30 Eylül 2010 Perşembe

Rezillik diz boyu;
hükümet nerede?
Mustafa Nevruz SINACI
KPSS sınavında ortaya çıkan yolsuzluk; geçmişin karanlıklarından günümüze uzanan menfur satanist cemaat-siyaset; soygun-vurgun, sahtekârlık, nitelikli dolandırıcılık ilişkisine dayanan ve tesadüfen “namuslu-dürüst bir vatandaşa çarpma sonucu” ortaya çıkan bir kamyon (susurluk) kazasına benzemektedir.
Gerçekte bunlar bir tesadüf değil, “ilâhi adalet” in tezahürleridirler.
Zira susurluk türü bilumum kirli iş ve ilişkiler, zaten devletçe malumdur.
Devlet izafi bir kavram olmakla; Hakikatte “güç” bizatihi hükümettir.
Bu harama ve yalana dayalı akçeli işler; kirli, haksız, adaletsiz, gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık, sahtekârlık, rüşvet-iltimas, kaçakçılık, kara para, yasa dışı ticaret, kayıt dışılık, hırsızlık-yolsuzluk, evrak tahrifi ve suiistimal genellikle hükmedenlerin bilgi/himaye, yardım ve yataklığı dâhili ve sâyesinde yapılır. Yöneticiler bunu bilmeseler dahi (ki bu asla mümkün ve imkân dahilinde değildir) emanetçilik ettikleri efendi, sulta, dikta veya cunta bilir!..
Dahası, mahalle muhtarından MİT muhbirlerine, semt karakolundan, sağlık ocağı ve bilumum yerel-taban ünitelere kadar müthiş ve muazzam bir “yasal örgüt”, hukuki bilgi ağı ve örgün iletişim organizasyonu biçiminde işleyen mekanizma; Kesinlikle ve mutlaka her şeyden haberdardır. Devlet, nerede ne olduğunu ve kimin ne işler karıştırdığını bilir. Zaten de bilmek zorundadır. Bilmezse “devlet olma” temsil, hüküm-hikmet ve meşruiyet vasfını yitirir.
İşte böyle!...
Bahusus KPSS sınavının iptali insan hakları, adalet ve hukuka aykırıdır.
Hükümet önce, bütün unsur, amir, dâhili-harici bağlantı ve uzantıları ile mezkür çeteyi ortaya çıkartmak; Olayda kastı mahsus, cana, mala, ikbal ve istikbale matuf caniyane emeller, haksız edinim, gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık, soygun esası olduğu için failleri istisnasız tutuklamak, yargılamak, hapisle tazyik ve tecziye etmek; Adalet ve yargının görevidir.
Buna paralel olarak bütün “kopya çekenler” otomatikman ortaya çıkacaktır.
Kopya çekmek suçtur. Faillerin sınavları iptal edilir ve fiillerine uyan cezalara çarptırılırlar. Bunlar, mutlaka yargılanmak ve cezaları verilmek zorundadır.
Kopya çekmeyen, masum, müsemma “doğru-dürüst” olanın sınavı geçerlidir.
Namuslu ve dürüst insanlar asla cezalandırılamaz.
Devlet; iyi insan, iyi, namuslu, dürüst vatandaştan yana olmak,
Onurlu ve sorumlu vatandaşları korumak, kollamak zorundadır.
Aksine bir karar veya tasarruf halinde “Cumhuriyet Savcıları, Adalet, Yargıçlar ve Barolar” karar mekanizmalarına karşı harekete geçmek; Namuskâr ve dürüst vatanların hak ve hukukuna sahip çıkmak zorundadır.
Aksi taktirde bunlar da, “onursuz ve sorumsuz” aciz ve yok hükmünde sayılır!..
Sonuçta dava sür’atle sonuçlandırılıp, dürüstlerin hakkı hayat bulmalı; Kötüler mutlaka kahredilmeli, yardım-yatakçı, uzantı ve bağlantıları ıslah veya mahvedilmelidir…
Aksi takdirde kötülük büyür.
Kötülük olan ülkede, ya hükümet yok, veya aciz, zayıf ve aciz hükmündedir!..
Dolayısıyla, başta güncel KPSS yolsuzluğu, anarşi, terör-tedhiş, bilumum haksız edinim, gasp-irtikap, nitelikli dolandırıcılık ve ‘organize işler’ dediğimiz suçlara karşı etkin tedbirler almayan yönetimler ve hükümetler her halikârda suça ortaktır.
Yahut da, bütün faili meçhullerin suçlusu hükümettir!..
Manâ ve muhteva olarak, alenen; “suç teşkil, suça teşvik, suç ve suçluyu övme, tahrik” gibi insan hakları, adalet, hukuk ve ahlâk dışı unsurlar içermedikçe, “Söz söyleme, düşünce ve kanaat açıklama” hak ve hürriyeti tahdit edilemez.
Amma lâkin, öldüreni öldürmeyen; Suçluyu mutlaka bulup cezalandırmayan;
Haklıyı, doğruyu, iyi-namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu vatandaşları korumayan;
Adaletle hükmetmeyip, rezilliği yok edemeyen hükümet acze düşmüş demektir.
***
Düzen’in başıbozuk;
Demokrasi yok!...
Mustafa Nevruz SINACI
Vahşi, alçak ve ikiyüzlü batının dayatmasıyla “yeni Osmanlıcılık” adına sahnelenen Heybeliada, Akdamar ve Dinler arası diyalog gibi din, ilim-irfan, akıl-mantık, gelenek, gerçek ve dayanaktan yoksun saçmalık, apaçık komiklik ve nafile şovlarla cinlik yapan ‘uyanık’ (!) birileri, güya şanlı ecdat’ın güncel versiyonuna oynadıklarını sanıyorlar.
Alakası yok!. Bu, AB tarafından asırlardır dayatılan kirli bir oyun.
Derin bir gaflet, hazin bir dalalet ve çok acı bir hıyanet!..
Bozuk düzen, disiplinsizlik, demokrasi yokluğu ve başıbozukluk bu!..
Tarihe “talihsiz menfur eylemler” diye geçecek bu tasarrufların, gaflet uykusu, kuru gürültü, horultu ve homurtudan öte hiçbir önem, etki ve değeri yoktur. Kaldı ki, beka/basiret, umur-u devlet, kemali ciddiyet, bilim, tarih şuuru ve bilhassa “sürdürülebilir objektif siyaset” ile mütekabiliyetten yoksun, olumsuz-tabansız, dayanaksız kısır teşebbüslerle, dünyada Türk siyasetini küçük düşürüyor, istismara izin veriyor, çok gülünç durumlara düşüyorlar. Bu taviz ve ivazlarla failler, kamuoyu nezdinde alçalıyor, alay konusu oluyor; aciz/zavallı, sürekli taviz veren, acıklı ve komik hallere sürükleniyor, kamu vicdanını sızlatıyor, rencide ediyor ve tarih önünde kamusal suç işliyorlar.
Amma gaflet ve dalalet boylarını aşmış. Farkında değiller!..
Bu yapılanlar, devletin beka, basiret ve umuru ile bağdaşmamakta; Lâiklik temelinde yükselen milli devlet ve milli siyasete bir yarar sağlamamaktadır!.. Tarihi gerçek, gelenek ve Türkiye Cumhuriyeti teamüllerine de aykırıdır. Zira bunlarda bir zerre Osmanlı-Türk asaleti, Müslüman feraseti, akil insan basireti, milli tarih şuuru, Türk ruhu ve damarlarında “asil kan” olsa bilirler ki: Osmanlı asla tek taraflı siyaset yapmadı. Münhasıran asrına ait olmak kaydıyla asla taviz vermedi. Düşmana hoş görünmeye çalışmadı ve düşmanın düşmanlığını unutmadı!..
EĞER OSMANLI DEVLETİ OLSAYDI!...
Akdamar’la eş zamanlı olarak AYASOFYA ibadete açılırdı.
Ermenistan, Yunanistan tüm Ortodoks hinterlandında Omsalı, Türk-Müslüman eser, camii ve vakıfları ihya edilir; Daha 50-60 sene öncesine değin mevcut Ermenistan, Karabağ, Balkanlar, Yunanistan ve SSCB (Rusya) CAMİ'lerinin hesabını sorar; Kalan bir kaç tanesini de aynı gün imar ve ihya edilmiş olarak ibadete açarlardı!...
Dahası, bu gaflet ve dalalet uykusundan ‘tedbir ve temkinle’ kalkılır tarihe bakılırdı;
Evet, gerçekten Osmanlı Patrikhaneye, bütün kilise, mabet, inanç ve dinlere “Rab’in emrettiği şekilde” kendi egemenlik ve himayesinde hayat hakkı tanımış; Buna karşı asi/hain olan yahut Sapıtan patrikleri, papaz ve rahipleri hiç tereddüt etmeden derhal darağacına çekmiştir;
Ayasofya ise Fâtih’in vasiyeti üzere daima İslâmi ibadete açıktır…
Haydi, yüreğiniz yetiyor, bileğiniz tutuyor, tarihi bilinç ve bellekleriniz sizleri gaflet ve dalalete sürüklemiyorsa; gücünüz yetiyorsa böyle yapın. Zira tek yanlı taviz vatana, millete ve insana ihanettir. Yüreğine, bileğine, aklına, ilmine ve damarlarındaki kan’a güvenen daima doğru, iyi ve milli devlet yararına olanı yapar. Meselâ!..
.Önce 12 Eylül yerine Yassı ada ve 27 Mayıs’ın hesabını sorar;
.Van gölü (Ermeni tecavüz kilisesi), Trabzon (Rum mütecaviz kilisesi) etrafında oynanan oyun ve dolapları (Pontus) kestirip atar, Ayasofya’yı derhal ibadete açar. Asala ve pkk’yı eğiten-lojistik destek veren, emekli Yunan Subaylarını bulup infaz; Melânet örgütü de Milli hükümet emriyle TSK ve güvenlik kuvvetleri; Dağları kaatiller, kaçakçılar, anarşi, terör ve tedhiş unsurlarından; Düz Ovaları, hırsız-yolsuz domuz, dolandırıcı-yankesici kene, rüşvet ve iltimas erbabı bit/pire ve kan emici ‘demokrasi, düzen, adalet ve hukuk düşmanı’ politik ACI’lar ile onların iğrenç uzantı, bağlantı, yardım ve yaltakçılarından temizler!..
.Bundan böyle: Türkçe düşünülür, Türkçe konuşulur ve Türkçe yaşanır.
"Türk’üm" ve “Kürt’üm” diyenlere, "etnik bölücülük yapıyorsunuz" denmez!
Başıbozukluktan kurtulmanın ve Demokrasi’ye kavuşmanın yegâne yolu budur.
MUHALEFET(!)’İN
REFERANDUMLA SINAVI
Mustafa Nevruz SINACI
Kokuşma, yozlaşma, çürüme ve bozulum; adına siyasi parti denilen, fakat icraatta asla anayasada yazılı “siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” (md: 68) tanımı ile bağdaşmayan bazı tertip ve teşekküllerden başlamak suretiyle ve yayılmıştır.
“Demokratik Siyasi Hayat” ne demektir?
Ben bir siyaset bilimci ve kırk yıllık hukukçuyum.
İlgili literatürü günlerce inceledim.
Sonuçta; Demokratik Siyasi Hayat’ın ne olduğuna dair özlü bir sentezde:
“Toplumsal hayatın: İktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel olmak üzere bütün usul, unsur, inisiyatif ve davranış biçimleri ile kişisel ve kurumsal tasarruf, hak, ödev, yetki, sorumluluk ve görevlerin tümüyle doğrusal yönde; adalet ahlâkı, ilim ve evrensel hukuk içinde; Mütesanit (uyumlu) ve bilimsel bütünsellikle yaşanması ve yaşatılması” olduğunu gördüm.
Bu tanım ve cari mevzuatın özüne göre “siyasi parti” şu demektir:
Siyasi partiler, devlet içinde milletin; Adalet ahlâkı, haklılık, eşitlik ve hukukun üstünlüğüne dayalı, huzurlu-güvenli, zengin ve mutlu bir hayat sürmelerini temin; Bireyler, bütünüyle toplum ve müesses kurumların her türlü mazarrat, tasallut, fiili tecavüz, hak gaspı, hırsızlık-yolsuzluk, kanunsuzluk, ayrımcılık, bölücülük ve ahlâksızlığa karşı tahkim edilip;, Milli devlet’in ebed müddet kılınıp, özgürlük ve egemenliğin korunmasından sorumludurlar.
Aksine hareket eden; Ülke/millet/insan aleyhine siyaset üreten; Aykırı unsurlara arka çıkan; Dolaylı da olsa, terör-tedhiş, genel ahlâk, milli adet, örf, gelenek ve yasalara göre suç sayılan eylemlerle iştigal ve eylemcilere yardım ve yataklık eden partiler derhal “her ne şekil ve surette olursa olsun” mutlaka kapatılmalıdır.
Ülkemizin resmi ve yasal siyasi partileri;
Adına “lider” denen parti sahipleri ve üyeleri;
Bunun farkında ve şuurunda mı acaba?
Farkında ve şuurunda/bilincinde iseler:
Niçin halâ insanlık, demokrasi, ilim ve ahlâk dışı 298 (seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri), 2839 (milletvekili seçimi), 2972 (mahalli idareler ve mahalle muhtarlıkları ve ihtiyar meclisleri) ve 2820 (siyasi partiler) sayılı yasalarla amel etmekteler?
Bilinçli sorumluluk ve “farkındalık” olmadığını bir misal ile açıklayalım:
***
“Konfüçyüs, Hükümdar'ın isteği üzerine belirli bir süre için şehrin yönetimini üstüne almayı kabul etti ve yedi gün süreyle hiçbir şey yapmadan şehir ve halkı izledi.
Yedinci gün yüksek memur Sao-Ceng'i idam ettirdi. Cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti. Buna Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler ve sordular:
"Sao-Ceng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yapmanız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam ne bir haydutluk ve ne de hırsızlık yapmamıştı...
"Konfüçyüs ‘yaptığımın nedenlerini size anlatayım’ dedi ve şöylece anlattı:
"Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, onlar daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:
Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözü peklik;
İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık;
Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık;
Dördüncüsü herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte, herkesle dost geçinmek;
Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte, yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.
Sao-Ceng'de bunların beşi de vardı.
Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu;
Aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyor ve zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu.
Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar.
Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim.”
***
Bu mesele ışığında son elli yılın particilerini bir mütalaa edin lütfen!..
Sonra, mütalâanız ve ortaya çıkan hakikat ışığında ‘şu hali’ bir değerlendirin.
Asil/vekil ilişkisini hukuken, ahlâken, ilmen ve mantıken tanımlanamaz bir çelişkiye dönüştüren “Dokunulmazlık zırhı” neyin nesi? Sanki bu gericilik, yobazlık, halka güvensizlik, kurumlara inançsızlık ve derin irtica yetmezmiş gibi; Bir de siyasi partilerin kademe (il-ilçe, genel merkez bina) dokunulmazlığı, memurin muhakemat ve sınırları resmi görev alanlarını aşan yargı (hakim-savcı) dokunulmazlığı var!...
Lâkin; malik-ül mülk ve devletin asıl sahibi vatandaşa dokunmak serbest!..
İşte, soruna buradan bakmak ve neşteri buraya çalmak gerek.
Şu hale bir bakınız: İlim, irfan ve en hakiki mürşit’in emirlerine rağmen;
Tarihte ve bu gün, fitne-fesat, vatan-millet, devlet ve insanlık aleyhine her melânet, cürüm, suç ve şeamet siyaset adına siyasi partilerde üremiş. STK ve partilerde üreyen mikrop-ihanet virüsü, önce kurumlara sirayet, oradan devlet uzuvlarına, nihayet sine-i millete bulaşarak yayılmış ve şimdilerde “TC’nin hayatiyetini tehdit eden” kronik, devasa ve müzmin bir sorun, tehlikeli salgın halini almıştır…
27 Mayıs 1960 kalkışmasından itibaren üreyen ve yayılan cerahat nedeniyle;
Şimdi TC vatandaşlarının kahir ekseriyeti hastadır.
Müzmin hastalıkların hakiki sebep ve kaynağı:
1. Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu olamayan,
2. Kitle partisi şuuru içinde “parti içi demokrasiyi” gerçekleştiremeyen,
3. Devlet memurunu yandaş, zenginleri yoldaş, yalancı-talancıyı yönetici yapan,
4. Haram-yalan, soygun-vurgun, kara para ve kaynağı meçhulden beslenen,
5. Denetlemeyen ve denetlenemeyen,
6. Emanetçi, hıyanetçi, despot ve diktatörlerce yönetilen,
7. Üye, delege, yönetici ve adayların kader, istikbal ve ikballerini “Sao-Ceng” lerin belirlediği; Elli yıldır “milletvekili” namıyla, bu sulta ve cuntalar tarafından “parlâmenter” atamalarının yapıldığı ve bütün atamaların “parti sahibinin” iki dudağı arasında olduğu…
Hakikatte atıl, halde batıl ve muattal;
Son yarım yüzyılın siyaseti ile siyasi parti nam tertip ve teşekküller ile;
Devleti yönetmekten aciz, bencil ve haris, ilkesiz, onursuz ve sorumsuz, yalan-talan, yolsuzluk ve hırsızlık müptelâsı, rüşvet alacak-verecek, iltimas edecek, eşi-dostu, yandaşı, yoldaşı ayıracak, ihanet şebekeleri ve vatan hainlerini kayıracak kadar pespaye, düşük, akıl, idrak, ilim-irfan ve vicdandan yoksun politikACI’lardır.
(adalet ahlâkı, hukuk ve halka sahip ve saygılı olanları elbette tenzih ederim)
Bu tanım, tasnif ve tarife muhatap olanlar; Apaçık devlet ve milletin aleyhine olan bir referandum karşısında ittifak yapmaktan, halkı dosdoğru bilgilendirip, bilinçlendirmekten aciz, zavallı vasi, cunta ve sulta sahipleridir.
Evet; Bir türlü kökü kazınamayan “temiz devlet, temiz siyaset, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu yönetici" bağlamında temizlenemeyen bu “Allahın belâsı” menfur melanetler yüzünden; En kıymetli varlığımız, aziz ve kutsal insan unsurumuz artık hastadır.
Hem de; kimi bedensel, kimi de ruhsal ve zihinsel (muhakeme) özürlü olarak..
Bundan; Referandum karşısında aciz kalan muhalefet sorumludur.
***
VATAN YAHUT SİLİSTRE
Mustafa Nevruz SINACI
Namık Kemal’de vakti zamanında “Vatan Yahut Silistre” demişti!...
Bunun güncel karşılığı ve anlamı: “Ya adam gibi siyaset yapın, ya da defolun gidin” demektir. Adam gibi siyaset yapmak: Demokrasi mabedinin muhafızı mesabesindeki siyaset kurumlarının “kitle partisi” vasfına kavuşmaları ve başlarındaki dikta/sulta/cunta, vesayet ve emanetçi belâlarından kurtulmalarına; Parti içi demokrasiyi hayata geçirmelerine bağlıdır.
Bakınız, bu melanet afet ve müzmin felaketi, bir yazar kardeşimiz; Ta Yavuz Sultan Selim Hân’a dahi atfederek nasıl bir belâgat ve derin hakikatle açıklıyor:
***
“Kuruluşunda alın teri olmayan ‘Tad ve Yad’lar; ortaya çıkan bir oluşumda hiç hak etmedikleri halde mal ve idari görev almak isterler. Ve ekseriyetle muvaffak olurlar. Alın teri akıtan insanlar, fıtri özelliklerinden dolayı yönetme, mal edinme hırsı ‘Tad ve Yad’lar kadar nimet olarak takdir edilemediğinden kurdukları oluşumların yönetimini veya nimetlerini bir tepsi içinde adeta sunarlar. Bu şekilde iktidar olan ‘Tad ve Yad’lar iktidarlarının ömrünü uzatmak için zamanla zulümlere varan uygulamalara başvurur. Hatta asli unsurun ne oluyor demesine kalmadan onların sert tedbirleri karşısında belleri kırılır. Netice itibariyle kendi içlerine kapanır ve diş gıcırdatmaları, karın sancıları şiddetini arttırarak devam eder. Hemen her alan da sindirime ve tutulan mevziler iktidarlarının gücüyle varlığını korur.”,
“…Hünkâr Yavuz Sultan Selim’in şiirinde ifadesini bulan, bir bakışla yüksek asalet, bir bakışla ise büyük zafiyet olan duruş; Türk milletinin kronik problemi olmuştur hep. ‘Bahtı kara maderini’ kurtardıktan sonra yönetme kabiliyetini hemen her katmanda hakkıyla yerine getiremeyen ana kütle, bu alanda yapılanmayı ‘Tad ve Yad’lara bırakmanın sıkıntısını iliklerine kadar hissetmelerine rağmen, tarihi sürekli tekerrür ettirme gibi kronik zafiyetine karşı tedbir almayı hep savsaklamışdır.”,
“Tad ve Yad’lar devlet olduktan sonra kendi hakimiyetlerini sürdürebilmeleri için her türlü tedbire başvururlar. Gerekirse zor kullanırlar. Kendi kimlikleriyle ortaya çıkamadıkları için dikte ettikleri tarz bir kesim de taraf ta bulur. Hâkimiyetlerinin devamı yönünde engel gördükleri bilim adamları, siyasetçi, bürokrat demeden bir şekilde ortadan kaldırarak geniş kesimlere korku salarlar.” (*) Sıdık Demir, www.birincikuvvet.com
***
Parti üyesinin, delegeden başkana kadar bütün yönetici takımına:
“Ya adam gibi dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu siyaset yapın; Ya da bırakın partiyi, defolun gidin” diye haykırma, insani, sosyal, siyasal ve toplumsal sorumluluğunun gereğini yapma zamanı gelmiştir.
Şimdi olmazsa ne zaman..?
Halkımız; Istırap, azap ve sıkıntı içindedir.
Devlet eliyle eziyet ve zulme maruzdur.
Halk, Siyasette ve devlette “vicdanı hür, irfanı hür, aklen özgür” olmayan, kula kulluk etmeye düşmüş, zavallı, ilkesiz, bilinçsiz sünepe dalkavuklara, sempatizan, partizan ve parti militanlarına maaş vermek, beslemek ve tahammül etmek zorunda değildir.
Memur millete-devlete; Politikacı halka ve hak’a adanmışsa meşrudur.
Allah’tan başkasına muhtaç olduğunu sanan gafil ve cahildir.
Bu nedenle partili hak, hukuk ve hakikati gözetmek zorundadır.
UNUTMAYALIM:
İnsanlar inandıkları, hayvanlar ise sığındıkları veya sahiplenildikleri yerlerde kalır.
Domuz, bit, pire, sülük, kene, vampir ve yarasa gibi türlerse, sömürdükleri yere apışıp-yapışıp kalır. Bunlar mazarrattan olup, hayvanların en aşağılık olanlarıdır. Makbul ve kutsal, insanca olan: rüşt’ünü kullanabilmek, özgür irade, objektif vicdan, ortak akıl, iyilik-dürüstlük, namuskârlık ve vatanseverlikte uzlaşma; demokrasi kültürü uyarınca hareket edebilmektir.
Devlet su işleri/Bırak bu işleri/Al parayı/Dön köşeyi!..
Men Dakka dukka/Ellezi minel cukka!..
Duygusal meseleler!.. Gibi rüşvet ima, iltimas, yolsuzluk, suiistimal ve görevi kötüye kullanma söylemlerinin olduğu yerlerde “İNSAN ve MÜSLÜMAN OLANLARIN” işi yoktur. Hele ki, bir STK veya siyasi teşekkülde anarşi, terör, tedhiş, organize suçlar ve yüz kızartıcı işlere eğilim veya cevaz varsa; orada durmak, kesinlikle insanlıktan müstafi olmaktır.
SİYASET VE PARTİ ADAMI
Siyasi parti adamı “Muhalefet’in Referandum İle Sınavı” isimli makalede açıklanan gerçek ve objektif tanımlara uymak; Devlet adamı milletin emir ve hizmetinde; Memuru ise hşâ ve asla bir siyasi partinin değil “MİLLETİN MEMURU” olmak zorundadır.
Bunun böyle olamamasının sebebi/sorumlusu atide ve hal’de siyasi partiler ve siyaseti vesayet bab’ında hırs ve ihtiraslarını tatmin, yalan-talan uğruna kullanan politik ACI’lardır.
Bu (iyi, ilkeli, dürüst ve demokratları tenzih ederim) menfur siyaset simsarı, insan istismarcıları ve din tüccarları; Ülkenin bütün adalet sistemi, hukuk cihazı, kamu uzuvları, bunların uzantı ve bağlantıları ile; Cidden devletten maaş alan yetkili, görevli, sorumlu millet memurlarına (hâkim, savcı, memur-amir, şef, müdür, başkan, genel müdür, general, profesör, rektör ve müsteşar) rağmen sürekli ve organize olarak suç işlemişler; hak gaspı, hukuk ihlâli, irtikap, suiistimal ve nitelikli dolandırıcılığı adeta meslek ve meşrep haline getirmişlerdir.
Öyle ki, ülkemizin yakın tarihinde yüce divanda (siyaseten) yargılanan başbakan ve bakanlar, evrakta sahtecilik, dolandırıcılık, uyuşturucu kaçakçılığı, ihaleye fesat karıştırma ve yankesicilikten tutuklananlar, milletvekili sıfatını haiz iken terör ve tedhiş örgütüne yardım ve yataklık edenler vardır. Hâlihazır “parlamenterlik” mesleğini icra edenler hakkında benzeri iddiaları haiz yüzlerce “suç” dosyası olup; İnsanlık, ahlâk ve hukuk dışı dokunulmazlık zırhı yüzünden ne yazık ve ne elem verici hakikat ki, haklarında yasal işlem yapılamamaktadır.
ÇÜNKÜ:
Şiddetle dışlanmak ve ilga edilmek istenen anayasanın 42. maddesinde yer alan “Kimse, eğitim ve öğretim haklarından yoksun bırakılamaz” hükmüne rağmen, başta kılık-kıyafet olmak üzere “haksız yere” binlerce eğitim-öğretim mağduru yaratılmış;
Millet yozlaştırılmış, uyutulmuş, sağır-kör edilmiş., Vatan bölünmeye, kardeş ihanete ve düşman Türk'ü kalleşçe şehit etmeye başlamış., Şehit kanları yerde kalmış, şehit anaları yas tutmaya durmuş; Türk bayrağını yakan ve eylemi yaptıranlara hâlâ 'vatandaş' deniliyor!..
Millet susturulmuş, hakkını aramaktan aciz kalmış ve koyun sürüsüne dönmüştür..
AB uğruna ihanet almış yürümüş; 47 yıldır verilen şehitlere rağmen millet bir defa olsun sokağa dökülüp 'Kahrolsun PKK' diyememiş; Hain, hırsız ve yolsuzların parlamenter seçilerek, yandaşlarını yüksek makamlara getirmelerine ses çıkartamamıştır. Hele ki bir kere; İslam'da devlet ve belediye bütçelerini hortumlamak, rüşvet almak-vermek, haram yemek, her türlü emanete hıyanet etmek, yalan söylemek, halkı aldatmak; Arsa ve araziler üzerinden rant sağlamak, haram komisyonlar almak, İhalelere fesat karıştırmak, Haram yollarla süper zengin olmak var mıdır?..
Türk milleti hâlâ susuyorsa, Türk vatanında, Türk askerine hâlâ kurşun sıkılıyorsa, şehit Anaları ağlıyor ve buna bir 'dur' diyen yoksa! Bu direnç ve sabır damarlarımızdaki asil kanın eseri ve son demlerini yaşayan ortak ülküdür. Ortak ülkü millet olma sebebidir! Ortak ülkünün terk edilmesi: Milli birlik ve beraberliğin bozulması, egemenlik, istiklâl ve istikbalin karartılması, yani ihanet furyasına delâlettir. Artık kamu vicdanı uyanmakta; millet kendine gelmektedir. Şimdi el iman minel vatan demek ve ihaneti adalete teslim etmek şarttır.
Şimdi “emr-i bil maruf, nehy-i anil münker” zamanıdır.
Lütfen kendinize gelin, olanların farkına varın.
Varsa partinize/yönetime karşı; her derece ve düzeyde; Yasal/anayasal gözetim hakkı ile denetleme görev ve sorumluluğunuzun (insan ve vatandaş iseniz) icabını yerine getirin.

18 Eylül 2010 Cumartesi

EN HAYIRLISI “HAYIR” DEMEKTİR!.. (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Şimdi eğri oturup doğru konuşmak zamanıdır.
Fakat önce, kamuoyunda “dinci” olarak tanınan Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi’den bir alıntı yapalım. İşte, “evet”çi partinin yayın organında AKP’ye hitaben yazdığı 07.08.2010 tarihli makale:
“ALLAH BİN KERE BELÂNIZI VERSİN!.. Allah Cezanızı Versin!..
İSLAMCILIĞIN cıcığını çıkarttınız, Allah belânızı versin!..
Ben çoğunuzun o e...ski mücahitlik günlerini bilirim, ne nutuklar atıyor, mangallarda kül bırakmıyordunuz. Sonra mücahitlik postunu çıkardınız müteahhit oldunuz. Müslüman’san, hangi meşrep ve mezhepten olursan ol, mutlaka doğru ve dürüst olmak zorundasın. Siz yıllar var ki, doğruluk şişesini taşa vurup paramparça ettiniz. Allah bin kere belânızı versin!
Namaz kılıyor, günde onlarca defa Allah'tan sirat-ı müstaqime (doğru yola) kılavuzlamasını lisan ile niyaz ediyorsunuz ve hayatta tam tersini yapıyorsunuz.
Bre uğursuzlar!..
İslam'da devlet ve belediye bütçelerini hortumlamak var mıdır?
Rüşvet almak var mıdır?
Haram yemek var mıdır?
Her türlü emanete hıyanet etmek var mıdır?
Yalan söylemek, halkı aldatmak var mıdır?
Arsa ve arazileri yapılaşmaya açarak, binalara fazla kat çıkma izni sağlayarak haram komisyonlar almak var mıdır?
İhalelere fesat karıştırmak var mıdır?
Haram yollarla süper zengin olmak var mıdır?
Size beddua ediyorum. Allah belanızı versin!..
İki yakanız bir araya gelmesin!..
Haram servetlerinizi huzur içinde yiyemeyin emi!..
Müslümanların yüzünü kara çıkarttınız...
Başınız belâdan kurtulmasın.”
(Mehmet Şevket Eygi: Milli Gazete; 07 Ağustos 2010 Cumartesi)***
Yukarda ne demiştik? Dosdoğru konuşmak ve mutlaka dürüst olmak zamanıdır.
Gerçekte bu, insanlar ve özellikle Müslümanlar için belirli bir zamanı kapsamaz.
Namuskârlık, onur ve sorumluluk bütün zamanları, yani hayatın tamamını kapsar..
Doğru ve dürüst olmak, iman ve amelde (eylem ve söylemde) bir olmaktır.
Zira halka konuşanların (akıl veren, yol gösterenlerin) ve yazanların, her iki âlemde de sorumlulukları pek büyüktür. Bunlar, âlimler (ulema; konuşan ve yazanlar) ile amirler (ümera; idare eden, millet memurlarına emir veren yöneticiler) olarak açıklanır ve tanımlanır.
Şu kadar ki, bu avas (okumuş-ilimle amel eden; avam’ın karşıtı) ekseriyetle namuslu, dürüst, onurlu-sorumlu; Adalet ahlâkı, hukuk ve hikmet sahibi olmaları, bizatihi milletin zikri, fikri, amel, ilim ve erdemi (yaşam biçimi) ile alakalı olup; Ulema ve Ümera milletin aynası ve dâhi tıpkısının aynısıdır. Bir başka deyişle: Milletin hali, ayniyle hükümetin ahvalidir.
Kur-an’ı Kerim; “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez…” (Ra’d, Suresi: 11) diyor.
Büyük âlim, Cumhuriyetin Diyanet İşleri Başkanı (merhum) Elmalılı M. Hamdi Yazır, ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Allah’ın bir toplumu değiştirmesi, ancak ve sadece insanların değişimi istemelerinden kaynaklanır. Güven, huzur ve emniyetin kalmadığı, dolandırıcılığın, rüşvetin, yalanın, zulmün hâkim olduğu bir toplum elbette yıkılmaya, yok olmaya ve çökmeye mahkümdur. Allah (CC)’ın koyduğu ilahi düzen bunu gerektirir. Yoksa Allah, bir toplumu hak etmedikleri halde helâk etmez. (F. Razi, XIX/22) Bir başka ifadeyle Allah, bir toplumun helâkini sebeplere bağlamıştır. O sebepleri insanlar kendileri oluştururlar. (Elmalılı, Kur-an Dili, IV /2419)
Peygamberimiz Efendimiz de hadis-i şerifinde, “Sizler nasılsanız öyle yönetilirsiniz” buyurmakta; Montesquieu ve Winston Churchill; “Her millet lâyık olduğu şekilde yönetilir” demektedirler. Bu kadim bir bilim, sosyolojik bir vakıa ve bütün zamanların ortak gerçeğidir.
Bir gerçek daha var ki, o’da: Akil, âlim, fazıl ve basir ulemalar ile namuslu, dürüst ve demokrat amirleri (vekil ve siyasetçileri) olan bir toplumda her değişim ve dönüşüm, terakki (ilerleme, gelişme) anlamında olup; Öncelikle sine-i millet de var olan arazı (müzmin sorun ve sıkıntıları) gidermeye matuf olmak gerektir. Sıkıntı gidermeyen, huzur getirmeyen, refah ve saadete vesile olmayan, ferahlık vermeyende hayır yoktur.
Tıpkı 27 Mayıs 1960’da, Mustafa Kemal, Türk, İslâm ve Cumhuriyet düşmanlarınca atılan (ilga edilen) Atatürk ve Kurucu Cumhuriyet Anayasasının yerini alabilecek bir başka anayasa, değişiklik ve her hangi bir esaslı düzenleme konulamadığı gibi!..
Bu zaten olamaz. Olamaz!.. Zira 1923 Cumhuriyeti orijinaldir.
Orijinal “Türkiye Cumhuriyeti” bir MİLLİ DEVLET’dir.
Yeri taklitle, alıntıyla, sanalla ve AB sapıklığı ile doldurulamaz…
Şimdi esasa gelelim ve “ilim, tarih ve hakikatler ışığında” soralım:
“Bu, çoğunluğu kanunla düzenlenmesi mümkün, anayasa değişikliğini gerekli kılmayan, kısmen mükerrer, 26 madde’den ibaret ve 12 Eylül Pazar günü halkoyuna sunulacak tasarı” millet tarafından uygun görüldüğü ve onaylandığı takdirde:
. 27 Mayıs, gasp, işgal ve tasfiye kalkışmasının hesabı sorulacak mı?
. Cumhuriyetin, yok pahasına heba edilen değerleri tekrar kazanılacak mı?
. 27 Mayıs’la gelen ve elli yıldır ülkede var olan, giderek kronikleşen, derinleşen yozlaşma, rüşvet, iltimas, ayırma-kayırma, yalan-talan, yolsuzluk, haksızlık, hukuksuzluk, suiistimal, menfur mafya tasallutları, organize suç, kaçakçılık, kayıt dışılık, kara para, hak-adalet-usul-yasa ve ahlâk dışı sarf, edinim, temlik ve tasarruflar önlenecek mi?..
. Kamu /özel, bilumum sektörleri sürekli denetlenir, hesap verir, tüyü bitmemiş yetimin hakkını korur, “devletin malını deniz bilip” kamu kurumları ve halkı her vesileyle hortumlayan: “domuz, kene ve kan emici vampirlerden” hesap sorulacak mı?
. Tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi anarşi, terör ve tedhiş bir gecede kesilecek, akabinde suç odakları; Mensup, müsebbip, yandaş-yoldaş, yardım ve yaltakçıları, eşkıya ve sair uzantı ve bağlantıları derdest edilip Cumhuriyet Mahkemeleri önüne çıkarılacak mı?
. 1963 yılından bu güne akan kanın, tahrip ve tarümar edilen milli servet’in, izzet ve itibarı ayaklar altına alınan Milli Devlet’in; Yalanla, talanla gasp ve irtikap edilen, eşe-dosta, kardeşe-yoldaşa peşkeş çekilen Milli Servet’in hesabı sorulacak; Kayıp ve kaçaklar tazmin ve telâfi edilecek, devletin namusu kurtarılacak mı?
. “Demokratik özerklik ilan edeceğiz” diyen menfur dönme ve devşirmeler tutuklanıp “tarafsız-bağımsız adalet” yargı önüne çıkarılacak mı? Bedhahların yardım ve yataklık ettiği bilumum anarşist, terörist ve tedhişçiler, her tür uzantı ve bağlantıları dahil olmak üzere “şer-şeytan, hain ve düşman” unsur bataklıkları mutlaka kurutulacak; AB’ye tekme vurulacak mı?
. 13 Eylül’den itibaren ülkemizde huzur iklimi, emniyet, güven ve sükun ortamı tam olarak sağlanacak; Demokrasi, hakkaniyet, adalet ve hukuk hâkim kılınıp; Kuvvetler ayrılığı erk, eklenti ve bağlantıları tarafsız ve bağımsız; Hükümet, hak, hakikat, adalet ve hikmetle hükümferma olacak mı? TBMM, ab-abd, sulta, vasi ve cuntalara karşı tam bağımsız, kürsü masuniyeti hariç her türlü dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyazdan soyutlanmış olacak mı?
Açıkça, namusluca, dürüstçe, erkekçe söylensin..
Kesinlikle EVET’mi? Yoksa!...
Görüne hale göre: Kesinlikle HAYIR!...
***
EN HAYIRLISI “HAYIR” DEMEKTİR!.. (2)
Mustafa Nevruz SINACI
“Ağzınızı hayra açın. Niyet hayr, akıbet hayr!..”
27 Mayıs 1960 ile başlayan fetret devrinin en nefreti mucip, mezalim ve illet tarafı, adalet ahlâkı, salt dürüstlük ve evrensel hukuk anlayışından yoksun olmasıdır.
Peki, bu “anayasada değişiklik” tasarısı; Bütün haksızlık ve hukuksuzlukların menfur milâdı 27 Mayıs’ı sorgulama ve yargılama yolunu açıyor mu? Hayır. Açmıyor. Neden..?
TC’nin yere yıkıldığı, çökertildiği yer 27 Mayıs değil mi onlara göre?..
Referandumcu hükümet “12 Mart evveli” gibi, 27 Mayıs’ı da tasvip ve tasdik mi etmektedir acaba!.. Yoksa mesele taaa Lozan’a ve Sevr’e dayanan bir kuyruk acısı, kin, intikam, paylaşma, bölücülük ve hesaplaşma dan mı hız ve ilham almaktadır?…
BAKALIM:
Kendilerini DARÜLHARP’in havarileri olarak gösteren din adamı, gönül adamı, şeyh, efendi, kanaat önderi ve mürşit nam, öğe ve unvanlarla anılan sakallı şeytanlar; Bunu (aldatmaca ve yalanı) apaçık gördükleri; TC’nin kesinlikle DARÜLİSLAM olduğunu ise çok iyi bildikleri halde; Niçin?!.. İnsan’a, İslâm’a, evrensel hukuk ve ahlâka aykırı, ayrılıkçı, bölücü değişim fetvaları verirler? Fetva, yalan ve iftiraları ile ülkemizde müesses milli birlik, beraberlik ve kardeşliği bozmak isterler. Niçin? Türkiye Cumhuriyeti Dâr-ül’İslâm değil; Dâr-ül’Harptir diye apaçık yalan söylerler?
Yalan söylerler de, fitne, fücür, fesat ve tefrikaya sebep olurlar.
Bunu, bir de gidip ehline, Mutasavvıf H. Galip Hasan KUŞÇUOĞLU’na danışsınlar..
Atatürk’ü de sorsunlar O’na;…
Ve Mustafa Kemâl’in, ALLAH (CC) tarafından “İSLAHA” vazifeli kılındığını şâhidinden öğrensinler.
“ALLAH’ın istisnai yaratılmış seçkin kulları, Emr-i İlâhinin bekçileridir. O’nların bazıları irşâd’a, bazıları ikaz’a; Bazıları da İSLAH’a vazifelidirler. Atatürk islah vazifesi ile vazifeliydi. Şahidim.”
(Bak: H. Galip Hasan Kuşçuoğlu, Tasavvuf ve Zikrullah, Alıç Ofset, 2002, Antalya)
Bu gaflet, dalalet ve hıyanet ehli, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün TBMM'de "Her Millet layık olduğu şekilde yönetilir" ikazı ve irşâdından bihaberdirler. Dolayısıyla bu sözün günümüzde geçerli olduğunu, geçerliğini koruduğunu haykırırcasına şerrin, batıl, tefrika ve yanlışın yanında yer alırlar!..
Bunlar, öyle gafil kör ve sağır hallere düştüler ki, Peygamber efendimizin "Kendini idareden aciz milletlerin başına öyle birilerini musallat ederiz ki, gelenlerden memnun kalırlar ve gelenler de onlardan..” hadisini idrak edemez, kavrayamaz; Hadis-i Şerif’in çağa yansıması ve izdüşümü bakımından ne anlama geldiğini dahi bilemez anlayamazlar.
Kaldı ki, bugün ülkemizde açlık, yokluk, pahalılık ve işsizlik sürüyorsa ve memleketi bu duruma getirenler önemli makamlarda görev başında iseler suçu nerede aramalıyız?
Kendimizde mi? Bizi yönetenlerde mi?
Dahası; Bizi yönetenleri acaba biz mi seçtik?
Seçim ve siyasi partiler kanunları buna imkân vermekte midir?
Yoksa 50 yıl önce başlayan vesayet, cunta, sulta ve dikta neden hala yürürlüktedir?..
Neden yolsuzluk artarak sürmekte?. Yolsuzluk haksızlık nedeni olmakta...
Haksızlık, hukuksuzluk ve yolsuzluk halka bir değişim-dönüşüm (transformasyon) gibi sunulmaya çalışılmakta; Fiyakalı, süslü oda ve makamlarını kaybetmek istemeyenlerle; işbu makam sahiplerine yaranmaya, yağcılık, yaltaklık ve yalakalıkla onların yerine oturmaya çalışan, buzlanmış beyinlerin bir türlü anlayamadığı değişim bu değişim değildir...
Gerçek değişim terakkidir. Kalkınma, gelişme, yükselme, “birlik, beraberlik, barış, hoşgörü ve anlayış içinde” ortak refah ve saadete erme; Toplum olarak zenginleşmedir.
İnsanlık alemi bu sayede taş devrinden, bu güne kadar geldi....
Ya, Türkiye Cumhuriyeti halkı, kadim yurttaş ve vatandaşlar olarak biz!!! ..
Yüksel tahsil yapmış, eğitimli insanımızın %90’a yakını devleti hortumlamakta, yani hırsızlık-yolsuzluk, sahtecilik ve nitelikli-niteliksiz dolandırıcılık yapmaktadır. Oysa hırsızlık, evrakta sahtecilik, bankaların içini boşaltmak, her türlü yalan, iftira ve dedikodu, ordu göreve diyerek darbe çağrısı yapmak, Türk Askerine iftira, suçlulara yardım-yataklık, anarşist ve teröristleri koruma-kollama, yardım ve yataklık cahil, aptal, primitif tür, akılsız ve hainlerin, zayıf, korkak basiretsiz kişilerin işidir. Lakin bu sergerdeler ihtisas sahibi olmadıkları alan ve konularda ahkâm kesmektedirler. Her konuyu bildiğini sanan cahillerden olmak ne kötü!...
Hazreti Yunus bu güruha şöyle der:
İlim ilmek ilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsin/Ya nice okumaktır.
Bunlar kendilerine bir görev verildiğinde “her şeyi bildiklerini” sanarak kimseye danışmadan ve ehliyle müşavere etmeden iş yapan cahillerdir. Yine Yunus’un iki dörtlüğü ile bu okumuş cahillere seslenelim.
Okudum bildim deme/Çok taat kıldım deme.
Eğer Hak bilmez isen/Abes yere yelmektir.
Dört kitabın ma’nisi/Bellidir bir elifte.
Sen elifi bilmezsin/Bu nice okumaktır.
Milletimiz asla cahil değildir, milletimiz ariftir, feraset sahibidir. Milleti aldatmaya yönelik manüplasyonlara, yalanlara basiret ve feraseti ile aldanmamıştır. Asıl cahil olanlar, bu milletin dişinden, tırnağından arttırarak okuttuğu ve kendisine tepeden bakan, kendisini yok sayan, değer vermeyen, alay eden, güdülecek sürü gibi görenler; İnsanlarımızı Türk–Kürt, Alevi–Sünni, dinli–dinsiz, şucu–bucu diye ötelemek, ayırmak ve bölmek isteyenler cahil, ilim ve zekâ düzeyi çok düşük, şahsiyeti gelişmemiş, aciz ve zavallı, yahut da Türk ve Müslüman düşmanlarına casusluk yapan ajan provokatörlerdir. Bu çok iyi biline ve dikkat edile!…
Allah bu milletin başına bela olan okumuş cahillere fırsat vermesin…
Anayasa değişiklik tasarıları ve referandum tarihinin en tuhaf, trajik ve antidemokratik olayı şu 12 Eylül referandumu olup; Bu bir dayatma, mecbur tutma, mahküm etme ve ataların dediği gibi ‘ahlâk dışı aldatma, kandırma ve hukuksuz icbar’dır.
Daha açık bir anlatımla: Hileci, üçkâğıtçı, dessas ve kurnaz manavın, dibi çürükle dolu bir çuval inciri, tepeye serpili az miktar kaliteyle tüketiciye kazıklaması gibi bir şey veya AB ve ABD’den zorunlu bir alım yapmaya kalktığınızda, yanına bir sürü yaramaz ve ihtiyacınız olmayan mal dayatmaları misal, fırsatı ganimet bilerek yapılan bir “uyutma, aldatma, kakalama ve kandırma” yöntemi gibi...
Öyle değilse, niçin 26 madde tek tek oylamaya sunulmadı?..
Bu bir oyun. Kuralı adalet, hukuk ve ahlâk olmayan kirli bir oyun!..
İlk kez “emir ve kademe zincirine riayetle” gerçekleşen 12 Eylül; 1961’e nazaran çok daha onurlu, adil ve şereflice oluşturulan Anayasa; Bu anayasa uyarı teşekkül eden kamu yönetimi, kurum ve kuruluşlara karşı tavır; Ve, “12 Eylül öncesi özlemi” ile hayata geçirilmek istenen bir irtica düzenlemesi!... Anayasası, ıslah edilmiş kurumları ve öncekine oranla “hür, hükümran, egemen ve özgür” bir Türkiye istikametinde oluşturulan mevzuata karşı Turgut Özal’dan beri süregelen düşmanlık. Bunun icrası ise, ABD partnerliği ve AB yalakalığı yoluyla yapılmakta…
Aldatmaca-kandırmaca, dayatmaca, hile ve desisenin sebep ve hikmetine gelince:
Malum 27 Mayıs, 11 Kasım 1938 karşıdevriminin ikinci aşamasıdır...
(Gerçekte 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’da mütemmim cüz olarak planlanmıştı.)
Temel amaç: 14 Mayıs kazasını, bütün sebep ve sonuçlarıyla kökten söküp atmak; Atatürk, Türklük, Türkçülük, Milliyetçilik ve İslâm adına Türkiye Cumhuriyeti’nde her ne varsa tarihten, tabiattan ve hayattan silmek, hafızalardan kazımaktı.
Bu cihetle 27 Mayıs’ın hesabı sorulmadan, 12 Eylül ve diğerlerinin hesabı sorulamaz.
Ancak, 12 Eylül’ün milli mutfakçıları, gizli kahramanları, doğal aktörleri, umur-u hikmet ve ebed müddet devlet yanlısı, Türk Milliyetçisi samimi zinde güçleri vardı. Başta Dr. Faruk SÜKAN olmak üzere, kamu vicdanını temsil edenler bunun pek ala farkında ve şuurunda olarak hareket ettiler. Dolayısıyla 12 Eylül, devrimbazların, gerici, mürteci ve yobazların, dâhili ve harici bedhahların planladığı biçimde gerçekleşmedi.
İşte 12 Eylül’e karşı derin düşmanlığın esas nedeni ve sebebi budur.
Bu nedenle 12 Eylül’ün bir tek sebebi, fakat iki yüzü vardır.
Sebep: Şiddetle tahrik edilen kardeş kavgası, kan, kin, nefret ve intikam; Ülke ve milleti bölmeye, parçalamaya matuf fesat, ifsat, tefrika, yalan, talan, iftira!.. Hayatın her alanına sızan rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, hortumculuk, kamu gücü destekli banker ve banka, döviz-faiz faciaları… Karaborsa, kıtlık, yokluk, fakirlik ve yoksulluk. Bir millet ve toplumu çürütmek, yozlaştırmak ve yok etmek için lâzım gelen bütün lânetli işler, kirli iş ve pis argümanlar!.. Tarafların aktörleri bir, baronları birdir. Kargaşa için silâh, örgütlenme için para, hep aynı kaynaktan gelir, sağa da, sola da aynı elden verilir. Oynan, kanlı, kirli, alçakça, düşmanca, menfur bir oyundur.
12 Eylül’ün en önemli sebeplerinden biri de, Hungtinton ve Prof. Bernard Levis tarafından ortaya atılan ve belirli çevreler tarafından zamanla Büyük Orta Doğu Projesi’ne (BOP) dönüştürülen “uygarlıklar çatışması” için Türkiye’ de ortam hazırlama gayretlerine dayanır. Aslında bunun evveli 1957-60 yıllarını da içine alır. Ancak, DP’nin çok bilinçli, milli meselelere vakıf ve çok uyanık kadroları ülkeyi büyük badirelerden kurtarmış, ancak, hüsrana uğrattığı dış düşmanla birlikte tezgâhlanan 27 Mayıs felâketinin önüne geçmeye yetmemiştir.
Sonuç “evet” olursa; Milli Birlik ve Milli hâkimiyet sağlanıp korunacak mı?
Recep’in yüzüne karşı yükselen ‘özerklik’ teranelerine bakılırsa,
Kesinlikle “Hayır” !........