29 Aralık 2008 Pazartesi

CUMHURİYET,
BURSA NUTKU VE GALİP BARAN
Mustafa Nevruz SINACI (*)
Devletin çözemediği sorunları çözmeğe girişen “Ey ahali duyduk duymadık demeyin, Galip Dede devletin yapamadığını yapmağa soyundu.” (10.05.1998-Milliyet, M.Hayırlıoğlu) 76 yaşındaki “Halk filozofu, ilim, aksiyon ve eylem adamı, yurttaşlara örnek bilinç üstadı, Milli Kahraman” Türk genci Galip Baran, yıllar önce başlattığı, “trafik terörüne son verme ve demokrasiyi tabana yayma projesi’nin uygulamasında, Trafik Yasası’nı ihlal yoluyla yolsuzluk yapan bazı rütbeli-rütbesiz polisleri, askerleri, avukat ve hâkimleri uyarıyor.
Türk polisi, Galip Baran’ı sözü edilen projeyi uygularken gözaltına alıyor. “Kırmızı Işık Eylemcisi Gözaltında” (22.04.1989, Milliyet) Ancak, Türk inkılâplarının sahipliğine ve cumhuriyetin ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlığına (bekçiliğine) soyunan Baran, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demiyor. Polisin ve jandarmanın henüz cumhuriyetin polisi ve jandarması olamadığını düşünüyor. Ne Cumhurbaşkanı’na, ne Başbakan’a, ne Adalet ve ne de İçişleri Bakanına telgraflar çekip, mektuplar yazarak affı için yalvarmıyor, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yapıyorum, eylemimde haklıyım, eğer bana haksızlık yapılmışsa bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir” diyor. Demokrasilerde devletin etkinleştirilmesini sağlama, kurumları disiplin ve toplumsal denetim altına alma çalışmalarını sürdürüyor.
Bu mücadele sürecinde kendisini (Rektör'ü olduğu) Bilinç Üniversitesi Baş amelesi olarak tanımlayan Galip Baran; Atatürk’ün, Bursa Nutku’nda sözünü ettiği, “Cesaretimizi pekiştiren ve sürdüren sizlersiniz. Ey yükselen nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz” diyerek görevlendirdiği Türk Gençleri’nden (büyüklerinden) birisidir… Katıldığı HABİTAT-II zirvesinde, kendisinden, “Tek Kişilik Ordu” olarak da söz ettiren (Milliyet, 13.06.1996) Galip Dede, Türkiye (ve dünyanın) tek “yasa bağımlısı”dır. Yasa kavramıyla bu denli içli-dışlı ve özdeşleşmiş oluşunu dikkate aldığımızda, Galip Dede’yi “Bay Yasa” olarak tanımlamamız; O’nu önemseyip izlememiz, örnek almamız ve “Bilinç Üniversitesi” ne sahip çıkarak, açtığı yoldan yürümemiz gerekir diye düşünüyorum… Önce, Atatürk’ün Bursa Nutku’na ilişkin kısa bir hatırlatma:
1975 yılında ilk kez yazılı bir metin olarak, Cafer Tanrıverdi tarafından açıklanıp dağıtılmasından sonra; Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan duruşmada dönemin Türk Tarik Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ile Öğretim Üyesi Sami N. Özerdem’in katkılarıyla, Atatürk’e ait olduğu kesinleşen nutkun, mahkemece onaylanan orijinal metni aşağıdadır. Ayrıca 1935 yayını bir dergide de vardır. İrticai bir ayaklanma sonrası, Bursa’ya giden Atatürk tarafından söylenen bu nutuk’un bir bölüm de, Celal Bayar tarafından meclis kürsüsünden okunmuştur. Önceleri siyasi iktidarlarda tedirginlik yaratan ve yasak olan Bursa Nutku, mahkeme kararından sonra, serbestçe okunur, söylenir ve dağıtılır hale gelmiştir.
BURSA NUTKU:
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük, ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış duydu mu, “bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz inkılâp ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki,” ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!” (Mustafa Kemal Atatürk)
BİLİNÇ ÜBİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ’NİN
KURULUŞ AMACI, HEDEFLERİ VE İŞLEVİ
Bursa Nutku’nun yılmaz takipçisi, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılâbı, fazilet anlamında Cumhuriyet, yasalara saygı, adalet ahlâkı ve demokrasiye olan sarsılmaz bir inançla Galip Baran; Yirmi yıl aralıksız süren bir mücadele verdi. Esas amaç, manâ ve muhteva bazında “İnsan hakları, adalet, demokrasi ve hukuk” mücadelesinin doruğunda: “Cumhuriyet’in ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlarını, diğer bir deyişle “yurdu ve milleti özünden çok seven” nesilleri yetiştirmek üzere Muğla ili, Bodrum ilçesi Turgutreis beldesinde Bilinç Üniversitesini kurdu.
Şu an için bu Üniversite, yerel eylem projeleri ile entegre olarak İnternet ortamında hizmet vermekte, dünyanın her tarafında okunmakta ve her gün binlerce insan (okuyucu ve meraklı) tarafından ziyaret edilmektedir. Ayrıca, Üniversite Rektörü Galip Baran, teori üreten gönüllü Öğretim Üyeleri ve Üniversite eylemcilerine yönelik günlük e.Mail trafiği 100 binleri bulmaktadır. Dolayısıyla dijital ortamda faaliyet gösteren sanal bir kurum gibi algılansa da, fiiliyatta Bilinç Üniversitesi, Türkiye ve dünyanın yüzlerce üniversitesinden daha aktif, sıkça ulusal-bölgesel basında yer alacak, süreci etkileyecek ve hatta gündem belirleyecek kadar popüler, geniş katılımlı, belirleyici, etkin, dinamik bir yapıya sahiptir.
Özellikle, “Bilgi Çağı’nın çöküşü” söylemiyle başta Türkiye olmak üzere BM, AB dâhil pek çok uluslar arası kurum-kuruluş, bilim akademisi, evrensel lobi, konjonktürel araştırma teşekkülü nezdinde tez, antitez ve iddiaları ciddiyetle konuşulan Galip Baran ve Bilinç Üniversitesi’ne, oldum olası Türkiye hükümetleri kulak tıkamakta, göz ardı etmekte ve görmezlikten gelmektedir. Bunun olası nedeni GB’ın eylemci ekibi ve Bilinç Üniversitesinin ısrarla takip ettiği yol ve ele aldığı konulardır. Bu konular kısa ve öz olarak:
Aşırı tüketim, gereksiz masraf, kişisel ve kurumsal israfın önlenmesi;
Vergi adaletinin hakkıyla ve layıkıyla sağlanması, ekonominin kontrol edilmesi, kayıt-takip altına alınması ve kesinlikle vergi kaçırmanın önüne geçilmesi;
Ekolojik denge, çevre, en değerli unsur olan insan ve insana taalluk eden bütün bitki, su, hava ve hayvan varlığının özenle korunması, doğal, siyasal, sosyal ve kültürel kirlenmenin tam bir dikkat ve disiplinle önlenmesi; Milli servete asla zarar verilmemesi;
Trafik kurallarına mutlaka uyulması, uymayanların nezaketle uyarılması, olmazsa yasal yaptırım uygulanması ve sonuçta insan’a içtenlikle saygı duyulması;
İnsanlık dışı varlılara münhasır bir alçaklık olan rüşvetin verilmemesi ve alınmaması; Bütün insanlığın leh ve yararına imar yasasına uyulması, her ne surette olursa olsun İmar yasasına aykırı işler yapılmaması, yapanların şiddetle men ve takibi;
İş barışı ve iş ahlakının korunması, çalışanın hakkının mutlaka adaletle verilmesi; Maaş ve ücrette hakkaniyet ve hukukun hâkim kılınması, eşit işe eşit ücret verilmesi; Toplumun beden ve ruh sağlığının korunması ve aykırı alışkanlıklar edinilmemesi; VE; “Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı”nın terk edilmesi.

İşte O’nun toplumdan ve devletten istedikleri bunlar. Aslında aynı şeyler hepimizin istek ve beklentisi, ihtiyaç ve sıkıntısı değil mi? Demek ki bu hepimizin işi!...
BAK (Lütfen) : http://www.bilinc-universitesi.blogspot.com
(*) Bilinç Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Bilinç Akademisi Başkanı
*******
DEVLET, ADALET, HUKUK VE CEMAATLER…
Mustafa Nevruz SINACI
Günümüz toplumunda, (yıkılış dönemleri hariç) binlerce yıllık tarihimizde eşine ender rastlanan vahim bir onursuzluk, sorumsuzluk ve buna paralel salt bencillik, yani, hırs-ihtiras ve çılgınlık derecesinde, kanun-kural tanımaz bir ‘öz çıkar’ yoğunlaşması (sosyal şizofreni) gözlenmektedir. Hatta bu uğurda toplumsal ilkeler, sosyolojik-psikolojik ilmi disiplinler, milli ve manevi değerler hiçe sayılmakta, halkı birbirine kenetleyen temel stabilizatörler, devletin ve demokrasinin çimentosu niteliğindeki asgari müşterekler tahrip ve tahrif edilmektedir.
Örneğin: 29 Mart 2009 tarihinde yapılması yasa ve Anayasa emri olan Yerel seçimler konusunda, önce Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilân edilen ‘seçmen sayıları’ ile bir şaibe bulaşmış (Seçmen sayıları: 2002=41.300.000, 2007=42.500.000, 2008=48.300.000., Buna göre: Seçmen sayısı 5 yılda 1.2 milyon artarken, 1 yılda nasıl olup da 6 milyon artmıştır?), sonra yüksek yargı arasında vaki çelişkili karar ve açıklamalar kaygı yaratmış ve nihayet, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2839 ve 2972 Sayılı temel Kanunlara fiilen muhalefet anlamına gelen, adayları re’sen belirleme biçimindeki ‘hak, hukuk ve ahlak dışılık’ gölgesi düşmüştür. Açıkçası: Henüz resmi seçim takvimi işlemeye başlamadan, önseçim veya delege yoklaması yapılmadan belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi adaylarının büyük çoğunluğunun belli olması, ilan ve kamuoyuna deklaresi utanç verici bir gelişmedir.
Daha doğru bir anlatımla bu: Anayasa ve yasalar gereği halkı idare etmekle memur ve mükellef kişileri belirlemekle yükümlü, ‘demokrasinin vazgeçilmez unsuru siyaset (politika) kurumlarının’ iyice yozlaştığı, çürüdüğü ve tabana vurduğunun göstergesidir.
Buna rağmen gidişatı ‘aynı istikamette yoğunlaştırmaya ve pekiştirmeye çalışan’ bazı art niyetli kesimler, milli hassasiyetleri izole etmeye yönelik, fakat, aynı şikayet konularını baz alan tahrip ve tahkir amaçlı tartışmalar yapmaktadırlar.
Bunlardan biri ve en belirgin olanı da, başarısız yönetimleri tahrik, kafaları bulandırma ve mesnetsiz, dayanaksız suçlamalarla saman altından su yürütmedir. Esas itibarıyla, genel gidişattan çok memnun olan bu kesimler, yaşanan kaos ve kargaşadan yararlanma peşindedir.
MESELA “DEVLET-CEMAAT” İLİŞKİSİ:
Yukarda değinildiği üzere, Türk toplumunda son zamanlarda yaşanan belirgin değişim ve dönüşüm, bazı art niyetli, dış bağlantılı, gerici, fanatik, yobaz, bağnaz kişi ve kesimlerce “devlet-cemaat ilişkisiyle” açıklanmakta, konuyla ilgili olarak da bazı iddialar, görüş, düşünce ve yorumlar ileri sürülmektedir. Bu nedenle konuyu, umur-u devlet kavramı, medeni siyaset geleneği ve konjonktürel bağlamda incelemek gerekmiştir. Buna göre:
Kendilerini konuyla ilgili gösteren bazı uzmanlar (!) ile; (AB-D yanlısı ve Soros güdümlü) Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü tarafından hazırlanan “Türkiye’de Farklı Olmak” konulu raporda yer alan görüşler (21 Aralık 2008 Cumhuriyet) ve Bahçeşehir Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr. Hasan Köni tarafından:
“AKP’nin ikinci dönem kalacağını gördüğümüzde, iktidar kültürünün topluma yansıyacağını da tahmin ediyorduk. Bu araştırmanın verileri bilinen gerçeklerdi. Türkiye’de laikler, kadınlar, gençler; kısacası farklı olan herkes üzerinde giderek artan bir baskı var” denilirken; Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Narlı da:
“Anadolu kentlerinde bağnaz muhafazakârlaşma ekseninde bir değişim yaşanıyor. Bu değişimde en önemli noktalardan birincisi kadınların ötekileşmeden daha fazla olumsuz etkilenmesidir. İkincisi, bağnaz bir muhafazakârlığın katı konvansiyonel ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağladığı insanların yalnızca diğer insanları yargılamakla kalmadığı, aynı zamanda onların yaşam tarzına müdahale ettiği de ortaya çıkmıştır. Gülen ve benzer cemaat yapılarının, toplum tarafından sempati görmesinin temel nedeni, devletin özellikle eğitim ve sosyal dayanışma alanında çökmesidir” demekte. Sosyoloji Derneği Bşk. Prof. Dr. B.Gökçe ise:
“Muhafazakârlaşma yalnız Anadolu’da değil, büyük şehirler dâhil olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artarak bir baskı unsuru haline dönüştü. Toplumdaki kişi ve grupların, kendilerini yöneten siyasi erk ile egemen güçlerin farkında olmadan etkisi altına girdi. Bu durum Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişimle bağlantılı bir olgudur.”
Yukarda özetlenen devlet ve cemaat ilişkileri ile ilgili görüşler konumuz dışında olmakla birlikte, bahse konu cemaatten kasıt insani ve İslâmi cemaatler değil; Bilakis kendi öz çıkarları uğruna bütün ekonomik, sosyal, bilimsel, kültürel ve dinsel değerleri pervasızca kullanmaktan kaçınmayacak kadar değersiz sapkınlardır.
İNSAN’A ODAKLI OLMAK GEREK!...
Dolayısıyla ‘insanlık, adalet ve hukuk dışı gasp, edinim ve tasarruflar’ bilumum fail ve fiilleriyle Cumhuriyet Savcıları, Yargıç ve Mahkemelerin işidir. Yargı, Yasama ve Yürütme bunun için vardır. her şeye rağmen insanlık düşmanlığı, zulüm ve hukuk dışılık sürüyorsa, bunun bedelinin ne kadar ağır olduğu da bilinmeli ve gereken tedbir ivedilikle alınmalıdır.
Biz konuyu “insan” bağlamında ele almak, incelemek, irdelemek ve değerlendirmek durumundayız. Bu noktadan hareketle: Sözde uzmanların görüş açıklarken temas ettikleri, ‘devletle ilgili’ düşüncelerin temeline inmek ve değerlendirmek gerekir diye düşünürüz.
Buna göre: Yönetimin yerini cemaatlerin aldığını söyleyebilmek için; devletin en azından şimdi, veya bir zamanlar haklı, adil-doğru ve dürüstler adına hâkim ve hükümran, demokratik disiplin unsuru, adalet ahlâkı çerçevesinde hukuka, insan haklarına sahip-saygılı, eşitlikten yana “var” olduğunu kabul etmek gerekmez mi? 10 Kasım 1938’den sonra, (1950-60 hariç) devlet var mıydı ki? Eğer devlet adalet ahlâkı ve hukuk hâkimiyeti ise, bu anlamda oldu mu hiç? Olmayan bir şeyin yerini ne alabilir?
BİR AÇILIM VE DEMOKRASİ DERSANESİ
Başta Galip Baran olmak üzere; İnsanı, insani (insanlık dışı, yasa karşıtı) davranışları ve bunların nedenlerini araştırdığımız, 20 yıldır devam eden, demokrasi dershanesi odaklı “okul dışı eğitim” çalışmalarımızda gördük ki, devletin hizmet etmesi beklenen kalabalıkların varlığı ve devlete muhatap bu kalabalıkların davranışları başlı başına bir sorun. Devletin var olabilmesi için kalabalıkların üstlerine düşeni yapmaları vergi vermeleri, yasalara uymaları ve var olan devlet’in de, ne pahasına olursa olsun bunu temin etmesi gerekirken, yönetimlerin yasayı, yönetilenlerinse ana kural ve kaideleri boş vermesi. Buna paralel sosyal gevşeme ve toplumsal yumuşama.. Adalet ve Hukukun yerini, kaynağı adalet ve hukuk olmayan keyfi yasa kavramının alışı ve yığınların bunlara da uymayışı. Kalabalıklar bunu yapmıyorlar ise ki yukarıda sözü edilen çalışmalarda “vatandaşlık görevlerini” yapmadıklarını gördük ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getirecekleri konusunda onlara örnek olmak için yıllarca çalıştık. Projeler hazırladık uyguladık. Kalabalıklar anlamadılar. Yönetimler de anlamadı. Durumu olmayan devletin kurumlarına sunduk. Onlar da anlayamadılar. Haklıydılar kalabalıklar (toplum) anlamayınca kalabalıkların seçtikleri nasıl anlayabilirlerdi ki? Anlamamaları bir tarafa, şaka gelecek ama zaman zaman gözaltına da aldılar bizi, o çalışmaları yaparken…
Sonuç olarak demek istediğimiz şu ki: “Kanun, adalet, vergi ve denetim yok’sa, devlet de yok demektir”. Cemaat olsa ne yazar?
Neden uyruk değil de, kalabalık dedik, açık değil mi?
Açık değilse, “toplumsal ve yasal sorumluluk nedir?” bir araştırın ve daha ayrıntılı bilgi için:
http://bilinc-universitesi.blogspot.com’u ziyaret edin lütfen!...

20 Aralık 2008 Cumartesi

İHANET FURYASI VE MENFUR ABLUKA
Mustafa Nevruz SINACI

Türk-İslam (İslâm'ı yaşayan Müslüman Türk'lerin) düşmanları, insanlık âlemi için kâbusa dönen "bilgi çağı" adlı karanlık sürecin elverdiği bütün imkân ve fırsatları, bu şerefli, soylu ve şefkatli medeniyetin hamisi, insan hakları, adalet ahlâkı ve hukukun çimentosu, hoşgörü-barış timsali milleti sabote etmek uğruna kullanmakta direniyor.
Son marifetleri:
Küresel krizden yararlanarak Türkiye de tükenmeye yüz tutmuş adalet, barış, özgürlük ve güvenliği tüketmek. Ekonomisi tabana vurmuş, toplumsal ve sosyal sistemi çökmüş, doğal stabilizatörleri dumura uğramış AB'ye ülkeyi illa bağlamak!. Böylece, tefessüh etmiş Batı toplumlarına yeni yaşam alanları oluşturmak, menfur emellerine ulaşabilmek için de, her ne pahasına olursa olsun Anadolu da keteküllâ müesses kardeşliği bozmak, ülkeyi bölmek ve parçalamak suretiyle "tek dişi kalmış canavar" sıfatıyla dünyanın bu "nihai huzur iklimine" de alçakça son vermek. Aslında asırlardır içten içe kurgulanan da uygulanan da bu…
Bu amaçla Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisine hüküm koydular.

Presidency Conclusions, Md: 23: "müktesebat müzakereleri yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabilecek; müzakere sürecinde Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacaktır." Terör ve tedhiş örgütünün yandaş-yoldaş, yardım ve yatakçılarınca, diğer bir deyişle gerçek patron ve sahiplerinin dayatması, arzusu-amacı ve hedefi bu.
Yıllardır sürdürülen mason-misyoner faaliyetleri, kilise-havra terörünün de kaynağı.
Kahir ekseriyeti soykırım, soygun-vurgun, katliam, gasp ve işgal faili AB, ABD ve OECD ülkelerinde sürüp giden "zoraki yalan, iftira-tefrika, bölücülük ve ayrımcılık furyası", "Ermeni soykırımı yoktur" diyene eza, cefa ve engizisyon mahkemelerince ceza uygulaması! Bütün insanlığı utanca sürükleyen rezil bir uygulama. Üstelik bu kefere tarafından "özür", "Kürt (Ermeni) sorunu" kampanyalarına verilen koşulsuz destek. İlhamını karanlıktan alan nesebi gayrisahih ve Şehit Elçi İsmail Erez'i bile listelerine ekleyecek kadar sahtekârlara "aydın" yaftası takmalar. Hala uyuyanlara, AB, ABD, IMF ve Yeni Dünya Düzeni peşinde, onursuz ve şuursuzca koşanlara yazıklar olsun. Vakıa gaflet ve dalalet boyutunu aştı, hıyanet ve ihanet haddine dayandı. Bakınız, en az 3 - 5 yıldan bu yana içte dayatmayla sürdürdükleri sistematik, şu aşamada da dışardan ithal (fırsat olarak algılanan-yapay) ettikleri kaotik kriz çerçevesinde ivme kazanan süreç gereği yoğunlaştırdıkları telkin ve tahkim kampanyasına:
Düşman unsurlarca yayılan söylemler ve bu söylemleri doğrulayan eylemler.
AKP siyasi reformların yapılmaması için orduyla uzlaştı... (Gerçekte % 95'i Türkiye' den çok mükemmel; % 5'iyse insanlık dışı ve bize göre çok daha antidemokratik, ilkel olan AB siyasi kriterlerinin "ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyaz karşıtı" olabildiğince şeffaf, adil, namuslu ve dürüst seçim öngören kriterlerini aslında hiçbir kesim istememektedir.)
Para Ege, Kıbrıs ve Kürt sorunu için savunmaya gidiyor... (Bu sorunları yaratan ve kronikleştiren zaten AB-D ve dâhili bedhahlar/işbirlikçileri değil mi? Sorun bizde değil, bizzat telaffuz edenlerde; Bu menfurlara yardım ve yataklık yapanlardadır. Onlara kalırsa Türkiye tükenmeden sorunlarında sonu asla gelmeyecektir.)
AMAÇ: TÜRKİYE'Yİ ÇÜRÜTMEK!
Evet, elbette amaç, içerden terör-tedhiş, dışardan alçakça abluka suretiyle Türkiye'yi çürütmek… Terörle tehdit ediyor, yasalarımızla oynuyor, menfur imza kampanyalarıyla baskı uyguluyor ve Yahudi kurnazlığıyla akıl veriyorlar: "Ekonominin krizden çıkışı Ege, Kıbrıs ve Kürt meselesinin çözümüne bağlı. Orduyu küçültün ve bütçesini azaltın, Anayasayı yenileyin, Siyasi reformları yapın ve ekonomiye para ayırın."
Aldanmayın, inanmayın, kanmayın. Bu menfur bir tuzak!.Bunlar soykırım yalanının tanınmasını, 3T projesinin yürürlüğe girmesini, Kıbrıs'ın Yunan'a ve Anadolu'nun yarısının Ermenistan'a verilmesini istiyor, İslâm dışı alevi paranoyasını pompalıyor, özür dileme kampanyası yürütüyor ve toplumu gererek yönetimi zaafa düşürmeye çalışıyorlar.
Güncel bağlamda önem, hassasiyet ve aciliyet kespeden bu konuyu aziz ve kadim dostum, değerli araştırmacı, gazeteci-yazar ve bilim adamı Miktat Akgül'ün 'noktasından virgülüne kadar her satırına katıldığım' çağrısı ile noktalamak istiyorum:
ACİL GÖREV TÜRK MİLLETİNİ BEKLİYOR. (*)
"Türk Milleti, özellikle bugünlerde detaylı ve planlı bir (yoğunlaştırılmış) psikolojik (savaş ve) saldırıyla karşı karşıyadır.
Bu psikolojik (savaş ve) saldırının harekât merkezi küresel kapitalizmdir.
Çok detaylı bir planın ürünü ve Türk Milletinin milli bilincinin önce törpülenmesini, ardından da tamamen komplike kaldırılmasını hedefliyor.
Mevcut iktidar (boşluğundan yararlanan) ve ona bağlı görev yapan, yandaş (yoldaş) olmanın yanında vatan haini aydınlar yapay çelişkiler üretme bu planın ideologları ve uygulayıcıları oldular.
İkinci Cumhuriyetçi, liberal, "solcu" (LİBOŞ) gibi isimlerle kendilerini tanımlayan bu zavallıların ortak özellikleri küresel kapitalizmin işbirlikçileri olması ve AKP'ye kapı kulluğu yapmalarıdır.
Bu cenahın ortaya çıkıp örgütlendiği en önemli tarihi Hrant Ding cinayetidir.
Bu cinayetle beraber Milli şuuru yok etme kampanyalarına girip,özellikle 'Hepimiz Ermeni'yiz'' sloganıyla Türk Milletini manevi kuşatmaya fiili girdiler.
Şimdide bu cenah yeni bir kampanyayla Türk Milletinin varlığını bitirme eylemine girdiler.
Gündemde Ermenilerden Özür dileme olarak algılanan bu eylem; Ermeni diasporasıyla Ermeni kökenli aydınların bir kampanyasıdır. Türk Milletiyle uzaktan yakından bir bağı yoktur.
Bu provakatif kampanyayı başlatanlara yakından bakalım. Ahmet İnsel bir liberal "solcu" , Ali Bayramoğlu AKP'ye yakın bir isim.
Sol ve Muhafazakâr kesimlerin ittifakı iyi analiz edilmeli. Eski gerilla şimdiki Sarozcu Cengiz Çandar'da ekibin içinde.
Kısaca. Solcu liboşlardan Muhafazakâr kanatın da ki tüm işbirlikçilerin haince bir provakatif eylemidir.
Küresel kapitalizmin direktifleriyle, Liboş solcular "halkların kardeşliği" adına Ermeni dostlarıyla AKP desteğiyle Türk Milletini tarihin o kirli sayfalarına sokmaya çalışacaklar..
Bu Türk Milletinin milli ve manevi yönüne bir saldırıdır.
Amaç; ABD,AB planı gereği Türkleri soykırımcı ilan etmek
Bu provakatif eyleme karşı direnmek her Türkün vatansever görevidir.
Acil görev Türk Milletini bekliyor."

(*) Miktat Algül Gazeteci-Yazar
*******************************
KUNDAKLANAN CAMİLER
Mustafa Nevruz SINACI
"Eceli gelen köpek cami duvarına ilişir" diye bir darbı meselimiz vardır.
Sonunda bunu da yaptılar ve nesebi gayrisahih alt varlıklar camilerimize de iliştiler.
Ankara ve İstanbul'da milli mukaddeslere darp, suikast ve tecavüze yeltendiler.
Menfur maksatları aziz ve kadim Türk-İslâm medeniyeti'nin muazzez mensuplarını taciz, kutsal mekânlara tecavüz, provakasyon ve tefrika. Sözde 'dinler arası diyalog' adına bile olsa Cami, Havra ve Kiliseyi aynı avluda inşa edecek kadar âlicenap, hoşgörü ve tolerans sahibi, hakiki lâiklik, samimi ve saygın dindarlığın hamisi sevgili bir halka zulüm.
Vakıa gaflet, dalalet ve hıyanetten başka bir türlü adlanamaz.
Evveli de olmakla birlikte; Aralık ayının ikinci haftasından itibaren bu bağlamda ülkemiz ve halkımız; milli birlik, huzur, barış, güvenlik ve bütünlüğümüze yönelik yeni saldırılar, tertip-teşebbüs ve bazı menfur prokasyonlara maruz kaldı.
Bunların başında İstanbul ve Anadolu'da art arda sabote edilen, yangın çıkartılan ve alçakça saldırıya uğrayan camiiler geliyor. Şu ana kadar vaki sabotaj, kundaklama sayısı sadece İstanbul'da yedi. Türk milleti'nin maşeri vicdanı, milli kutsallara, manevi mekânlara, Allah'ın mübarek evleri ve mukaddes ibadethanelere karşı çok hassastır. Buraya uzanan kirli eller umarız tez bulunur ve hemen kırılır.
TEMSİL ETTİKLERİ MİSYON
Yoksa Ebu Leheb ile Ebu Cehil şürekası, Abdullah Bin Sebe müntehibi, mezdekçi ve satanist sapkınların (Camilerin sahibi) Rab, çarçabuk belalarını verir ve defterlerini dürer.
Hani ikiz kule tezgâhını organize edip, "Ben Hazreti İsa'dan vahiy (!) aldım. Bana, Haçlı seferlerini düzenle" dedi diyen bedhahtın uğradığı kriz belâsı ve mağlubiyet cezası ibret olmadı mı? Ya Afganistan, Irak, Somali, Bosna-Hersek ve Karabağ'da akan kan. Milyonları bulan taciz, tecavüz, soygun-vurgun!..
Bunlar, bütün yardım-yataklık unsurları, ortak ve müttefikleriyle birlikte 'bilgi çağının bile ırzına geçerek' kıyamet senaryoları üzerinde yoğunlaşan insanlık, hak, adalet, ahlâk ve evrensel hukuk düşmanlarıdırlar. Ayrıca hırs ve ihtiraslarının zebunu şeytani bir haletle eko sisteme de düşman kesilmişlerdir. Bu denli cahil, kendi bindikleri dalı kesecek kadar aptal ve evrim teorisini, müesses medeniyet aleyhine kullanacak derecede duyarsız, kanlı-kinli, kirli bir güruhun, Atlantis rahiplerinden farkı ne olabilir?
İşte, dün Pakistan ve Hindistan da, bugünse 'medeniyetin beşiği' Anadolu da Camilere ilişecek, saldıracak, kardeşlik, huzur ve barış içinde yaşayan insanlar arasına kin-nefret, haset, düşmanlık ve husumet tohumları ekecek kadar azgınlaşanlar…
Al birini vur ötekisine, yedisinden yetmişine bunların hepsi bir.
BUNLAR TÜRK MİLLETİ'NE YABANCI DEĞİL
Nerede bir nifak, fesat, tefrika ve bozgunculuk varsa, kesinlikle ucu aynı yere varır.
Buna paralel olduğu şüphe götürmez bir başka furya da "Ermenilerden özür dileme" kampanyasıdır. Bir takım dönme, devşirme, dâhili bedhaht (gizli iç düşman) koza ve kriptolar tarafından yürütülmekte. Dink'in cenazesinde "hepimiz Ermeni'yiz" diye bağıranların ihanet şebekeleri adına yataklık kalkışması, tiksinti veren inlemesi ve diyaspora adına feryadı.
Aslında bu sinsi tehdit ve kirli oyun tertipçisinin, (beyanda imzası bulunan ilk 100 kalkışmacının) kahir ekseriyeti oradaydı. Hani o cenaze fırsatını ganimet bilerek sergiledikleri tehdit-tedhiş ve nümayişte talepleri, katilin yakalanması, adaletin tecelli-i falan değil; 301'in ivedilikle kaldırılması idi. Akabinde AB marifetiyle aba altından sopa gösterttiler.
Menfur cinayet bahane edilerek dayatılan bir talimatname ile iş bitti.
Hrant Dink'i ve Trabzonlu rahip cinayetinin bir tertip olmadığı ne malum?
Aslında orada ismi yazılı olanların 'vatana ihanetten yana' sicilleri hayli bozuk.
İçlerinde, 27 Mayıs kalkışmasına çanak tutan, 68 jenerasyonuna anarşi, terör ve tedhiş kuşağı bağlatan, alevi-Sünni ayrımcılığını körükleyen, papanın dinler arası diyalog projesine aktör, din-iman, ümran ve irfana hain-nankör olan, Kürt sorunu gibi çok sanal bir ütopyayı 'Ermeni diasporası" adına taşeron sıfatıyla üstlenen, Candaşları-kandaşları pamuk'u Nobel'e taşıyan, iğrenç yalan ve iftiralarını sahiplenen gaflet, dalalet ve hıyanet erbabı gani.
Dahası, KKTC'ni 'Kıbrıs sorunu' yaftasıyla ilgaya, mübadeleyi Yunanistan lehine işleyerek Elen iddialarına destek olmak gibi her melanet ve ihanet bu kalkışmacılar, ajan provokatör ve kurnaz dessaslar arasından çıkıyor.
Üstüne üstlük, karanlıktan ilham alan bu nankör kenelere 'aydın' deniliyor!..
DE FACTO AB HÜKÜMRANLIĞI
Bu ve benzeri, ihanetten beslenen dâhili ve harici bedhahlara dünyanın hiçbir yeri ve devletinde rastlamak mümkün değildir. Zira hiçbir 'hukuk devleti' vatan hainine hayat hakkı tanımaz. De'Facto AB iktidarının hüküm sürdüğü ülkemiz hariç! Ama onlar, aslında tarihi ve tabii hoşgörü sayesinde böylesine şımarık ve semirik olabildiklerinin farkında bile değiller. Zaten varlıkların nedeni bu. İstismar ve suiistimal, yalan-talan, soygun-vurgun, anarşi-terör, nümayiş, tedhiş… Bir elleri halkın cebinde, diğeri terör örgütü; Ermenistan-Yunanistan, ABD ve diaspora'nın belinde. İspat mı istiyorsunuz? İşte belgesi:
MENFUR NİYET VE DÜŞMANLIK BELGESİ
Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi "Türkiye" başlıklı bölüm; (Presidency Conclusions) Madde: 23.."..müzakerelerin yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini... Müzakereler sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacağına" yazıyor.
Şu hale nazaran: Batıkent Camii Derneği Başkanı sevgili Kadir Parlak'ın gazetelerde yer alan ve beni de hususi olarak bilgilendirdiği güncel Camii yangınlarının ucu muhtemelen bu menfur ve müseccel kombinasyona dayanıyor. Eylem apaçık kundaklama, ağır tahrik, insanlık dışı saldırı ve provakasyondur. Önce kalabalık mahal ve mağazalara, korumasız masum ve müsemma insanlara, köşe bucakta park edilmiş araçlara, hâsılı bilumum milli, ilmi ve kültürel servetlere; Şimdi de manevi eser, ibadethane ve mabetlere yönelmiş durumda.
Bunlara alet olanları, art-yan ve yörelerinde yer alanları, yardım ve yataklık yapanları insanlar ve Müslümanlar olarak kınıyor; Yüce Allah (CC)'dan bu cahil ve gafillere akıl-fikir ihsanı ve ıslahlarını diliyoruz. Zira bu efendiler aynı zamanda siyaset ve yönetime taliptirler.
HÜKÜMLE MÜKELLEF OLANA GÖREV

Bu vehamet karşısında, hükümle mükellef yetki sahiplerinden 'özgürlük, demokrasi ve hoşgörü mesajları" geliyor. Belki idare-i maslahat çabası, yahut ikbal kumkuması veyahut da ince politika. Lâkin sebebi her ne olursa olsun: "Özgürlük, sadece gerçeklik, namuskârlık ve dürüstlük, hukuk ve adalet üzerine kurulu bir hak'tır. Hiçbir demokrasi düşmanlarının hamisi olamaz!.. Buna izin verenler, tolerans, himmet ve hoşgörüyle karşılayanlar, tıpkı Fidel Castro ve Che Guevera gibi, gizli halk, hak-adalet ve medeniyet düşmanıdırlar.
İşte onlara hüküm ve hükümete görev: "Ben ülkemde iş başına gelecek insanın soyuna-sopuna bakmam, ancak ihanetlerini gördüğüm vakit damarlarındaki kanına bakar (ve icabını yapar) ım" (Mustafa Kemal Atatürk) Haydi bakalım: Ülkemizdeki demokratik kalite, "özgürlük ve güvenlik" diyenler iş başına. Ey hüküm sahipleri!.. Şimdi hak, adalet ve hukuk zamanı değil mi? Yoksa! ne zaman?...

15 Aralık 2008 Pazartesi

KAMU HİZMETİNİN KILCAL DAMARLARI:
BELEDİYELER
Mustafa Nevruz SINACI
İktisadi hayatın can damarı perakendecilik, halka hizmetin ulaşma-başlangıç noktası ise belediyeciliktir. Vücuda hayat veren kılcal damarlar misali bu iki unsur, hayatı yaşanabilir kılan sacayağının ana öğeleridir. Bu üçgeni tamamlayan üçüncü ayak üretimdir.
Tabiat ana da (eko-sistem) üç unsur üzerine kuruludur. Varlığını, eskilerin ‘anasır-ı erbaa’ dedikleri toprak, hava ve su üçleminde sürdürür.
Üretim ve tüketimi destekleyen, örgütleyen ve hayatiyet kazandıran, motive eden en önemli faktör ise belediye teşkilâtlarıdır. Devlet, genellikle yurttaşla belediyeler vasıtasıyla buluşur. Bu nedenle belediyeler, devlet teşkilâtının can damarını teşkil eden hayati önemi haiz kurum ve kuruluşlardır.
Halk genellikle bunun farkında bile değildir.
Ama ‘farkında-bilincinde’ olmak zorundadır.
Zira kundaktan kabire kadar, insan dahi, bütün yaşam formları üzerinde belediyeler etkin bir unsur olarak fonksiyonunu sürdürür. Kısaca realize edecek olursak: Toplumsal yapının her katmanında, her derece ve düzeyinde belediye vardır. Sağlık, mutluluk, ucuzluk-pahalılık, temizlik-güzellik, güvenlik ve güncel hayatın huzurla devamı bile belediyelerle ilgilidir. Bu nedenle belediye çok önemlidir.
Önce belediye başkanı olmak üzere, bu teşkilatta görev alacak bütün kişilerde hakeza.
Nitekim 29 Mart 2009 günü tekrar sandık başına gidilecek ve bu hayati organların ana unsuru yeni yöneticiler seçilecektir. Gerçekte bu milletvekili seçmekten çok daha önemli, onurlu ve sorumlu bir iştir.
Hani eskilerin ‘şehir emini’ diyerek; Yerleşim yerinin en temiz ve mütemayiz insanını seçtikleri alan budur. Zira oraya sadece ve yalnızca namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, adaletli ve hakikatli insanoğulları lâyıktır.
Hayatlarında zerre kadar şaibe, insanlık, hukuk, hakkaniyet ve ahlak dışı temlik ve tasarruf bulunan kimseler, belediye kapılarına (hâşa) köpek kavliyle dahi bağlanamaz. Köy ve mahalle muhtarından, belediye başkanı ve meclis üyelerine kadar o makamlar bütünüyle; Namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu, “Vatanı ve milletini öz’ünden çok seven” bencillikle malul olmayan ve kişisel ikbal peşinde koşmayan “adaletli ve faziletli” bilge kişilerin yeridir.
ASLA BİR YANLIŞLIK YAPMAMAK GEREK!...
Aşağıda görüleceği üzere belediye hizmetleri zaten olabildiğince kurumlaşmış, özleşmiş, yerleşmiş ve sadece namuslu-dürüst bir yöneticiyi gerektirir aşamaya varmıştır. Asli görevi ve varlık nedeni itibarıyla halka dürüst, kaliteli ve ucuz hizmet sunmakla yetkili ve görevli bu kuruluşlar; Yerine ve durumuna göre hırsızlık, yolsuzluk, suiistimal ve sahteciliğin de uç noktaları olabilmekte ve çok kötü niyetlerle “halkı soymak-sömürmek için” pekalâ kullanılabilmektedir. Günümüzde yaygın örnekte budur. İşte bu nedenle “seçici” sıfatıyla, hem aday olana ve hem de aday gösterene çok dikkat etmek zorundayız. Belediyelerin teşkilat ve görevlerine dair 03.07.2005 tarih ve 5393 sayılı yasa, belediyeleri idari ve mali özerkliğe sahip kamu tüzel kişiliğe dönüştürmüş ve çok açık bir ifade ile resmen olmasa da fiilen halka mâletmiş bulunmaktadır.
Eğer 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununu bir yana bırakıp münhasıran, 5393 sayılı Belediye Kanununu esas alırsak, belediyelerin temel görevlerinin; B.şehir Belediye Kanununda özellikle düzenlenmeyen alanlarda 5393 sayılı Kanununda yer alan hükümlerin ilçe ve ilk kademe belediyeleri için de geçerli olduğunu görürüz.
MEVZUAT HAKKINDA:
Bilindiği gibi, 5393 sayılı Kanun, belediyelerin görev, yetki ve sorumlulukları ile belediye idarelerine tanınan imtiyazlar konusunda kapsamlı bir düzenleme getirmiş; Kanunun 14. maddesi "Belediyenin görev ve sorumlulukları" başlığı altında şu hükme yer vermiştir:
"Belediye, mahallî müşterek nitelikte olmak şartıyla;
İmar, su, kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı, coğrafî ve kent bilgi sistemleri, çevre, çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans, şehir içi trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut, kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik, spor; sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri kazandırma, ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini yapar veya yaptırır.
Nüfusu elli bini geçen belediyeler, kadınlar ve çocuklar için koruma evleri ile okul öncesi eğitim kurumları açabilir. Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını yapabilir veya yaptırabilir. Her türlü araç-gereç ve malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir. Sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir. Kültür ve tabiat varlıkları ile tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekân ve işlevlerinin korunmasını sağlayabilir. Bu amaçla bakım ve onarım yapabilir. Korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak yeniden inşa edebilir. Öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir, destek sağlar. Amatör spor karşılaşmaları düzenler. Yurt içi ve yurt dışı müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara meclis kararıyla ödül verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir. Belediye, kanunlarla başka bir kamu kurum veya kuruluşa verilmeyen mahallî müşterek nitelikli diğer görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır.
Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir.
Belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulur.
Hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun usul, esas ve yöntemler uygulanır.
Belediyenin görev, sorumluluk ve yetki alanı belediye sınırlarını kapsar.
Belediye meclisinin kararı ile mücavir alanlara da belediye hizmetleri götürülebilir.”
Düzenlemede görüleceği üzere ‘mahalli ve müşterek nitelik’ Belediye Kanunu ve belediye idaresinin en önemli ayırt edici özelliğidir.
Gerek sahip olunan yetkiler gerekse bu yetkilere istinaden görevlerin ifası bağlamında Türk belediye sistemi, beldeden B.şehir’e kadar nüfus ve imkânlar bakımından önemli farklılıklar gösterir. B.şehir dâhilinde olmayan belediyeler temelde 5393 sayılı Kanuna tabi olup; B. şehir belediyeleri ile ilçe ve ilk kademe belediyeleri hem 5216 sayılı Kanun hem de 5393 sayılı Kanunla ilgili diğer kanunlar gereği görev yapar ve sorumluluk taşırlar.
HALK’A HİZMET, HAK’A HİZMET:
Buradaki ortak özellik: Hakkıyla ve lâyıkıyla doğrudan halka hizmettir.
Halka hizmetin adil, eşit ve dürüst olması şarttır.
Aksi takdirde sosyal adalet zedelenir, kamu vicdanı rahatsız olur.
Toplumsal barış temelinden sarsılır ve bozulur. Belediyelerde bozukluk hükümetlerdekine benzemez. Etkisi ani, sonuçları ağır ve pahalıdır. Bu nedenle kamu hizmetinin kılcal damarı olan belediyeler asla dumura uğramayacak sağlamlıkla tahkim edilmek ve yarınki makalemizde açıklık getireceğimiz “Şehir Eminleri” anlayışı-yaklaşımı içinde ikame olunmak zorundadır.
***
ŞEHREMİNİ
VE ‘3Ç’ TEORİSİ HAKKINDADIR
Mustafa Nevruz SINACI
Cumhuriyet döneminin ilk zamanları ve öncesinde belediyelerin adı “şehremaneti” (şehir emaneti), belediye başkanlarının adı da “şehremini” (şehir emini) idi.
Güncel anlamda dünün belediyeleri, şehrin esas sahibi ve yerleşik sakinleri adına kurulu, ahalinin iş hayatı, medeni ilişkileri ve müşterek yaşamının iktisadi, sosyal ve yasal gereklerini ‘hak, adalet, hukuk ve vukufla’ düzenleme görevi yüklenmiş, kişiler için geçici- emanet, doğrusu (yerel halk adına) emanetçi kurumlar idi.
Bunlar, kul hakkı dayanaklı iş, icraat, işlem ve faaliyetler olduğu içindir ki, şehir emaneti, yani belediye’nin başına (belediye başkanlığına) halk içinde muteber, çok emin, namuslu, dürüst, erdemli bir adam getirilir ve bunun adına da şehir emini denilirdi.
Her ne kadar zaman içinde anılış biçimi, isim ve hukuki muhtevası değişmiş olsa bile; Cumhuriyetle birlikte bu usul, esas, anlam ve yüklem asla değişmemiştir. Halk daima her belediye başkanını şehir emini olarak görmek, bilmek, ona inanmak, güvenmek ister.
Zaten temeli dürüstlük, çimentosu eşitlik, adalet ve hakkaniyet olan bu temiz yönetim anlayışın değişmesi beklenemez ve istenemez!.. Belediyelerde şeffaflık, doğruluk ve dürüstlük kavramı, anayasanın ‘değişmez-değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez’ hükümleri gibidir. Nasıl ki, bir devlette baş, hayati önemi haiz ise; Tabanın temayüz mebdei olan belediye başkanı da en az onun kadar ‘yaşamsal’ önemi haizdir. Bu anlamda atalarımızın ‘balık baştan kokar’ darbı meseli, öncelikle mahalli lider, yani halk önderi, milletin öncüsü ve sözcüsü pâyesini paylaşan belediye başkanları için geçerlidir.
Başkanlar meclisleri ile bir bütündür. Başı şaibeli, başarısız ve kötü bir belediyenin meclisi de, adeta kanalizasyon çukuru gibi düşünülür. Böyle belediyelerin birinci derecede temin ve tevziye memur ve mükellef oldukları içme suları dahi temiz, berrak ve içilebilir değildir. Kirlilik, yozlaşma, çürümüşlük ve kokuşmuşluk sokaktan sulara her yere ve her şeye adeta nüfuz etmiştir. Esnafı kurnaz, sahteci, hileci, mürai, üçkâğıtçı ve pahacıdır. Lâ ilâç sadakaya muhtaç, fakr-u zaruret içinde belediyeye seçilenlerin, birkaç yıl sonra besili domuzlar gibi semirdiğini ve şehrin en mutena yerlerini tutarak zenginleştiği görülür. Üstelik halkın deyimiyle bu güruh saman altından su yürüten, sinekten yağ çıkartıp belini incitmeyen, her işini kitabına uyduran ustalık ve kurnazlıktadır. Denetim unsuru bunlar için işlemez, işlese de zerre miskal kusur ve kabahatleri bulunamaz. Bunlar, kirlilik-kibirlilik, bencillik ve insanlık dışılığı yönünde kitlece namussuz, onursuz, sorumsuz bir çeteden neş’et (türeme) bireyler bazında seçilmiş keneler, lâğım fareleri, sülükler, vampirler ve domuzlar gibidirler.
Halka hırsızlık, yolsuzluk, soygun-vurgun ve şehir rantıyla zulmeden ‘şehir eşkıyası’ bir belediyenin başkanı da birdir, onun partisi de, aday gösteren genel başkanı da. Bu nedenle, devlet idaresinde “emin ve ehil insanların” halkın takdir ve tasvibi ile seçilmesini esas alan “demokrasi ve fazilet” geleneğinin yerleşebilmesi için yıllarca umur görmüş valiler belediye başkanlığını da üstlenmiştir. Çünkü!.. Şehir eminleri asla emanete hıyanet etmez, halkı adaletle idare ve hizmetleri faziletle sevk ve ikame ederlerdi. Cumhuriyet’in ilk zamanları ve öncesini (Osmanlı) bilerek, kötüleyip tahrif eden bazı art niyet ve menfur emel sahiplerinin paçavraları dikkate alınmazsa, belediyelerinin gerçekten önem ve anlamına uygun biçimde faaliyet gösterdikleri, insanların huzur, emniyet, adalet, saadet ve itimadına vesile oldukları açıkça görülür. Sonradan ‘belediye’ adını alan bu kurumların temeli adalet, fazilet ve hikmet; Halk’a ve hak’a, tam bir ehliyet, liyakat, sorumluluk ve namuskârlıkla hizmettir.
29 Mart’ın yaklaşmakta olduğu şu günlerde kahir ekseriyetine ‘şehir eşkıyası, Ali baba ve kırk haramiler’ denilen; hırs ve ihtiras zebunu, şirretlik ve şaibe ile maruf, akıl ve ilim fukarası, rüşvet-iltimas, yalan-talan erbabına çok dikkat etmek zamanıdır. Zira temelde bu mazarrat olabildiği sürece, asla temiz, berrak ve dürüst bir yönetim tavanı inşa edilemez.
Aslında doğrusu, belediyelerin siyasi partilerden bağımsız olması değil midir?
BAŞBAKAN RTE’NİN “3Ç” TEORİSİ

Başbakan 12 Aralık 2008 tarihinde yaptığı bir açıklamada AKP belediyeciliğinin 3Ç üzerine kurulu olduğunu belirterek, "Belediyenin asli görevi, çöp, çukur, çamur… Diğerleri bunun üzerine inşa edilecek fantezilerdir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir" dedi.
Antalya, Serik konuşmasında 29 Mart seçimlerini hatırlatan ve “seçimlerine yönelik çalışmaların devam ettiğini söyleyen Erdoğan, "Şu anda yoğun bir şekilde teşkilatımız bu çalışmaları sürdürüyor" dedikten sonra tarihi açıklamasını yaptı. Buna göre AK Pati'nin Türk siyasetinde farklı bir konumu olduğunu kaydeden Erdoğan, “AK Parti belediyeciliğinin üzerine kurulu olduğu” 3Ç teorisini şöyle tanımladı:
ÇÖP, ÇUKUR, ÇAMUR !...

"Çöp, çukur, çamur... Bunlar belediyenin asli görevidir. Bir belediye eğer çöpü kaldırmıyor, çukuru, çamuru yok etmiyorsa görevini yapmıyor demektir. Bunun dışındakiler, üzerine bina edeceği fantezidir, bu işin ambalajıdır, güzellikleridir. Bu kardeşiniz, İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığından gelmiş bir başbakan. Çöpü, çukuru, çamuru, hava kirliliğini iyi bilir. İstanbul Büyükşehir’i kimden devraldı bunu da İstanbullu bilir. Biz İstanbul'u devraldığımız zaman çöp dağları vardı, susuzluk vardı, hava kirliliği vardı, affedersiniz sokak aralarında çukurlar ve çamurdan geçemezdiniz. 90'lı yılların İstanbullusu iyi bilir. Şimdi İstanbul'da böyle bir şey var mı? Yüzde 90 itibariyle yok oldu. İstanbul farklı bir gelişimin içinde… Yapılmayanlar yapılıyor. Bu belediyeciliği biz hamdolsun Antalya'ya da taşıdık. Serik ilçesi de bu güzelliklere kavuşsun. Antalya nasıl kavuştuysa, Serik'te kavuşsun. Çöpten, çukurdan, çamurdan kendinizi kurtarın. Aşılmayacak hiçbir iş yok. Yeter ki azmedin, çalışın, yolsuzluğa prim vermeyin, bu iş lafla olmuyor. Lafla peynir gemisi yürümüyor. Yaptıkları bir şey varsa, şunu yaptık desinler. Biz de şunu, şunu yaptık diyelim. Hangisi ağır basıyorsa... Terazinin sahibi burada... Demokrasi terazisinin sahibi millet" dedi.
Türk siyaset tarihi ve 12 Aralık’ta yerel seçimlere dair başbakan tarafından yapılan bu “belediyecilik” açılımı çok önemlidir. Neticeyi bağladığı “yolsuzluğa prim vermeyin” emri ile yukarda açıklanan “şehremini” tanımı örtüşmektedir. Bu nedenle Erdoğan’ı iyi anlamak, Kasımpaşalı sıfatıyla ‘sözünün eri’ olmasını istemek ve içtenlikle kutlamak gerek. Zira bu teoride çöp, çukur ve çamur söylemlerinin yalın (açık-net) ifadelerinden ziyade mecâzi anlamlarına bakmak gerek. Özellikle söylem içinde ‘bütüne münhasır biçimde’ yer alan: “Terazinin sahibi burada” ve “demokrasi terazisinin sahibi millet” ifadeleri; Yerel yönetimlerin mutlak millet iradesi, insan hakları, adalet ahlâkı, fazilet anlamında Cumhuriyet, özgün (kadim) hukuk ve demokrasinin kaleleri olduğunu betimlemesidir.
Mezkür konuşmada altı çizilen ve teoremin esasını teşkil eden çöp, çukur ve çamur şifreleri (betimlemeleriyle); Kişisel veya organize-kitlesel, çıkar örgütlerine dayalı insanlık dışı eylem, gasp-irtikap gibi edinimler ve pis işler kastedilmekte; Hitabın gerçek muhatabı: Yasa, hukuk ve ahlâk dışı kirli işlerle iştigal eden menfur kişi, grup ve kesimler olmaktadır.
Yani bu açıklamadan: 29 Mart seçimlerinde RTE ve AKP tarafından mevcutlardan adı kötüye çıkmış, şaibeli, sicili bozuk, ahlâken düşük-çürük başkanların tasfiye edileceği; Halka içilebilir sağlıklı su, yaşanabilir çevre, temiz toplum ve temiz-ucuz belediye hizmeti sunamayan güruh yerine “gerçekten” namuslu, ilkeli, onurlu, sorumlu mert, samimi ve dürüst kişilerin aday gösterileceğini umuyor, anlıyor ve uygulamayı bu istikamette görmek istiyoruz.

6 Aralık 2008 Cumartesi

SABİT ÜCRET REZALETİ
Mustafa Nevruz SINACI
Gazeteci-yazar Cengiz Önal (Tarakçıoğlu) Türk (!)
Telekom’dan yüksek derece bir memuriyetten emekli... 27 Kasım’da “Sabit Ücret İadesi”ni konu alan bir makale yayınlamış. İki sayfadan ibaret yazıyı üzüntü, ibret ve dehşetle okudum. Cengiz Önal özetle;
“Son günlerde Telekom’un sabit ücret iadesi haberleri ayyuka çıktı.
Özellikle sanal ortamda yayılan ve aslı astarı olmayan bilgiler oldukça rağbet görmeye başladı. Telekom, güya abonelerinden aldığı sabit ücreti iade ediyormuş. İnternet haberlerine göre; başvurduğunuzda sabit ücret karşılığı olarak 820.-YTL alıyorsunuz. Bir tüketici derneği şubesine gittim. Görevli konuyu açıkladı. Buna göre: Son aya ait sabit telefon faturanızı veriyorsunuz, dernekte size bir form dolduruyorlar. Karşılığında eğer yanınızda varsa (bunu özellikle belirtiyorlar) 10.-YTL hizmet parası alıyorlar. Peki, sonra ne yapıyorsunuz?
Doldurulan belge ile ilçeniz Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvuruyorsunuz. Büyük bir ihtimalle lehte çıkacak karar Telekom’a bildiriliyor. Siz de gidip söz konusu parayı alıyorsunuz. Böyle söylüyor ve Telekom’un bir üst Tüketici Mahkemesine gidebileceğini ve buradan aleyhinize karar çıkması halinde Telekom’a 140.-YTL civarında bir avukatlık ücreti ödeme riskiniz olduğunu da hatırlatıyorlar” diyor ve soruyor: “-Kazanılan davaya karşılık, sabit ücret iadesi alan var mı?, -Geriye doğru neden on yıllık ödeme? 20-25 yıllık abonelik ne olacak?, -Ferdi başvuru mümkün değil mi? Neden bir derneğe başvuruluyor?’ İki yıl kadar önce konu yine gündemdeydi. İlgilendim ve elimdeki bilgileri gazetemin yetkililerine verip gerekli başvuruyu yapmalarını önerdim. Yaptılar. Kısa bir süre sonra Telekom cevabı yapıştırıverdi. Beykoz’daki işçinin kazandığı dava işe yaramadı. Telekom bir üst mahkemede açtığı davadan bahisle, alınan ücretlerin, sabit hatların sürekli açık tutmak için yapılan masraf karşılığıdır gibi bir yığın gerekçe göstermiş ve herhangi bir aboneye böyle bir ödeme yapılmayacağı hususunda karar almıştı. Sonuçta avukatlar takipten vazgeçtiler.
Olaydan belki beş yıl kadar önce aynı haberler cep telefonları için yayılmıştı.
Aynı firmaya ait üç adet aboneliğim vardı. Önce Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne başvurdum. Lehime çıkan kararı aldım. Araştırdım. Sonuçta yerel Tüketici Mahkemesi’ne gittim. Epey gayret gösterdikten sonra olayın takibinden vazgeçtim. Neden mi? Anlatayım: Elinizdeki Hakem Heyeti kararıyla Tüketici Mahkemesi’ne gidiyorsunuz. Diyelim ki davayı kazandınız. Mahkeme kararını alıyor ve Telekom gayrimenkulünün bulunduğu bir yer tespit ederek, ilgili İcra Müdürlüğü’ne başvuruyorsunuz. Muhatap itiraz ediyor. İnatla ve haklı olarak ısrar ediyorsunuz. Hesap düzeltmesi isteniyor. Sabırla bekliyor ve hesabın yanlışlığı konusunda üst mahkemelere gidiyorsunuz. Tekrar bilirkişi tayini, ardından başka duruşmalar. Adaletin gerçekleşmesine sabır ve gücümün yetmeyeceği kanaatiyle vazgeçtim. Muhatabın imkânları, benimkine göre sınırsız. Ben, olayı avukatsız götürmeye çalışırken, Telekom bir Avukatlar ordusunu seferber ediyor. Zira davayı kaybetmesi halinde kasasından çıkacak para büyük. Bunun için elbette elinden geleni yapacak!..”
Sayın Önal’ın makalesine
http://www.cengizonal.blogspot.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Netice ve çare: Öncelikle mesele, milyonlarca insanı ilgilendiren vahim bir adalet, hak ve hukuk sorunu olup;.Uygulama biçimiyle sabit ve cep’te mezkür ücret, herhangi bir hizmet, avans yahut mahsuba taalluk etmediğinden haksız, gayriahlâki ve hukuksuz; Emsal karar ise yerinde ve doğrudur. Şu hale nazaran: Milyonlarca insanı mahkeme kapılarına yığarak zulüm, israf ve yargıda yığılıma neden olmaktansa; Türk Medeni Kanunu hükümleri gereği Bakanlar Kurulu, dava ehliyetini haiz bir kurum (Sendika, Siyasi Parti, Vakıf veya Dernek) Cumhuriyet Savcı’sı; Yahut re’sen bir üst mahkemenin “teşmil” kararı ile sorun kökünden halledilebilir.

Şimdi soruyorum: Neden? Dava ehliyetini haiz bunca kurum veya Bakanlar Kurulu bir teşmil kararı almıyor, aldırmıyor da, millete haksız yere zulmedip insanları süründürüyor?
Hani? Adaletli, faziletli, sosyal hukuk temelli, umur-u devlet nerede?
Bizim Başbakan R. T. Erdoğan ‘Nuşirevan” kadar dahi, adaletli değil mi?..
*******
KÜRESEL UYGARLIK KRİZİ…
Mustafa Nevruz SINACI
Günümüzde yaşanan ve bütün dünyayı derinden etkileyen kriz, gerçek anlamda bir uygarlık krizidir. Görünen yüzüyle madde temelinde etkindir. İlerleyen zamanda bilgi (!) çağının çöküşüne paralel, manevi etkileri de ortaya çıkacaktır. Esas büyük sarsıntı odur. Yani bu gidişle insanlık, madde ve manâ dengesini (ruh ve madde barışını) bozan uygarlığın, medeniyetten uzaklaşma, değersizleşme ve yozlaşmanın bedelini çok pahalıya ödeyecektir.
Bu nedenle, dönemin çok iyi analiz edilmesi ve yaşanan sorunların kökten incelenmesi şarttır. Süreçte mutlak ve mukadder olan bir çöküşün etki ve tepki (tesir ve nüfuz) alanının en aza indirilebilmesi hedeflenmelidir. Zira bütün insanlığı tehdit eden çok boyutlu bir felâketin basiretle önlenebilmesi, zamanı (dönemi-süreci) iyi anlamaya-bilmeye ve şimdiki zamana, yakın ve uzak geçmişten ders ve ibret alarak yoğunlaşmaya; En önemlisi de alternatif çözüm penceresinden olaylara ve olanlara “inançlı ve bilinçli” bir gözle bakmaya bağlıdır.
Çünkü maddeci, materyalist, evrimci emperyalist, hegemonik, egoist ve goşist, Hegel, Marx ve Darwin kafasıyla süreci durdurmak, felaketi önlemek, sorunlara çözüm bulmak ve eko-sistem dahil gidişatı ‘barışla’ sonlandırmak mümkün değildir. Böylesi fos-boş düşünce dayatmaları ve özgür insan yerine prototip yaratık (sürü) özlemi çeken, entelektüel cahil, primitif tür, insani-ilmi değerler ve erdemler (Cumhuriyet, demokrasi, adalet ahlâkı, hukuk ve lâiklik) yönünden mutasyona uğramış fikri sefalet sahibi varlık ve yaratıkların ürünüdür.
Evet, küresel uygarlık adına on yıllardır sergilenen vahşet, dehşet, egoizm ve bütün nimetlerine karşın yeryüzüne uygulanan yıkıcı faşizm, tepkisini nispi bir krizle göstermiş ve dünyayı yanlış “hor ve hakir” yönetenlere ihtarını vermiştir. Her satırında bir hinoğlu hinlik saklı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, AB şartları, Kyoto protokolü falan da artık çare değildir. Çözüm tekrar “medeniyete, ümrana ve insanlığa” avdet etmektir.
İnsanlığa dönüşün öğesi bilinç ve samimi inançtır. Bilinç Çağı’na geçiş; Namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu olmaya, orijinali üretmeye, israftan uzak, kanaat ve şükürle tüketmeye; İnsana, hayvana, havaya-suya, hâsılı bütün yaratılmışlara “yaratandan ötürü” sahip ve saygılı olmaya bağlıdır. (Hz. Yunus) Eğer insanlık aklını başına toplar, hatalarını i’mar, tamir ve telâfi ederse, gidişat bilgi çağından, ‘bilgelik ve insanlığa’ yani, Bilinç Çağı’na doğrudur. Yoksa, Hazreti Muhammed’den önceki İslâm Peygamberi Hazreti İsa’nın öğretisini tahrif eden ruhbanların insanları korkuttuğu kıyamet anlamına milenyum kapıdadır!.
ŞİMDİKİ ZAMANA YOĞUNLAŞMAK
‘Şimdiki zamana yoğunlaşmak’, başta ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlar, krizler, kaoslar, bunalım ve buhranlar dâhil “insanı ve insani fonksiyonları merkeze alarak” fiilen yaşanan güncele odaklanmak.. İnsanların huzur, güvenlik, tabana yayılı refah ve mutluluğu için kısa vadede çözüm aramak, kamu vicdanı adına doğru tespitlerde bulunmak, orijinal ve objektif çözümleri (adalet ve hukuku) dürüstçe uygulamak; Bu bağlamda aile, yerleşkeler halkı ve bütün yaşam formları adına huzur-güven, refah-saadet vesilesi olmak. Şirket, devlet, dernek-vakıf yönetirken, meslek veya aile yaşamında bu zihinsel ve eylemsel, ahlâki ve insani yoğunlaşma, odaklanmanın önemini idrak. Diğer yandan, şimdiki zaman dilimi (an), geçmiş ve gelecek zamanların sonsuzluğa uzanan seyri içinde evrensel düşünmekte, küresel stratejik çerçevenin bilincinde olmakta birçok artı değer, fayda ve zaruret vardır.
Bugünü anlamak, geleceği oluşturmak ve güncel sorunları doğruca aşmak için bütün zamanları kucaklayan bir boyutta düşünebilmelidir; Zira Müslüman ‘çağdaş olan’ değil, çağlar üstü yaşayan, çağ açan ve bütün çağlara ışık tutan, çağları aydınlatan üstün varlık, yani “eşrefi (en şerefli) yüksek mahluk”tur. Bu sıfatla zalime ve zulme karşı durmak, sadece maddi kalkınma, bencillik, israf ve bilinçsiz tüketime dayalı uygarlıktan yana değil; İnsanlık âlemi ve bütün dünyanın anlayış, uyum ve barış içinde “madden ve manen” gelişmesini esas alan “medeniyetten” yana olmak zorunda ve durumundadır. İnsan için dava, çözüm ve izlenmesi gereken yol budur. Yani, önce kendinde-kendinle barış. Sonra: “Yurtta ve cihanda barış”
Özel Bildirim, Bilişim ve İletişim İçin Posta: gercek.demokrat@hotmail.com,
Adres: P.K. 118 [06 442] Yenişehir-ANKARA, TÜRKİYE
Ayrıca BAK: http://www.yazarport.com/yazar.aspx?yazar=586