26 Eylül 2008 Cuma

TC MÜSLÜMANLARI VE BÜYÜK UTANÇ
Mustafa Nevruz SINACI
Merkezi Berlin de bulunan Uluslararası Saydamlık Örgütü 2008 yılı raporunu açıkladı.
Türkiye, 180 ülke arasında 4.6 puanla Litvanya ve Polonya ile birlikte 58 sırada. Liste alt alta yazılıp sıralandığında Türkiye için çok utanç ve hicap verici bir durum ortaya çıkıyor.
Yani ülkemiz dünyanın en yoğun hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, iltimas ve suiistimal yapılan; Yönetim kalitesi yerlerde sürünen, enflasyon, pahalılık, cehalet ve yoksulluğun en fahiş oranda arttığı bir memleket (!) haline gelmiş!..
Rapor kriterleri ve dünya gerçeklerine göre vaziyet bu!..
İlk sırayı 9.3 puanla Singapur, Finlandiya ve İsviçre paylaşıyor.
Üç’ü de Müslüman değil. Örneğin ilk sırada yer alan “en temiz ve dürüst ülke” Singapur’un din yapısı şöyle: Halkın %50'si Müslüman, %40'ı Budist, %5'i Hindu, %4'ü Konfüçyüsçü'dür. %1 ise Taoculuk ve diğer dinleri oluşturur. Finlandiya ve İsviçre, her ne kadar Hıristiyan gibi görünüyor iseler de halklarının çoğunluğu ateist ve pagandır.
Rapor kriterleri arasında yoksulluk, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, devlet kurumlarının ve yönetimin başarısızlığı, rüşvet, iltimas, sahtecilik bağı esas alınıyor.
BÜYÜK UTANÇ
Türkiye için % 99’u Müslüman diye alenen yalan söyleyen, riyakârlıkla böbürlenen kişiler, sorumlu kurumlar, bilumum yöneticiler ve ilgili bütün kesimler utansın. Şu fotoğraf karşısında ürpermeyen, utanmayan, kızarmayan, hicap etmeyen ve yerin ta dibine batmayan etkili, yetkili ve sorumlular kesinlikle ve asla Müslüman değildirler.
Onlar başka bir şeraite mensup veya dinsiz de olamazlar. Zira dünyanın en namuskar, onurlu, sorumlu ve dürüst ülkesi Singapur’un sadece % 50’si Müslüman, kalanı Hıristiyan falan da değil resmen dinsiz!... Şu hale nazaran bizdeki ilkesiz, onursuz ve sorumsuz “sorumlular” olsa-olsa din tüccarı, misyon taciri ve siyaset simsarı olabilirler. Nitekim!...
Bakınız: Vakit isimli “İslâmcı” (!) gazetenin köşe yazarlarından Serdar Arseven’in “din ticareti ile iştigal eden kesimin” dini kullanma biçimi hakkında müthiş itiraflar içeren yazısı akıllara durgunluk verecek nitelikte. İbret ve dehşet verici., Nitekim malum kişi, tesadüfen açık kalan bir telefondan gelen sesi (haram-helal, doğru-yanlış demeden) bu minval üzere kullanmaktan asla kaçınmamış olmakla şöhret bulmuştur.
Hazret bahse konu yazısında “Ben ısırırım. Ama (bizden olmayan) köpeklerin yalamasına bile müsaade etmem” başlığını kullanarak şöyle devam ediyor: “Önyargılıyım. İtham Müslüman’a (!) yönelikse ‘iftira’ derim, kâfire yönelikse ‘doğru’ derim” diyor. Köşesine “Deniz Feneri meselesiyle niye ilgilenmediğimi soruyorlar” diye başkaca bir giriş yapan muharririn bazı ifadeleri de şöyle:
“Müslüman’ı yıpratmam: Haksız servet artışı varsa, bunun acısı mutlaka çıkacaktır. Ahirette de dünyada da. O hesapları kendi içimizde sorabiliriz. Bu benim tavrımdır. Ben; bir Müslüman’ı, hele bir fasık saldırıyorken, asla yıpratmam. Üstadın anlayışındayım. Belki kendim ısırırım Müslüman kardeşimi. Lakin köpeklerin yalamasına dahi müsaade etmem. Hele tarassut köpeklerinin asla…
İftira derim: Çifte standartlarım var. Bu çifte standartlar nasıl mı işler? Basit; itham Müslüman’a yönelmişse ‘iftira olduğu önyargısından’ hareketle çıkarım yola. Deniz Feneri benimdir, Ergenekon terör örgütü kahrolası darbe düzeninin. Ergenekon söz konusu olduğunda, bu adamların ne azılı din düşmanı olduklarını bilmemden ve dahası, bu ülkenin kurtuluşunun ancak bu darbeci zihniyeti ortadan kaldırmakla mümkün olacağına dair idrakimden dolayı olayın üstüne giderim. İddianameyi esas alır bindiririm. Bu çifte standardı uygularken karşılaştığım birtakım çirkin tavırları göz önünde bulundurmam” diyor.
Eğer Allah (CC) millete bu idare ve sapkın zihniyeti lâyık görmüşse biliniz ki, ülke halkının % 50’si bile Müslüman değildir.. Geri kalanı apaçık ‘din tüccarı’, para, şehvet, şöhret ve şeytan tapımcısı satanist, yani kâfir. Aksi takdirde tablo asla böyle olmaz ve “temiz eller” operasyonunun üzerinden tam 5.5 yıl geçmiş olurdu! Eğer % 50 bile gerçekten İslam olsaydı!
Ülke maalesef yıllardır aynı durumda. Acaba bunun esas sebebi nedir?
Hiç düşündünüz mü? Bir yönetim ve siyaset bilimci kafasıyla sorunsala baktınız mı?
Aslında, dünyanın en akil adamları, medeni, basiret ve beka sahibi insanları kadim atalarımız, sevgili ceddimiz meseleyi çözmüş. Ne demişler:
“Et kokarsa tuzlanır!”
Ya tuz kokmuşsa?

Her daim Müslümanları alaya alan bir yazarın müstehzi ifadesiyle tam da o günleri yaşıyoruz, tuzun koktuğu günleri... Düşünün bir kere koskoca generaller hapiste, emniyet müdürü, vali muavini, albaylar, parti genel başkanları ve yardımcıları yolsuzluk iddiasıyla tutuklanıyor. Sıradan insanlar artık hapse girmiyor. Haklarında soruşturma açılanlar, takibe alınanlar, sorgulanan ve yargılananlar; Anarşi, terör ve tedhiş takımı hariç, bütünüyle mektep medrese görmüş, tahsil terbiye almış, sıradan memur ve mübaşirden başlayıp, müşteşar, general, bakan ve başbakanlara kadar uzayan “kalifiye” bir liste oluşturuyor.
YANİ BU NE DEMEKTİR?
İşte bu, tuz kokmuş, devletin çivisi çıkmış ve devletin esas kurucu unsuru Müslüman halk yerine; (Gayrimüslimler falan değil) tam aksine ateist, pagan ve dinsiz “din tüccarları” her kademede yönetime hakim görünüyor. Yolsuzluğun yapılmadığı, çürümenin sirayet etmediği hiçbir kurum, kuruluş ve sektör kalmamış vaziyette.
VATANDAŞ MUTAZARRIR
Herkesin ağzında sakız, çiğne çiğne dur:
“Memleket soyuluyor!”
Memleket soyuluyor da “soyulanlar” ne yapıyor?
Devlet memuru olan Abdullah Çağlayan, 1940’larda bakın ne diyor, ne anlatıyor: “Bir soğan soyulurken yaşarır da gözler Hazine soyulurken aldırmıyor öküzler.” (alıntı)
Bunlar yeri geldikçe Allah’ı, Kuran’ı, İslâm’ı, Peygamber’i kimselere bırakmazlar....
Peki, İslâm’ın son peygamberi Hazreti Muhammed’in kamu malları ve kul haklarına, el uzatanların cezası ve cenaze namazını kılmadığını bilir miyiz?
Ya da, Hoca Yaşar Nuri Öztürk’den şöyle bir cümle nakledelim:
“Hz. Peygamber, kamunun haklarına, mallarına musallat olanların Kurani deyimle, gulul (kamu malı talanı) suçu işleyenlerin cenaze namazlarını kılmaz. Bu Muhammedi tavır, Türkiye’yi yönetenlere, siyasetçilerimize, kamu mevkilerinin subaşlarında bulunanlara, ibadetleri şov aracı yapanlara ithaf olunur.”
Kim ne vakit söylüyor bunu? Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk... Yedi yıl önce bunu yazıyor ve söylüyor... Başbakan’ın sık sık “Onlara sormalı” dediği ulemanın buna tavrı, tepkisi ne? En azından çekimserlik, “acaba” diye kuşku...
Bu ibret, hikmet ve hakikatlere rağmen nasıl olur da Türkiye, ‘dünya ülkeleri yolsuzluk sıralamasında’ kategorik olarak 58., fakat gerçekte en dip sıralarda yer alır? Tabii ki; kendini Müslüman olarak açıklayan yöneticiler, gerçekten de Müslümanlarsa eğer !...
***
RAMAZAN BAYRAMINIZ BU DEFA (!) MÜBAREK OLSUN
Mustafa Nevruz SINACI
Bayram arifesinde böyle konu olur mu demeyin. Olur.
Zaten Ankara aziz ve mübarek Ramazan-ı Şerifi hakkıyla ve lâyıkıyla idrak etmedi. Feyiz-rahmet, manâ ve muhteva müşahede olunamadı. Oruç tutan Müslümanlara matuf bir şiddet ve şeamet; Mahalle baskısı, cadde kâbusu, sokak tahriki, meydan muharebesi ve şehir azabı (baskı grupları) biçiminde Ramazan boyunca “lâiklik karşıtı varlıklar” hükmünü sürdürdü. Ellerinden gelen her melânet, eziyet, zulüm, işkence, tahrik, tezyif ve rencideyi ifa ve icra etmekten geri durmadılar.
Sorma, anlama, iletişim kurma fırsatı bulduğunuzda “biz lâik’iz” diyorlardı.
Ve bunlar organize idiler.
Tıpkı organize bir suç, tahrik, tezyif ve tazyik örgütü gibi…
Sabah işe geliş, öğle paydosu ve ikindi-iftar arası gibi belirli saatlerde Selanik, Tunalı Hilmi, Sakarya, Kızılay, Gençlik Parkı ve Güvenpark bu menfur varlıklar tarafından hususi olarak dolduruluyor. Hep birlikte içilen sigara ile duman altı ediliyor, alenen alkollü alkolsüz içki içiliyor, karşıt cinsler arasında sapıklık, sarkıntılık ve şehvet şovları yapılıyordu.
Bu melanetleri bütün Ankara gördü. İnsanlık adına utandı. Üstüne üstlük;
Seslenebildikleri her yerden yalan, dolan, iftira ve asparagaslarla haykırdılar.
“MAHALLE BASKISI VAR!..”
Yalan, yalan. Külliyen yalan.
Aslında Ramazan ayı boyunca, insanlıktan nasipsizler ve Müslüman olmayanlarca Müslümanlara en olmayacak biçimde insafsız, insanlık dışı, tahrik içerikli ve merhametsizce baskı, eziyet, zulüm ve işkence yapıldı. Nasıl mı? Şöyle:
Sözde faili Müslümanlar olduğu iddia edilen deniz feneri soygunu;
Yine aynı kesime hamledilen Anadolu Kaplanları ve İstanbul baronları kapışması;
Müslümanlarla hiç mi hiç ilgisi olmayan Ümraniye soruşturması;
Hâşâ fail, amil, suçlu, zanlı ve mücrimleri cihetiyle (sözde Müslümanların) referans gösterildiği yalan, talan, soygun ve vurgun isnat tartışmaları;
Hayali kesimler arasında sanal olarak sürdürülen sözde lâiklik istismarları;
Hep bu aziz ve mübarek aya taşındı. Ramazan ayında sanal gündemler oluşturuldu. AB ülkeleri, sömürge, yerli ortaklık ve iştirakleri bağlamında İslâmiyet ve Müslümanlar aleyhine her tür iddia, isnat, iftira ve furya ayyuka çıktı. Neden ve niçin acaba? Meselâ bu hengâme içinde aşka gelen bazı sözde Müslümanlar, mensubiyet imtiyazını boyunlarında bir yafta gibi taşıdıkları “din ticareti” hakkında ilginç açıklama ve itiraflarda bulundular.
ÖRNEĞİN:
“Kimin hırsızı daha iyidir?”
“Sahte cemaat oluşturma ve yalancı tarikat işletmenin olağanüstü faydaları?”
“Devlet cihazını kullanarak şân-şöhret, kuvvet-kudret ve servet sahibi olmanın yolları”
“Halkı önce işinden, helal, hak ve meşru kazancından edip; Sonra ‘yardım ve yiyecek dağıtımı’ adı altında istismar ederek iktidarda kalmanın sinsice, kurnazca, dessasça ve haince yolları” konulu; Müslümanlar üzerinde oynanan oyunlar ve uygulanan komplo teorileri…
TEKRARINDA FAYDA VAR
Müslüman bir devlette bunların yaşanması mümkün değildir sanırsınız. Amma pekala mümkün. Öncelikle muhatap zaten Lozan Antlaşmasına rağmen “Müslüman Ülke” söylemini kabul etmiyor. Atatürkçüyüm diyor, Atatürk’ten, Müslüman’ım diyor oysa İslâmiyet’ten zerre kadar haberi yok.
Biraz tekrar olacak ama kusura bakmayın. Hoca Yaşar Nuri Öztürk’ten şöyle bir cümle nakletmek istiyorum: Bunun ilke, kural ve akait bağlamında çok dahası var. Lâkin şimdi bu kadarcıkla kifayet edelim: Buyrun:
“Hz. Peygamber, kamunun haklarına, mallarına musallat olanların Kurani deyimle, gulul (kamu malı talanı) suçu işleyenlerin cenaze namazlarını kılmaz. Bu Muhammedi tavır, Türkiye’yi yönetenlere, siyasetçilerimize, kamu mevkilerinin su başlarında bulunanlara, ibadetleri şov aracı yapanlara ithaf olunur.”
Kim söylüyor bunu? Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk...
Ne zaman: Yedi yıl önce.
Başbakan’ın sık sık “Onlara sormalı” dediği ulema ne diyor bu işe. Bu ilama karşı ulemanın tavrı, tepkisi ne? En azından çekimserlik, “acaba” diye kuşku... Bir şey yok.
OYSA
Yaşar Nuri Öztürk, sağlam, ciddi, bilimsel kaynaklar gösteriyor ve örnekleri sıralıyor. “Hz. Peygamber, kamu malından iki dirhemlik bir miktarı çalan Eşcalı Sahabi’nin cenaze namazını kılmadı.”, “Hayber’in fethinde Hz. Peygamber’e filanca falanca şehit oldu diye tekmil verdiler. O bunlardan biri için şöyle dedi: Hayır! İşte o dediğiniz kişi şehit olmamıştır. Ben onu cehennemin içinde görüyorum. Sebebi de kamu mallarından çaldığı bir giysidir.” Ve onlar Hazreti Peygamberi bu kişinin cenaze namazına çağırdıklarında şöyle buyurdu: “Sahip çıktığınızın cenaze namazını kendiniz kılın.” Bu sözü duyan Sahabilerin yüzü renkten renge girdi. Durumu gören Hz. Peygamber dedi ki: “O arkadaşınız kamu mallarından bir miktar çalmıştı. Sebep işte budur. Ölen adamın eşyaları karıştırılıp bakıldığında görüldü ki; Yahudilerden ganimet olarak ele geçmiş, bir deri pabucu aşırmış.”
DEVLETİ soyanların, zina edenlerin ve hainlerin cenaze namazını kılmamak...
Ne dersiniz, mezarlıklar, son namazı kılınmamış mevtalarla dolar mı?
Ya da “Yağma Sofrası”nın doymak bilmeyen domuzları ne kadar hürmete, bayram’a ve kutlamaya, kutlanmaya layıktır. Son olarak şaire bakalım:
Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say/Hasep, nesep, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray/Bütün sizin efendiler konak, saray, gelin alay,/Bütün sizin bütün sizin hazır hazır kolay kolay. Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin/ Doyuncaya, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.
BU sofrayı bırakıp cenaze namazını kim düşünür?
Yiyin efendiler, yiyin! Mal sizin, mülk de sizin, memleket de sizin, devlet de sizin...
BU BAYRAM AKILLANIN !...
adalet, hukuk, emniyet ve huzura kavuşturmuş Müslüman! Ne olur aklını başına al. Dostunu-düşmanını bil ve artık kendine gel. Şu din tüccarları ile terör ve tedhiş örgütü bir. “Senin fakir-fukarana” yardım maskesi altında bir alçaklık ve yataklık olarak yapılan makarnacılığın; Aslında hırsızlık, yalan, talan ve yolsuzluk eseri haram ve apaçık çalıntı olduğunu bil. Ve bu bayram lütfen: Bayramı asla hak etmeyen bu ve benzer güruha “kutlama” için gitme. Hain, din tüccarı ve lâiklik düşmanlarını hayatından çıkar. Yüce Rab’in lütuf, ihsan ve keremine sığın. Helal ve hakkıyla çalış. Namerdin peşini bırak.
Alıntılar ve yararlanılan kaynaklar:
1. Ali Ekber ERTÜRK, AKŞAM 12 EYLÜL 2008 – CUMA
2. {liberal-izmirliler.48331} Vakit’ten Benim hırsızım iyidir.
3. ÇIĞLIK, Türkiye’nin ilk mektup gazetesi, ngungor@yahoo.com Eylül 2008
4. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak

22 Eylül 2008 Pazartesi

"MENDERES'İN SON SÖZLERİ"
VE "MEZARLIK KÜLTÜRÜMÜZDEN
ÖRNEKLER" KİTABI
Mustafa Nevruz SINACI
Dünya fani-sonlu, oysa insan baki, yani sonsuzdur.
Dolayısıyla insanın sonsuz ömür ve ebedi hayata sahip olduğuna değil, yaşamın dünya hayatı ile sınırlılığına inananlar ölüm’ü mutlak bir son olarak görür ve vehmettikleri beklenir, (mukadder) biçimde sona ermekten dehşetli korkarlar.
Zaten bunların bütün yaşamları da korku içinde geçer.
Cehennemliklerin kara-kurası, kaygısı ve kâbusu budur.
Onların genellikle “iç dünyaları” ve vicdanları yoktur.
Dahası dünya, mal-mülk, para-pul, şan-şöhret sevdasıyla gözleri dönmüş, varlıklarını hırs, bencillik (egoizm) kin, nefret ve ihtiras bürümüş; Din ticareti yapan, paraya tapan ve organize siyaset simsarlığından çıkar sağlayan insanlık düşmanı zalimler ölümü akıllarına bile getirmemeye çalışırlar.
Suiistimal ehlinin aklında daima; devleti, dinî-ilmî, insani ve milli değerleri kullanarak çıkar sağlamak vardır. Bu, ahiret düşüncesine sahip olmadıkları, ilahi adalet ve mâşeri hesaba inanmadıkları için böyledir. Vahyi ifade ile: “Gözleri kör, kulakları sağır ve gönülleri kara”..
Kitabın yazarı Prof. Dr. İsa Kayacan, ilk sayfalardan itibaren başlayan ve yeri geldikçe “açıklama-aydınlatma” babında bu istikamette yeteri kadar bilgilendirme yapmış ve konuyu zaten yeterince aydınlatmış.
Şimdi oradan çıkan anlam’la, ‘yukarda açtığım’ tanımı sürdürüyorum:
Oysa (bunlar) mukadder akıbet (ölüm) akıllarına geldiğinde derinden sarsılır, dehşete düşer, hırçın, gergin, saldırgan, imansızlıktan mütevellit, akılsız, dengesiz, şuursuz (bilinçsiz) soysuz, hayvan altı iğrenç bir hal alırlar.
Bu, tabiatlarının bütün çirkinliğiyle tezahür biçimidir.
Hallerini ayan beyan eder, açığa çıkartır ve ortaya koyarlar.
Bu hali net biçimde ancak ölüm anında gözler, mezarlıkta müşahede edersiniz.
Dolayısıyla ölüm anları ve bu kritik evrede söylenen ‘son’ sözler çok önemlidir.
O an apaçık göstergedir.
Mevt ve/veya ölü, ceset hakkında çok açık, net ve doğru fikir verir.
Prof. Dr. İSA KAYACAN’IN KİTABI
Hoca’nın kitabının üç karakteristik özelliği var.
Bunlardan birincisi: Alan ve konusunda ilk… Zira sevgili ve değerli üstat İsa Bey konuyla ilgili olarak bizden bir makale istediğinde, literatürler dâhil bütün arama motorlarını içine alan geniş bir tarama ve araştırma yaptım. Dişe dokunur, kayda, kaale almaya ve dikkate değer hiçbir şey bulamadım. Bu cihetle kitap, alanında ilk olma özelliği taşır.
İkincisi: Kitap, yer (dünya) yaşamı, ortamı ve sonrası hakkında bilimsel, kültürel ve dinsel açıklama ve tanımlar içerdiği gibi, otantik, folklorik ve lirik (etkili, coşkun, kişisel ve şiirsel, duygusal) anlatımlarla konuyu zenginleştirmekte, geniş bir perspektif ortaya koymakta ve alandan derlenen farklı açılımları gözler önüne sermektedir.
Üçüncüsü: Kitapta, nadirden sayılabilecek çok özellikli bazı “ilk” ler yer almakta; Bu da İsa Bey’in kitabı hazırlama, derleme, değerlendirme ve düzenleme sürecinde ne kadar hassas davrandığını göstermektedir.
KİTABIN KALBİ
Yıllarca bazı ender siyasiler ve kanaat önderlerinin “son sözlerini” aradım durdum.
Örneğin, artık herkesçe bilinen Mustafa Kemal Atatürk’ün son sözleri mükemmel bir huzur, müstesna bir ahenk-saadet ve sonsuz bir mutluluk içinde boyut değiştirdiğinin, (vefat ettiğinin) hulus-u teslimiyet, feyiz, vuslat ve bu vuslattan duyulan memnuniyetin ifadesidir.
Ama ben “Şehit Başvekil Adnan Menderes’in son sözlerini” arıyordum.
Nihayet Prof. Dr. İsa Kayacan’ın 2008 yılı Temmuz ayında yayınlanan “Mezarlık Kültürümüzden Örnekler” isimli kitabının kalbi timsal 366. sayfasında aradığımı buldum.
Çok garip bir tesadüf ki, bunu yazmak, camiaya açıklamak ve yayınlamak da 2008 yılı Eylül ayına rast geldi. Yani, Cumhuriyet, Atatürk, Lâiklik, Demokrasi, Adalet ahlakı ve hukuka ihanetin kin, nefret, cinnet, cinayet ve katliamla tescil edildiği 16-17 Eylül 1961’in mâkus 47. yıldönümüne.
SON SÖZLER
Bakınız! Şehit Başvekil, Cennet mekân Merhum Menderes’in son sözleri:
Size dargın değilim. (Biz) Sizin ve diğer zavallıların iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyoruz. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki: “-Hürriyet uğruna ortaya koyduğu başını on yedi sene evvel alamadığınız için size müteşekkirdir.” İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme bu kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki; Milletçe, bir gün kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine ben, 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim.
Dirimden korkmayacaktınız! ancak, milletçe el ele vererek ölüm; Ölünceye kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen, merhametim, yine de sizinle beraberdir.
” (dedikten sonra yüksek sesle şehadet getirerek ruhunu teslim etmiştir) Ve Şehadete, (şehitliğe) ‘şehadetler getirerek’ (vatan hainleri tarafından kurdurulan idam sehpasına) Allah, Allah nidalarıyla pür neş’e, bayram sevinci ve saadetle giden bir milli kahraman, masum ve müsemma mana zengini abide insan: Fatin Rüştü Zorlu’nun son sözleri: “Allah memleketi korusun.
Millete zeval vermesin.
Haydi Allaha (CC) ısmarladık.”
Hoca (Prof. Dr. İsa Kayacan)’ dan Allah razı olsun.
Çok ince bir düşünce, ilahi tesadüf veya hassasiyet sonucu aynı sayfada (Mezarlık Kültürümüzden Örnekler, Sayfa: 366); Hak, adalet ve hukukun ebedi utancı yassı-ada çadır tiyatrolarında idama mahkum edilen “DEMOKRASİ ŞEHİDİ” iki mübarek insan’la bir 27 Mayıs faili, suçlusunun son sözleri birlikte yer almış.
Ne kadar ibret verici bir urum.
İşte, 27 Mayıs ihtilâlcilerinden Alpaslan Türkeş’in son sözleri:
“Oğlum, çok sıcak oldu. Şu kaloriferleri kapatın. Camları açın. Daralıyorum”
Evet, bu sözlerden anlaşılan dehşet, sıkıntı, korku, müthiş panik ve haleti ruhiye…
Cehennem kapısında hissedilen dayanılmaz sıkıntı ve ruz-i mahşerde hesap vermeye şiddetli direniş. Münhasıran bu açık, net, dürüstçe-isabetli yazım, şüphesiz yazar için bir lütf’u ilâhi, insanlar içinse ibret, hal ve hakikati ihsan olsa gerektir. Kaldı ki, “Mezarlık Kültürü” adı altında ayan derin bilgiler, her fani’ye nasip olmayacak kadar feyiz, hikmet ve ilham kaynağıdır. Hani kitabın kalbini teşkil eden ‘son sözler’ gibi. Söyleyen vesiledir.
Lâkin: Söyleten, yazdıran kudret!... Kudret-i ilâhi ne yüce. Elbette anlayana.,
***
BEHZAT ŞAŞAL UNUTULMADI,
UNUTULMAYACAK!..
Mustafa Nevruz SINACI

Türk ilim, tetkik ve tefekkür hayatının; Dâr-ı dünya boyutunda samimi hürmet, saygı, sevgi, muhabbet ve iltifata mazhar; Her gittiği yerde iz bırakan, eser veren, kamu âlemin iyi, onurlu, sorumlu, erdemli ve doğrusal yönde inkişaf ve tekâmül boyutuna önemli katkılarda bulunan ender insan ve nadir simalarından biri…
Behzat Şaşal…
Camiada namı diğer: Tayyi mekân
O, yaklaşık bir buçuk yıldan beridir rahatsız, evinde ve istirahatgâhında meskün.
Aldığımız son haberlere göre, sınırlı bir alan ve makânda hareket kabiliyetini haiz.
Rahatsızlığından mütevellit dil-lisan (konuşabilme) problemi de henüz tam anlamıyla aşılabilmiş değil. Ancak az da olsa lüzumu kadar kelime telâffuz edebildiğini ve tutukluğun süratle iyileşme yoluna girdiğini müşahede ediyoruz.
Bu meyanda son ziyaretimizde bir hayli kelime telaffuz edebildiğini, meram anlatma ve olağan iletişim yönünde ciddi bir sıkıntısının neredeyse kalmadığını gördük.
Dahası her ziyarette O’nu, (bir öncekine nazaran) daha mutlu, daha huzurlu, manâ, moral ve motivasyonu düzelmiş ve yükselmiş olarak görmek memnuniyeti verici. .
Bu ziyaret ve memnuniyet verici süreci müşahedemiz devem edegeldi.
Sonra bir süre “muhtemel rahatsızlık” nedeniyle ziyaretlerimize ara verdik. …
Lakin ziyaretlerine nezaketen ve lüzumuna binaen ara veren sanki sadece bizdik.
Behzat ŞAŞAL, öylesine hürmet, muhabbet, tecessüs, hasret ve hayreti mucip bir makam ve mevkiinin sahibi idi ki; Bu sevgi seli, kalbi saygınlık ve manevi yakınlık, ziyaret katsayısının (biz ara vermiş olsak da) sürekli artmasına neden oldu.
Bu trafik şimdi de, adeta ilahi bir teşvik ve imtizaç ile devam etmektedir.
DAHA SONRALARI BİR GÜN;
Behzat Bey’i ziyarete biz biraz ara vermiş olsak bile, her gidip gelenden haber alıyor ve adeta kendimiz gitmişçesine “rahatsızlığındaki iyiye gidişten dolayı” memnun oluyorduk.
Aslında bizi her ziyarette hem memnun, mesrur ve bahtiyar, hem de mahcup eden Behzat bey’in tam bir “Osmanlı Hanımefendisi” olan muhterem eşiydi.
O’ ki, “müstesna bir ANADOLU ANA’SI, fazilet timsali emsalsiz vasıfları, liyakati, eşine karşı hürmet, nezaket, şefkat ve muhabbeti, ilgi-ihtimamında ‘kırma-incitme korkusu ve hassasiyetiyle’ olağanüstü nezaket gösteren pür dikkat davranış biçimi” bizleri hep mahcup etmiş; Behzat bey yönünden sevindirmiştir.
Ziyaretten ayrılırken yaptığımız dua hep aynı olmuştur:
“Yâ Rabbi bütün ailelere böyle âlim, aziz, muazzez, müstesna, muhterem ve mübarek Anneler; Her Müslüman erkeğe bu derece asil, ihsanı bol, şefkatli-merhametli, ülfet ve muhabbet sahibi, insani derecesi yüksek gerçek hanımlar nasip ve ihsan eyle.” Diye hep birlikte dua ve niyaz etmişizdir.
İşte bu nedenle Behzat Bey çok şanslı ve Allah’ın bahtiyar kullarındandır. Bir gün yengeyle birlikte Kızılay da ki fotokopiciye kadar yürüyerek gelirler. Behzat bey illâ bizim fakirhaneye uğramak ister. Fakat yürümeye gücü kalmamış mecali tükenmiştir. Eve arabayla dönerler. Bunu dinlediğimizde hem üzüldük ve hem de sevindik. Bu umut verici bir gelişme idi. O’nun gönül dostları olarak çok sevinmiş, memnun olmuş ve duyduğumuz habere şükrederek çokça dua ve niyazda bulunmuştuk.
Hiç unutmayız o gün, Behzat Bey, bizi yollamak için balkona çıktı. Aynı gün hediye olarak götürdüğümüz bayrakla ‘güle güle” anlamında bizi selamladı.
Sevinmiş, heyecanlanmış, dualar etmiştik.
Bu dualarımız durmadan devam ediyor.
Edecek de; Zaten binlerce duanın muhatabıdır O,
ÇÜNKÜ: Behzat Şaşal bütün hayatını insanlık yararı ve davasına adadı.
Bunun ilmini, irfanını, feyiz, ilham ve irşadını: Halkevlerinden ve DKD kurslarından başlayıp; Evrensel bilimin, insanlık sevgisi, kâinat gerçeği, ilim-ihsan ve hakikat boyutunun sır ve hikmet kapısı, sahib-i sultanlarından Hacı Ahmet Kayhan Efendi Hazretleri dahil yolun bütün yücelerinden feyiz aldı. İlim, irfan kam aldı.
O, aldığını verdi. Verileni yaydı.
Bir ışıktı, mum idi. Mumdan südur nur idi.
Etrafı aydınlatır, ışık ve aşk saçarken,
Kendi yoruldu bu dem,
Şimdi dinlenmededir…
KİMDİR ?...
Kendisine sorarsanız Yunus gibi cevap verir. “Ete kemiğe büründük, Behzat diye göründük” Sonra Mevlâna’dan dem vurur. Derken Evrensel Çağrı gündeme gelir. Ahmet Kayhan Hazretlerinin dünya liderleri ve insanlık âlemine seslenişi konuşulur.
Biliyorsunuz O bir Şehir-Bölge Plancısı ve kadim bir Mimar’dır.
Yanımızda, yöremizde pek çok eser ve sürüp giden hizmet sahibidir.
Açıkçası Behzat Şaşal “Eser, hizmet ve hikmetleri ile müsemma” dır.
Sakarya’da, zaman, zaman Sabri Tandoğan Hoca’nın da katıldığı Cuma sohbetleri, Çankaya, Cebeci, Kızılay, ÖZKAYNAK, İKO ve YOYAV konferansları, Kuruluş adıyla Manevi Cihazlanma Cemiyeti şimdiki adıyla “Kültürel Gelişim Derneği” faaliyetleri ve kitaplar. Behzat Şaşal’ın şu anda ülke çapında yayın ve dağıtımı yapılmış dört kitabı var. Bunlardan son ikisi hasta yatağından yönlendirilmek suretiyle yayınlandı.
1. Sevgili Düşmanım Sigara, Halkevleri Basımevi, 1977 - Ankara
2. Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak, Belde A.Ş., Anayurt Gazetesi, Mayıs-2007
3. Cumhuriyete Gölge Düşürenler, Akasya Kitap, Mayıs -2007
4. Güldürürken Düşündüren Nasrettin Hoca’ya Çağdaş Bakış, Akasya Kitapevi,
Yanı-sıra binlerce makale...
Konferans, yayın, sohbet, hitap ve muhabbet…
İşte bütün bu eser, hizmet ve hikmetlerden mürekkep hale, enerji, sirayet ve sinerji’nin odağında Behzat Şaşal durur. İnsanlık âlemine iyilik, sağlık, arı’lık-duruluk, güç ve zindelik timsali pozitif enerji yayarak… Ve elbette unutulmaz. Unutulmayacaktır. O, geniş bir kitlenin kalbinde ve kafasında yaşamaktadır. Daima anılır, aranır, sorulur, sohbet konusu olur, anlattıkları dilden dile dolaşır anlatılır, gönülden gönül’e yol bulur akar.
Bu makaleye son noktayı koymadan evvel, Behzat beyi çok iyi tanıyan komşumuz, emekli öğretmen ve müteahhit Hacı Yusuf ÖZKAYA’ya sordum.
“Behzat Bey denince senin aklına ne geliyor. Sana neler çağrıştırıyor?” Cevap verdi:
“Sevgi, saygı, insanlık, hoşgörü, samimiyet, nezaket, fazilet, ülfet ve muhabbet”
“İşte Behzat budur” dedi Yusuf Bey ve ekledi: “aynı zamanda dürüstlük ve mertliktir”
Ne mutlu O’na.. Acil şifalar niyazı ve Selam ile…

9 Eylül 2008 Salı

ERMENİ MEZALİMİ GİBİ MAHALLE BASKISI
Mustafa Nevruz SINACI

Bu yıl (2008) aziz-mübarek Ramazan 1 Eylül “Dünya Barış Günü” nde geldi.
Bu harikulâde rastlantının üzerinde durulması ve düşünülmesi gerekir.
Zira insanlık âlemi, gerçekten her zamankinden daha çok karşılıklı barış, saygı-sevgi, anlayış, diyalog, hoşgörü ve toleransa muhtaç.
Yıllardır süren yerel-bölgesel savaşlar, haksız işgal ve ihtilaller, her ne kadar yasal ve demokratik gibi görünse de; Aslında Orta Doğu, Irak, Afganistan, Afrika, Kafkas ve Balkan örneklerinde görüldüğü gibi gerilimi sürekli arttırmakta ve dünyanın negatif enerji birikimi büyük bir patlamaya neden olabilecek boyutlara tırmanmış bulunmaktadır.
İLAHİ BİR FIRSAT
Özellikle Türk ve İslam âlemi için çok büyük bir değer ifade eden “evrensel ibadet” Ramazan, aynı zamanda barış ve olumsuz enerji birikiminden desarj imkanı oluşlturan büyük bir fırsattır. Aslında, bu fırsat “Haram Aylar” denilen, her türlü saldırı-savaş, fiili ihtilaf ve müsademenin yasaklandığı Recep, Şaban ve nihayet Ramazan aylarını kapsar.
Dünyanın içinden geçmekte olduğu şu kriz, stres, bunalım ve buhran döneminde İKO, NATO ve BM’nin öncelikli görevi bu ilahi fırsatın tıpkı bir NOEL gibi değerlendirilmesi idi.
Bu yıllardır işlendi. Sorumlu kurumlardan atılım ve açılım beklendi. Olmadı.
BARIŞ İÇİN GAYRET YOK.
YA MEZALİM VE BASKI?
İşte “o” mahalle, sokak ve cadde baskısı olabildiğince var. Üstelik bunu tıpkı organize çıkar ve suç örgütleri gibi “ben lâik’im” diye haykıran ve Ramazan ayında bir olay çıksın diye köşe bucak pusu kuran güruh yapıyor. Sanki onlara “haydi sizde oruç tutun-namaz kılın-alkol almayın içki içmeyin, açık saçık, adi ve ahlaksızca giyinmeyin” diyen varmış gibi. Yok. Yok ama sanki böyle bir baskı varmış gibi hayali varsayımlar, sanal duygusallık, içgüdü yahut kin ve nefrete dayalı düşmanlıkla inanan insanlar, mütedeyyin ve muttaki Müslümanlara karşı start almış bir saldırı, tertip, fiili ve duygusal tecavüz var.
Ramazan dolayısıyla vaki genel, lokal, kitlesel veya bireysel saldırılar ülkemizde pek yeni değil. Üstelik binlerce tertip, senaryo, komplo ve şantaj türü örnekler var. Bir o kadar da asparagas. Düzmece yalan haber. Alenen tahrik, tezyif, fesat ve tefrika…
İşte bu nedenle konu işlenmeğe değer bulunmuştur.
Fakat biraz esastan alınacak ve şekil iyice irdelenecektir.
BUNUN ADI ERMENİ MEZALİMİ’DİR.
Anadolu insanı geliş istikameti, sebep ve hikmeti meçhul ‘amacı genel’ yani topluma eziyet, zulüm ve işkence, fesat, tefrik, tahrik ve tefrika içerikli fiillere ‘Ermeni mezalimi’ faillerine de ‘Ermeni’ der.
Bahusus deyim ve söylemin çok köklü bir tarihi ve özgün nedenleri vardır.
Bu suçlama ve söylem iki tarihi nedene dayanmaktadır.
1. Neredeyse 1500 yıldır Anadolu’nun doğu ve güneydoğusu, Ortadoğu ve Kafkasya coğrafyasında patlak veren her tür isyan, anarşi, terör-tefrika, fesat gibi bölge istikrarını içten içe yozlaştıran, kemiren, çürüten güdümlü tasarruf ve menfur teşebbüslerin arkasından daima Ermeni unsurlar çıkmıştır. Keza Ermeniler bölgesel Zerdüştlük, mezdekçilik, ateşperestlik, allavilik, dinsizlik ve zındıklığın ebedi hami, usta kullanıcı ve tetikleyici unsurlarındandır.
2. Ermeniler haçlı seferlerinin sadık neferi, Hıristiyan olduklarından itibaren batı kulu-kölesi, Rus kuklası ve ‘şuurlu’ amansız Türk-İslâm düşmanıdırlar. Irki kimlik-kişilik ve ortak karakter bağlamında art niyetli, bencil, kurnaz, dessas, samimiyetsiz, imansız, sinsi, yalancı, hileci, menfaatperest, ikiyüzlü, hain, her derece-düzey kalleşlikle anılır ve ‘melanetin karanlık yüzü’ olarak bilinirler. Hani atamız Osmanlı merhamet göstererek “artık insan, millet, medeni, sakin ve iskân olurlar” ümidiyle Ermeni’ye sadık payesi vermiş, bağrına basmış, amma mukabilinde maraza maruz kalmış, kalleşçe ve kahpece ihanete uğramış, sırtından vurulmuş ve hançerlenmiştir. Bu lütuf, ülfet ve muhabbetin karşılığı ihanet, anarşi, terör, tahrip ve fesat olarak dönmüş, bu güne kadar da ASALA ve PKK olarak sürüp gelmiştir.
Türk, Müslüman ve genel olarak insanlık âleminin ispatlı kanaat nedeni budur.
Nitekim Cumhuriyetin dahi bilumum sinsi, akçeli ve şaibeli işlerinin arkasından daima üç unsur çıkmıştır. Nadiren aleni (Şellefyan) çoğunlukla gizli (kripto) Ermeni, Rum-Yunan ve Yahudi dönmeleri. Bu orijinden intikal ateist ve paganlar, dinsizler ve din tüccarları Türkiye Cumhuriyeti ve asli unsur Müslüman halkın en amansız hasım ve ebedi düşmanlarıdırlar.
Bu pratik etnik, dinsel ve soysal gibi görünen gizli-açık (legal-illegal) veya dahili ve harici bedhah bağlamlı düşmanlık sıralamasında müthiş bir “ortak hareket alanı ve istinat noktası” vardır. Misyonerlik. Masonluk ve bunların altyapı (devşirme) örgütlerini oluşturan sürüyle dernek, vakıf, talimhane, ışık-evi-aşk-evi, stabilizasyon merkezleri ve timler.
Bunlar “vatana ihanet, insana ihanet, Türk ve İslam’ı rencide için” her daim hazır ve her yerde nazırdırlar. Şu kadar ki; aşağıda temas edileceği üzere daima saklı-gizli, örtülü-kapalı, illegal, ikiyüzlü ve sahtekâr… Ancak, unutmayınız ki, “gizlilik” daima şeytani kötülük ve melânet olmakla birlikte, kötü ruhlu, çürük bedenli, yozlaşmış ve kokuşmuş “ölü canlar” için en büyük cazibedir. En büyük korkuları ise: Işık, nur, ilim, iman, insanca yaşam, fıtraten elde edili hak, adalet ahlakı ve hukuktur.
SEZARIN HAKKI
Burada bir hakikatin altını çizmek ve “Sezar’ın hakkı Sezar’a” akaidine uymak gerek.
Şöyle ki; Türk milleti alenen ve resmen Ermeni, Rum-Yunan, Yahudi kaydıyla maruf legal kesimden (istisnalar hariç) her hangi bir kötülük görmemiş, tertip, ihanet ve tasalluta maruz kalmamıştır. Resmi, bilinen ve belli olan ‘namuslu-dürüst’ hukuki azınlık masumdur.
ZANLI:
Kültür emperyalizmi, dez-enformasyon, psikolojik-sosyolojik-iktisadi-siyasi, organik-kimyasal savaş; kartel-kene-akrep-veba-taun, hırsızlık-yolsuzluk, adaletsizlik, haksızlık ve hukuksuzluk” cürümlerinin menfur unsur ve daimi failleri; Asla mensubu olmadıkları halde kendilerini Kürt, Alevi Kürt ve İslâm dışı alevi tarzında açıklayan-tanımlayan gizli Ermeni, saklı Rum-Yunan ve Yahudi dönmesi sabataist unsurlardır.
BUNLAR NE İŞ YAPAR?
NE İLE İŞTİGAL EDER?
İşte milletin esas bilmesi ve bilinç geliştirmesi gereken konu budur.
Şimdi, Türk-İslâm âleminin en aziz ve kutsal Ramazan ayından, 5 Eylül 2008 Cuma günü itibarıyla gözlenen bir kesitten nakiller yaparak açıklamaya çalışacağım. Şöyle ki: Tarihi edep, adet, terbiye ve Ramazan, kutsal Oruç’a rağmen bütün lokantalar açık, vitrin camları perdesiz, cadde ve sokak çıkışları alenen yemek yenen ve servis yapılan masalarla doluydu.
Kocatepe, Selanik, Sakarya üçgeninde öğle vakti sarhoş gezen bir garip tür... Sakarya-Kızılay çıkış koridorunda ortamı ‘duman-altı’ edecek kadar sigara içen her cinsten kalabalık bir güruh… Kızılay-Karamürsel önünde ve dahi yol boyu mini etekli, beden ve ruh kirlisi kancık şeytan aletleri ve onlarla sokak ortasında kucaklayıp oynaşacak kadar iğrençleşen alt varlık, pislik ve yaratıklar; Dolmuş durağında alenen kucaklaşıp halk içinde ve belediyenin iftar çadırı önünde cinnet gösterisi yapan hayvan altı varlıklar.
Bu güruh, çok nazik ve uyarı amaçlı bir insani müdahaleye “ben lâik’im, bana baskı yapamazsın” biçimi öfke, sinir ve saldırganlıkla tepki veriyor bağırıp-çağırıyor; Hak-adalet ve hukuk dışı, lâikliğe aykırı baskı yapıyor, Müslümanlara zulmediyor ve mezalim yapıyorlar.
İşte adına mahalle baskısı denen ermeni mezaliminin güncel versiyonu bu olsa gerek.
***
EŞİT İŞE EŞİT ÜCRET MASKARALIĞI
Mustafa Nevruz SINACI
İşe çok yakınlardan başlayalım.
Örneğin Hükümet, 1,5 milyon devlet memuruna, 15 Ağustos'tan geçerli olmak üzere “ek ödeme ve iyileştirme zammı” yaptı.
Ek zamlar, hiçbir adalet, ilke ve hukuk kriteri gözetilmeksizin 126 YTL ile 200 YTL arasında kararlaştırıldı ve resen uygulandı..
Mahsup ve intibakı müteakip dışa vuran bazı haber ve havadislerse tam bir şok ve şaibe yarattır cinstendi. Vakıa açıklanan zam ile uygulananlar arasında çok büyük uçurum, adaletsizlik, haksızlık ve çelişkiler vardı. Üstelik sendikalarla mutabık kalınarak kamuoyuna ilan edilen tahakkuk ve mahsup tabloları da gerçekti bulunmadı.
Araştırın. Başta sendikalar olmak üzere, sorumlu mercii ve merkezlerde birikmiş, gazetelerin ilgili köşelerine düşmüş ve internet sayfalarında binlercesi yayınlanan itiraz, ihbar ve şikâyetler var. Piramidin tepesinde yer alan “değeri nadir” (!) gürühtan gayri hiç kimse hayatından, maaşından ve Ağustos’ta aldığı “EŞİT İŞE EŞİT ÜCRET” zammından memnun değil. Bir inceleyen, araştıran, sebep ve hikmet soran oldu mu?
Duymadım. Sanmıyorum.
Kendilerini “yalan yere” asılsız, mesnetsiz ve sahtekârca “Sivil Toplum” olarak lanse edip tanıtmağa, çalışanı aptal, halkı cahil ve kamuoyunu geri zekâlı yerine koymaya alışan ve her fırsatta sözde hükümete çalım attı görüntüsü vererek; “Sarı sendikacılık” ve “Sendika ağalığını” böylece kamufle etmeye-örtmeye çalışan sendikalar hayatlarından çok memnun.
İCRAATA BAKIN!
İcraatın adı: “İNŞALLAH” eşit işe eşit ücret uygulamasına geçmeye hazırlık.
Bilinen amacı: Kıdem, ehliyet ve liyakat gibi objektif kriterleri baz alıp; İnsanca yaşam standartları, vicdani normlar, adalet ve hukuk ilkelerine uyumlu maaş ve ücret ödeme; Cari maaş ve ücretler arasında ise norm ve standart birliği sağlamak.
Sözde bu ek ödeme iyileştirmeleri 3 ya da 4 yıl boyunca devam edecek ve en geç 4 (dört) yılsonunda kamuda “eşit işe eşit ücret” ilkesi hayata geçmiş olacak
İŞTE ADALET BU! (değil mi?) DEĞİL!..
AKP ve yandaşları “işte adalet bu” diyorlar. Propaganda böyle.
Peki, çalışana ortalama 150 ytl iyileştirme zammı yapıp, kahir ekseriyeti tam bir zulüm eziyet, azap ve işkence içinde hayatını idame, hatta şeref-haysiyet, onur ve erdemini koruma mücadelesi veren “EMEKLİ” ye niçin muadil bir iyileştirme yok?
NEDEN SÜREKLİ “EMEKLİ” DÜŞMANLIĞI!
İktidar Partisi, yandaş, yoldaş, bakan ve hükümet sözcülerinin konuyla ilgili açıklama, duyuru ve deklarasyonlarına baktığımızda; Sanki personel ücret politikası, çalışma hukuku, iş barışı, maaş-ücret ilke, norm, kriter ve standardında ‘büyük bir adalet reformu’ yapılmışçasına keyifle konuşuyorlar.
Bir de; “Bunu ilk biz yaptık” demeleri yok mu?
Ne büyük bir aymazlık, dalalet, kendini beğenmişlik, cehalet ve gaflet..
EN HAKİKİ HAK SAHİBİ:
Bu eylem ve söylemi tam bir utanmazlık, aymazlık ve şımarıklıkla dillendiren zat; ülkeyi bu günlere taşıyan, eser ve nesillerin sebep ve hikmeti olan EMEKLİLER e layık gördüğü insanlık dışı muamele, haksızlık, yolsuzluk, kamu adına “görevi ihmal”, aleni yolsuzluk, istimal ve suiistimali hiç görmüyor. Yaptığı haksızlık, adaletsizlik, gasp ve irtikap suçunun farkında bile değil. Üstüne üstlük:
“EŞİT İŞE EŞİT ÜCRET POLİTİKASIDIR BU” DİYOR.
Bunu böylece haykıran, Allahtan korkmayan ve kuldan utanmayan Politik-ACI’ nın; Zaten SGK bünyesinde birleşmiş olan bütün emeklilere seyyanen ve en az 150 YTL maaş artış ve iyileştirme (gerçek adı telâfi) zammı yapmalıdır ki, eylemi imanla, söylemi ilimle bir olabilsin. Aksi taktirde insanlara haksızlık ve adaletsizlik yapıp, bunu yalanla gizlemeye çalışmak mürailik, kafirlik, insan dışılık ve insanlık düşmanlığı değil de nedir?
Bunun neresi “müstakbel” EŞİT İŞE EŞİT ÜCRET politikası?
ÇOK GARİP BİR DURUM DA VAR!...

Evet. Ortada çok garip bir durum var. Anlaşılmaz derecede mantıksız. Açıklanması ve izahı kabil olamayacak biçimde esrarengiz bir vaziyet. Adeta siyasette vaki “akıl tutulması”, “mantık ve mantalite dumuru” yahut: Gizli iştirak, işbirliği ve “her şeye rağmen çıkar ortaklığı” gibi bir şey. Gerçek şu ki: Anadolu’nun deyimi ile
“ORTADA BÜYÜK BİR PUŞTLUK VAR”…
Ana muhalefeti, yavru muhalefeti, partisi-pırtısı, stk’sı dâhil kimse bu ve buna benzer binlerce haksız, yolsuz, adaletsiz, ahlaksız ve hukuksuz uygulamalarla ilgilenmiyor. Güney ve doğuda güvenlik uğruna vaki en küçük bir tasarruf insan haklarına aykırı sayılırken; Bu Karen Fog’cu, Soros’çu, “Açık Toplumcu” dernek, vakıf ve sair gönüllü-gönülsüz sivil toplumcu nam “insanlık, demokrasi, adalet, hak-hukuk ve eşitlik düşmanı” gürüh ne yapmakta?
El cevap: Bilinmiyor.
Bilinen tek şey: Türkiye de insan hakkı, adalet ve hukuk örgütü olmadığıdır.
İktidar güya adaletli olmaya veya mahsuscuktan böyle bir görüntü vermeye çalışıyor.
Hani şu anda her ne kadar AB’den icazetli olsa da, ülkesinde şaibeli, zanlı, Anayasa Mahkemesinden cezalı ve sabıkalı ya!.. Üstelik beş ay sonra yerel seçim var. O nedenle “Adalet ve hukuk” adeta bir tenezzül ve tevessül meselesi gibi akla geliyor. Adalet ahlakı konulu sanal gündem oluşturulmaya çalışılıyor. Fakat bir türlü olmuyor. Tutmuyor. Hak ve adalet konulu her teşebbüs ya bazı AKP’lilerin dişine takılıyor veya akim kalıyor. Söylemler halk tarafından takiyye, çifte standart, onur kaybı, ilkesizlik ve mürailik olarak karşılanıyor, yaşanan ıstırap çoğalıyor, güven azalıyor ve artık vaatler kabul görmüyor.
İMAN VE AMEL UYUŞMAZLIĞI
Güvensizliğin ana nedeni ilkesizlik, sorumsuzluk, yalancılık ve beceriksizlik.
Bu bir iman ve amel uyuşmazlığı, eylem ve söylem çelişkisi, yönetimde değer kaybı, kalite erozyonu, manevi ve moral çöküş, “özellikle” inisiyatif zaafiyeti ve kontrolün elden çıkmasıdır. Başka bir anlamda hâkimiyet yerini zeval ve maluliyete terk etmek üzeredir veya etmiştir. Başka türlü 2008 yılı Ocak ayından bu yana görülen derin tenakuzun vukuu kabil ve izahı mümkün değildir. Başarısızlık, adaletsizlik, haksızlık ve yolsuzluk had safhadadır.
Örneğin: Ocak ayından bu güne temel girdilere yapılan zamların mürekkep miktarı % 50’leri aşmakta bunun kümülatif yansıması % 100’e varmaktadır. 1 Ekim’den geçerli olmak kaydıyla elektriğe yapılan % 34’lük zamdan sonra ülkemiz dünyanın en pahalı ve en fakir devletleri arasına kalıcı olarak itilmiştir. Buna paralel olarak dünyanın en adaletsiz, kalitesiz, zalim ve kabiliyetsiz hükümeti de bizim hükümetimiz olmaktadır. Zira ülke eliti, çıkarcı, seçkinci, hırsız-yolsuz melanet bir azınlığın değil; Halkın kahir ekseriyeti ve tabanın zenginlik refah ve mutluluğu başarının sebebi hikmeti, onayı-tescili ve göstergesidir.
Resmi devlet kurumunun 4 kişilik aile için 225 ytl asgari geçim hesabına cüret ettiği; Ağustos ayı enflasyonunun “eksi” çıkartıldığı; Yıllık enflasyonun % 11-12 civarına çekildiği; Çalışana yapılan iyileştirmenin emekliye yapılmadığı bir ülkede erbab-ı fazilet kalmamış demektir. Şu hale nazaran bundan böyle “eşit işe eşit ücret”, “ücretin tam karşılığı hizmet”, “adalet, hakkaniyet ve hukuk”, “namuslu-dürüst piyasa serbest rekabet” gibi kelime ve yüksek değer ifade eden kavramları ağzına alabilecek “umuru devletten” insanlar; Namuslu, dürüst, demokrat, adaletli ve faziletli yöneticiler kalmamış demektir.
Yani, ülkede bir maskaralık hüküm sürmektedir. Hâkimiyet elden çıkmış gibidir.
Zira hükmün hikmeti zail olmuş ve yönetim zalimlere kalmış görünmektedir.
***
MÜSADEME-İ EFKâR VE BARİKAYİ HAKİKAT
Mustafa Nevruz SINACI

Geleneksel Türk siyaset hayatında adalet ahlâkı, hak-hukuk ve demokrasi söz konusu olduğunda “konuşan toplum” kavramı öne çıkar.
Buna “MEDENİ SİYASET” denilirdi.
“Konuşan toplum sağlıklı siyaset ve sağlam gidişat alâmetidir.” Diye bilinirdi.
Çok seslilik, kamu vicdanını dillendirmek, onurlu-erdemli ve sorumlu vatandaş olarak “Yönetimi Denetleme, hesap sorma, takip, teklif, muaheze ve müzakere hakkını kullanmak”.
Ne güzel. Aidiyette duyulan mutluluk herhalde bu haller için söylenmiş olmalı.
HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK!..
En azından “namuslu-dürüst ve demokrat” siyasetçilerin hakim unsur ve hükümran olduğu bir toplumda ve/veya devlette insan evlâtları veya genç nesillere hitaben: (asla yalan söylediği zehabına kapılmadan ve acaba gelecekte böyle mi olacaktır kaygısı duymadan)
–Siz hiç kuşku duymayın, kaygılanmayın ve endişe etmeyin artık her şey düzelecek. Bundan böyle halk devletle, devlet halkla; Halk hükümetlerle, kamu kurum ve kuruluşları ile bürokratlarla yüzleşecek. Kamu alem hesap verecek, özeleştiri yapacak. Bir gram dahi olsa kul hakkı, yetim-öksüz, garip-guraba hakkı yemiş olan varsa misliyle iade edecek. Hesabını verecek. Cezasını çekecek. Varın siz artık rahat olun. Huzur duyun. Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak…. Diyebilen var mı? Yok. Niçin? Çünkü: konuşan, “konuşabilen” toplum yok.
KONUŞAN TOPLUM OLABİLMEK
Konuşan toplum, bir taraftan iktidarda olan veya iktidarı paylaşan birincil muhatabı öz eleştiri bombardımanına tutarken, diğer taraftan da kendi kendini muaheze ederek tartar ve eleştirir. Bu bir nevi mukayeseli bilim, klasik politika ve fazilet anlamında umur-u siyasettir. Umur-u siyasette fazilet tezahür eder. Emniyet ana unsurdur. Namuslu ve dürüst siyasetçinin olduğu bir ülkede kesinlikle anarşi, terör, tedhiş, hırsızlık, yolsuzluk, yalan-talan, soygun ve vurgun yoktur.
Esasen ve zaten müzmin hale gelen yalan-talan, yolsuzluk, soygun-vurgun; Kalıcı olan ve kronikleşen anarşi, terör, tedhiş; Hükümet ve siyasette hakimiyet sağlandığının kanıtıdır. Bu süreğenlik meşruiyet kurumunun yok edildiğini, halkın sürekli aldatıldığını ve seçimlerin artık bir oyun ve düzenden ibaret kaldığını gösterir.
UMUR-U DEVLET VE SİYASET
Umur-u devlet ve siyaset, öncelikle ve evvela hak, adalet ve hukuk hakimiyetidir.
Umur-u siyaset aynı zamanda onurlu, erdemli, hâkim, hükümran ve sorumlu siyaset “siyaset fazilettir” anlamını taşır. Bu bir huzur, emniyet ve güven iklimidir.
Kahir ekseriyeti kokuşmamış, kire-çamura, pisliğe-necasete bulaşmamış, yozlaşmamış çürümemiş siyaset kurumlarında çok açık, net, dürüst ve mert bir “meydan okuma” gözlenir.
Kime ve neye karşı:
Yalan söyleyen, çamur atan, asılsız iddia, iftira ve isnatlarda bulunan taraflara, kurum, kuruluş, özel ve tüzel kişilere karşı, her hal-i karda tekzip müessesesi işletilir, itiraz, ispat hakkı ve dava yoluna müracaat olunur.
HUKUKİ MÜCADELE
Sonuçta: “hukukun içinde hukuk mücadelesi verilir”
Hukuk devletinde baskı, tedhiş, tehdit, örtbas, cebir-şiddet ve icbar yoktur.
Açık veya gizli misilleme, gayrimeşru darp, haksız fiil, hasım ve/veya muarıza karşı yasa dışı yaptırım, düşmanca saldırı ve tasarruf kimsenin aklının ucundan bile geçemez.
Geçerse “devlet yok”; Hükümet “gaspçı, gayrimeşru ve işgalci” demektir.
Daha açık ve net bir deyimle hukuk devletinde “haklıların güçlülüğü” (bon-sens) ilkesi hâkim; Kuvvetler ayrılığı, adalet ve hukukun olmadığı devletlerde ise baskı, sindirme, zulüm, işkence, zorbalık, kabadayılık gibi, insanlık dışı alt varlıklar, yasa dışı, koza ve kripto ağırlıklı organize çıkar-suç örgüt karakteri münhasır uygulamalar hakimdir.
Doğrusu devlette bilumum politik hareket, tasarruf, temlik ve kamusal faaliyetlerin belirli bir miyar (objektif ölçü) muvacehesinde herkes (halk) ve her kesimce müzakeresi sağlıklı siyaset, sağlam gidişat (istikrar) ve yöneten (hakim) unsur açısından teşvik edilmesi gerekir bir siyasettir ki bu, meşruiyet alametidir.
Meşru yönetimler adalet, hakkaniyet ve hukukun teminatı;
Meşruiyetini yitirmiş yönetimler ise; Gasp-irtikap, inat-ısrar, agresif karakter ve daimi tahammülsüzlük nedeniyle sürekli korku durumu ve sinsice tuzak ve saldırı konumu, saklılık-gizlilik, işgalcilik psikolojisi içine düşmüş mütegallibe (zorba. hak ve hukuka riayet etmeden hüküm ferma olmak isteyen) mesabesindedir.
KADİM ATALARIMIZ VE MEDENİ SİYASET
İşte atalarımızın sırrı buradadır. Sır nedir? "Müsademe-i efkardan Bârikayi hakikat çıkar" Konuşan (açık) toplum, eski (kadim) bir deyişle ‘müsademe-i efkâr’; Yandaş, yoldaş, karşıt ve sair bilumum fikir, kanaat, eylem, söylem ve düşüncenin; Yöneten unsur hakkında her tür eleştiri, tenkit, duyum, iftira ve iddialar dâhil her hususun korkusuzca edep, ahlâk ve hukuk çizgisinde serbestçe dile getirilmesi biçiminde telakki olunur.
Bunun özgün söylem biçimi: "Müsademe-i efkardan Bârikayi hakikat çıkar" dır.
Kısa öz olarak “müsademe-i efkâr”: Fikirlerin çarpışması, muhtelif fikirlerin birbirine karşı söylenişi; Barika-i Hakikat: Bu nedenle hasıl olan parıltı, parlak fikir. Yani Parıldayan hakikat anlamınadır.
ÖYLEYSE;
“Oysa başta elektrik, su, ekmek, akaryakıt, doğalgaz ve sair hayati tüketim unsurlarına yılbaşından bu yana en az % 50’yi bulan, yerine göre % 100’ü de aşan zamlar yapılmış iken, nasıl olur da yıllık enflasyon yüzde 10’larda dolaşabilir? Memura iyileştirme zammı yapılır emekliye yapılmaz; Seyyanen zam yerine yüzdeli zamma devam olunur. Dişliler üretilir.
AKP hükümetinin “başarısı”! Ekmeğe zam… Doğalgaza zam… Elektriğe zam… Sloganımız belli zaten: “Durmak yok, zamma pardon yola devam…”
Ne var ki işin asıl çarpıcı yanı sürekli yapılan zamlar değil, bu zamların neden yapıldığı… Daha açık soralım: Elektriğe yapılan zammın nedeni bugüne kadar uygulanan yanlış politikalar mı? Yoksa elektriğe yapılan zammın, temel bir üretim ve tüketim malı için basit bir fiyat ayarlaması olmanın ötesinde, Türkiye’deki siyasal rejimin niteliğini gösteren ve iktidarın aslında kimin emrinde olduğunu gözler önüne seren bir boyutu da var mı? Kısacası elektrik zammının ardında teknik nedenler mi var, yoksa siyasal nedenler mi?
Şimdi biraz geriye gidelim ve elektrik zammının ardındaki nedenleri anlayabilmek için 2007 yılının son aylarında geçen bazı olayları hatırlayalım.”
BIRAKIN HER ŞEY KONUŞULSUN!..
Bırakın kendinden menkul efendi adına yazan yazsın, söyleyen söylesin. Bireyler bazında halk, STK, gazeteler, partiler, sendikalar ve sair kurumlar açıkça, hiç kimseden korkmadan çekinmeden konuşsun. Yoksa! "nasıl müsademe-i efkar” olacak "bârikayı hakikat nasıl ortaya çıkacak" değil mi? Haydi kimseyi susturmayın, kimseyi durdurmayın.
Herkes eteklerindeki taşı döksün.
Halefler, Selefler, STK’lar, Kurumlar, Kuruluşlar, Sendikalar, HOLDİG’ler…
Ya şimdi konuşsun ya da ebediyyen sussun!...

2 Eylül 2008 Salı

Mustafa Nevruz SINACI
21. yy’da dünya en büyük üniversitelerine kavuştu. Modernite (!) dedikleri evrimci sözde müspet (?) bilim kendi zirvesine ulaştı, tavan yaptı ve bitti. Doğrusu iflâs etti. Çöktü.
Şiddetle dışlanan ve yaradılış teorisinin bütün sır, evrensel (doğal) usul ve unsurlarını açıklayan eğitim ve öğretim sistemi, yani temel öğreti “ilim” bir kenara itildi. Çöpe atıldı.
Bunu yapan kitlesel yaratık aslında kendi insanlığını (insanlık formunu) çöpe atmış ve erdemlerinden, adalet, hakikat, fazilet, mutluluk, huzur ve güven libasından da soyutlanmış, sıyrılmış oldu. Geriye ne kaldı? Bencillikle malul negatif ego…
Yani: topluma, potansiyel müşteri veya çıkar aracı yahut da, bir şekilde rüşvet-iltimas vasıtası, soyulacak kaz, sömürülecek enayi, gasp ve irtikap edilebilecek, malı-mülkü, hattâ iffeti, eseri, ürünü elinden alınabilecek, ülkesine el konulabilecek ve nihayet sırtına basa-basa canı, kanı, imkân ve kabiliyetleri meccanen veya yok pahasına kullanılabilecek pasif süje gözüyle bakan domuzlar, keneler, sülük ve benzeri mahluklar (sözde uyanıklar) türedi.
Üstelik kahir ekseriyetinin elinde üniversite diplomaları, dizi-dizi mastır ve doktora payeleri var. Makam-mevkii, kariyer-karizma, şöhret ve unvan da cabası. Habis tür her ülkede o kadar çoğaldı ki; Bunca eski bakan, başbakan, milletvekili, general, genel müdür, profesör, başkan, müdür, koordinatör, şef ve sair köşeyi bucağı tutmuş durumda. Ama insanlar mutsuz!
Saf bir vatandaş bunları duyup gördükçe, doğal olarak şöyle düşünüyor.
“Ülkede bu kadar eski cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, general, genel müdür, büyükelçi, elçi, diplomat, vali, profesör, kurum-kuruluş, devasa şirketler, akil adamlar ve uzmanlar varken memleket batmaz…” Ama vatandaş mutsuz, umutsuz ve kaygılı!..
Netice malum. Tablo karanlık. Sefalet diz boyu. Küresel ısınma, açlık-kıtlık, bunalım, buhran, kaos ve kriz kapıda. Bunca tahsil görmüş “büyük adama rağmen” değil sadece ve yalnızca Türkiye’nin, bütün dünyanın aynı ve ağırlaşan sorunlarla başı dertte. İnsanlar korku, endişe, stres, sinir ve panik içinde. Herkeste ve her kesimde gelecek endişesi var.
Üstüne üstlük, hani o Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbından öğrendiğimiz harikulâde bilgiler itilip ötelenmekte, insan hakları, adalet-hukuk, eşitlik ve demokrasi adına ha bire yalan söylenmekte. 4 kişilik aile için açlık sınırının 225 YTL olduğu gibi deli saçması, akıl, iz-an ve mantık dışı palavralar sözde devlet kurumları tarafından üretilmekte, insanlık, adalet ve hukukun gereği olan “seyyanen maaş artışı” yerine; insanlık düşmanı, ahlâken düşük
bürokratlar ve din tüccarları tarafından hakkaniyet ve adalete aykırı “yüzdeli zam sistemi” inadına dayatılmaktadır. Sarı sendikalar da “kaynağından aidat” kaygısı içinde ne yazık!..
Bilinç Üniversitesi Rektörü Filozof Galip Baran’ın dediği gibi Bilgi çağı iflâs etti. Hem de arkasında “genelde” küresel ısınma, ekolojik-sosyolojik-psikolojik travma, açlık, yokluk, yolsuzluk, kıtlık, işsizlik, fakirlik, sefalet, zulüm, soykırım, orantısız güç kullanımı, işgal, iğfal, alçakça savaş, zulüm, işkence, soykırım, gasp, sömürü ve yozlaşma-çürüme, “özelde” alabildiğine haksızlık, adaletsizlik, eşitsizlik ve hukuksuzluk bırakarak…
Üstelik “bilgi çağı” adalet, barış, zenginlik ve mutluluk teraneleri ile gelmişti.
Yenidünya düzeni insanlığa “HABİTAT” felsefesini müjdeliyordu.
Herkese iş, herkese aş, yeterli beslenme, dünya standartlarında sağlıklı-modern barınım, dilediği gibi inanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti. Emirsiz-amirsiz bilişim, olabildiğince özgür, sudan ucuz iletişim ve yaşam. Ortak kullanılan kaynaklar, adaletle ve insanlık yararına işletilen global sermaye, eşitlik ve hakkaniyetle dağıtılan küresel imkânlar..
Şu an için bunların bütünüyle hain bir plan, kuyruklu yalan, sahte, apaçık makyaj ve kamuflaj amaçlı oldukları ortaya çıktı. Hem de; Cambridge, Oxford, Utrecht, Stockholm, Paris, Munich, Bristol, Sheffield, Nottingham, Birmingham, Glasgow, Liverpool ve Sussex gibi dünyanın en ileri (!) bizdeyse sayıları 100’ü bulan bilgi Üniversitelerine rağmen. Dünya ve Türkiye bu devasa bilgi kurumları ile ancak buraya kadar gelebildi ve bilgi çağı çöktü.
Çöküşün güncel belgesi mi? Hala milletvekili vasfı duran bir milyon dolarlık "RÜŞVET" zanlısı!..
***
İslamcılık Yolsuzlukla Bütünleşti…
Mustafa Nevruz SINACI
Cumhuriyet gazetesinde gördüm. Yazar İlhan Selçuk başlık atmış.
“İslamcılık Yolsuzlukla Bütünleşti…” diyor. İyi ki “İslâm yolsuzlukla bütünleşti” demiyor. Din tüccarlığının ne-menem bir lânet meşrep olduğuna vurgu yapıyor. Fakat bunu Anadolu’nun arı-duru, saf-temiz Müslüman’ı anlayamaz. Beyhude üzülür. Hicap eder. Keşke elimiz kırılsaydı da… Diye söylenir. Ne kadar utanç verici, mel’unca, alçakça bir rezillik!..
Konu şaban dişli, akp genel başkan yardımcısı, rte’nin yakını. İktidarın tepesinde. Ne yapmış? “Kentin göbeğindeki bir arsada imar durumu, bu yüzden… İşadamı dostuna, ya da yakınına sen diyorsun ki: Bu arsayı ucuza kapatalım, ben imar durumunu ayarladım mı değer ikiye katlanır… Arada bana da 1 milyon doları verdin mi, bu iş tamam…”
Adam böyle yazıyor. Olay patlayalı neredeyse 20 gün oldu.
Cumhuriyet adına bir tek Savcı bile harekete geçmedi. Demek bunlar Cumhuriyetin, halk, hak, adalet ve hukukun savcıları falan değil! Herhalde iktidarın savcıları olsalar gerek. Onca istismar etmesine rağmen CHP veya Deniz Baykal da dava açmadı.
YCBS, zaten ihtarlı, suçlu, sabıkalı ve şaibeli partinin bu son cürmü hakkında her ne hikmetse harekete geçmedi. Diyelim ki Savcılar baskı altında. Peki Cumhuriyet, adalet ve hukukun teminatı yargı neden suspus. Demokrasinin vazgeçilmez unsuru partiler ya aleni suç’u görmezden geliyorlar veya olağanüstü pişkinlik gösterip aymazlığa yatıyorlar.
Hakkında binlerce yıl hapis istemi ile yargılanan eski bir bakanı aklamak ve siyasi karar vermekle kamu vicdanını rencide eden Anayasa Mahkemesinden çıt yok.
Tekrar ediyorum: CHP, hukuken mükellef olduğu halde yargıya gitmiyor. Meclis Başkanlığı siyasi davranıyor belge vermiyor. Partisi defalarca yaptığı gibi koruma rolünde. Bu ne pis ve ne çirkin bir durum ki, birileri AKP’yi İslâm’a referans gösterip, böyle utanç ve hicap verici ithamlarla halkın % 99’unu rezil ve rencide edebiliyor.
Memleketteki Müslümanlar bir din tüccarı yüzünden ezik, mahcup ve öfkeli…
Diğer taraftan devam eden şu satırlar:
“şd üstüne üstlük bu anlaşmayı yazılı belgeye bağlamak gibi bir cüret de göstermiş. Kimden korkacak ki… Adam (!) AKP genel başkan yardımcısı…RTE’nin yakını… Silivri’ deki arsayı 3.5 milyon dolardan alıp imar durumunu da nüfuzunu kullanarak değiştirdin mi, oluyor 8.5 milyon dolar… şaban’ın payı 1 milyon dolar rüşvet…Ama dişli, olayı yazıya döküp belgeleştirdiği için CHP rüşvet olayını gündeme getiriyor, senetli sepetli, eski deyişle müdellel, somut, kör kör parmağım gözüne, elle tutulur, gözle görülür bir rüşvet olayı…
Ama Başbakan Recep Tayyip ne yapıyor: Edebiyat yapıyor…Nasıl?..
Kürsüye çıkıp diyor ki: “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemedik ve yedirmeyeceğiz. Yiyen varsa içimizde barındırmayacağız. Haksız yere makam, servet, ün ve şöhret isteyen, altını çizerek söylüyorum, lütfen bizden uzak dursun” Edebiyat yapmak sözlükte şöyle: “Bir konu üzerinde içten olmayan, bir işe yaramayan, parlak, süslü sözler söylemek…”
AKP dinci-İslamcı politikayı Amerika’ya dayanarak kullanıyor, ülkeyi de bir güzel soyuyor…şd bir örnek…Bu arada son bir yılda medyanın yarısı AKP yandaşı dincilerin eline geçti…Bunlar ne yapıyorlar?..Bu medya RTE’ye hava basıyor…Son olarak manşetlerden taşan propaganda neydi?.. Gürcistan bunalımı üzerine Recep Tayyip kolları sıvadı, Kafkasya’ da istikrar planlaması için Rusya’ya uçtu…”
AKP yalnız yolsuzlukla malul değil, memura yaptığı ek zammı Emekliye yapmamak, haksızlık, adaletsizlik ve hukuksuzlukla da malul. Değilse haydi bakalım; Şu temiz eller operasyonu hemen başlatılsın, dokunulmazlık laneti kaldırılsın, işçi-memur ve emekliye yüzdeli zamdan derhal vazgeçilsin ve emeklinin hakkı insanca, adam gibi teslim ve teşmil edilsin de görelim. Her zaman diyoruz ya! “Adının adamı olmak gerek”