerçevede, 2010 yılına kadar kurulması öngörülen Avrupa-Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesinin de, bölgesel ekonomik ilişkilerimize yeni bir ivme kazandırabileceğini düşünüyoruz. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün bölge ülkeleri arasında oluşturduğu yeni dinamiklerin ve sinerjinin de bu olumlu tabloya eklenmesi mümkündür.
EKONOMİK VE SİYASİ REFORMLAR:
Kuşkusuz Türkiye’nin son beş yılda gerçekleştirmekte olduğu ekonomik ve siyasi reformlar, Türkiye’nin dışarıda görünürlüğünü çok değiştirmiştir. Özellikle siz büyük elçilerimiz, bunu bulunduğunuz ülkelerde yakından izlemektesiniz. Türkiye, dünyanın dört bir köşesinde artık bir başarı örneği olarak anılmakta ve pek çok ülkede, pek çok çevrede takdirle karşılanmaktadır. Siyasi reformlar ekonomik reformları, ekonomik reformlar ise siyasi reformları desteklemektedir. Bunların her ikisinin de paralel bir şekilde ilerliyor olması son derece önemlidir. Türkiye’nin iyi işleyen bir demokrasi haline gelmesi, Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda uluslararası standartlara ulaşmamız, hukukun üstünlüğü ilkesinin Türkiye’de gerçek anlamda egemen olması aynı zamanda ekonomik geleceğimizin de garantisini oluşturan temel unsurlardır. Türkiye, geçen yıl sonu itibarıyla ulaştığı 659 milyar dolarlık milli gelirle dünyanın 17. büyük ekonomisidir. Avrupa Birliği’ne üye olmuş olsaydı Türkiye, bugün Avrupa Birliği’nin 6. büyük ekonomisi olacak idi. Bunun dünyanın dört bir köşesinde, sizler tarafından, Büyükelçilerimiz tarafından da sık sık vurgulanması ve Türkiye’nin ekonomik başarılarının da özellikle gündeme getirilmesi ülkemiz açısından kuşkusuz önemlidir.
GELENEKSEL EKONOMİK VE SİYASİ İLİŞKİLER:
Yine bu süreçte Avrupa, ABD ve komşu ve yakın ülkelerle geleneksel ekonomik ve siyasi ilişkilerimize kuşkusuz büyük değer vermekteyiz ve bu bağları daha da güçlendirmek istiyoruz. Bununla birlikte, özellikle ekonomik alandaki hedeflerimize ulaşabilmek için sadece kendi yakın coğrafyamızla yetinmememiz ve hem ufkumuzu hem de menzilimizi genişletmemiz gerektiği de açıktır. Bu nedenle, şimdiye kadar aramızdaki işbirliği potansiyelinin tam olarak değerlendirilemediği coğrafyalara yönelik açılım politikalarımız da sürecektir. Ancak bunlar AB’nin ve transatlantik bağlarımızın alternatifi değil, tamamlayıcı boyutudur.
***
“BRIC” ülkeleri olarak da ifade edilen Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin, ekonomik potansiyelleri bakımından halen tüm dünyanın ilgisini çeken ülkelerdir. Özellikle, günümüzün en hızlı büyüme oranına sahip gelişen ülkesi durumundaki Çin, gerek büyük iç pazarı, gerek cezbetmekte olduğu dış yatırımlar ve kendi dış yatırımları itibarıyla küresel ekonominin de itici güçlerinden birisi haline gelmiştir. Bu çerçevede, Çin ve Türkiye’nin aralarındaki ekonomik işbirliğini derinleştirmelerinin her iki ülkenin de menfaatine olacağı kanısındayım. Bu yıl Rusya en büyük ticaret ortağımız haline gelmiştir. Karşılıklı yatırımlardaki hızlı artış ve inşaat sektörümüzün Rusya’daki başarıları, bu ülke ile ekonomik ilişkilerimizin ne kadar derinleştiğini de göstermektedir.
HİNDİSTAN VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ:
Keza, bilgi teknolojilerindeki uzmanlığı ve eğitimli insan potansiyeliyle dikkat çeken Hindistan’la Türkiye arasında çeşitli alanlara yayılan daha yakın bir işbirliği tesisinde de büyük yarar vardır. Gerek Şubat ayında Hindistan’a yaptığım ziyaret, gerek akabinde yapılan ikili temaslar bu kanımızı daha da pekiştirmiştir. Nitekim bu ülkeye yapılan açılımların karşılıkları da hızlı bir şekilde alınmaya başlamıştır.
TÜRKİYE-JAPONYA İLİŞKİLERİ:
Buna ilaveten, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olma özelliğini koruyan Japonya ile ilişkilerimize de büyük önem veriyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızın Haziran ayında bu ülkeye yaptıkları ziyaret, Japonya’nın da daha üst düzeyde bir işbirliğine istekli ve hazır olduğunu bize göstermiştir. Küresel ölçekte faaliyette bulunan belli başlı Japon firmalarının Türkiye’nin coğrafi avantajlarından daha etkili biçimde yararlanma arzusunda olduklarını bu ziyaret sırasında müşahede ettik. Bu çerçevede, özellikle yatırım ve teknoloji transferi gibi alanlarda işbirliğini giderek artırmayı hedefliyoruz.
YENİ BÜYÜKELÇİLİKLER:
Önümüzdeki dönemde Hindistan ve Brezilya’daki temsilciliklerimizin sayısını, kurulacak yeni Başkonsolosluklarla daha da artırmayı öngörüyoruz.
Ayrıca, bölgeyle ilişkilerimize atfettiğimiz önem çerçevesinde, Latin Amerika’da yeni Büyükelçilikler açılmasına da karar vermiş bulunmaktayız.
AÇILIM POLİTİKALARI:
Açılım politikalarımız içinde Afrika’ya da özel bir önem veriyoruz.
2002–2007 döneminde dünya ortalamasının üzerinde büyüyen Afrika kıtasıyla ekonomik ve ticari ilişkilerimize yeni bir ivme verilmesi için zaman ve zeminin uygun olduğunu düşünüyoruz. Hedefimiz, 2007 sonunda 13 milyar dolara ulaşmış olan kıtayla toplam ticaret hacmimizi 2012 yılına kadar 50 milyar doların üzerine çıkarmaktır. Önümüzdeki birkaç yıl içinde Afrika kıtasında açacağımız 15 yeni Büyükelçilik bu süreci daha da hızlandıracaktır. Kısa vadede ise, gündemimizdeki öncelikli bir konu bir ay sonra İstanbul’da yapılacak birinci “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi”dir. Afrika ile ilişkilerimizde bir kilometre taşı olarak gördüğümüz bu Zirvenin başarısına da büyük önem vermekteyiz. 53 ülkenin temsil edilmesini beklediğimiz bu zirveye çok sayıda devlet başkanı ve hükümet başkanı davet edilmiştir. Türkiye-Afrika ilişkilerinde bir ilk niteliği taşımaktadır.
YOKSULLUK SORUNU:
Dünyada tarımı, sanayileşmeyi ve küresel ticareti geliştirme yönünde kaydedilen tüm ilerlemelere rağmen, yoksulluk büyük bir sorun olmaya devam etmektedir. Yeryüzündeki en yoksul 2,6 milyar insan, dünya nüfusunun yüzde 40’ını oluşturuyor. Bunun sağlıklı bir tablo olduğunu herhalde kimse iddia edemez.
ANCAK! Dünyada yoksulluğun başıca nedeni yolsuzluktur. Türkiye olarak bunu çok iyi biliyor, izliyor ve gözlüyoruz. Mensubu olmaktan onur ve iftihar duyduğumuz İslâm, hüküm (yönetim bilimi) konusunda hikmeti (adalet ve hukuku) öngörmektedir. Dolayısıyla bu gün için bizce insanlığın en büyük sorunu “insanı yaşat ki devlet yaşasın” veya “insan için devlet” felsefesinden bütünüyle uzaklaşılmış ve bilumum küresel tasarruf ve teşebbüslerin ilâh, silâh ve ilâç tüccarlığı ile insanlığın ahlaksızca sömürülmesi, soyulması ve “çok küçük bir azınlığın”; Milyarlarca insanın “kene gibi” kanını-canını, malını-mülkünü, varını-yoğunu gasp ve irtikabı üzerine odaklandığını görmekteyiz.
Bu vahim bir felaketin habercisidir.
Devletlerin insan hakları, adalet, hak-hukuk ve demokrasi’den uzaklaşması insanlığın hayrına değildir. Kaldı ki; iki dünya mahkemesinden biri olan (AİHM) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi siyasallaşmış, LAHEY YÜKSEK ADALET DİVANI ise atıl ve muattal bir hale düşerek işlevini yitirmiştir.
ÖNERİ: Türkiye, AİHM ve Lahey Adalet Divanı’nın ilga edilerek, tüm dünyayı şamil ve bütün devlet “YÜKSEK MAHKEMELERİNİN” taraf olacağı yeni, rasyonel ve objektif bir “DÜNYA MAHKEMESİNİN” kurulmasından yanadır. Zira dünyanın, her zamankinden daha çok “şimdilerde” bir ADALET kapısına ihtiyacı vardır.
İNSANİ YARDIMLAR:
Türkiye’nin en az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere resmi ve özel düzeylerde sağlamakta olduğu insani ve kalkınma yardımları her yıl düzenli biçimde artmaktadır ve kamu ile özel sektör yardımlarımızın toplam miktarı 2007 yılı sonu itibarıyla yaklaşık 3 milyar dolar olmuştur. Türkiye, bu çerçevede, En Az Gelişmiş Ülkelerin geleceklerini şekillendirecek insan kaynaklarını geliştirmeye yönelik eğitim ve istihdam odaklı yardım projeleri yürütmektedir.
YÜKSELEN “DONÖR” ÜLKE TÜRKİYE:
Gerek nakdi olarak sağladığımız insani ve kalkınma yardımları, gerek gelişmekte olan ülkelerde yaptırdığımız okul, hastane ve sağlık merkezi gibi altyapı tesislerinin sayısındaki kayda değer artışlar, artık uluslararası sınıflandırmalarda Türkiye’yi “yükselen donör ülke” haline getirmiştir. Şu hususu özellikle vurgulamak isterim ki, En Az Gelişmiş Ülkelerle ilişkilerimiz zaman içinde sınırlı, kısa vadeli ve dar görüşlü hedeflere endeksli değildir.
Amacımız kurmakta olduğumuz tüm yeni ortaklıkları kalıcı, istikrarlı ve uzun soluklu kılmaktır.
YENİ DIŞ POLİTİKA PERSPEKTİFİ:
Önümüzdeki yıllarda dış politika gündemimizde ağırlığı giderek artacak olan bir başka konu da küresel ısınma ve sonuçlarıdır. Türkiye, içinde bulunduğu yarı-kurak iklim kuşağı dolayısıyla, küresel ısınmanın olumsuz sonuçlarından ilk planda etkilenebilecek ülkeler arasında yer almaktadır. Tahminlere göre, mevcut küresel ısınma eğiliminin sürmesi halinde insanlığın ciddi var oluşsal sorunlarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır.
Türkiye, sanayileşmesini sürdürmekle birlikte, yüzde 1’in altındaki payıyla dünyadaki karbon salımları listesinde oldukça alt sıralardadır. Buna rağmen, yerkürenin geleceğiyle ilgili olumsuz tahminler, bizim için de ciddi bir endişe kaynağıdır.
Öngörülen felaket senaryolarının önlenmesinde istisnasız her ülkeye görev düştüğünün bilincindeyiz. İşte bu anlayışla, Kyoto Protokolü’ne katılma kararını aldık.

***
Küresel ısınmanın sonuçları bağlamındaki bir diğer gerçek de, tatlı su kaynaklarının öneminin önümüzdeki on yıllarda giderek artacağıdır. BM Çevre Programı yetkilileri, mevcut tüketim eğilimlerinin tasarruf lehine değişmemesi halinde, 2025 yılında dünyadaki üç kişiden ikisinin susuzluk sorunuyla karşı karşıya kalacağını belirtmektedirler.
Bu sonucun önlenebilmesi, suyun korunması ve idaresi konusunda dünyada kolektif bir bilincin hâkim kılınabilmesine bağlıdır.
Bu bakımdan, önümüzdeki yıl Mart ayında İstanbul’da düzenlenecek ve binlerce uzmanı bir araya getirecek olan 5. Dünya Su Forumu’na da büyük önem atfetmekteyiz. Bunun İstanbul’da yapılacak olması, çevreyle olan konuların önemli bir gündem maddesini teşkil ettiği bu günlerde tüm dünyanın ilgisini kuşkusuz İstanbul üzerinde yoğunlaştıracaktır.
KÜLTÜLER ARASI İLİŞKİLER:
Eskiden pek önemsenmeyen kültürler arasındaki ilişkilerin durumu ve gidişatı, şimdi dünya gündeminin en üst sıralarına yerleşmiştir. Dünya’da kültürler ve inanç sistemleri arasında işaretleri şimdiden görülen kutuplaşma yeni tehlike ve tehditleri gündeme getirebilecektir. Bunun önlenmesinde Türkiye, başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı doğal avantajlarla merkezi bir rol oynayacak durumdadır.
STRATEJİK ÖNEM:
Coğrafyamız ve tarihi arka planımız itibarıyla, Batı’da kodifiye edilen ve kurumsallaştırılan evrensel değerleri Doğu’ya, Doğu’nun kültürel zenginliklerini ve bazı alanlardaki hassasiyetlerini de Batı’ya ulaştırmak gibi önemli bir misyona sahibiz. Bu çerçevede, Türkiye, değişik kültür ve inanç sistemleri arasında, farklılıklar yerine ortak noktaları ön plana çıkaran, karşılıklı saygıyı kurumsallaştıran ve “ötekileştirme” yi “empati” ile ikame eden yeni bir paradigmanın yerleştirilmesine gayret etmektedir.
MEDENİYETLER İTTİFAKI:
Türkiye ve İspanya’nın öncülüğünde kurulan Medeniyetler İttifakı Girişiminin İkinci Forum Toplantısının 2009 Nisan ayında Türkiye’de yapılacak olması, bizim açımızdan hem önemli bir fırsat, hem de bu çabalarımızın başarı ve etki derecesini ölçmemize imkân sağlayacak bir sınama niteliğindedir.
Bu bakımdan, söz konusu Forumun temel mesajları üzerinde şimdiden düşünmemizde yarar olduğu kanaatindeyim.
DOSTLAR GRUBU:
Başbakanımız Sayın Recep Tayip Erdoğan ile İspanya Başbakanı Sayın Zapatero’nun eş başkanlığında başlatılan ve bütün dünyada geniş yankı bulan bu girişim artık bir BM girişimi haline gelmiştir. “Dostlar Grubu” adıyla bir grup kurulmuştur ve anılan grup üyeleri listesine konuyla ilgilenen ülkeler ve uluslararası kuruluşlar kaydolabilmektedir. Şu anda 80’in üzerinde ülke ve uluslararası kuruluş Medeniyetler İttifakı’nın “Dostlar Grubu” içerisinde yerini almıştır. En son Madrid Forumu’na 45 ülkenin Bakanı katılmıştır.
Önümüzdeki dönemde, Nisan 2009’da düzenleyeceğimiz İstanbul’daki Foruma ise, çok daha yoğun bir katılım bekliyoruz.
KÜLTÜRLER ARASI DİYALOG:
Türkiye bu konuyla bağlantısı bulunan diğer uluslararası çalışmalara da etkin biçimde katılmaktadır.
Son olarak Mayıs ayında Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen “Kültürlerarası Diyalog Beyaz Kâğıdı” nın hazırlanmasına önemli katkılarda bulunduk.
Keza, İslam Konferansı (İKO) Örgütü’nün kuruluşundan bu yana ikincisi olan, Yeni Şartı’nın, demokrasi, şeffaflık, insan hakları, hukukun üstünlüğü, (Hukuk Devleti) hesap verilebilirlik ve cinsiyet eşitliği gibi (İslâmi) evrensel değerleri daha iyi yansıtacak bir içerik kazanmasında Türkiye’nin harcadığı yoğun çabaların önemli rol oynadığının da özellikle altını çizmek isterim. 57 ülkenin ortaklaşa kabul etmiş olduğu bu “Yeni Şart” aslında, İslam Konferansı Örgütü ülkelerinin önümüzdeki dönemde belki kendi içlerinde yaşayacağı değişim süreçlerine Türkiye’nin katkısını da somutlaştırmıştır. Bu gelişmeler, aslında insanlığı birleştiren noktaların ayıran noktalardan çok daha önemli ve fazla sayıda olduğunu da göstermektedir.
KÜLTÜREL ALANDA DIŞ POLİTİKA:
Kültürel alanda dış politikamızın önceliklerinden biri de yurtdışındaki Osmanlı/Türk kültür mirasının korunmasıdır. Buna paralel olarak, çeşitli şiveleriyle dünyada yaklaşık 200 milyon kişinin konuştuğu Türk dilini küresel bir iletişim aracı haline getirme yönünde çaba harcamalıyız. Diğer ülkelerde açılacak Türk kültür merkezleri, araştırma enstitüleri, Türk kürsüleri ve okullar bunun kilometre taşlarını oluşturacaktır. Yoğun çabalarımız sonunda İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi önemli bir fırsattır. Tanıtım alanında belki en çok ağırlık vermemiz gereken konu turizmdir. Ülkemizi ziyaret eden turistler bizim fahri kültür elçilerimizdir. Ülkemizi daha fazla turist ziyaret ettikçe, Türkiye’nin bazı ülkelerde haksız biçimde maruz kaldığı yanlış imaj sorunu da zaman içinde kendiliğinden gündemden düşecektir.
SORUN: Ülkemiz yoğun bir psikolojik savaş ve ajitasyon bombardımanına maruzdur.
Ülkemiz ve halkımız insani-bilimsel, kültürel ve geleneksel değerlerimiz ile kadim medeniyetimiz cihetiyle bir büyük tehdit ve taciz altındadır. Türkiye de masonlar devleti içten çökertme faaliyeti yaparken, misyonerler halkımızın dinini değiştirmek; Din değiştirmeyenleri ise çürütmek-yozlaştırmak, bunun yanı sıra zaman içinde Türkleşmiş Ermeni, Rum ve Yahudi unsurlarını “ana dil, etnik kimlik, ırk, dil, din, inanç ve mezhepler bağlamında” vahim bir ayrışma, dağılım ve çözülüm uygulamaları yapmaktadırlar.
Buna mukabil AB, coğrafyasında yaşayan Türklere asimilasyon uygulamakta, din, dil, ibadet ve ibadethane hürriyetini kısıtlamakta; Anadil ile konuşmayı yasaklamakta, ülkemize sürekli masonik unsurlar ve misyonerler göndermesine karşın Türk-Müslüman din adamları ile “İrşat Görevlilerinin” sınırdan geçmesine bile izin verilmemektedir.
OYSA: Mütekabiliyet mutlak bir hukuk ilkesi olup; Özenle itibar etmeyenler, tam bir ciddiyet, cesaret, azim, irade ve kararlılıkla uygulamayanlar ya sinsi düşman, kripto, ajan veya provokatördürler. AB bu şekilde tek taraflı çalışmakta, ülkemize çifte standart uygulamakta ve kendisini bu hususta haklı, Türkiye’yi haksız görmektedir.
Bu nedenle Türkiye’nin AB politikasının mutlaka yeniden gözden geçirilmesi, katılma tarihi ve “TAM ÜYELİK” konusunda kesin tavır ve tarih istenerek, derhal halkoyuna yani AB için referanduma gidilmesi zorunlu hale gelmiştir.
TURİZM STRATEJİSİ:
Esasen Türkiye’nin dünya turizm pazarındaki payı da gittikçe büyümektedir. Nitekim 2007 yılında 21 milyondan fazla turist ağırladık ve turizm gelirleri bakımından dünyada 7. sıraya yükseldik. Bu yıl ise 25 milyonun üzerinde turisti Türkiye’ye çekmeyi hedeflemiş durumdayız. Öngördüğümüz turizm seferberliğinin başarısında, dış temsilciliklerimizin de önemli rol oynayacağını bu vesileyle vurgulamak istiyorum.

***
YURTDIŞINDA YAŞAYAN VATANDAŞLARIMIZ:
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızı bulundukları ülkelerle Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin en sağlam teminatı, kültürel alanda doğal bir dostluk köprüsü ve ekonomik alanda da işbirliğini derinleştiren aktörler olarak görmekteyiz. Ancak vatandaşlarımızın çoğu zaman kendilerinden kaynaklanmayan önemli sorunlarının da bulunduğu göz ardı etmemeliyiz.
Bunların temelinde, çoğunlukla kültürel unsurların yattığı da bir gerçektir.
AVRUPA’DA YAŞAYAN TÜRKLER:
Buna paralel olarak, nüfus artış oranları abartılmak veya düpedüz yanıltıcı veriler kullanılmak suretiyle, Avrupa’daki göçmen toplulukları hakkında bazı endişe ve korkuların suni biçimde körüklenmekte olduğunu da biliyoruz. Bu süreçte, ne yazık ki, göçmen toplulukların, sık sık, iç siyasi tartışmaların veya seçim kampanyalarının da önemli unsurlarından biri haline getirildiğini görmekte ve bunu üzüntüyle karşılamaktayız. Objektif, dürüst araştırmalar aslında Avrupa’daki göçmen kitlelerle ilgili vehimlerin son derece yersiz olduğunu da ortaya koymaktadır.
UYUM SORUNLARI:
Bu meyanda, Türkiye olarak biz, vatandaş ve soydaşlarımızın çalıştıkları veya vatandaşlığına geçtikleri ülkelere başarıyla uyum sağlamalarına, katılımcı bir anlayışla toplumsal yaşamın tüm alanlarında etkin roller üstlenmelerine büyük önem vermekteyiz. İçinde yaşadıkları toplumun dilini iyi konuşan, çalışan, üreten, istihdam yaratan, vergi veren, yasalara saygılı bireyler olarak Avrupa’da yaşayan vatandaş ve soydaşlarımızın Avrupa kültürüyle uyumlu olduklarını her vesileyle göstermeleri büyük önem taşımaktadır. Bunu yaparken benliklerinin ayrılmaz parçası olan öz değerlerini de korumak kuşkusuz onların en doğal haklarıdır.
KONSOLOSLUK HİZMETLERİ:
Çağdaş teknolojileri etkili biçimde kullanarak konsolosluk hizmetlerinin sürat ve kalitesinin artırılması, yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik politikamızın temel hedefleri arasındadır. Konsolosluk hizmetlerini büyük ölçüde elektronik ortama aktarmış bir ülke olarak bu alanda öncü rol de oynamaktayız. Ancak, sistemin veriminin artırılabilmesi bakımından, “e-konsolosluk” ve “konsolosluk çağrı merkezi” gibi imkânların vatandaşlarımızca daha yaygın biçimde kullanımının teşviki konusunda dış temsilciliklerimizce yeni bir hamle yapılmasında da doğrusu yarar görmekteyim. Bu çerçevede, yurtdışında okuyan Türk gençlerini de, öğrenimlerini tamamladıktan ve belirli bir iş tecrübesi edindikten sonra Türkiye’ye dönmeleri konusunda teşvik etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin kalkınma modelinin, sanayi-sonrası dünyasının gerekleriyle uyumlu hale gelmesi ve bilgi toplumuna dayanabilmesi için, dışarıya doğru “beyin göçü”nü tersine çevirmemiz şarttır. Esasen çalışabilir nüfusumuzun oranının yüksekliği, toplumun genç ve eğitimli olması ve insan kaynaklarımızın zenginliği, AB katılım sürecinde de en büyük avantajlarımız arasındadır.
SORUN: Komşu ülkeler bile yerel ve genel seçimler dahil Büyükelçilik, Konsolosluk veya Temsilcilikleri yoluyla oy kullandırmakta, “seçme ve seçilme hakkı” ile demokrasi ve hukuk ilkelerinin tahakkukuna çok büyük bir önem vermektedirler. Dünyanın dört bir yanında yaşayan 7-8 milyon civarındaki Türk vatandaşları bu haktan neden yararlandırılmamakta ve “Gümrük Kapılarına gelme zorunluluğu” gibi insanlık dışı, aykırı, caydırıcı ve pahalı, çok yakışıksız ve ahlaksız bir muameleye maruz bırakılmaktadırlar.
“Demokratik Temsil” vatandaşlık görevi-seçme ve seçilme hakkı-hürriyeti bakımından bu çok büyük bir engeldir. ACİL bir sorundur. Hukuken ve teknik olarak derhal halledilmesi imkân dâhilindedir. Bakan’ın açıkladığı iletişim ve bilişim ağı çerçevesinde bu sorun derhal çözülebilir. Umarız 2009 seçimlerinde gümrük kapısı işkencesi son bulur.
GÜNÜMÜZDE GELENEKSEL DİPLOMASİ KAVRAMI:
Günümüzde geleneksel diplomasi kavramı da önemli bir değişim ve dönüşüm içindedir. Uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde, teknik bilgi ve uzmanlaşma giderek artan bir önem kazanmaktadır. Öte yandan, son yıllarda, hükümetten hükümete temasların yanısıra, sivil toplum kuruluşları, akademik merkezler, kanaat önderleri ve medya gibi faktörlerin de uluslararası ilişkilerin önemli unsurları arasına girdiğini hepimiz biliyoruz. Diplomasi sanatının bir yandan kapsamı genişler ve aktörlerinin sayısı artarken, diğer yandan da uygulanma biçim ve yöntemlerinin çeşitlendiği bu ortamda, Dışişleri Bakanlığı olarak bizim de değişen koşullara hızla uyum sağlamamız zorunludur. Son yıllarda, insan kaynaklarının geliştirilmesi, uzmanlaşma, bilişim teknolojilerinin etkili biçimde kullanılması ve hizmette verimliliğin artırılması gibi alanlarda önemli adımlar attık ve çok önemli projeleri uygulamaya koyduk. Bu atılımlar devam edecektir. Bakanlığımın tüm mensupları, iletişim teknolojilerinden derinlemesine yararlanmayı, çalışma alışkanlıklarının ayrılmaz bir parçası haline getirmelidirler.
SAPTAMA: Burada memnuniyetle müşahade olunmaktadır ki, bizim (mns) 2007 yılı içinde “BELDE” Gazetesinde yayınlanan “Dışişleri” ve “Dış Politika” konusunda yayınlanan proje bazlı makalelerimiz dikkatle incelenmiş, değerlendirilmiş ve dikkate alınmıştır. Umarım iş bu araştırma, inceleme ve değerlendirme çalışmamız da aynı önem ve değer izafe edilerek uygulamaya konulur. Zira bu çalışma “Toplumsal esaslı dış politika stratejilerine ilişkin” nadir belgelerden bir olarak mutlaka literatüre geçecektir.
TOPLUM ESASLI DIŞ POLİTİKA VE SİVİL TOPLUM:
Diplomasinin toplum sathına yayıldığı günümüzde, Büyükelçilerimizin, geleneksel diplomatik temaslara ilaveten, bulundukları ülkede kamuoyunun ve sivil toplumun nabzını yakından tutmaları büyük önem kazanmıştır. Bu anlayışla, tüm Misyon Şeflerimizin, hükümet dışı kuruluşlar, akademik çevreler, medya ve şirketlerle Türkiye’deki karşıtları arasında sağlıklı iletişim ve temas kanalları açılmasında birer “katalizör” ve “kolaylaştırıcı” olarak hareket etmelerini bekliyoruz.
TESPİT: Ülkemizdeki STK olgusu, uygulama-faaliyet biçimi (milli siyaset) ışığında ve analitik bir yaklaşımla incelenmeli, değerlendirilmeli ve dış-güdüm faktörüne bakılmalıdır.
Bu husus, özellikle AB kamuoylarına yönelik uzun soluklu tanıtım kampanyamızın başarısı bakımından da vazgeçilmez niteliktedir. Sivil toplum diyaloğunun geliştirilmesinin, AB katılım sürecimizin de üç temel ayağından biri olduğu hatırlandığında, konunun aciliyeti ve önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
DİPLOMASİNİN TEMEL GÖREVİ:
Diplomasimizin temel görevlerinden biri de, Türkiye’yi, gelecekte uluslararası alanda meydana gelmesi muhtemel gelişmelere karşı bilinçli kılmak ve hazırlamaktır. Bu çerçevede, önümüzdeki 5–10 yıllık vadeye ilişkin somut perspektif ve hedeflere sahip olmamız, izleyeceğimiz yol haritasına ışık tutacak analitik çalışmalara ağırlık vermemiz büyük önem taşımaktadır.

***
DIŞ POLİTİKADA EN ÖNEMLİ HEDEF: AB
Biraz önce de değindim gibi, Avrupa Birliği’ne tam üyelik, ülkemiz açısından dış politikada en öncelikli hedef olma özelliğini önümüzdeki yıllarda da koruyacaktır.
Türkiye’nin katılım sürecinin önüne çıkarılabilecek engellerin bertaraf edilmesi ve diğer üyelerle “eşit koşullarda” tam üyeliğimizin zamanlıca gerçekleştirilmesi, çabalarımızı yoğunlaştıracağımız temel bir alandır.
Bu çerçevede, katılım süreci içinde olduğumuz Birliğin, gelecek on yıl içinde nasıl bir yapıya dönüşeceği sorusu da Türkiye açısından kritik önemdedir.
Dolayısıyla, diplomasimizin, dikkat ve enerjisinin önemli bir bölümünü bu konuya hasretmeye devam etmesi önemlidir.
TÜRKİYE’NİN BARIŞ, GÜVENLİK VE İSTİKRARI:
Dış politikamızın önümüzdeki yıllarda da değişmeyecek temel amaçlarından biri de, Türkiye’nin barış, güvenlik ve istikrarının güçlendirilmesi, bunlara dışarıdan yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin önceden saptanarak bertaraf edilmesidir. Özellikle terör örgütü PKK ile mücadelemiz kararlılıkla sürdürülecektir. Terör örgütünün sadece fiziki saldırı imkânları değil, nereden gelirse gelsin mali kaynakları da yok edilmelidir.
TERÖR, TEDHİŞ VE DIŞ TEHDİTLERLE MÜCADELE:
(Anarşi. Terör ve tedhiş örgütü) PKK’yla mücadele ederken komşumuz Irak’ın iç barış ve istikrarı ile toprak bütünlüğünün korunması gibi hususlara da özel önem atfetmeyi sürdüreceğimizin altını çizmek isterim. Bu bağlamda, komşumuz Irak’ın yeniden yapılanma süreci içinde önümüzdeki yıllarda ne yönde bir evrim geçireceği konusu sadece Türkiye açısından değil, tüm bölgenin istikrarı bakımından da büyük önem ve hassasiyet taşımaktadır. Irak’ın bu süreçte, ülkedeki tüm grupların hak ve menfaatlerini gözeten bir uzlaşma kültürünü geliştirmesini, iç dengelerini istikrara kavuşturmasını ve güvenlik tüketen değil, üreten bir ülke haline gelmesini hayati önemde görüyoruz.
ENERJİ SORUNU:
Keza, dünyanın artan enerji ihtiyaçları çerçevesinde, (Doğal ve yapay) enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve güvenliğinin sağlanması zorunluluğu ve bu alanda yaşanabilecek krizler de, geleceğe yönelik tüm hesaplarımızda göz önünde tutmamız gereken bir faktördür. Hem kendi ihtiyacımız, hem de küresel enerji güvenliği bakımından enerji konusuna özel önem atfetmeye devam ediyoruz. Orta ve uzun vadedeki hedefimiz, enerji alanında Ceyhan Terminalini Avrupa’nın en büyük depolama ve aktarma istasyonlarından biri haline getirmektir. Mevcut ve planlanan çok sayıda boru hattı projesiyle bu yönde gerekli altyapı kurulmaktadır. Gündemdeki mega projelerden Nabucco Boru Hattı’nın bir an önce kuvveden fiile çıkarılması da başlıca hedeflerimiz arasındadır.
TEMEL ÖNCELİKLER:
Temel öncelikler bakımından özel dikkat gerektirecek konulara, önümüzdeki dönemde mutlaka dikkat etmemiz gerekmektedir. Afganistan’daki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Türkiye, Afganistan’da barış ve istikrarın sağlanması ve güçlendirilmesi için Afganistan’daki kardeşlerinin yanında olmaya devam edecektir. Öte yandan, Pakistan’daki gelişmeleri de yakından izlemekteyiz. Dost ve kardeş ülke Pakistan’ın istikrarlı ve güçlü olması hem içinde bulunduğu bölge açısından hem de dünya barışı açısından önem taşımaktadır ve bu konuda Pakistan’a olan desteğimiz güçlü bir şekilde devam edecektir.
Temel önceliklerden bahsederken, küresel ısınmanın yol açabileceği yeni sorunlara da burada değinmek istiyorum. Bu meyanda, iklim değişikliğine bağlı olarak mevcut su kaynaklarında ortaya çıkacak daralmalarla çevre koşullarındaki genel kötüleşmenin yakın çevremizde yeni çatışmaları tetiklemesi ve sınıraşan suç türlerinde artışa yol açması, güvenliğimize olası etkileri bakımından üzerinde ciddiyetle durmamız gereken bir olasılıktır.
Öte yandan, uluslararası sistemdeki yeni saflaşmaların Türkiye’ye olası etkilerinin yanı sıra, küresel ekonominin ağırlık merkezindeki kaymalar ve dünya ticaretinde yaşanabilecek iniş-çıkışlardan dış ticaretimizin ne yönde etkileneceği gibi hususlar da, orta ve uzun vadede dış politikamızı meşgul edecek konular arasındadır.
KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ FIRSATLAR:
Türkiye’nin bir yandan küreselleşmenin getirdiği fırsatlardan etkili biçimde yararlanırken, diğer yandan da giderek güçlenmesi beklenen bölgeselleşme eğilimini dikkate alarak, yakın çevresiyle ilişkilerini daha da ilerletme arayışı içinde olması bir zorunluluktur. Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe paralel olarak, Türkiye’yi, hem yakın coğrafyasında hem de küresel ölçekte, üretim, yatırım, teknoloji, inovasyon, finans, enerji ve turizm gibi alanlarda bir merkez ülke haline getirmeyi amaçlamalıyız.
BÖLGESEL BARIŞ VE İSTİKRAR:
Bunun için bölgesel barış ve istikrarın da gerekli olduğunu biliyoruz. Ancak hızla değişen rekabetçi bir dünyada hiçbir ülke ekonomik atılım yapabilmek için siyasi alanda ideal koşulların oluşmasını beklemek lüksüne sahip değildir. Biz bu anlayışla, siyasi düzeyde sorun çözmeye, kriz yönetimine ve bölgesel istikrarı pekiştirmeye yönelik çabalarımızla, ekonomik alandaki hamlelerimizi eşzamanlı ve birbirine paralel biçimde yapmak durumundayız.
Ortaya koyduğum bu tablo ışığında, gerek merkez gerek dış teşkilatımızın, değişen dünya koşullarının gerekleri doğrultusunda, diplomasimizin etkinliğini daha da artırma yönündeki özverili çabalarını bundan sonra da aynı kararlılık ve maharetle sürdüreceklerinden kuşku duymuyorum.

TEŞEKKÜR: Bu duygu ve düşüncelerle, Konferansın, üretken, verimli, yeni bakış açılarını gündeme getiren ve geleceğe de ışık tutan canlı bir tartışma ve görüş alışverişi şeklinde cereyan etmesini diliyor, katılımınızdan dolayı hepinize teşekkür ediyorum. Yine diğer kuruluşlarımızı temsilen aramızda bulunan Sayın Müsteşarlarımıza ve diğer tüm yetkililerimize bu konferansın açılışına gösterdikleri ilgi ve burada bizlerle birlikte oldukları için de ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.
Önümüzdeki 4 günlük yoğun çalışma programının dış politikamıza, Türkiye’mize faydalı olmasını, yeni açılımlar sağlamasını gönülden diliyorum, teşekkür ediyorum.
SON SÖZ:


Türk siyasetinin temel unsurlarından biri dış politikadır.
Nasıl ki; İç siyasetin temel unsurları Milli İktisat, Milli Eğitim ve Milli Savunma ise, Dış politikanın Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı doğrultusunda: Büyük Türk Medeniyeti’nin ileri, çağdaş versiyonu ve Büyük Önder’in “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” emrinin banisi, dahası Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olması sıfatıyla dış politikaya “MİLLİ SİYASET” bağlamında çok büyük bir önem ve değer atfetmezi zorunlu olup; TC’nin doğası gereği budur.
ŞU KADAR Kİ: Türk dışişleri teşkilâtı % yüz Türk-Müslüman, Osmanlıca okuma-yazma bilen, yanı sıra görevlendirildiği ülkenin diline-dinine vakıf üstün insanlar ve yüksek şahsiyetlerden oluşturulmak mecburiyetindedir.

(*) Bu makale Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın 15.07.2008 tarihli “Büyükelçiler Konferansı”nı (Bilkent Otel ve Konferans Merkezi) açış konuşması“sorunsal analiz” bazında inceleme, yorum, katkı ve değerlendirme çalışmasıdır. MNS, Ankara: 18.07.2008

10 Temmuz 2008 Perşembe

ŞEHİTLER VE GERÇEKLER !...

ŞEHİT POLİSLERİ UĞURLARKEN ..
Mustafa Nevruz SINACI
09 Temmuz 2008 günü konsolosluk kapısında üç polisimiz alçakça şehit edildi. Ertesi gün cenaze merasiminde bu acı çok derinden yaşandı.
Şehit Polislerimiz ile terörle ilk tanıştığımız 60’lar ve anarşinin milâdı 68’den bu yana şehitlik mertebesine erip rahmeti rahmana kavuşan, vatan-millet-bayrak uğruna hak’a yürüyen hattâ, bankerzede, dövizzede, hortumzede kurbanlarından tutun, yozlaşmış idare ve basiretsiz hükümetlerin denetimsiz ‘rüşvet-iltimas ve yolsuzluk ürünü’ çürük yapılar altında, depreme yahut trafik canavarına kurban verdiğimiz veya maganda kurşunlarına hedef olarak ‘suçsuz, günahsız, masum ve müsemma’ aniden hayatını yitiren 500 bine yakın insan.
Bütün bu şehitlerimiz hakkı için milletin başı sağ olsun. Rahmete ve rahman, atıfet ve mağfiret onlar iledir. Artık söyleyecek sözümüz yok. Geride kalanlara sabırlar ve kolaylıklar dileriz. Zira Yüce Yaratıcı; gerçekten (!) şehitlik mertebesine ulaşanlar için “Siz, Onlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler.” Âyeti kerimesi ile mekânların ve makamların en erişilmezini zaten vaat etmiş, müjdelemiştir. O, vaadinin sahibidir. Bize başkaca lâf düşmez.
BİZ GÖREV BAŞINDA ŞEHİT OLAN KAHRAMANLAR İÇİN;
“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; Çünkü Vatan, Millet ve Bayrak uğruna canını feda etmek ŞEHADETTİR !.. Kahramanlıksa düşmana mert’çe saldırıp bir daha geri dönmemektir. Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından; “Hakkıdır Hak’a Tapan Milletinin Hürriyet” aşkı ve Türkiye Sevdası uğruna koşar adım gitmek gerek onların arkasından. Kahramanlık; içerek O şüheda tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir...”
DİYEBİLİRİZ!... FAKAT BİZ:
“Kanları yerde kalmayacak!” diyemeyiz.
Çünkü bu kocaman bir yalandır ve hepsinin kanı yerde kalmıştır
ANCAK; Vazifelerini her ne şart altında olursa olsun; Damarlarında akan ‘Asil Kan’ gereği vazifelerini yüksek ruh, üstün özveri ve tam bir fazilet ve feragatle ifa ve icra eden, toplumun huzuru için canlarını seve-seve ortaya koyarak “Vatan, Millet, Bayrak, Hürriyet, Hak-Adalet ve Hukuk uğruna”(9 Temmuz 2008 günü İstanbul’da) mertebelerin en yücesine yükselerek şehit olan: Koruma görevlisi Polis Nedim ÇALIK; Trafik Polisi Mehmet SAÇAKLIOĞLU ve Trafik Polisi Erdal ÖZTAŞ’a Allahtan rahmet, kederli aileleri,”daha nice binlerce yiğit-kahraman Türk Polisi’nin’ Şehâdet Şerbeti içme pahasına namus, onur, şeref ve şânla vazife yaptıkları Polis Camiasına” yakınlarına ve tüm sevenlerine sabırlar diliyor; Adalet, Fazilet ve Hukukun ülkemizde hâkim ve devletimizin; Her türden suç örgütü, potansiyel suçlu; Özellikle (acilen) anarşist, terörist ve tedhişten ayıklayıp arındıracak;
DÖRT BAŞI MAMUR BİR HUKUK DEVLETİ” ne iblâğ olması (dönüşmesi) temennisiyle: Bundan böyle Yargı, Yasama ve Yürütme asli, hukuki ve zorunlu görevlerini yapsın diyerek: “Kaynağı her ne olursa olsun ve her nereden gelirse gelsin insanlık düşmanı “anarşi, terör ve tedhişi”, bilumum yandaş-yoldaş, sempatizan-partizan, yardım ve yataklık unsurlarını şiddetle kınıyor ve nefretle lânetliyoruz.
Ayrıca: Başta hükümet olmak üzere yargı-yasama dahil bütün Cumhuriyet Savcıları, Hâkimler, TSK-Jandarma, Polis ve MİT’i “sıkı bir işbirliği ve mutlak bir seferberlikle” ülkemizde hüküm süren tüm anarşi, terör, tedhiş, gasp-irtikap, yalan-talan, yolsuzluk-hırsızlık, rüşvet-iltimas, dolandırıcılık ve suç şebekelerini; Fail, zanlı ve müsebbipleri her kim olursa olsun, makam-mevkii, resmi-siyasi, sosyal statü ve titr’leri ne olursa olsun yakalanmalarını, “bağımsız-tarafsız” Türk Yargısının huzuruna çıkartılmalarını ve cezalandırılmaları suretiyle;
BÜYÜK TÜRK MİLLETİ VE AZİZ VATANDAŞLARIMIZIN;
Huzur, sükun, emniyet, adalet ahlakı ve güvenliğe kavuşturulmalarını istiyoruz. Aksi takdirde, milletin büyük fedakârlıkla verdiği vergilerden mahsup maaş, edinim, tahakkuk ve tahsisleri zehir-zıkkım ve haram olsun. ALLAH; vazifesini hakkıyla ve lâyıkıyla “en namuslu, onurlu, sorumlu ve dürüst” bir şekilde ifa ve icra etmeyenlerin tez zamanda BELASINI versin Amin.
***
ADALET ŞUURU VE
BİLİNÇLİ HUKUK DEVLETİ
Mustafa Nevruz SINACI
Ülkemizde artık var olmayan ve sadece kavram bağlamında dillendirilen adalet-hukuk, hukuk devleti bilinci-şuuru ile müesses-kurumsal düzeni koruma içgüdüsü yerine, gerçekten ilmi, medeni siyaset düzleminde geleneksel, insan için, insan odaklı ve halktan yana; Kadim Türk medeniyeti düşünerek Kızılay da dolaşırken elime bir kâğıt tutuşturdular. 6 Temmuz’da Abdi İpekçi parkında “Hukukuna sahip çık” diye bir mitingi varmış. Davet edildik. Kâğıtta “Demokratik toplumların vazgeçilmezi olan hukuk sistemi bu kadar ayaklar altına alınamaz!” yazıyordu.
Ofise doğru yürürken aklıma merhum Reşit Ülker geldi. Hani, Tarhan Erdem’in; “Elli yıldan fazla süredir son günlerine kadar, her gün, her an 'siyasal yaşayan' bir halk adamını kaybettik” (25 Mart 2003) dediği Reşit Ülker. Tarhan şöyle devam ediyordu: “1950 öncesinde Kadıköy Halkevi’nde başlayan siyasi ve sosyal hayatında, CHP İstanbul örgütünün hemen her kademesinde yönetim kurulu üyeliği, ilçe başkanlığı, 1961-1971 arasında dört dönem, 12 Eylül'den sonra da iki dönem millet vekilliği yaptı. 1991'den ölümüne kadar da sanki yakın gelecekte yine aday olup seçimlere katılacak gibi siyaset ve günceli izledi. Bu 84 yaşındaki dostum, son karşılaşmamızda, yeni bir kanunu Meclis'e iade etmesi için Cumhurbaşkanı' na yazdığı mektubu göstermişti bana. Cevap alabildi mi? Bunun önemi yok, cevap almış olsun- olmasın o, durumu Cumhurbaşkanı'nın siyasal bir tercihi olarak önemseyerek yorumlamıştır.
"BİR BAŞKA HATIRLATMA:
1966 yılı 12 Aralık günü Bülent Ecevit, Erzurum’da Doğu Sinemasında halka hitaben seçim konuşması yapmaktadır. Bir ara Atatürk Üniversitesi öğrencileri Ecevit' e bir soru not’u iletip Atatürk'ün Bursa Nutku konusundaki düşüncelerini öğrenmek isterler. Dönem itibarıyla öğrenci kuruluşlarının çeşitli toplantılarında, Atatürk' ün Bursa nutku ile “Türk Milleti’nin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde mutlaka ezilmelidir” emrinin okunması iktidar partisi organlarında rahatsızlık yaratmış ve bir kampanya açılmasına neden olmuştur. Kampanya kapsamında iktidar (AP); Bursa nutkunun, ana muhalefet (CHP) ise, komünizm aleyhtarı söylemin Atatürk' e ait olmadığını ileri sürmekte, şiddetle ret ve inkâr etmekte, yalanlanmakta ve iddiayı doğrulayacak sözde belgeler ortaya atmaktadırlar.
Bu nedenle olsa gerek Ecevit, öğrencilerin sadece Bursa nutku sorusuna şöyle cevap verir: "Atatürk Türk Devleti yıkılmak üzere iken, (bu devletin ordusu, polisi, jandarması var, benim neme gerek) deyip İstanbul'da bir köşeye çekilmemiş, 19 Mayıs 1919 günü Anadolu’ya çıkıp Türk Kurtuluş Savaşını açmıştır. Bunu yapan insan, Bursa nutkunu da söyleyebilecek insandır." Cevap ayakta alkışlanır. (14 Aralık 1966, Milliyet)
Diğer taraftan: Bursa nutku için ‘muhayyel bir anarşi fetvası’ diyen zamanın Baş Bakanı Süleyman Demirel Atatürkçü ve devrimci çevrelerden gelen tepki üzerine 27.11.1966 günü iktidar partisinin Büyük Kongresinde, Atatürk'ün Bursa nutkunu "karışıklıklara yol gösteren devlet anlayışını, kanun hakimiyetini, asayiş ve inzibat fikrinin yıkılmasını tavsiye eden" ve "Atatürk'e nispeti son derece şüpheli" bir nutuk olarak nitelemiş ve Atatürk'e ait olduğunun ispatını istemişti." O dönemde bunu, belge-bilgi ve dayanaklarıyla ispat eden ve kitabını yazan günün İstanbul Milletvekili Reşit Ülker’di. (Atatürk'ün Bursa Nutku-R. Ülker)
Ancak O, “Türk Milleti’nin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde mutlaka ezilmelidir” sözünün ‘sahte’ olduğuna dair muhaliflerin ispat çabalarına katılmadı. Orijinal yazı kriminoloji laboratuarlarından sağlam raporunu alınca en çok sevinen de O oldu.
NETİCE: 2003 yılı Mart ayında ben DP’nin İdari İşler ve Hukuk’tan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı idim. Merhum Reşit Ülker de birlikte çalıştığımız GİK üyesi. İktidar ve hükümetle ilgili hayati konular ve davalar üzerine yoğunlaşmıştık. (Vefat ettiği tarih olan) 25 Mart 2003 günü öğleden sonra odama geldi.
Reşit Ülker’le, haftalardır üzerinde çalıştığımız dava dosyaları ve dilekçe metinlerini karşılaştırdık. İkindiye doğru işimiz bitti. Bütün dosyaları onaylamış ve son noktayı koyduk.
Müsaade alıp çıkarken çok masum ve mahzun bir eda ve manidar bir veda babında şunları söyledi: “Bugüne kadar ben Türkiye’nin en iyi siyaset bilimcisi ve hukukçusu idim, bundan böyle ‘bu ehliyet ve liyakate lâyık ve mazhar olan’ sensin. Kutlarım. Amma ne var ki, artık ülkemizde adalet, hak ve hukuk kalmadı. Allah sana kolaylık versin ve yardımcın olsun inşallah” dedi ve gitti. Allah rahmet eylesin nur ve huzur içinde yatsın.
ŞİMDİ, EY TUNCAY ÖZKAN VE SEVGİLİ HALKIM!..
Önce, müesses nizam (kurulu düzen) içinde her ne pahasına olursa olsun “mutlak surette” hak, hukuk ve adaleti hâkim kılmak; Anayasa’nın amir hükmü olan “kuvvetler ayrılığı” prensibi gereği politikadan ari; vicdanı hür, ilmi hür, irfanı hür, AB-D ye karşı tam anlamıyla özgür; namuslu, dürüst, ilkeli-onurlu ve sorumlu;
Varlığını ‘temiz toplum-saydam devlet-adaletli, namuslu-dürüst, demokrat hükümet’ ilkesine adamış Yargıçlar, Savcılar, Ordu-TSK, Polis ve Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın:
Bağımsız ve tarafsız yargı erk’i önderliğinde hukukun üstünlüğü ve tam egemenliğinin sağlanarak “dört başı mamur demokrasi ve HUKUK DEVLETİ’nin hayata geçirilmesini;
Milletin tek hedefi, amacı, ideali ve Atatürk’ün gösterdiği yol olan “ülke ve halkımızı muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartma” görev, dava ve misyonu uğruna devletimizin bütün hırsız, yolsuz, suç ve suçlulardan arındırılmasını, temizlenmesini;
Hükümetlerin halka hesap vermesini ve milletle yüzleşmesini,
Yasama, yürütme ve Yargı unsurlarının vicdan muhasebesi ve özeleştiri yapmasını;
Hak, adalet, hukuk ve hükümet cihazının düştüğü yerden kaldırılmasını;
27 Mayıs’tan başlamak şartıyla aynen Yunanistan, İtalya ve İspanya’da olduğu gibi bütün kalkışma, darbe ve muhtıra zanlıları, fail ve zanlılarının adaletle muhakeme edilerek, milletin gözü önünde “bağımsız ve tarafsız” (*) mahkemelerde yargılanmasını,
Hâkim ve Savcıların fiili vazife, millet-vekillerinin kürsü masuniyeti hariç (insanlık, ahlak, adalet-hak ve hukuk dışı) bilumum dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyazların derhal kaldırılmasını; Memurin muhakemat yasası, soruşturma amaçlı izin irsali, bazı yerli ve yabancılar için düzenlenen ve hukuki eşitlik karinesine aykırılık arz eden her türlü muafiyet, istisna-ayrıcalık ve imtiyazların ilga edilerek “geçmiş ve geleceği şamil” kaldırılmasını;
Anayasa'nın amir hükmü EŞİTLİK” ilkesinin yukarda bahse konu aykırılık, ayrıcalık ve bütün istisnalardan arındırılarak, “Cumhurbaşkanından dağdaki çobana kadar” tam, adil ve mükemmel bir surette rehabilite edilerek hayata geçirilmesini; Cumhurbaşkanı dâhil bütün atanmış ve seçilmişlerin “millete vekâleten hizmetle memur-vekil ve mükellef olduklarının” bilinmesini bu insani kuram ve kuralın fiilen yaşama geçirilmesini, mevcut yasa ve uygulamalarda “İnsanlık ve yurttaşlık hak-hukuk, eşitlik ilkesi ve adalet ahlakına aykırı” her ne varsa, tamamının ayıklanıp temizlenmesini;
İSTEYELİM !...
Şimdi tam zamanıdır. Ortak akıl, demokrasi, hak-adalet kanun ve hukuk budur. Sizin deyiminizle “istencemiz” bu olsun. "Hayatta, en hakiki mürşit (yol gösterici) ilim'dir, fen'dir." (Atatürk) “Artık, ilim'le amel etmek, bilim, edep-ahlak, hak-adalet, hukuk ve demokrasiyi "tam dürüstlük ve namuskârlıkla" yaşamak zamanıdır. Zira demokrasi "doğrusal yönde bir disiplin; Bilinçli, onurlu-sorumlu yaşam biçimi; Cumhuriyetse, büyük önder’in dediği gibi “Ancak bir erdemlilik ve fazilet rejimidir"
(*) Yargının bağımsızlık ve tarafsızlığı:
Yargı hak-adalet ve hukuktan yana taraf; Diğer bütün kuvvetler, fikir akımları, rejimler, ideolojiler, baskı grupları, kişiler-kesimler ile dâhili ve harici bedhahlardan yana ari (arınmış) ve TARAFSIZDIR. Objektif tanım budur. En doğru deyimle yargı=kamu vicdanı; Türk kamu vicdanı ise: Atatürk ve Türk inkılâbıdır.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

ADALET VE HUKUKU HAKİM KILMA ZAMANI!..

VAR OLMAYAN 'ADALET VE HUKUK'U'
(DÜZENİ) KORUMA İÇGÜDÜSÜ
YERİNE !..
Mustafa Nevruz SINACI
Kızılay da dolaşırken elime bir kâğıt tutuşturdular. 6 Temmuz’da Abdi İpekçi parkında “Hukukuna sahip çık” mitingi varmış.
Davet ediliyoruz. Kâğıtta “Demokratik toplumların vazgeçilmezi olan hukuk sistemi bu kadar ayaklar altına alınamaz!” yazılı.
Ofise doğru yürürken aklıma merhum Reşit Ülker geldi. Hani, Tarhan Erdem’in; “Elli yıldan fazla süredir son günlerine kadar, her gün, her an 'siyasal yaşayan' bir halk adamını kaybettik” (25 Mart 2003) dediği Reşit Ülker. Tarhan şöyle devam ediyor: “1950 öncesinde Kadıköy Halkevi’nde başlayan siyasi hayatında, CHP İstanbul örgütünün hemen her kademesinde yönetim kurulu üyeliği, ilçe başkanlığı, 1961-71 arasında dört dönem, 12 Eylül'den sonra da iki dönem millet vekilliği yaptı. 1991'den ölümüne kadar da sanki yakın bir gelecekte yine aday olup seçimlere katılacak gibi siyaset ve günceli izledi. Bu 84 yaşındaki dostum, son karşılaşmamızda, yeni çıkan bir kanunu Meclis'e iade etmesi için Cumhurbaşkanı'na yazdığı mektubu göstermişti bana. Cevap alabildi mi? Bunun önemi yok, cevap almış olsun ya da olmasın o, durumu Cumhurbaşkanı'nın siyasal bir tercihi olarak önemseyerek yorumlamıştır.”
BİR BAŞKA HATIRLATMA:
1966
yılı 12 Aralık günü Bülent Ecevit, Erzurum’da Doğu Sinemasında halka hitaben seçim konuşması yapmaktadır. Bir ara Atatürk Üniversitesi öğrencileri Ecevit' e bir soru not’u gönderir ve Atatürk'ün Bursa Nutku konusundaki düşüncelerini öğrenmek isterler. Dönem itibarıyla öğrenci kuruluşlarının çeşitli toplantılarında, Atatürk' ün Bursa nutku ile “Türk Milleti’nin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde mutlaka ezilmelidir” emrinin okunması iktidar partisi organlarında rahatsızlık yaratmış ve bir kampanya açılmasına neden olmuştur. Kampanya kapsamında iktidar (AP); Bursa nutkunun, muhalefet (CHP) ise, komünizm aleyhtarı söylemin Atatürk' e ait olmadığını ileri sürmekte, şiddetle reddetmekte, yalanlanmakta ve iddiayı doğrulayacak sözde belgeler ortaya atmaktadırlar. Bu nedenle olsa gerek Ecevit, öğrencilerin sadece Bursa nutku sorusuna şöyle cevap verir ve şöyle der:
"Atatürk Türk Devleti yıkılmak üzere iken, (bu devletin ordusu, polisi, jandarması var, benim neme gerek) deyip İstanbul'da bir köşeye çekilmemiş, 19 Mayıs 1919 günü Anadolu’ya çıkıp Türk Kurtuluş Savaşını açmıştır. Bunu yapan insan, Bursa nutkunu da söyleyebilecek insandır." Cevap ayakta alkışlanır. (14 Aralık 1966, Milliyet) Diğer taraftan:
Atatürk'ün Bursa Nutku için "muhayyel bir anarşi fetvası" diyen zamanın Başbakanı Süleyman Demirel Atatürkçü ve devrimci çevrelerden gelen tepki üzerine 27.11.1966 günü iktidar partisinin Büyük Kongresinde, Atatürk'ün Bursa nutkunu "karışıklıklara yol gösteren devlet anlayışını, kanun hakimiyetini, asayiş ve inzibat fikrinin yıkılmasını tavsiye eden" ve "Atatürk'e nispeti son derece şüpheli" bir nutuk olarak nitelemiş ve Atatürk'e ait olduğunun ispatını istemişti." İşte o dönemde bunu, belge-bilgi ve dayanaklarıyla ispat eden ve kitabını yazan günün İstanbul Milletvekili Reşit Ülker’di. (Atatürk'ün Bursa Nutku-Reşit Ülker)
Ancak O, “Türk Milleti’nin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde mutlaka ezilmelidir” sözünün ‘sahte’ olduğuna dair muhaliflerin ispat çabalarına katılmadı. Orijinal yazı kriminoloji laboratuarlarından sağlam raporunu alınca en çok sevinen de O oldu.
NETİCE: 2003 yılı Mart ayında ben DP’nin İdari İşler ve Hukuk’tan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı idim. Merhum Reşit Ülker de birlikte çalıştığımız GİK üyesi. İktidar ve hükümetle ilgili hayati konular ve davalar üzerine yoğunlaşmıştık. Vefat ettiği 25 Mart 2003 günü öğleden sonra odama geldi. Hazırladığımız dosya ve belgeleri karşılaştırdık. Sonra çok hüzünlü bir eda ve sanki bir veda babında şunları söyledi: “Bugüne kadar ben Türkiye’nin en iyi siyaset bilimcisi ve hukukçusu idim. Bundan böyle ‘bu ehliyet ve liyakate lâyık ve mazhar olan’ sensin. Amma ne var ki, artık ülkemizde adalet ve hukuk kalmadı. Allah sana kolaylık versin ve yardımcın olsun inşallah”
Şimdi, ey Tuncay Özkan, bütün Ergenekoncular ve sevgili halkım.
Önce, müesses nizam içinde “mutlak surette” hak ve adaleti hâkim kılmak;
A
nayasa’nın amir hükmü “kuvvetler ayrılığı” prensibi gereği politikadan ari; vicdanı hür, ilmi hür, irfanı hür, AB-D ye karşı özgür; namuslu, dürüst, ilkeli-onurlu ve sorumlu; varlığını “Temiz toplum, saydam devlet, Adaletli, namuslu-dürüst-demokrat hükümet” ilkesine adamış Yargıçlar, Savcılar ve Ordu’nun bağımsız ve tarafsız yargı yoluyla hukukun üstünlüğü ve tam egemenliğinin sağlamasını;
Milletin tek hedefi, amacı, ideali ve Atatürk’ün gösterdiği yol olan “ülke ve halkımızı muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartma” görev, dava ve misyonu uğruna devletimizin bütün hırsız, yolsuz, suç ve suçlulardan arındırılmasını, temizlenmesini;
Hükümetlerin halka hesap vermesini ve milletle yüzleşmesini,
Yasama, yürütme ve Yargı’nın vicdan muhasebesi ve özeleştiri yapmasını,
Adalet, hukuk ve hükümet cihazının düştüğü yerden kaldırılmasını,
27 Mayıs’tan başlamak üzere bütün kalkışma, darbe ve muhtıraların yargılanmasını,
Hâkim ve Savcıların fiili vazife, milletvekillerinin kürsü masuniyeti hariç bilumum dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyazların derhal kaldırılmasını,
Bazı yerli ve yabancılar için düzenlenen ve hukuki eşitlik karinesine aykırılık arz eden her türlü muafiyet, istisna, ayrıcalık ve imtiyaza derhal son verilmesini,
Anayasa da öngörülen “EŞİTLİK” ilkesinin tam, adil ve mükemmel surette sağlanarak hayata geçirilmesini,
Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, bütün atanmış ve seçilmişlerin “millete vekâleten hizmetle memur, vekil ve mükellef olduklarının” bilinmesini ve fiilen uygulanmasını,
Ve dahi; Mevcut yasa ve uygulamalarda “İnsanlık ve yurttaşlık hak-hukuk, eşitlik ilkesi ve adalet ahlakına aykırı” her ne varsa tamamının ayıklanıp temizlenmesini,
İSTEYELİM !...
Şimdi tam zamanıdır. Var mısınız?
İşte ortak akıl, demokrasi, hak-adalet “hakiki kanun” ve hukuk budur.
Sizin deyiminizle “istencemiz” bu olmalı değil mi?!..
"Hayatta, en hakiki mürşid ilim'dir, fen'dir." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Artık, ilim'le amel etmek, bilim, edep-ahlak, adalet-hukuk ve demokrasiyi "tam bir dürüstlük ve namuskarlıkla" yaşamak zamanıdır. (mns)
BAK: www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com

3 Temmuz 2008 Perşembe

48 YIL SONRA "DEMOKRASİ, ADALET VE HUKUK" ÜMİDİ

DEMOKRASİ'NİN AYAK SESLERİ
Mustafa Nevruz SINACI
Devleti iyi (insanları adalet-fazilet ve hukuk dairesinde) yönetsin hüküm ve hikmet’in değerini bilsin, emanete hıyanet etmesin, gözü harama, dili yalana, eli talana ilişmesin diye (bütün ekstralar dokunulmazlık, ayrıcalık, imtiyazlar ve zatına münhasır devlet masrafları, tahsis, özlük ve hizmet bedelleri hariç) kendisine asgari ücretin +%1720’si oranında maaş verdiğimiz R.T.Erdoğan, Ergenekon için “Bu, İtalya da yapıldığı gibi gerçek bir temiz eller operasyonudur” dediğinde eğer gerçekten samimi olarak sözünde dursa idi; Bütün millet olayın hukuki-zaruri ve Adalet ahlâkı gereği ifa ve icra olunan bir tedbir ve yargı tasarrufu olduğu hususunda mutabık kalacaktı!..
Böylece, kamu vicdanı memnun ve müsterih olacak, hiçbir polemik yaşanmayacaktı.
Zira çağdaş (insanca) yaşam, milli ve evrensel hukuk normları esas alınarak hazırlanan Anayasanın emri, kuvvetler ayrılığı ilkesi ve dünyanın en kıdemli (kadim) medeniyetini haiz Türk Milletinin “MEDENİ SİYASET” dediği demokrasinin gereği de budur..
Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu,ve demokrat devlet…, İslâm’ın temel düsturu olan “Senin dinin sana, benim dinim bana” ilkesi uyarı lâik. Tıpkı Başbakan’ın dediği gibi “temiz devlet, temiz hükümet, temiz toplum” İşte bu, Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği “fazilet anlamında” Cumhuriyettir. Bilimin, (ilmin) bilincin ve yurttaşın berrak, tertemiz ve pürüzsüz özgürlüğüdür. Kısaca: “İnsanca yaşam boyutu” ve “bilgi toplumu”
Bilgi toplumunda hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve suiistimal olur mu? Olmaz…
Ayırma-kayırma, anarşi-terör ve tedhiş olur mu? Asla ve kesinlikle olmaz.
Vatandaş hakkına, devlet malına gasp ve tasallut mümkün müdür? Hayır. Asla!..
Her halde Başbakan bunu kastetti diye düşündük ve “adalet adına” sevindik.
Zira Türk siyaset geleneğinde, vatandaşların en akıllı-namuslu, şerefli, onurlu-soylu ve dürüst olanı baş olmaya layıktır. Evet, bu gerçekten tam bir ehliyet ve liyakat gerektirir. Hani “ehli” denilen bir söylem vardır ya işte budur.
Baş Bakan’da bu liyakate münhasır olmak üzere böyle dedi her hal!
Ama kısa bir süre sonra anlaşıldı ki; Olaylar hiç de denildiği ve söz verildiği gibi yol ve yordamına girmedi. Devlet, (Yasama, yürütme ve yargı) halkın iliklerine kadar işleyen ve suret-i haktan görünen vampirler ve domuzlar dışında, milletçe maruz kaldığımız biyolojik savaş kapsamında ülkemizi işgal eden bit-pire ve kene gibi (bir üst derece) hayvani kan emici, acımasız ve öldürücü muzırrat ve haşarratın da hücumuna-saldırısına uğradı.
DEMEK Kİ !...
Bunca zahmet, meşakkat ve fedakârlıkla orada tuttuğumuz Recep sözünü tutmadı.
Veya tutamadı. Netice aynı. Ha tutmak. Ha tutturamamak. Şimdi ta başladığımız yere döndük. Aylar öncesine. Demek ki Ergenekon bir adalet ve hukuk tasarrufu değil!...
Bazı kesimlerin dile getirdiği gibi SİYASAL! Daha da doğrusu: POLİTİK (miş)..
Beyler! Bu yargıya politika karıştığı ve kuvvetler ayrılığı ilkelsinin tümüyle (keellem yekün) yokluğu anlamına gelir. Dahası, bu kapsamda siyasi bir fiil demokrasi, adalet ahlakı ve hukuka karşı vahim bir darbe teşebbüsü sayılır. Bu sadece Allah korusun devletin adalet ve hukuk düşmanı güçler ve hukuk dışı (yasa dışı değil) dış güdümlü örgütlerin eline geçmesi halinde olur. Bunun anlamı: Ülkeye adalet, hukuk ve demokrasi getirme çabaları var ve fakat hâkim güçler (gladyo, oligark ve kriptolar) buna karşı direniyor demektir.
Elbette buna kimse inanmak istemiyor. İnanmak ve görülmek istenen tablo şudur:
Baş Bakan ne pahasına olursa olsun mutlaka sözünü tutmak; Adalet, hak ve hukukun üstünlüğünü sağlamak ve artık “AYAK SESLERİ DUYULMAYA” başlanan demokrasinin önü ve yolunu açmak zorundadır. Aksi takdirde engel AKP demektir. Şu halde açılan dava en kısa sürede sonuçlanmalı; Başta AKP olmak üzere demokrasi, adalet-hukuk; Hür, özgür ve hükümran TC ve bilimin önündeki bütün engeller kaldırılmalı ve derhal İstiklâl Mahkemeleri kurulmalıdır. Bizim Yargıya (ADALET ve HUKUK)’a çıkarttığımız davetin esası budur.
***
YASAMA GÖREVİ-YETKİSİ VE MİLLET-VEKİLİ
Mustafa Nevruz SINACI
Demokrasi, insan hakları, adalet ve hukukun yokluğunda yaşanan tahribatın hedefi yalnız kutsal insan unsurumuz değildir. Bilakis; Anayasa, adalet, hukuk, ahlâk, iktisat, eğitim, bilim, kültür ve savunma, milli-dini refleksler, kadim medeniyetimiz ve binlerce yılın birikimi bilim ve kültürümüz dâhil, bütün değerlerimiz bir-bir yok edilme tehdidine maruzdur.
Oysa mevcut Anayasamız bütün bu tahrip-tehdit taarruz ve tahribata karşı fevkalade mükemmel tedbirler öngörmüştür. Yapılacak tek şey: Anayasa’ya sahip çıkmaktır.
Örneğin; Anayasa’nın (öncelikle başlangıç ilkeleri olmak üzere) şöyle bir bakınız:
Madde: 7, Yasama Yetkisi: “Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”
Yani: Yasama (kanun yapma) görev ve yetkisi 70 milyon insanın şahsında 550 kişiye eşit oranda paylaştırılmıştır. Her ne makam, mevkii, nam ve isim altında olursa olsun hiç kimse Mecliste görev yapan her hangi bir milletvekilinden daha fazla hak, inisiyatif-tasarruf ve teşebbüs yetkisini haiz değildir. Milletvekilleri (adı üstünde) bir parti kurup tepeyi işgal eden, insan hakları, adalet-hukuk, ilim ve hikmetten bihaber, demokrasi düşmanı güruh dahil olmak üzere bu hak ve yetkisini şahıs, kurum veya kuruluşlaraa devredemez. Hukuk, hak ve adalete aykırı grup kararlarına uyamaz. Milletvekili 2. 3’uncu şahısların ve şahsiyeti bile olmayanların değil; Doğrudan milletin emrinde ve hizmetindedir.
Bu anlamda bir mukavele “vekâlet sözleşmesi” niteliğinde olan Cumhuriyet Anayasa’ sı, 298, 2839, 2972 ve 2820 sayılı kanunlar emredici hükümlerle tahkim edilmiş esaslar içerir.
Yürürlükteki mevzuat gereği “Milletin vekili ve efendisi” yasama görevi bağlamında kendisine sadakat-samimiyet, namuskârlık ve dürüstlükle hizmet edendir. Seçim bölgesinin iş adamları-sermayedarları, kapitalistler-kompradorlar, parti delegeleri, belde-ilçe-il başkanları ve genel merkez keneleri bu kapsamın dışındadır. Hatta milletvekilleri günde 24 saat akın-akın Meclise hücum eden eş, dost ve seçmenlerine de hizmetle memur ve mükellef değildir.
Bu memlekette köy ve mahalle muhtarından, Belediye Başkanı, Kaymakam, kurullar, müdürler ve valiler ile onların iştirak ve riyasetinde iş gören “devlet kurumları” vardır. Bu iş yerleri (mahallinde devleti temsil eden kurumlar-kuruluşlar) vatandaşın her işini görmek, her derdine deva olmak ve çare bulmak zorundadır. İnsanlarımızın ta ülkenin neresinden kalkıp bir derde deva için VEKİL’E gelmesi; Ya “Gomonist Hamdi Dağ’ın dediği gibi” yörede devletin yokluğuna veya devlet-millet memurlarının görevlerini yapmamalarına delalet eder.
Her ikisi de vahimdir. Devlet 24 saat iş başında olmak ve her vatandaşın derdine deva olmak; Buna mütedair yasa üreten ve/veya mevcut yasaların işleyişini gözetmekle görevli her milletvekili sabah en geç saat: 09.00’da TBMM’de bulunmak, hakkıyla ve layıkıyla yasama görevlerine hazırlanmak, okumak-araştırmak, “olmamak/olmamak” gibi hassas meselelere eğilmek, daimi dikkat-itina, tedbir ve teyakkuz içinde bulunmak; Hükümete konsantre olmak, işini öğrenmek ve dosdoğru yapmak, Cumhurbaşkanı, başbakan-bakan, başkan, müsteşar ve sair kamu cihazı hizmetlilerinin/millet memurları, ve seçilmişlerin ne yapıp, yapmadıklarını kontrol, muaheze ve muhakeme etmek zorunda ve durumundadırlar.
Hani olur ya (mevcutları tenzih edebilmek isterim) “ben vekilim” diye söze başlayan bir güruh günün birinde her hangi bir ihaleye taraf olur; Yasal koşulları taşımayan kişi kuruluş veya şirkete haksız kredi verilmesini talep eder, bir suçlunun karakoldan azadı yahut güvenlik kuvvetlerince çembere alınmış bir anarşist-terörist grup üzerindeki çemberin kaldırılmasını ister, süresi içinde ödenmemiş devlet alacaklarının (vergi-prim) silinmesini, millete rağmen bazı suçluların affı isteminde bulunur yahut işgal edilmiş kamu arazilerinin gasp-irtikap ve tasallut faillerine verilmesini isterse o millet-vekili falan değildir. Olsa olsa, dahili ve harici bedhahlar tarafından Devlet kapısına bağlanmış bir köpektir.
Yasa, hukuk, insanlık ve ahlak dışıdır. Milletvekili değil, millet düşmanıdır.
Derhal yakalanıp “İstiklal Mahkemesinde” yargılanmalıdır. Demokrasi budur.
***
YÜRÜTME GÖREVİ-YETKİSİ VE İCRA HEYETİ
Mustafa Nevruz SINACI
Yürütme (icra) Yetkisi ve Görevi: “Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” (Anayasa, madde:8)
Tahkim eden hüküm:
1. EGEMENLİK: “Kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasa’ nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. (madde: 6)
2. EŞİTLİK: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. (md:10)
3. Anayasanın Bağlayıcılığı ve üstünlüğü: Anayasa hükümleri, yasama”, “yürütme” ve “yargı” organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan “TEMEL HUKUK” kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz.
4. OBJEKTİF NORM VE KRİTER: Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için, onun ihtiyacını görebilmek ve onun kudretini takdirde ehliyet sahibi olmak birinci şarttır. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1927)
5. ADALET ve HUKUK: Devleti kuran halk ile kaim mukavele (Anayasa) ve bu Ana (ESAS) Yasa ile mümasil ve müteşekkil temelde-esasta-usulde-şekilde ve her hali kârda doğuştan edinilen insan hakları (yaşama, inanma, inandığı gibi bir hayat sürme, beslenme, barınma, eğitim) ve anayasaya aykırılık teşkil etmeyen (TBMM tarafından çıkartılmış ve/veya uygun görülerek onaylanmış) kanun, tüzük, yönetmelik, tamim ve talimatlar muvacehesinde kamu-birey-halk adına; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine sadık kalarak ülke ve vatandaş yönetiminde uyulacak ve uygulanacak temel norm, standart ve kriterlerin bütünü.
BİLİMSEL OLARAK:
A) Adalet: Zulüm etmemek. Hak sahibi’ne hakkı’nı teslim, haksızları talim-terbiye ve tezkiye (cezalandırma) Adalet ilmi, ilke ve kuram kaynağı, dayanağı olan vahiy hükümlerini insanlara tebliğ ve tam bir eşitlikle tatbik, (uygulama) münferit-bireysel ve toplumsal hayatı güvenli-huzurlu kılmak; Hüküm ve hikmetle insanların idaresini temin ve tedvir.
B) Hukuk: Toplumsal ilişkileri, teşebbüs-bireysel ve kurumsal-ulusal ve uluslar arası tasarruf, inisiyatif ve ilişkileri düzenleyen normatif bir disiplin (bilim) sistemi olup; Emir, tedbir ve müeyyide (yaptırım-uygulama) öğelerini içerir. Objektif hukukun dayanağı: Dini hükümler, genel ahlâk kuralları, yerleşik kültür, örf, adet, gelenekler ve görgü kurallarıdır. Ayrıca, evrensel kabul görmüş usul, esas ve kaideler de hukuk normu olarak kabul edilebilir.
ESAS: Mutlak eşitlik, hak, adalet ve adalet ahlakıdır. İş bu temel kural ve ilmi normlar çerçevesinde “yürütme” (Cumhurbaşkanı, Baş Bakan, Bakanlar ve bağlı organizasyon) devletin ve milletin işlerini “hüküm ve hikmetle” yani, hak, adalet, hukuk, eşitlik, “namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu ve sorumlu yurttaşlara karşı” ilgi, sevgi, hoşgörü ve toleransla; “kanun ve kurallara saygısız, kamu menfaatlerine aykırı fiil, potansiyel suç eğilimi, yasa dışı edinim, gasp-irtikap, rüşvet-yolsuzluk, hırsızlık gibi insanlık dışı ve alt varlık nitelikli (anarşi-terör ve tedhiş unsurları başta gelmek üzere) mahlukata karşı; İyi insan ve iyi vatandaşlarının hak ve hukukunu, namusunu, malını-mülkünü, onur-erdem, şeref ve haysiyetini koruma ilkelerine sadık kalarak; Kurucu unsur ve büyük Önder M. Kemal Atatürk’ün gösterdiği hedef “muasır medeniyet seviyesini aşmak” ve kamu mükellefiyetlerini ‘tam bir dürüstlük ve namuskarlıkla’ yerine getiren yurttaşlara karşı Anayasa, Kanun ve mevzuattan kaynaklanan hizmetlerini ifa ve icra etmektir. Yürütmenin esası meşruiyet, meşruiyetin tezahür biçimi mutlak bir adalet ve hukuk dairesinde halka hizmettir. Aykırı bir temlik, tasarruf ve inisiyatif icra-i meşruiyet mülgadır. Bu takdirde Yargıya resen müdahale ve millete meşru müdafaa hakkı doğar.
***
YARGI YETKİSİ. KULLANIM VE UYGULAMA BİÇİMİ
Mustafa Nevruz SINACI
Türk yargı sistemi 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları, mecelleden neş’et alt yapısı, binlerce yılı bulan birikimi, deneyimi ve 1979 yılına kadar İsrail dâhil halen pek çok ülkede uygu
lanan adalet ve hukuk sistemlerinin ana referansı olmak gibi medar-ı iftihar bir sıfatla dünya hukuk literatüründe fevkalade mümtaz ve müstesna bir değeri haizdir.
Türk hukuk, adalet ve yargı sisteminin (günümüzde çok önem kazanan) en mütemayiz ve kayda değer yanı da; İnsan hak ve hürriyetleri, onurlu-sorumlu, namuslu, ilkeli ve dürüst yaşam biçimi, bir başka deyişe “doğrusal yönde (pozitif) norm, standart ve kriterler oluşturma geliştirme konusunda objektif, fermel-reel (gerçek) ve rasyonel (akılcı) karar / içtihat irsalidir.
Bu nedenle Gazi Mareşâl (Prof.) Mustafa Kemal ATATÜRK:
“Devlet biçiminde örgütlenmiş bir milletin anayasasında ilk şart adalet bağımsızlığıdır. Adalet gücü bağımsız olmayan bir ulusun devlet olarak varlığı kabul edilemez” .(1920)
“İstiklal Savaşımızın amacı olan tam bağımsızlık kavramının adaletin bağımsızlığını da kapsaması tabiidir. Bu nedenle, her bağımsız devletin vazgeçilmez bir hakkı olan adaletin dağıtımı görevine kimseyi karıştırmayız” (1922)
"Mademki; devlet bir idare ve hâkimiyeti maliktir, onu ifade ve infaz için bir takım vasıtalara muhtaçtır. Bu vasıtaları ihtiva eden devlet teşkilatında millet meclisi ve hükümet teşkilatı esastır. Demokrasi prensibi hâkimiyeti milliye prensibi şekline inkılâp etmiştir. Bir vatandaş kendi hürriyet ve hakkını kendi maddi kuvvetine dayanarak temine kalkışamaz. Bu hususlar fertlerin kuvvet ve teşebbüsleri ile değil, milletin iradesini haiz olan devletin kudret ve nüfuzu ile temin olunabilir.”

“Türk, istibdat ve esaret zincirlerini parçalayabilmek için dahili ve harici bedhahlar (düşmanlar) karşısında hayatını ortaya attı, çok kanlı ve tehlikeli mücadelelere girdi, sayısız fedakarlıklara katlandı ancak ondan sonra hürriyetine sahip oldu. Bu sebeple hürriyet Türk'ün hayatıdır. Artık Türkiye'de her Türk hür doğar, hür yaşar. Türk yurttaşları demokrat, hür ve mesul vatandaşlardır. Türk ferdi hürriyetinden ve menfaatlerinden teşkilatı esasiye kanununda tayin olunduğu kadarını cumhuriyete bırakmıştır. Cumhuriyet ferdin, ona bıraktığı bir kısım hürriyeti, Türk milletinin, dahilde hürriyetini ve harice karşı istiklalini temin için kullanır."
"Hürriyetler başlıca ferdin maddi ve manevi menfaatlerine tekabül eder; dar anlamda kişisel hürriyettir. Bunlardan en önemlileri seyahat ve yerleşme hak ve hürriyetidir. Bununla birlikte keyfi tutuklamaları, hapis cezasını yok etmek gerekmektedir. Ferdi mülkiyet çok önemlidir. İnsanın emek ürünü olan her şeye sahip olması, devletin müdahale edemeyeceği, ferdin yüksek haklarındandır. Temel haklardan ticaret çalışma ve sanat hürriyeti önemlidir. Bunlardan başka, devletin, siyasi veya kamunun menfaat ve emniyeti amacıyla tekeli altında bulundurduğu işleri başkaları yapamaz. İkinci grup hürriyetler ferdin fikir, inanç hayatındaki hürriyet ve haklarıdır. Bunlardan vicdan hürriyeti ferdin istediğini düşünmek, istediğine inanmak, siyasi bir fikre sahip olmak, mensup olduğu bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz".
"İçtima hürriyeti ve matbuat hürriyeti aynı prensipten çıkar. O prensip insanların, fikirlerini serbest söylemek ve neşretmek hakkıdır. Vatandaşlar, kendi talim ve terbiyeleri için ve umumun menfaatleri noktasından fikirlerini teati etmelidirler. En büyük hakikatler ve terakkiler, fikirlerin serbestçe ortaya konması ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir.” (Prof.Dr.A.Afet İnan,Medeni Bilgiler ve Atatürk'ün El yazıları,Ankara,1969,s.390 vd.)
"Kişilerin hak ve özgürlüğü devlet egemenliği ve isteklerinin saklı bulundurulmasına bağlıdır. Devlet felce uğratılırsa kişi özgürlüklerini koruyacak hiçbir güç ve araç kalmaz. Vatandaş olan kişiler kendi özgürlüklerinin bir kısmını rızaları ile severek ve gerekli görerek devlete vere gelmişlerdir. Devlet, kendine özgü istekle kişisel özgürlüklerin bir bölümüne, o özgürlükleri sağlamak için sahip olur. Yeter ki devletin buyrukluğu ulusun genel mutluluk ve refahına, vatandaş özgürlüklerinin sağlanmasına harcanmış olsun" (Atatürk 17 Şubat 1931)
Ayrıca; 1 Mart 1924 tarihinde TBMM II. Dönem açış konuşması, 30 Ağustos 1924 Dumlupınar konuşması, Ankara Hukuk mektebine yazdığı telgraf, 9 Ekim 1925 tarihli Cumhuriyet savcılarına seslenişi, 5 Kasım 1925 tarihinde Ankara Hukuk Fakültesini açarken yaptığı konuşma, 1 Kasım 1928 tarihinde TBMM III. Dönem Yasama Yıllını açış konuşması, Ankara İstiklal Mahkemesi kararı ve Mahkeme başkanlığına yazdığı telgraf, Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Hakkının verilmesine dair kanun üzerine açıklamaları, 1 Kasım 1937 tarihinde TBMM V. Dönem 3 ncü Yasama Yılı ve 1 Kasım 1938 tarihinde TBMM V. Dönem 4.ncü Yasama Yılı açış konuşmaları Atatürk’ün adalet ve hukuk üzerine düşüncelerini yansıtan çok özgün metinler ve tarihi belgelerden sadece bazılarıdır. Ancak, Halife Hazreti Ömer (R.A.) dayanaklı “Adalet Mülkün Tekelidir” vecizesi bütün bu söylemleri şamildir.
Burada özellikle ve bilhassa “devletin tapusu, istiklâli ve tam bağımsızlığı” vurgulanır.
Tapu 1995 GB antlaşması ile delinmiş bu nedenle TC yargısı, hakim ve savcıları çok vahim, talihsiz, kabulü ve sindirilmesi gayrikabil feci bir darbe, gasp ve aşağılanmaya maruz kalmıştır. Yaşanan süreç “büyük Türk medeniyeti, bilgi toplumu, insan hakları, adalet ve hukuka dayalı” Türk hukuk-adalet sisteminin bertarafını (yok edilmesini) amaçlamaktadır. Bu gidişle artık istiklal ve bağımsızlık da kalmayabilecektir.
Dolayısıyla mevcut yargıya düşen görev fevkalade büyüktür.
Türk yargısı bu süreçte ayağa kalkmak, kuvvetler ayrılığı ilkesi kapsamında gerçek yerini ve rolünü üstlenmek, yıllardır yaşanan sistematik dezinformasyon, psikolojik-biyolojik savaş, kronik yozlaşma, adetten hale gelen hak-hukuk gaspları, rüşvet, iltimas, nüfuz-din-dava -misyon tüccarlığı, çıkar örgütlenmesi, yolsuzluk, suiistimal, görevi ihmal, yetki tecavüzü ve başta “yürütme” erk’i kaynaklı bütün anlaşma, eylem-işlem, temlik-tahakkuk ve yaptırımları ele almak; YASA DEĞİL! ADALET VE HUKUK perspektifinde incelemek, değerlendirmek ve Türk Milleti Adına “BAĞIMSIZ ve TARAFSIZ” (halktan ve haktan yana objektif) bir süreci başlatmak ve/veya halihazır Ergenekon kod adlı (temiz toplum+temiz devlet+temiz hükümet=Temiz Eller) operasyonunu ucu her nereye kadar varırsa varsın mutlaka “sonuna kadar” devam ettirmek mecburiyetini haizdir.
Türk milleti Hâkim ve Savcılarına yürekten inanmakta ve güvenmektedir. Unutmayın!
“Gerçek bir hukukçu bu gereklerin hiçbirini göz ardı edemez. Diplomayla, yetki belgesiyle, giysiyle, ortam ve konumla değil, bilgiyle ve yeterlikle, çalışma ve yararlı olma çabasıyla hukukçu olunur. Hak edilmeyen ün ve san yüktür.” (Yekta Güngör Özden)
Yargı Yetkisi: “Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”
Bak: Anayasa Madde: 9