26 Nisan 2008 Cumartesi

TÜRKİYE'NİN "OLMASI GEREKEN" AB KRİTERLERİ

TÜRKİYE'NİN
"AB" KRİTERLERİ (*)
Mustafa Nevruz SINACI
Tıpkı Mustafa Kemal'in Milletler Cemiyeti üyeliği için yaptığı gibi yapmalı ve aynı onur, erdem, dirayet, fazilet ve kararlılıkla hareket etmeliyiz.
BUNA GÖRE :
Türkiye Cumhuriyeti, birliğe tam üye olabilmek için AB'den aşağıdaki şartları yerine getirmesini ev ödevi olarak verir ve yazılı olarak taahhüt ister:
1. Kıbrıs iki ayrı toplum, iki ayrı devlet, iki ayrı ülke olarak AB üyesi yapılacak; Annan Plânı çerçevesinde Güney Kıbrıs Yönetimi lehine sağlanan bütün haklar, vaad ve taahhütler kellem yekün yok sayılacak; T. Louzidiu dahil toprak, bilumum edinimler ile Londra-Zürich ve Garanti Antlaşmaları ve KKTC Anayasasına mugayir verilen bütün tavizler fesih ve iptal olunacak ve KKTC, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini tanıyan bütün AB ülkelerince, eşit şartlar muvacehesinde tanınacaktır
2. AB Anayasası'nda, ''AB Marşı'' olarak kabul edilen, ''Bethoven'inin 9. Senfonisinin 4. Bölümü'', Hıristiyanlığın marşı olduğu için, AB'nin olması gereken laik yapısına aykırıdır. Ve de AB bu marş ile bir Avrupa Hıristiyan Cumhuriyeti olmuştur. Derhal değiştirilmelidir. Biz, AB'nin 'Uygarlık Ülkesi' olabilmesi, için marşının da, İnsanlığın ortak yüksek ülküsü' ne uygun olması gerektiği kanaatindeyiz. Ve AB Marşı olabilecek, üzerinde konuşulabilecek bir taslak hazırladık. Aksi takdirde her devlet kendi milli marşını muhafaza edecektir.
3. AB ülkelerinde cezaevlerinde uygulanan ''Betonlaştıran İlaç'' işkencesine derhal son verilecek ve sorumlular yargılanacaktır. Ayrıca, mahkumlara uygulanan tecrit uygulaması derhal kaldırılacak, Polis merkezlerinde görülen ve sistematik bir hal alan münferit işkence olaylarına derhal son verilecek ve ıslah ağırlıklı bir program uygulamasına geçilecek ve idam cezası "taammüden adam öldürme, vatana ihanet, ırza tasallut ve ölüme sebebiyet veren bütün hırsızlık, yolsuzluk ve kastı mucip kaza vukuunda" uygulamaya konulacaktır.
4. Yabancı kökenli AB vatandaşlarına karşı, ırkçı kundaklama, kışkırtma vs. gibi olaylar Hitler Almanya'sını aratmaz boyutlara ulaşmıştır. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere tüm Avrupa'da ari ırkçı terör eylemleri artmış, hiçbir yabancı kökenli vatandaşın can ve mal güvenliği kalmamıştır! (Oysa TC, bir taraftan, yabancı kökenli vatandaşlarına güven dolu bir yaşam sunarken, yabancı turistleri de özellikle konuk olarak ağırlamaktadır. Neredeyse kendi vatanlarında Türkler 'emanet' yaşar duruma düşmüştür!). Daha iki ay önce Hollanda'da cereyan eden olaylar, geçen yıl İspanya'da Fas kökenlilere karşı uygulanan ırkçı sindirme ve tecrit, Almanya'da Türkleri hedef alan zorunlu " GÖÇ YASASI" benzeri yaptırımlar ve olaylar günlük cereyan etmekte, Fransa'da Cezayir asıllı Müslüman vatandaşlar her yerde ırkçı tecrit, yıldırma, toplumsal baskı işkencelerine maruz kalmaktadırlar. Bu alanda derhal bir Avrupa Gözlem Komisyonu kurulmalı ve sonuçlar düzenli raporlar halinde Türkiye'ye bildirilmelidir. Tüm bu olayları yerinde değerlendirmek için denetlemelere gelecek Türk delegasyonlarının incelemelerini sağlıklı yapabilmeleri için her türlü kolaylık sağlanmalıdır.
5. AB ülkelerinde yaşayan Müslüman, Musevi, Budist, Taoist, her dinden ve yahut dinsiz (ateist-pagan) olan insanlara karşı uygulanan her türlü ayrımcılık, sınırlama ve kısıtlamalara derhal son verilecek; Din, ibadet, vicdani kanaat ve dini vecibelerini özgürce yapabilmeleri için her türlü ortam hazırlanıp tedbir alınacak; Camii, Havra, Sinagog ve sair ibadethane yapım ve faaliyeti bütünüyle serbest bırakılacak; Başta eski Yugoslavya coğrafyasında yeni kurulan devletler, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Almanya olmak üzere "Müslüman (dinsel) Azınlık" kavramı ve tanımına derhal son verilecek ve bütün milletler, yaşadıkları ülke ve devletin "eşit haklara sahip" birinci sınıf vatandaşları sıfatıyla muamele göreceklerdir.
6. AB Anayasası'nın dine atıf yapan maddesi, "Avrupa'nın dini, Avrupa din kültürünün dinidir!'' biçimindeki "çağdışı Hıristiyan devlet" görüntüsü veren bu hüküm ve durum derhal değiştirilerek; Bunun yerine, gerçek anlamda çağdaş ve modern, laik bir anlayış, hoşgörü ve yaklaşımla " herkes din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir'' biçiminde yeniden düzenlenecek; Dinler arası ilişkilere asla siyaset ve devlet karıştırılmayacak ve din AB'de siyaset alanı dışına çıkartılacaktır.Zira, esas olan kurumsal bazda devletin lâik olmasıdır. Fertlerin lâikliğinden asla ve kesinlikle söz edilemez. Herkesin kimlik kartına mutlaka "dini" yazılacak ve fakat bu kesinlikle bir ayrımcılık vasıtası olarak kullanılmayacaktır. AB Komisyonu bunu garanti eder.
7. AB ülkeleri, Türkiye'yi eşit haklara sahip müstakbel ortakları olarak görmek istiyorlar ise eğer; Uluslar arası terörizmin Türkiye uzantılarıyla birlikte müştereken planladıkları ve her türlü lojistik destek verdikleri terörist örgütlerle olan ilişkilerini derhal bitirecekler, iktisadi, siyasi, sosyal ve lojistik desteklerine son verecekler ve ülkelerinde mukim terörist ve terör örgütü yönetici, taraftar ve militanlarının sınır dışı edeceklerdir. Zira, uygar devlete yakışan biçimde şeffaf olmaları esastır. Aksi halde TC, kuruluşundan bu yana, ' dostlara dostça davranılır' ilkesiyle, uhdesinde saklı (mahfuz) tuttuğu, 17. maddede adı sayılan halkların, ''bağımsızlık savaşları'' için kendisinden istedikleri yardımlara başlayacağını en şeffaf biçimde uluslararası kamuoyuna duyurur!
Ayrıca, Türkiye'de yürütülen biyolojik, kimyasal, gensel faaliyetlerinizi çok yakından biliyor ve izliyoruz! Türkiye'den kaçak yollarla kaçırdığınız Anadolu'nun Endemi bitkileri kaçakçılığınızı, çok yakında Uluslar arası Adalet Divanı'na getireceğiz!
Ayrıca, yine aynı alan-bağlamda; 'Antropolog, Arkeolog, Barış Gönüllüsü, Gazeteci, Kimyager, Biyolog' vs. gibi sahte kimlikli ajan provokatörlerle, Türkiye tarımını mahveden kurtçuk larvalarını ürünlerimize bırakan yıkıcı, 'Biyo-terörist' faaliyetlerinizi de aynı divana taşıyacak ve hesap soracağız ! Yine, biyolojik ve kimyasal alanda, Türkiye'ye yolladığınız, ''E'' maddelerini, tohum, hormon ve diğer zararlı kimyasal maddeleri çok yakından biliyor ve izliyoruz! Bunları da aynı divana taşıyacak veya kendi mahkemelerimizde yargılayacağız.
Bu nedenle:
Başta "Biyo-Terörist" faaliyetler olmak üzere; Irkçı ve bölücü terör, psikolojik savaş, kültür emperyalizmi, siyasi-sosyal dezinformasyon, dinsel deformasyon ile masonik içerikli misyonerlik faaliyetlerine derhal ve bütünüyle son verilecek, ahlâki çözülüm ile Türk ulusunu yozlaştırma girişimleri durdurulacak ve bu güne kadar verilen tahribata mukabil TC'ne telâfi tazminatı ödenecektir. Aksi taktirde: AB himayesinde sevk, idare ve idame olunan ve yukarda özetlenen art niyetli ve düşmanca faaliyetleriniz, konvansiyonal savaşın öncü birlikleri olarak mütalâa edilecektir !

UYARIYORUZ!

8. AB üyesi olan Almanya, halihazır ülkemiz üzerinde büyük tehdit oluşturan "Dijital Kale'' den sonra 2. büyük tele kulağı olan ve "hukuk ve ahlâk dışı" olarak tüm dünyayı dinleyen casusluk işletmesini derhal kapatacaktır. Bu ve benzeri teşebbüs ve tasarruflar ''uygarlık merkeziyim'' diyen Avrupa, (Almanya ve diğer taraf ülkelerin) yüz karasıdır! AB bu tür teşebbüsleri kesin surette önlemeyi ve gerekli önlemleri almayı kabul ve taahhüt eder.

9. Fransa, Cezayir'de, Vietnam'da, Korsika'da ve Tunus'ta uyguladığı "soykırımları'' derhal kabul eder, adı geçen milletlerden özür diler ve yol açtığı bütün zarar ve ziyanı tazmin eder. İtalya, Libya'da yaptığı soykırımı kabul eder ve Libya halkından özür dileyerek, tazmin eder. Almanya, Namibya'da uyguladığı 'Herero Soykırımı'nı kabul eder, özür diler ve tazmin eder. Ayrıca Almanya'nın Musevi soykırımı için yaptıkları yetersiz kalmaktadır. Tüm okul kitaplarında ders olarak genç beyinlere anlatmalıdır. Ayrıca Almanya, Rus soykırımını derhal kabul etmeli ve özür dileyerek, gereğini tazmin etmelidir. İngiltere, Avustralya'da ve Yeni Zelanda'da uyguladığı yerli halk soykırımlarını kabul etmeli, özür dilemeli ve tazmin etmelidir. İspanya, Ortaçağ Yahudi katliamı, Amerika kıtası yerlileri Mayalar, Aztekler ve İnkalar'a yaptıkları soykırımları kabul etmeli, özür dilemeli ve tazmin etmelidir. Danimarka, Grönland yerlileri 'Eskimo'lara uyguladıkları soykırımı kabul etmeli, özür dilemeli ve tazmin etmelidir. Yunanistan, 'Ege-12 Adalar' ülkesinde, Makedonya'da, Girit'te, Rodos'ta, Batı Trakya'da, Güney Arnavutluk'ta uyguladığı soykırımları kabul etmeli, özür dilemeli ve tazmin etmelidir. Ayrıca, AB, "Ermeni soykırımı" iddialarından vazgeçer ve bunu inkâr edenlere karşı uygulanan 'insanlık dışı' cezai yaptırımlara derhal son verir. Yunanistan Anadolu'da yaptığı katliam ve soykırımı kabul eder ve tazminat taahhüdünde bulunur. Kıbrıs'ta yapılan katliam ve soykırıma maruz kalan muhataplara tazminat ödemeyi kabul ve taahhüt eder. Batı Trakya' da uygulanan ayrımcılık derhal sona erdirilir, Müslüman azınlık yerine Türk azınlık tanımı kabul edilir ve Türkiye de mukim "Rum-Yunan" azınlıkların sahip olduğu bütün haklar Batı Trakya Türklerine de eksiksiz olarak tanınır. 10. AB, Bosna-Hersek katliamlarının hazırlayıcısı, kışkırtıcısı, tahrikçisi ve fiilen seyircisi kalarak soykırımın baş sorumlusu olduğunu derhal kabul eder, özür diler ve gereğini tazmin etmeyi kabul ve bundan böyle Bosna-Hersek üzerinde yürütmekte olduğu anarşi, terör, dinsel ayrımcılık ve etnik bölücülüğe derhal son vermeyi taahhüt eder. Ayrıca, AB Komisyonu başta Bulgaristan, Romanya, Güney Kıbrıs Yönetimi ve Yunanistan'da Türk ve Müslümanlara karşı uygulanan bütün ayrımcılık ve farklılıklara son vermeyi ve AB içinde bütün ortak ülke halklarına karşı birinci sınıf vatandaş muamelesi yapmayı ve aykırı yasaları derhal men ve ilga etmeyi kabul ve taahhüt eder.

11. Fransa, hâla işgalci olarak bulunduğu, Guyana'dan koşulsuz olarak derhal çekilmeyi ve Guyana'nın zararını tazmin etmeyi kabul eder. Yine, aynı bağlamda, İngiltere, işgalci olarak bulunduğu Falkland adasını koşulsuz ve derhal terk etmeyi, adayı gerçek-yasal sahibi Arjantin'e bırakmayı ve bu bağlamda 'emperyalist amaçlarla' başkaca bir ülkeyi gasp ve işgalde bulunmamayı; Haksız, hukuksuz ve dayanaksız olarak işgal edilen IRAK ittifakından derhal ayrılmayı ve askerleri çekmeyi, Irak halkının bu güne değin uğradığı "maddi-manevi" her türlü zarar, ziyan, kayıp ve hasar bedelini tazmin etmeyi kabul ve taahhüt eder. .

12. AB, 'Çağdaş Uygarlık Projesi'nin çok gerisinde kalmış ve insanlık alemine kötü örnek olmuştur. Bu gün için üretim araçlarından insanların tamamı istifade edememekte ve gelir tabana adaletli olarak yayılamamaktadır. Ayrıca, projenin sürdürülmesi halinde AB, bilgi teknolojilerinde çağı yakalamak için bir dizi yatırımlar yapmak zorundadır. Şöyle ki : -Sağlık alanında, GDO'ların denetimi yetersizdir. Hormon ve kimyasal ilaç ve gübre kullanımı insanların yiyeceklerinin genetik yapısını bozmuş, her 100 Avrupalıdan 66'sı alerjik hastadır. Yiyeceklere katılan (E) maddelerine katılması derhal durdurulmalıdır. Aksi takdirde AB'den hazır gıda ürünleri almayacağımızı beyan ederiz. -Yeni para birimi euro ile Avrupa halkı yoksullaşmış ve önemli miktarda gelir kaybına uğramıştır. Yeni paranın taraf ülkelerde sıkı bir denetimi sağlanmalı ve taraf ülkeler milli paralarından vazgeçmeye zorlanmamalıdır. Türkiye, asla euro para birimine geçmeyecektir bu husus derhal ve peşine kabul edilmelidir. -Tüm Avrupa çapında çalıştırılan çocuk işçi sayısı yüz binleri bulmaktadır. Yabancı iş gücü istismar edilmekte ve bu işçilere, insan haklarına aykırı çifte standart uygulanmakta ve farlı ücret tahakkuku yapılmaktadır. Derhal bu durum kovuşturulmalı ve bize (TC'ye) düzenli raporlar verilmelidir! -AB ülkelerinde kadın işçiler, "eşit iş karşılığı eşit ücret alamamaktadırlar!" Bu ayrıma derhal son verilecek, kadın ve erkekler arasında eşitlik fiilen ve hukuken sağlanacak, kadın istismarına her alanda bütünüyle son verilecek, kadınlar "cinsel obje" olmaktan ve istismar edilen varlıklar olmaktan çıkartılarak insanca yaşama, namuslu ve dürüst bir hayat sürme hak, imkân ve ortamına kavuşturulacak ve sonuçları bize rapor olarak sunulacaktır. -Tüm Avrupa'da sendikalı olmak işten atılma nedenidir.Bundan böyle tüm çalışanlara, yeniden toplu sözleşme, grev ve pazarlık hakkı sağlanacak ve sendikasız eleman çalıştırmak suç sayılacak; Sendika kurma ve sendikalı olma konusunda yerli ve yabancı işçiler hakkında hiçbir farklı hüküm, haksız uygulama ve ayrıcalık kalmayacaktır. -Bütün AB ülkelerinde işsizliğe karşı önlem için, emek yoğun ve "Tam İstihdamlı Kalkınma Modeli'' uygulanacak; Başta Türkiye olmak üzere "Serbest Dolaşım ve Yerleşim" hakkı üye ve aday ülke halklarının tamamını kapsayacak biçimde genişletilecektir. AD, 1963 Ankara Antlaşması ile bu hakkı 1970'li yıllardan bu yana iktisap ettiğini kabul ve müktesep hakkın engellenmesinden dolayı uğranan zararın peşinen ve derhal tazminini kabul eder. -AB, eğitim sistemini, "İnsani Boyut ve Bilgi Toplumu" usul ve esaslarına dayalı olarak" temelden ve tümden değiştirmeyi; IQ ları temel alan ve insanlara aşı yapar gibi kafalara bilgi doldurmaya, prototip varlık yetiştirmeye son vermeyi; EQ temelinde, herkesin "insan olarak" bilgi, yetenek ve geleceğe yönelik ideallerini ortaya çıkaracak ve o yeteneğe uygun bir eğitim sistemi uygulamayı; Anne ve babası ateist olsa dahi, ayırımsız olarak bütün çocuklara 18 yaşını ikmal edinceye kadar (kendi resmi din görevlileri tarafından) " Din ve Ahlâk Dersi" verdirmeyi kabul ve taahhüt eder. .

13. AB, 'Avrupa Adalet Divanı'nı "AB Anayasa Mahkemesi'' adıyla yeniden kurup, siyasetten arınmış "Objektif Hukuk Kurumu" olarak düzenlenmeyi ve bu mahkemeyi ortak ülkelerin Barolarınca seçilecek ve yüksek mahkemelerince atanacak üye ve kurullarından oluşturmayı; AİHM' ni aynı kural, norm, ilke ve standartlara göre yeniden teşkil etmeyi; Ortak ülke vatandaşları arasında, bu mahkemeye başvuru ve karar mekanizmaları konusunda hiçbir ayrım ve farklılığa meydan vermemeyi kabul ve taahhüt eder. Şu kadar ki: Tam üyeliği kabul ve tescil edilmemiş hiçbir ülke ve vatandaşı bu mahkemelere başvuramaz ve mezkür mahkemelerin karar ve yaptırımları "tam üye olmayan" ülkeleri ilzam etmez.
14. AB ülkeleri ucuz işgücü adına ve gelecekte acaba yaşlı nüfus yerine ikâme edebilir mi!'', kaygısıyla fiilen yaptıkları, "modern köle, insan ve beyaz kadın ticaretine" derhal son vermeyi; Yolsuzluk, gasp, irtikap, görevi kötüye kullanma ve her türlü suiistimalle en etkin biçimde mücadeleyi; Uyuşturucu ticareti ve kullanımını engellemeyi kabul ve taahhüt ederler. Yoksa, bu konuda elimizdeki dosya, Uluslar arası Adalet Divanı'na sunulacaktır !

15. ''e-avrupa'', ''dijital avrupa'' derhal yaşama geçirilmelidir.

16. Ortak ülke vatandaşları müzakere ile birlikte AB üyesi sayılır ve ''serbest yerleşim'' -dikkat ''serbest dolaşım'', değil!- hakkından yararlanır. Cari mevzuatta bu hakkı engelleyecek her hangi bir hüküm bulunamaz ve bütün AB ülkeleri birbirlerine karşı "vize" uygulamasına derhal son verirler. Asla tek taraflı vize uygulaması yapılamaz.

17. Avrupa Parlâmentosu, AB'nin en üst yasama organı kabul edilecek ve ortak ülkelerin nüfusuyla doğru orantılı olarak seçilecektir. Şu kadar ki, bu seçinin "doğrudan halk iradesi çerçevesinde" ve en demokratik biçimde yapılması esastır. AP'nin seçeceği AB Hükümeti tüm ortak ülkelerin hükümetlerinin üstünde bir icra organı olarak Avrupa'yı "tam eşitlik, adalet ve hakkaniyet" ilkelerine uygun olarak temsil edecektir. Bu parlâmentonun bütün karar, tasarruf ve icraatlarına karşı üye ülke Meclisleri ve gerektiğinde münferiden vatandaşların itiraz ve dava açma, tedbir talep etme hakları var olacaktır.

18. AB, Bernard Shaw'ın itiraf ettiği gibi ırkçı, eksik, yanlış yazılmış, Avrupa Tarihinin yeniden yazılması için Türkiye'nin hazırladığı metni birlikte değerlendirecek derhal bir ''Tarih Komisyonu'' kuracak ve üye ülke tarih kitaplarında (müfredatında) yoğunlukla yer alan Türk, Türkiye ve Osmanlı aleyhindeki bütün iddialar ile "Türklerin Ermeni soykırımı yaptığına dair yalanlar" her türlü yayın ve dokümandan kaldırılacaktır.

19. AB, başta Fransa, İngiltere ve Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde bulunan, Anadolu'dan yağmalanmış tüm tarihi eserlerin derhal, UNESCO'nun ' 'İnsanlığın Ortak Kültür Mirası'' kapsamında almış olduğu karar gereğince -''Tarihi eserler, alındıkları doğal ortamlarına veya o yerin en yakın müzesine geri verilirler''- Türkiye'ye teslim edilmesini yazılı olarak (Avrupalılar yazılı taahhütlerini bile yerine getirmezler! Sözlü taahhütlerini yerine getirdiklerini ise tarih kaydetmemiş!) taahhüt ederler.

20. AB, aile hayatını yeniden düzenleyerek, yaşlı, çocuk ve annelere daha yaşanabilir bir hayat standardı getirmeyi; Emekli maaşlarında norm ve standart birliği sağlamayı, yeniden vergi ve ilâç kesintisine son vermeyi kabul ve taahhüt eder. Bütün Emekli sandıkları, sağlık ve sosyal güvenlik kurumları devlet güvencesine alınır. Komple sağlık ve üniversite dahil eğitim hizmetleri bütün (taraf) AB ülkelerinde bedelsiz olacaktır.

21. AB ülkelerinin atıkları Atmosferimizi değiştirmeye başlamıştır! AB, Kyoto ve Sao Paulo Çevre Kararlarının altına imza koymuş ama hâla gereğini yapmamıştır. Kararlara tam uygulamasının sonuçlarını düzenli raporlar hâlinde kamuoyuna sunmayı yazılı olarak kabul ve taahhüt eder. Bütün AB ülkelerinin ormanlaştırılması, ağaçlandırılması, tarım alanlarına her hangi bir inşaat ve sanayi tesisi yapılmaması, atıkların kesinlikle deniz, göl ve akar sulara bağlanmaması esastır. Doğal dengenin korunması AB'nin ana politikalarından biri olacak ve bütün AB ülkeleri bu konuda konulan yaptırım ve kurallara mutlaka uyacaktır.
22. Korsika, Sicilya, Alsac Loren, Kuzey İrlanda, İskoçya, Girit, Rodos, 12 adalar Ege ülkesi, Flamanlar, Valonlar, Galler, Bask, başkenti Selanik olan bütün Makedonya... buraları işgal etmiş büyük ülkeler bu işgallerine derhal son vermeyi ve bu ülkeler tam bağımsız ülkeler olarak AB'de ortak olmalarını kabul ve taahhüt ederler. Bu ülkelerin en kısa sürede kendi devlet yapılanmalarını kurmaları için işgalci ülkeler gerekli tazminatı sağlayacaklardır. Tarihi olarak "hak sahibi" bu ülke ve toprakların dışında, her ne koşul altında olursa olsun bölünme ve ayrılma talepleri asla ve kesinlikle kabul edilmeyecek ve gündeme getirilmeyecek; Lokal olarak teşekkül eden yapay terör örgütlerine yardım ve yataklık yapılmayacaktır.
Bu bağlamda bütün AB ülkeleri, Türkiye'de faaliyet gösteren ırkçı ve bölücü Ermeni terör ve tedhiş örgütü ile organik ilişkilerini kesmeyi, yardım ve yataklık yapmayı durdurmayı ve mezkür örgüte karşı her türlü yasal önlemi almayı ve tam bir kararlılıkla uygulamayı kabul ve taahhüt ederler. Aksi taktirde, Türkiye'nin bu ülkelerden tazminat talep hakkı saklıdır.
23. AB, ülkemizdeki ekolojik alanlara gerekli duyarlılığı göstermemekte ve doğal kaynakların kullanımını ekolojik bir denge içinde sürdürülebilir bir kalkınma çerçevesinde yürütmemektedir! Bu konuda, Türkiye'nin görüş ve önerileri alınarak bir proje hazırlamalı ve derhal uygulamaya konulmalı; Kıta ilintisi bulunmaması nedeniyle Türkiye'nin ekolojik yapısı, su ve alan kullanım politikalarına müdahil-taraf olmamalı; Ancak, genel uygulamanın sonuçları, düzenli olarak dünya kamuoyuna rapor olarak sunulmalıdır.
24. Birliğin kıta bazında hedef ve gerçek amaçlarına (Birleşik Avrupa) uygun bir büyüme-gelişme göstermesi ve tam bir entegrasyonun sağlanması bakımından, Avrupa kıta coğrafyasında yer alan Rusya, Ukrayna, Moldavya, Kırım Özerk Cumhuriyeti, Çeçenistan, Tataristan Özerk Cumhuriyeti, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Kazan Özerk Cumhuriyeti gibi Ural Sıradağları'yla sınırlandırılmış Avrupa coğrafyasında bulunan tüm ülkeler derhal ve koşulsuz olarak AB üyesi olmalıdırlar. Bu bağlamda, 1963 Ankara Antlaşmasının bütün uyum şartlarını yerine getirmiş olan Türkiye'nin "tam üyeliği" derhal onay ve tescil edilmelidir.
25. Avrupa Uzay Ajansı'na (Avrupa kıta coğrafyasında yer alan) tüm devletler ile üye ülkeler ve yeni üye olacaklar (müstakbel adaylar) hemen ortak olmalı; Bu kapsamda ve AB bağlamında bilumum uzay çalışmaları tam bir entegrasyon, açıklık ve işbirliği anlayışı içinde ortak yürütülmelidir.
26. Türkiye'nin GB'den ve GB nedeniyle AB Adalet Divanı ile AİHM'nin siyasi kararları nedeniyle doğan maddi zararı olan (30 milyar Euro X 12 yıl= 360 milyar Euro) ile buna dayalı olarak hesabı kabil (asgari) 360 milyar Euro da manevi olmak üzere, toplam 720 milyar Euro tutarındaki zararın derhal tazmin edilmeli; Ayrıca, bazı AB ülkelerinin ırkçı ve bölücü Ermeni terör ve tedhiş örgütüne 1989 yılından itibaren sağladıkları kaynak, destek, yardım ve yataklığa karşılık "BİR MİLYAR" Euro maddi ve manevi tazminat verilmelidir.
27. "Soğuk Savaş'' yıllarında, ''Avrupa'ya zorunlu İleri Karakolluk'' yapan TC, bu görevin ifa ve icrası sırasında, yıllık bütçesinin %24'ünü savunma harcamalarına ayırmıştı. Bu nedenle, kalkınma hızı 1938'lerde %30'lara varmışken soğuk savaş yıllarında % -9 ila +7'yi geçememiştir! (Bunun yaklaşık hesabı şöyledir: 1951'den 1990 yılına değin = 39 yıl. Yaklaşık 247 trilyon Euro. Bu hesabın formülünü, başka ülkelere karşı kullanmasınlar diye, insanların ulaşamayacakları bir yerde saklıyoruz!) AB'nin o yıllarda korumalığını yaptığımız üyeleri bu parayı TC'ne tazmin etmekle yükümlü olduklarını taahhüt etmeli ve en fazla 10 yıl sürecek bir ödeme takvimi yapmalılar.
28. AGSK, ''Avrupa Ordusu'' TSK'nın komutasında yeniden yapılandırılmalı ve bu ordunun Genelkurmay Başkanlığına TSK Genelkurmay Başkanı getirilmeli ve üye ülke hükümetlerinin bilumum hesap, tasarruf ve işlemleri "En Yüksek Denetim Organı" sıfatıyla AGSK tarafından denetlenmelidir. Bu denetim, her ülkenin devlet başkanlığı uhdesinde tesis olunacak bir "Yüksek Denetleme Kurulu" ve Devlet Sayıştayları; Türk Genelkurmay Başkanı emrindeki AGSK tarafından yürütülecektir. Ayrıca, yerel hükümetlere paralel olarak iş gören bütün kurum ve kuruluş "Denetim ve Teftiş" organları bu üst kuruluşa paralel bir yapılanma dahilinde "bağımsız" çalışacaklardır.
29. TÜRKİYE CUMHURİYETİ; 24. ve diğer kriterlerde atıf ve ilzam olunduğu veçhile derhal ve koşulsuz olarak AB'nin eşit-ortağı olarak kapsama alınacaktır. Aksi taktirde Türkiye derhal Gümrük Birliğinden ayrılır ve AB katılım sürecini askıya alır. Askı müddeti en geç bir yıl olup; Bu süre içinde "Türkiye Kriterleri" kabul edilmediği takdirde, süreç içinde vaki bilumum zarar ve ziyanı tazmin ve telâfi hakkı saklı kalmak üzere; AB bağlamında bütün işlem ve ilişkilere son verilerek, cari şartlar dahilinde doğrudan ülkeler ile ilişki esas alınır.
Not I. AB'nin yukarıda önerilen ve öngörülen reformları başarıyla tamamlayabilmesi için, TC, 400.000.000,- Euro'luk bir hibe yardım paketini; Türkiye Kriterlerinin kabul ve onay tarihinden itibaren geçerli olmak kayıt ve şartıyla serbest bırakmayı taahhüt eder..
Not II. TC, ayrıca gerektiğinde AB'nin istediği her türlü lojistik, bilimsel, insani ve medeni desteği vermeyi kabul ve taahhüt eder.
Şu kadar ki; AB ve bağlı ülkeler bundan böyle "emperyalist" amaçlarından ve modern kölelik uygulamalarından vazgeçmeyi, "İnsani Boyut ve Bilgi Toplumu" çerçevesinde; Milli gelir ve Refahın tabana yayılması, her türlü yolsuzluk, suiistimal ve istismarın önlenmesi, insan hakları, adalet, hukuk ve demokrasinin "bütün kurum ve kuruluşları ile" üye ülkelerde yerleşip hayat bulması, Yüksek Mahkeme kararı ile "taammüden insan öldürdüğü ve/veya ölüme sebebiyet verme suçu işlediği sabit" vatandaşların derhal idam edilmesi hükümlerini kabul etmesi şarttır. Aksi takdirde Türkiye, "bütün şart ve kriterler kabul olunsa bile" yine de Birliğe üye olmayacaktır.
NETİCE VE MÜTALÂA:
AB'nin, 1963'den itibaren Türkiye'ye yönelik politikası "sinsice ve gizlice oyalama" ve "günü gelince AB'ye bağlama" biçiminde olagelmiş; 1989'da "tam üyelik isteminin reddi" ve akabinde Gümrük Birliğine "koşulsuz katılım" ın gündeme getirilmesi tam bir art niyet ile "dahili ve harici bedhahların işbirliği" sonucudur. Sonuçta AB, Türkiye'ye karşı asla iyi niyetli ve samimi değildir. Bu husus alenen ortaya çıkmış ve binlerce "çifte standart" sonucu ortaya çıkmıştır. Bu ve buna müteallik benzer nedenlerle:
AB, İşte bu 29 maddelik ev ödevini kabullenir ve tamamlarsa, bizim AB'ye girmemiz her iki tarafın da mutlak surette çıkarına olacaktır.
Tarih attık ve bekliyoruz.
Ha bekliyoruz dediksek, AB'yi beklemiyoruz;
Biz "Dünyanın ve Küresel Medeniyetin Merkezi Türkiye'dir'' stratejisiyle, bir zamanlar yüce dahi Atatürk' ün, tüm mazlum milletlere, gösterdiği " Emperyalistlere Karşı Özgürlük ve Bağımsızlığı Kazanma Yolu'' gibi, şimdilerde O dahinin manevi çocukları, inkılâp, ilke, eser ve vasiyetin sahipleri olarak, "Türk Tarzı Milli Kalkınma Modeli'' ile hem de "Tam İstihdamlı, İnsana ve Refahın Tabana Yayılmasına Dayalı; Namuslu, Dürüst, Demokrat, İlkeli, Onurlu, Sorumlu ve Antiemperyalist, Evrensel Kalkınma Modeli'' ni bir kez daha "bütün insanlık alemine" örnek olacak biçimde " ekonomik inkılâbımızı" hazırlıyoruz.
Yararlanılan Kaynaklar:
1. Mustafa Bilge Işıktürk (Türkiye'nin AB Kriterleri, Tanı Yayınları-Ankara, 2006)
2. Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Sessiz Darbe, Prof. Dr. Erol Manisalı, 2003
3. DİKEN... Hükümet Sistemleri, Hasan Hüseyin Memiş, Akasya Kitap, 2007
4. Küresel Almanak, Mustafa Nevruz Sınacı, Tanı Yayın, 2006
5. Alternatif Bir Bakışla Atatürk, Mehmet Yaman, Temmuz-2006
6. Temel Hak ve Hürriyetlerimiz Açısından Türkiye, Mehmet Yaman, 2007
7. Batının Türk Fobisi, Mustafa Nevruz Sınacı, 2006
ÖNEMLİ NOT: Bu makalenin; Web Siteleri, İnternet Gazeteleri ile diğer bütün yazılı, sesli ve görsel medya organlarında yayınlanmasına "iznim" vardır. Ayrıca, tarafıma müracaatla bilgi arzı ve izin talebine gerek yoktur. Yazar/ Mustafa Nevruz SINACI

23 Nisan 2008 Çarşamba

*** MEZARLIK KÜLTÜRÜ ***

MEZARLIK KÜLTÜRÜ
Mustafa Nevruz SINACI

Evrensel insan haklarının en temel ve en vazgeçilmez şartı yaşama hakkıdır. Yaşama hakkı ve yaşatma görevi kutsaldır. İnsanlar bu hakkı doğuşları ile birlikte elde ederler. Diğer bir anlamda ‘hak’ fıtrattan/yaradılıştandır. Var olan teoriler itibarıyla irdelersek; İnsan hakları, adalet, doğrusal (namuslu, dürüst, onurlu-erdemli-sorumlu) yaşam ve hukuk düşmanı, küresel emperyalizm ve orijini vahşi kapitalizmin fikir babası; Dinsiz, ahlâki değer ve formasyondan yoksun, ateist Charles Robert Darwin (12.02.1809–19.04.1882), İbrani-Yahudi asıllı İngiliz doğa bilimci. “İnsan dahil tüm canlı türlerin doğal seçilim (evrim) yoluyla oluştuğu” (maymundan geldiği) tezini ileri sürer. Veya; Thomas Hobbes’in “İnsan insanın kurdudur” (homo homini lupus) biçimindeki “insanların bencil, zalim ve kötü” olduğunu iddia eden fenomenle tanımlandığı gibi, vahiy kaynaklarının kutsallık izafe ettiği “insan” ı bir değer olmaktan çıkartan mutasyon esaslı sanal teoriler üretilmiş olmakla; (1) Bu iddia, ileri sürüm ve sözde bilimsel kurulumlar; Dünyada ciddi bir taraftar kitlesi tarafından “mal bulmuş mağribi misal” bilinçsizce sahiplenilen ilim dışı tezler, insanı ruhsuz, anlamsız-amaçsız ve değersiz, hayvandan mütekemmil ‘makinize bir tür” olarak kabul ettiği için; Mesnetsiz, çürük, dayanaktan yoksun ilim-bilim dışı ve kinayeten insanlık düşmanlığına matuftur. Bu aykırı iddia ve felsefede “insanca yaşam biçimi” yerine, “hayvan altı hayat sürme” anlayışı hakimdir. Tapınak Şövalyeleri gibi, temelde satanizm, dehşet ve din-vahiy düşmanlığına dayalı bu teori: “Her bireyi hayvansal bir karakter” bazında kabul ve realize eden masonik odaklıdır. Bu teoremde ‘medeniyet’ yerine ‘uygarlık’ söylemi kullanılır. Esas doğru, vahiy kaynaklı ve orijinal “tartışmasız gerçek” teori ise: Yaradılıştır. Ki, evrensel değerlerin kahir ekseriyeti bu “inanç ve gerçek” üzerine kurulu olup; İnsani boyut, bilgi toplumu ve “medeni yaşamı” bu asli-soy değerler (madde ve manâ manzumesi, imtizacı) üzerinde yükselir. Diğerleri sadece anlamsız, biçimsel-maddi bir uygarlıktır. Dikkat ederseniz, teorilerden birinde ulviyet (kutsal insan) diğerinde sadece güç, kapital ve cins kavramına endeksli süfliyet-zillet (değersizlik-maddeyle mukayyet, sınırlı) manâ ve mefhum karşıtı bir niteleme hakimdir. Bir başka anlamda: Kendine, insana, paraya veya şeytana tapımcılık… İşte, sevgili ve değerli Hocam, ilmi-irfanı, saygınlığı Türk âlemini şamil Prof. Dr. İsa Kayacan’ın, yayına hazırladığı “Mezarlık Kültürü” isimli kitapla alâkalı olarak, tarafımızdan istedikleri makaleyi; Bu anlam, bağlam ve kapsamda incelemek gerekir diye düşünüyorum. ÖNCE YAŞAMA HAKKI Ancak, ‘yaşama hakkı’ en açık, berrak, somut ve net biçimde din ve vicdan hürriyeti bağlamında mütalâa olunur. Kısaca, her insan (birey) için “dilediği gibi inanma ve (özellikle) inandığı gibi özgürce bir hayat sürme” hakkını mucip kalıcı bir esasa dayanır. Bu doğal hak, insani boyut ve bilgi toplumu düzeyinde gelişmiş (örneğin: Osmanlı gibi) ileri ve bütün insanlık alemine örnek teşkil eden medeni bir toplumda diri-canlı kültürün ana öğelerinden biri haline gelmiştir. Zira; Darwin ve Hobbes’in iddialarının aksine, yer-dünya “ezeli” (sonlu) bir kütle, buna mukabil insan “ebedi” (sonsuz) kutsal bir yaşam formudur. İnsanlar için ölüm, sadece: “fiziki-dünyevi vücuttan, (farklı, bir sonraki boyutun yaşam biçimi olan) mikrodalga düzeyinde halogramik beden” boyutuna geçişten başka bir şey değildir. Bu gerçek Hazreti Adem atamızdan bu yana bilinmekte olup; Cenaze töreni, mezar (kabir) ve sair ritüeller bütünüyle ders, ibret, saygı, minnet ve şükran ifadesi olarak uygulanır ve sürdürülür. Bir yaşam biçimi (hayat felsefesi) ve sosyolojik vakıa olarak bu hak; İnsanlığın babası Adem’den son Peygambere kadar sistematik bir gelişim süreci izler. Özellikle İslâm dininin ‘tamamlayıcı ve bütünleyici’ inanç ve ibadet sisteminde en geniş biçimi ile tamamlanır. İslâm bununla da kalmaz, ölüm ve ölüm sonrasına ait sürece ilişkin anlamlar yüklenen, insanlarca sahiplenen, saygıyla uygulanan ve yıllardır sürdürülen çok farklı bir kültür öngörür. VE, MUKADDER OLAN ÖLÜM Her ne kadar “doğal bir boyut değiştirme” bile olsa, sonuçta bedensel bir değişim ve (beklenir) mutlak mukadder dönüşüm, “mikro-kozmos aracı-vücudu” terk söz konusu olduğu için, bu vakıa doğal olarak “Mezarlık Kültürü”nü doğurmuştur. Aslında bu kültür Adem’in oğulları Habil ve Kabil’le başlar. Çok bilinen bir hikâye olduğu için üzerinde durmayacağım. Mesele, topraktan olan ve topraktan gelen bölümün (vücudun) tekrar ana cevherine-özüne iblağ etmesinden (dönmesinden) ibarettir. Yaratılış, ilk ölüm, ilk cinayet ve ilk mezar… İşte ‘mezarlık kültürü’ buradan itibaren başlar. Ancak, başka meseleler de var. KÜLTÜR KAVRAMI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER Fakat, önce ‘kültür’ üzerinde kavram, anlam ve tanım olarak bir tespit yapmak gerek. Sosyolojik boyutta bu kavram, batılı bilimsel (!) çevrelerde çokça tartışılan, bilhassa gelenek ve görenekler bağlamında sistematik olarak yozlaştırılmaya, eritilmeye, çürütülmeye, basitleştirilmeye, küçümsenmeye ve güncel hayattan dışlanmaya çalışılan bir olgudur. Zira klâsik anlamda kültür bir bütündür. Sadece yaşam boyutunu değil, yaşam ötesini de kapsar. Oysa bu durum, ahlâken tefessüh etmiş, kapitalist-emperyalist batı (AB) ve emperyalizmin eli kanlı küresel jandarması ABD’nin politik amaçlarına (evrensel çıkarlarına) ters düşmektedir. Ana konumuz çerçevesinde aşağıda açıklanacağı üzere, mezkür topluluklar medeni olmaktan uzak, Atatürk’ün deyimi ile sadece uygar, madde bağımlısı, bencil, haris, Hobbes ruhlu ve sömürücüdürler. Genel olarak Doğu, fakat özellikle de Türk-İslâm kültürüne açıkça ve asırlar süren sinsi düşmanlıklarının (sosyokültürel fobi ve psikolojik savaş) nedeni budur. Dolayısıyla, kelimelerin kavgası ve kavram kargaşasının sessizce yaşandığı bu alanda, bilim otoriteleri tarafından ‘üzerinde mutabık kalınan’ resmi mercilerden onay almış tanımı burada açıklamakta ve müteakiben konu ayrıntılarına girmekte fayda var. (2) “KÜLTÜR”: Genelde, “var oluş ve yaradılıştan bu güne kadar; İnsan eli, fikri, fiili emeği, akıl ve melekeleriyle oluşturulan ve geliştirilerek günümüze kadar ulaştırılan; Davranış (yaşam) biçimi, değer, maddi manevi eser, bilim-teknoloji ve birikimin bütünü” ‘KÜLTÜR’ dür. Bu bağlamda Türk milleti, muhalif güçler ve insani bakımdan az gelişmiş unsurlar tarafından şiddetle nefret ve haset edilen, öfke ve kıskançlık duyulan yüksek bir kültür, insani siyaset, manevi değer ve medeniyetin asil sahibi, hadimi ve daimi muhafaza unsurudur. Bu kültür ve medeniyetin son halkası Atatürk, Türk inkılâbı ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti olarak şekillenir. Türk Milleti’nin özgün “milli” kültürü, Cumhuriyet adalet ve fazilet temeli üzerine kurulu, esas karakteri itibarıyla, ileri-çağdaş, modern ve katılımcı bir Demokrasiden yanadır. Gerçek Demokrasi: Medeniyet, adalet, mutlak eşitlik, ilim ve irfan ile bütünleşik ve özdeştir. Türk kültür ve medeniyetinde “Devlet insan için vardır. Kanunlar anayasaya, anayasa ise insana ve insan tabiatına aykırı olamaz. Hükümet; Millet iradesinin, devlet idaresinde tecelli biçimi olup; Hakimiyet, kayıtsız ve şartsız milletindir.”

Bütün kurum ve kuruluşları ile Devlet ve hükümetler halkın emrinde ve hizmetinde olmak ve bu hizmeti “kamu yararına” sürdürmek için vardır. Hakimiyet, hikmet ve meşruiyet bununla kaimdir. Seçilmiş veya atanmış olsun, bütün “Millet Memurlarının” Halka rağmen değil; “halk için ve halkla birlikte, millete hizmet etmesi”, devlet umuru, halkın refah, adalet, barış ve mutluluğu için çalışması şarttır. Türk Milleti Çalışkan, Zeki, İlkeli, Onurlu, Sorumlu, Namuslu, Faziletli ve Dürüst olmak; Aslına rücu etmek ve Asaleti’ne uyan bir yaşam biçimini benimseyip sürdürmek zorundadır.” Çükü devlet, insanların huzur ve mutluluğu için vardır. NEDEN BU KADAR AYRINTILI BİR TANIM? Şimdi, şöyle düşünebilirsiniz; “Konumuz ‘mezarlık kültürü’ oysa sen tuttun geniş bir çerçeve çizdin ve ortaya devasa bir fotograf koydun! Ne alâka?” Ebette ilgili ve önemlidir. Zira konuya, en can alıcı noktasından girmek istiyorum. Şöyle ki: İlk tapu senedimiz, Osmanlının en büyük mezarlığı olan Karacaahmet kabristanıdır. Tarihçi Necdet İşli Karacaahmet mezarlığı hakkında şöyle der: “Karacaahmet Osmanlı devleti’nin en büyük mezarlığı, bu iklimdeki ilk tapu senedidir. Mermer taşlarıyla âdeta mahşerdeki Osmanlı’yı hatırlatır. Servileri ve gravürlere yansıtılmış göz alıcı topoğrafyası, muhteşem manâ zenginliği ve olağanüstü güzelliği ile yerli ve yabancıları derinden etkiler ve büyüler. O, kuşlarıyla, böcekleriyle ve hiç eksilmemiş kedi ve köpekleriyle ayrı bir dünyanın göstergesi, Türk mezarlık kültürünün yaşayan en büyük abidesidir” der. Ancak, yıllardır Mezarlık kültürü yok ediliyor. Başta Muhteşem Karacaahmet olmak üzere Türk, İslâm ve Osmanlı mezar taşı ve mezarlık kültürü sistematik olarak yok edilmeye çalışılıyor. Her biri ayrı biri sanat eseri ve tarih belgesi olan, görülmek için yapılmış bulunan mezar taşlarını gözlerden gizlemek için Karacaahmet mezarlığı iki metre yüksekliğinde taş duvarlarla çevrildi; Hem de klâsik Osmanlı mimarîsi örneği küfeki tarihî mezarlık duvarları, aile sofa ve hazire duvarları da yok edilerek! TARİH KATLİAMI Yapılan düpedüz tarih katliamıdır. Hepsi ayrı birer değer olan Osmanlı mezar taşları günden güne yok ediliyor… Sergilenen fotoğraflar, acı gerçeğin birer belgesidir. Beş yıl, on yıl arayla yapılan tespitler, vahameti gözler önüne seriyor. Fotoğrafı bulunmayan, katalogu yapılmamış, ilmî parselâsyonu bile olmayan 50 hektardan fazla engebeli araziye sahip bu mezarlığın önce duvarlarla kapatılması, sonra da içeride fotoğraf çekiminin yasaklanması ilme ve akla; Türk kültür ve medeniyetine, hele hele ‘şeffaflığa’ hiç mi hiç uymaz… YÖN DEĞİŞTİREN KAÇAKÇILIK Yabancılar eskiden heykel başı kaçırıyorlardı; Son zamanlarda ise mezar taşlarının başlarını kaçırıyorlar. Pek çok tarihî mezar taşının birebir istampajı çok şükür elimizde. Yasa ne diyor?.. “Karacaahmet Mezarlığı dahilindeki eserler 2863 sayılı Eski Eserler kanunu’na tâbidir. Mezarlıkla ilgili işlemler, taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları koruma bölge kurulunun müsaadesine tâbidir. Zira burası, yeni kurulmuş bir mezarlık değil, altı asırlık bir mezarlıktır. Mezar taşı tahribi kanuna göre suçtur. Peki, yasanın bu hükmü işletiliyor mu? Ne yazık ki hayır!.. Fakat bu arada görülmemiş, duyulmamış, inanılması pek güç bir şey oldu: Mezarlıklarda fotoğraf çekilmesi de yasaklandı! Mezar taşları ve mezarlık kültürü ihtisas işidir. Uzmanlık meselesidir. Bu konuda akademik bir kuruluş veya eğitim müessesesi yoktur. Resmî işlemler, bu konuda ihtisası bulunmayan, dolayısıyla, bu konuda diploma sahibi olmayan kişilerce yürütülmektedir. Acilen kitabeler ve mezarlık kültürü üzerine kürsü veya enstitüler kurulmalı, mezarlıkların eksiksiz katalogları yapılıp devletçe yayımlanmalıdır. Özellikle Karacaahmet’te ve Anadolu hinterlandına yayılmış pek çok mezarlıkta Türk tarihinin önemli birçok vesikası toprak altında kırık-metruk hâlde bulunmaktadır. Dün dikili bulunan Reisülhattatîn Trabzonlu Ömer Vasfi Efendi’nin ve şair Enderunlu Vasıf Efendi’nin mezar taşları, niceleri gibi bu gün yerinde yoktur. Taşlardan hiç olmazsa kalanını kurtaralım. Mezar taşları müzelik ve sergilik objeler değildir… Mezar taşı toplamak, mezarların yerlerini kaybettirmektir. Mezar taşları, koleksiyonculara maledilemez, koleksiyon malzemesi olarak da kullanılamaz. Yapılması gereken ilk iş: Tarihi Mezar taşı tahribinden vazgeçmek, mezara saygı duymak, hürmet göstermek, “yeryüzünden ahrete açılan kapıları” özenle korumak ve toprağa verilene-ölene ait hukuku çiğnememek, çiğnetmemektir… AVRUPA VE DÜNYADAN ÖRNEKLER Yukarda bahse konu ettiğimiz muharref Hıristiyan, ateist, pagan ve materyalist evrim teorisini ağırlıkla yaşayan vahşi Batı da; “yaşlılar huzur evine, ölüler ‘huzur ormanlarına' felsefesini baz alan garip bir yaşam biçimi vardır. Burada konuyla ilgili bir haberi sizlerle paylaşmak istedim. Oldukça yakın tarihlere ait güncel haber şöyle: “3500 özel defin şirketinin çatı kuruluşu olan Alman Defin Birliği (DBD) yeni şartlara ayak uydurmaya çalışıyor.” Birlik başkanı Rolf Lichtner, cenazesini yaktıranların oranının her yıl katlanarak arttığını belirtti. Geçtiğimiz yıl cenazelerini yaktıranların oranının yüzde 44 olduğunu belirten Lichtner, bu oranın Almanya'nın Fransa, İtalya, İspanya gibi ülkeleri geçerek İngiltere'ye yaklaştığını gösterdiğini ifade etti. BDB verilerine göre, komşu Fransa'da ölülerin yakıldığı fırınlara (krematoryum) başvuranların oranı % 24, İngiltere'de % 68. Cenaze yakıldıktan sonra dört temel ihtimalin bulunduğunu belirten Lichtner, "Klasik toprağa vermenin yanı sıra külün deniz üzerinde serpilmesi, gizli bir yere gömülmesi veya güzel bir ormanda gömülmesi popülarite (!) kazanıyor." dedi. Lichtner'e göre gizli bir yere gömülmek isteğinin arkasında önemli sosyal problemler gizleniyor: "Avrupa'da insanlar birbirine yük olmaktan korkuyorlar, bu korku hayattayken de geçerli, ölümden sonra da. Fakir bir ailenin yaşlısı öldüğü zaman, mezarının bakımı akrabalarına ek masraf olmasın diye cenazesinin kimsenin bilmediği bir yere gömülmesini tercih edebiliyor. Bunların oranı % 8. Bunun bir başka versiyonu ise külün deniz üzerine serpilmesi, denizin tercih edilme oranı % 3. “Hıristiyanlıkta insanın mezarının olmaması caiz değil; Ancak toplumda dinî değerler aşındığı için mezarlık kültürü ve ahiret anlayışı da günden güne zayıflıyor, yok oluyor." 1990'lı yıllarda İsviçre'de ortaya çıkarak komşu ülkeler Almanya ve Fransa'ya hızla yayılan bir başka yenilik ise cenaze külünün ‘Huzur ormanına' gömülmesi. Avrupa genelinde patent edilmiş bu ‘icadın' mantığını Alman Friedwald (Huzur ormanı) şirketi sözcüsü Corinna Brod şöyle anlatıyor: "Yakılan cenaze mezarlığa değil, bir ağacının dibine gömülüyor. Kül kabı, zamanla kendiliğinden çözülen bir maddeden, genelde selülozdan yapılır. Naaş, ağacın kökleri tarafından emilir, böylece insanın ağaç suretinde yaşamaya devam ettiğine inanılır. Ağaç rezervasyonu yaptıranların yüzde 80'i bayan, en sevilen ağaç ise meşe." Dört senede 11 ‘huzur ormanı' kuran Friedwald şirketi hem yasalar ile hem kilise ile mücadele ediyor.
Gündeme oturan "huzur ormanları" ile ilgili olarak yapılan basın açıklamalarına göre, Protestan Kilisesi cenaze yaktırılmasını ne kınıyor ne de teşvik ediyor. Katolik Kilisesi ise krematoryumlara 1960'lı yıllardan beri müsaade ediyor; fakat tasvip etmiyor. Friedwald müşterileri arasında dindar insanların da bulunduğunu söyleyen Corinna Brod, "Bazı orman törenlerimize Katolik papazlar da katılır; Halbuki Kilise'nin idari kurulu bunu yasaklıyor. Katolik Akademisi bizi bir foruma davet etti." Yeni defin modasının sosyal sebeplerine de değinen Brod, "Batı'da kopuk aileler çoğaldı. Birbirlerinden yüzlerce, binlerce kilometre uzaklıkta yaşayan aile mensupları bile var. Bu şartlarda mezar bakımı problem olabiliyor. Bürokratik sebepler de var. Kanuna göre Almanya'da sadece bağlı olduğunuz belediyenin mezarlığında toprağa verilebilirsiniz. Halbuki birçok insan sevgilisiyle tanıştığı veya tatil yaptığı yerde mezar yaptırmak istiyor. Huzur ormanları hukuken mezarlık olmadığı için imkânlarımız geniş." diyor. TARİHTEN ÖRNEKLER “Mezarlık Kültürü” diğer ırk, millet, inanç ve kültürlere nazaran Türklerde Habil ve Kabil ile başlayan “gömme” (topraktan olanı tekrar) toprağa verme geleneğinin düzenli olarak sürdürülmesi biçiminde tezahür eder. Diğer kültür ve inançlarda gözlenen yakma, ıssıza terk, toplu imha ve (ateist, faşist, nazizm ve komünist rejimlerde rastlanıldığı gibi) hammadde olarak kullanma eğilimi (din değiştirenler hariç) asla ve hiçbir zaman olmamıştır. Aksini iddia eden batı tarihçileri ise yalancı, müfteri ve maksatlı olduklarından katiyen inanmamak gerekir. Zira, Türk milleti insanca (mütekâmil) yaşam biçimini var-oluşta mevcut orijinden itibaren alıp-günümüze kadar “medeniyet” idraki içinde geliştiren ve onurla taşıyan, (ahlâken ve fıtraten çok yüksek) bir millettir. Esas itibarıyla Türkler daima Müslüman şeraitini izlemiş, Tengri (Tanrı-Allah) anlayışı içinde benimsemiş, yaşamış ve zaman içinde zuhur eden Hak Peygamberlere biat etmekten de asla kaçınmamışlardır. Zaten bu, çok doğal bir süreçtir, olması gerekendir ve nihayet Hazreti Muhammed (SAV) ile noktalanarak hitam bulmuştur. Tarihi ve ilâhi bir gerçektir ki; Her din belirli bir dönemi münhasır olup, bütün peygamberler kendilerinden sonra gelecek şerait ve peygamberi mutlaka haber vermişlerdir. Bazı tarihçi ve Türkologlar tarafından ile sürülen “Şamanlık” ise asla bir din değildir. (3) Bu anlam ve bağlamda Türklerin İslâm Dini ile şereflendikleri 800 yıllarından geriye, MÖ 7.000 yıllarına kadar bilinen bir mezarlık kültürleri vardır. Bunlar yer-yer piramidik, (Orta Asya-Çin) dikilitaş, kitabe, yazıt, gömü, höyük vs. gibi formlarda gözlenir ve İslâm’dan itibaren çok zengin bir kültüre dönüşür. Ki bu çok farklı özel ve uzun bir inceleme konusudur. Gerçek şudur ki: Türk milleti daima arı-duru, saf-temiz, hakiki ve halis bir yol olan insanlık davasını, İslâm’ı, akıl, ilim-irfan, medeniyet ve vahiy yolunu sadakatle izlemişlerdir. (Bak: Zülkarneyn, Dede Korkut, Ergenekon ve Oğuz Kaan) GELELİM GÜNÜMÜZ VE ÜLKEMİZE Günümüzde ölünün defni İslami geleneklere göre gasil, kefenlenme, tabuta konma ve (mevtaya karşı kılınan) cenaze namazının ardından mezara konma şeklinde gerçekleştirilir. Gasil ve kefenleme sürecinde bölgelere göre bir takım mahalli adetler görülür. Bunlar bazı kokulu bitkilerin cennet kokusu inancıyla gasil suyuna konulması, kefene ayet ya da dua yazma biçiminde gözlemlenir. Ölünün defni uygulamalarının Anadolu coğrafyasına yansıması da yine zaman, mekân ve inanç coğrafyasının etkisiyle İslami unsurlar ağırlık göstermekle birlikte, yine bazı eski inanç ve uygulamaların devam ettiğini görmek mümkündür (Kalafat:90-102). Bu konudaki en eski kaynaklara Çin yıllıklarından ulaşılmaktadır. Eski ve Orta Asya Türklerinde ilk örnekler yine hükümdarların ölümlerinde karşımıza çıkar. Zira kaynaklara geçirilmiş olması bize bu törenlerin yapıldığı kişinin belli bir statüsü olduğunu gösteriyor. Türkler cenaze törenlerine önem verdikleri için ölümün gerçekleşmesinden sonraki yedi gün süreyle cenaze işlemlerinin hazırlığı için mevtayı bekletirlerdi. (Roux, 1999:61) Ancak bu süreden sonra cenaze töreni yapılır, törenin ilk hazırlığı ölünün ayrı bir yerde kurulan ölü çadırına taşınmasıyla başlardı. Bu konuda kaynaklar Atilla'nın cenaze törenini şöyle anlatmaktadır. "Cesedini büyük bir gösterişle, herkesin onu seyredebilmesi için meydana kurulan ipekten bir çadır içinde sergilediler" (Roux,). Bu bilgilere göre Göktürklerden herhangi birisi öldüğü zaman ölüyü çadıra korlar. Oğullar, torunları, akrabaları, atlar ve koyunlar keserler ve çadırın önünü sererler. Ölü bulunan çadırın etrafında at üzerinde yedi defa dolaşırlar. Kapının önünde bıçakla yüzlerini kesip ağlarlar. Yüzlerinden kan ve yaş karışık akar. Bu ritüeli yedi defa tekrarlarlar sonra muayyen bir günde ölünün bindiği atı, kullandığı bütün eşyayı ölü ile birlikte mezara gömerler. Defin gününde ölünün akrabaları, tıpkı öldüğü günde olduğu gibi, at üzerinde gezer ve yüzlerini keser, ağlarlar (İnan 2000:177,178). Türklerde cenaze töreni uygulaması esnasında ölü konmuş çadırın etrafında yedi defa dönme geleneğinin gezegenlerle ilgili olduğunu ve bunun bir inanç sistemi olduğuna kanaat getiren düşünürler vardır. Bu kimselere göre, kutsal olarak kabul edilen yedi rakamı yedi gezegenle bağlantılandırılmış olsa gerek. Zira bu görüş cenaze töreninden önce yedi gün bekleme olayını da aynı gerekçeye bağlamaktadır. Daire çizerek dönmelerinin, gezegenlerin hareketine benzemesi veya bunları hatırlatması nedeniyle konu astronomi ve astrobiyoloji ile irtibatlandırılmıştır. (Roux, 1999:246). Azerbaycanlı araştırmacı yazar Mireli Seyidov, bu paragraflarda anlatılan sahneleri farklı bir şekilde yorumlamaktadır. O ölü çadırının etrafına toplanan insanların matem tuttukları esnada onları yönlendirmek ve ölen şahsın hayatını tasvir etmek için ölen kişinin hayatı boyunca dönemlerine göre edinmiş olduğu arkadaşlarının meydana çıkıp onunla hangi dönemde arkadaşlık yapmışsa, o yıllar içerisindeki hatıralarını "pandomim" sanatçısı gibi icra ettiğini ve tasvirlerle onunla olan anılarını anlattığını ifade etmektedir. Bu bilgide ilginç olan, M. Seyidov'un bu durumu geleneksel Türk tiyatrosu olan orta oyunu'nun başlangıcı biçiminde yorumlanır. (Seyidov, 1989:342).

SONUÇ: Mezarlıklar (kabristanlar) yeryüzünün bir başka boyuta ve ahirete açılan kapıları, pencereleri; Yıllarca ruhumuzu taşıyan bedenlerimizin ebedi istirahatgâhı ve toprağa dönüşüm yerleridir. Özellikle Türk kültürü, İslâm dini ve insani boyutta mezarlıkların önem ve değeri çok büyüktür. Zira ceddine-atalarına (ölülerine) saygısı olmayanların yaşayanlara da saygısı yok demektir. Onlar ki, insanlığı bu güne taşıyanlar ve bütün yaşamlarını ati-istikbal, yeni nesiller uğruna (gerektiğinde) feda edenlerdir. Bunlar arasında gönül erleri, halk erenleri, tasavvuf büyükleri, kanaat önderleri, şehitler ve gaziler vardır. Fakat O’nlar her kim olurlarsa olsunlar neticede “yaşanan günün” temel, sebep, amil, yegâne unsur ve mimarlarıdırlar. Hattâ, onların çoğu ölü değil diridirler. Yaşayanlar gibi hürmete lâyık, muhabbeti mucip, ilham ve duayı mülzim mübarek mekan ve adreslerdir.
Dolayısıyla en eskisinden en yenisine kadar (dünyanın neresinde olursa olsun) bütün Türk mezarları, mezarlıkları, türbe ve yatır kabirlerinin özenle korunması, bakımlı ve temiz tutulması, kataloglarının yapılması ve ati (gelecek) ile mazi (geçmiş) arasındaki köprülerin, tüm aziz hatıralarla birlikte yaşatılması; İnsan olarak hepimizin görevi; İnsana saygı, ATA’ya şükran, kültür ve medeniyetimizin zorunlu gereğidir. Çok ilginç bir anekdotla konuyu bağlamak istiyorum. Şöyle ki; ATATÜRK’ÜN VASİYETİ VE ANITKABİR KONUSU Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk de her canlı gibi bir gün ölümü tadacağını çok iyi biliyordu. Bu Atatürk için de kaçınılmaz bir sondu. Dünyadaki hayatın hitamı anlamındaki ölüm, zaman-zaman Atatürk'ün de aklına gelirdi. Ölümü iç dünyasında hissettiği anlarda, düşünceleri sonsuzluğa yelken açardı. Tüm bedenini yine böylesi duyguların kapladığı bir sonbahar günü Atatürk, Ankara Orman Çiftliği'nin yanından geçerken, en yakın arkadaşı, Münir Hayri Egeli'ye; Hayata gözlerini kapattığı zaman defnedilmek istediği ebedi istirahatgâhının yerini ve aynı zamanda nasıl bir mezar istediğini de vasiyet etti. Atatürk'ün vasiyeti, şimdiki Anıtmezarının bulunduğu Anıttepe değildi. Arzuladığı, vasiyet ettiği mezar da, böyle büyük ve üstü kapalı bir mezar da değildi. Yüce Atatürk, daha mütevazi, üstü açık ve gelen geçenin yoğun olduğu Orman Çiftliği'ne defnedilmek istemişti. Atatürk'ün vasiyetini en yakın arkadaşlarından Münir Hayri Egeli'den dinleyelim: VASİYET VE EMANET “Mevsim sonbahardır. Ankara'da Orman Çiftliği'nde idare ortasındayız. Çiftlik müdürü Tahsin Bey, yanında Alman mimarı ile birçok yeni inşaat projeleri hakkında izahat veriyorlar. Çiftliğin büyütülmesi plânları ele alınıyor, sıra karşıdaki bir tepeciğe geldi. Orada bilmem hangi cins tavuklar için bir tesis yapılması düşünülmüş, Atatürk durdu, sonra 'olmaz, bu tepe için benim başka bir düşüncem var' dedi. Sonra bana döndü 'benim için nasıl bir mezar düşünüyorsunuz?' diye sordu. Hepimizin dili tutulmuştu, zannedersem Afet Hanım söze atıldı 'böyle güzel bir günde, böyle şeyler nasıl aklınıza geliyor?' gibi bir cümle söyledi. Atatürk, güldü. O gün bilhassa neşeli, yüzü sıhhat ışıklarıyla nurlanmıştı. 'Ölüm beşeriyetin değişmez kaderidir, marifet unutulmamaktır' dedi. Sonra uzun bir süre pencereden dışarı bakarak ilâve etti: 'Şu tepeye bana küçük ve güzel bir mezar yapılabilir, dört yanı ve üstü kapalı olmasın, esen rüzgârlar bana yurdumun her yanından haber getirir gibi kabrimin üzerinde dolaşsın, kapısına Gençliğe Hitabe'm yazılsın, o tepenin olduğu yer yol uğrağıdır, her geçen, her zaman dua okusun!...' Orada bulunan herkes susuyordu. Kimsenin bir kelime söyleyecek mecali kalmamıştı. Alman mimar da önüne bakıyordu. Atatürk 'Mamafih bütün bunlar benim fikrim. Türk milleti elbet bana münasip göreceği şekilde bir yer yapar' diyerek hüzünlü konuşmayı bitirdi. Aradan yıllar geçti o tepenin adı Hâtıralar Tepesi olarak öylece bomboş kaldı. Türk milleti ebedî atasına lâyık olduğu Anıtkabir'i dikti (!) Acaba, Hâtıra Tepesi'ne bir taş dikilip üstüne Gençliğe Hitabe'si yazılsa ne olurdu? Atatürk'ün vefatından sonra, nereye defin edileceği tartışma konusu oldu. Atatürk'ün aziz hatırasına yakışan bir anıtmezar yapılabilmesi için hükümet özel bir komisyon oluşturdu. Mezarın yeri ve biçimi konusunda karar verecek komisyon, yerli ve yabancı mimarlar, özel ve tüzel kurumların düşüncelerini aldı. Bu arada, o sıralarda yurdumuzda çalışan ve Ankara'nın ilk bayındırlık projesini yapan ünlü şehircilik uzmanı Prof. Jansen'e, yeni Büyük Millet Meclisi'nin mimarı Prof. Holzmeister'e, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mimarı Prof. Taut'a ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde Prof. Belling'e de başvuruldu. Yapılacak anıt mezar için, Çankaya, Etnografya Müzesi, Büyük Millet Meclisi'nin arkasındaki tepe (Kabatepe), Ankara Kalesi, Bakanlıklar (Milli Eğitim Bakanlığı için ayrılan arsa), Eski Ziraat Mektebi, Gençlik Parkı, Altındağ (Hıdırlıktepe), ve Gazi Orman Çiftliği gündeme geldi. Atatürk, Gazi Orman Çiftliğine defnedilmek istiyordu. Atatürk'ün vasiyetini bilenler, Anıtmezar'ın Gazi Orman Çiftliği'ne yapılmasını savundular. Çiftliğin yeşilliğini, gezi yeri oluşunu ve Atatürk'ün, kendisi tarafından kurulan bölgeye defnedilmesi halinde, yaşadığı zamana ait anılarının içinde mutlu olacağı savunuldu. Ancak, bu görüşe karşı olanlar da vardı. Karşı görüştekiler, Gazi Orman Çiftliğinin, gazinoları, bahçeleri ve türlü eğlence yerleri ile Ankara halkının belli başlı bir gezi yeri olduğuna dikkat çekerek; Atatürk'ü buraya gömmek, burada kaynayan neşeli hayatı söndürebilir. Gerçekten bir hayat kaynağı olan ve ölmüş sanılan bir ulusu canlandıran Atatürk'ün ölüsü, daha sessiz bir yere yatırılmalı. Çünkü Ata, Orman Çiftliği'ni bir mezarlık değil, bir dinlenme ve eğlence yeri olarak yaptırmıştı. Görüşünü savundu. Altındağ : Atatürk için düşünülen diğer bir yer ise bölgenin en yüksek tepesi olan Altındağ'dı. Tepe, şehrin her yerinden ve çok uzaklardan görünmesi bakımından bir anıt yapmaya elverişliydi. Ancak, Altındağ'ın çok dik tepe olması ve vatandaşın bu tepeye çıkmasının zorluğu göz önüne alınarak, Altındağ'dan da vazgeçildi. Atatürk gibi bir büyük devlet adamının şehrin ortasındaki bir tepeye gömülmesi, gelenek dışı görülerek Altındağ fikri de elendi. Ziraat Mektebi Atatürk'ün anıtmezarı için Ziraat Mektebi de düşünüldü. Ancak, yapılacak anıt, ne kadar büyük olursa olsun, tepeler arasında istenilen gösteriş, ululuk sağlanamayacağı düşüncesiyle sıcak bakılmadı. Tek sebep de bu değildi. Şehre de uzaktı. Ziraat Mektebi'ni isteyenler, Atatürk'ün Ankara'ya gelişini bir başlangıç olarak düşünmüştü. Oysa, ölümü, bir son değildi. Çünkü Atatürk, yeni Türkiye'yi ölmez değerler, düşünceler üzerine kurmuştu. Ölen, Atatürk'ün sadece 'fani vücudu' idi. O'nun ortaya koyduğu ilkeler, ölümsüzdü. Kabatepe : Anıtkabir için, yeni Büyük Millet Meclisi'nin arkasındaki Kabatepe de teklif edilmişti. Burayı ileri sürenlerin başında Büyük Millet Meclisi'ni yapan ünlü Mimar Prof. Holzmeister geliyordu.
Bu ünlü mimar, Atatürk'ün sağlığında Çankaya Köşkü'nü yapan sanatçılardan biriydi. Fakat Kabatepe fikri, komisyonda tutulmadı. Bakanlıklar Anıtmezar için o zamanlar, şimdiki Milli Eğitim Bakanlığı'nın bulunduğu arsa da düşünüldü. Komisyona, Anıtkabir'in bu arsaya kurulması da teklif edildi. Fakat bu yer, şehrin ortasında ve günlük hayatın en işlek bir alanı olduğu için uygun görülmedi. Ankara Kalesi Atatürk'ün anıtmezarı için, Ankara Kalesi de komisyonun üzerinde düşündüğü yerlerdendi. Burada yapılacak anıt, çok uzaklardan da görülebilirdi. Kale, başkentin sembolüydü. Kurtuluş Savaşı'nda Ankara Kalesi, halk türkülerine bile girmişti. Bundan başka, kale, şehrin tarih bakımından ünlü bir anıtıydı. Atatürk'ü bu tarih hazinesine yatırmak, O'nun yüce kişiliğine çok uygun düşerdi.Karşı düşüncede olanlar, Türk Ulusunun kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Atatürk'ün, yeni bir çağ açmış olan bir başkan olduğunu ileri sürüp; O, Türk Ulusunun geçmişinden çok geleceğini temsil eder. O'nun koyduğu ilkeler, gelecekte daha mutlu olmamız için yapacağımız işlerde bize ışık tutar. Bundan ötürü Atatürk'ü görevini tamamlamış tarihî, eski bir anıtın içine gömmek doğru değildir. O, tek başına bir değerdir. Başka bir tarihî desteğe ihtiyacı yoktur. düşüncesini savundu. Çankaya Atatürk için düşünülen diğer bir yer ise, Atatürk'ün, uzun yıllar oturduğu Çankaya'ydı. Çankaya, O'nun anıları ile doluydu. Ata, Çankaya'yı da çok severdi. O, Benim hatıralarımın yaşayacağı yer Çankaya' dır. sözünün bir vasiyet sayılmasını bile istedi.
Çankaya'yı isteyenler, Türk Ulusunun Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, daha sonraki inkılâpların plan ve programlarının burada hazırlandığına vurgu yaptı. Anıtkabir Çankaya'da yapılmalı; Ata'nın anıları canlı tutulmalıdır görüşü dile getirildi. Bu teklifi, birçok fikir adamları ve bu arada birçok yazar destekliyordu. Anıtkabir'in Çankaya'da yapılmasına karar verilmek üzereydi. Mithat Aydın, Rasattepeyi önerdi.
Anıtkabir'in kurulacağı yerin kesin olarak tespiti için Büyük Millet Meclisi'nde 17 kişilik bir üst komisyon kurulmuştu. Başbakanlıktaki komisyona, bu konuda gelen teklifler, dosyalar hâlinde düzenlenmiş, Büyük Millet Meclisi'ne gönderilmişti. Komisyon üyeleri, dosyaları incelemişti.
Anıtkabir'in ya Çankaya'da ya da Etnografya Müzesi'nin bulunduğu yerde kurulmasına karar verilmek üzereydi. Toplantıda Komisyon Başkanı Teklif edilen yerleri incelediniz. Üye arkadaşlar başka yerler de arayabilirler dedi. Anıtkabir Komisyonu üyelerinden Mithat Aydın, ileri sürülen yerlerin hiçbirini uygun bulmuyordu. Ertesi gün Ankara'nın birçok yerlerini bu amaçla gezdi, inceledi.
Aydın Milletvekili olan Yüksek Mühendis Mithat Aydın, otomobili ile çıkamadığı yerlere yayan tırmanıyordu. Etlik, Keçiören, Cebeci, Altındağ'ı gezdi. En son, o zamanlar üzerinde birkaç küçük yapı bulunan Rasattepe'ye çıktı. Bu tepe, şehrin ortasındaydı. Çevresi boştu. Burada yapılacak Anıtkabir, çok uzaklardan görülebilirdi. Mithat Aydın, komisyonun son toplantısında, Anıtkabir yeri olarak Rasattepe'yi önerdi. Tepenin özelliklerini anlattı. Fakat daha önce Çankaya üzerinde düşünce birliğine varmış olan üyeler, kararlarından dönmüyordu. Özgeevren'in, Türkiye'nin başkenti olan Ankara şehri, kollarını açmış Atatürk'ü kucaklamış olacaktır sözleri komisyonu ikna etti Aynı gün yapılan ikinci toplantıda, birçok üyeler söz aldı. En son Süreyya Özgeevren söz aldı. Rasattepe'nin Anıtkabir için çok elverişli özelliklerini anlattı ve sözlerini şöyle bağladı:
“Rasattepe'nin bunlardan başka bir özelliği daha vardır ki, hayali genişçe olan her kişiyi derin bir şekilde ilgilendirir sanırım. Rasattepe, bugünkü ve yarınki Ankara'nın genel görünüşüne göre, bir ucu Dikmen'de, öteki ucu Etlik'te olan bir hilal (yarımay)'in tam ortasında, bir yıldız gibidir. Ankara, hilalin gövdesidir. Anıtkabir'in burada yapılması kabul edilirse, şöyle bir durum ortaya çıkacaktır; Türkiye'nin başkenti olan Ankara şehri, kollarını açmış Atatürk'ü kucaklamış olacaktır. Atatürk'ü böylece bayrağımızdaki yarımayın (hilal) ortasına yatırmış olacağız. Atatürk, bayrağımızla sembolik olarak birleşmiş olacaktır! Ben bu açıklamayı, birçok aydın kişilere ve bu arada Hüseyin Cahit Yalçın'a da yaptım. Bu büyük fikir adamı, Atatürk'ün yatacağı yerin böyle açıklanmasında, gelecek nesilleri teşvik etmek bakımından büyük faydaların olacağını söyledi. Atatürk Anıtkabir'i için Rasattepe'ye oy verecek olanlar, Atatürk'e olan minnet borçlarını ödeme yolunu tutmuş olurlar!
Süreyya Özgeevren'den sonra İçel Milletvekili Emin İnankur söz aldı ve bir anısını anlattı. Emin İnankur, eski bir öğretmendi. Atatürk, onu çok severdi. Ata çok defa O'nu yanına alır, şehri birlikte gezerlerdi. Gene bir gezide yolları Rasattepe'ye düşmüştü. Atatürk, şehrin buradan seyrettikten sonra Emin İnankur'a dönmüş ve: Bu tepe ne güzel bir anıt yeri demişti. Emin İnankur'un ve Süreyya Özgeevren'in bu açıklamalarından sonra, Rasattepe'yi beğenenler çoğunluğu sağladı. Anıtkabir'in Rasattepe'de yapılması, çoğunlukla kararlaştırıldı. Karar, hükümete bildirildi. Rasattepe 15.6.1939'da bedeli ödenerek kamulaştırıldı.
DİP NOTLAR:
1) Thomas Hobbes’in söylediği insanların bencilliğini ve kötülüğünü anlatan sözün Latincesi: (orijinali)
homo homini lupus 'tur. 17 inci yüzyıl filozoflarından Hobbes in felsefi sisteminin merkezinde yer alan doğal durum ya da doğa durumu teorisine dair bir cümledir bu. Doğa durumunda her insan bir diğeri için tehlikeli bir rakiptir. Bu da onları sürekli bir savaş durumuna sokar. İnsanı kendi haline bırakırsanız yani hiçbir egemen güce tabi kılmazsanız doğası onu götürse götürse buraya götürür, birbirinin kurdu olup birbirini yer durur demek istemektedir. Acaba doğa durumuna geri dönmektemiyiz sorusunu sormadan edemeyeceğimiz bir durumdur.
2) Bu tanım Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 15.Haziran.2000 tarih ve B034CB4060000 /2000-36 Sayılı resmi yazısı ile uygun görülmüş ve Ankara Valiliği Emniyet Müdürlüğünün 26.02.2000 tarih ve B.05.1.EGM.4.O6.12.02-D(2)06.37.73/00 (İnsan ve Kültür Ocağı Genel Başkanlığı).10865 sayılı onaylarına istinaden yayınlanmasına ve yayılmasına izin verilmiştir.
3) İslamiyet'ten önce Türklerin sahip olduğu ileri sürülen hakkında bir çok adlandırmalar bulunmaktadır. Bunlardan en yaygını "Şamanizm" adlandırmasıdır. Ancak ülkemizdeki Dinler Tarihi uzmanları tarafından bu tanım, yanlış bir adlandırma olarak kabul edilmektedir. Çünkü Şamanizm, din olarak insan hayatının tümünü ilgilendiren bir sistem olmayıp, sadece vecd, istiğrak, sihir, büyü ve tedavi, bir nevi ‘şifacılık’ sanatıdır. Bundan dolayı Şamanizm, insanların günlük hayatını ilgilendiren muayyen bir sistemin sadece küçük bir parçasıdır. Bundan başka, Şamanizm için çok yanlış bir niteleme ile "Eski Türk Dini" adlandırması da kullanılmaktadır. Bu da geçerli olamayan bir adlandırmadır. Çünkü, inancın eskisi veya yenisi söz konusu olamaz. İnançlar kaybolmaz, sadece bir takım motif değişmeleri içinde hayatlarını sürdürürler. Öyleyse, İslam öncesi Türklerin sahip olduğu dine ne ad verilmelidir? Görüşlerini burada özetlediğimiz bu dinler tarihçilerine göre, bu sisteme, tek tanrı "Gök Tanrı Dini" ya da "Geleneksel Tek Tanrı / Gök Tanrı İnancı" veya "Geleneksel Türk Dini" denmelidir. (Güngör, 1998:19-39; Günay-Güngör, 1998:33-44; Tanyu, 1980:)

22 Nisan 2008 Salı

"ERMENİ MEZALİMİ" SORULAR VE SORUNLAR

3T FOBİSİ VE BİR 24 NİSAN DAHA…
Mustafa Nevruz SINACI
Her halde bilmeyen yoktur. “3T” fobisi: 150 yıl önce Türk düşmanı batı ve Amerikan misyonerleri tarafından Osmanlı coğrafyasında ekilen menfur nifak tohumlarının güncellenen zuhuru; Türkiye Cumhuriyetinden “Tanınma-Tazminat ve Toprak” furyası sonucu kazanımlar elde etmek, vatanımız ve milletimizi bölmek, kurucu unsurun asli sahiplerinden Alevi ve Kürt kardeşlerimizi alçakça istismar edip kullanmak suretiyle ülkemizi bölmek, parçalamak.... MENFUR PLAN BU
Şu aşamada planın ön yüzünde PKK ve AB’de resmen faaliyet gösteren 377 vakıf ve dernekler, dünyanın dört bir yanına dağılmış “dolaylı olarak ‘TÜRKİYE’ ve Türk’ün parası” ile düşmanca faaliyetler yapan, anarşi-terör ve tedhiş icra eden Ermeni diyasporası var. Arka planda ise, en başta dahili bedhahlar, Ermeni dönme ve devşirmelerinden müteşekkil sözde Türk vatandaşı olan ve TC nüfus cüzdanı taşıyan ihanet şebekeleri. Genel nüfusları 400.000’e varan bu hainler çok düzenli ve disiplinli-güdümlü bir çalışma sonucu şimdi devletin her kurum ve kademesinde dışa bağlı “kripto” görevi yapıyorlar. Sonra bunların entegre oldukları Truva Atları, burjuva sınıfı-işgalci ağa takımı (Oligarklar) ve nihayet dış bağlantılar geliyor. Dış bağlantılar kim? En başta ABD, AB, Kızıl Çin ve Rusya… Tarihi hasımlar ve ezel-ebed Türk-İslam düşmanları.
Daha ayın başından itibaren dünyanın dört bir yanında Ermeni yalanları, iğrenç iftira, sahte belge, montaj fotolar ve tefrika furyaları bütün dost, müttefik ve stratejik ortak (!) sandıklarımızın gündeminde başköşe… Yunanistan da Türk Büyük Elçiliği’ne saldırı, Fransa ve Hollanda da ülkemiz aleyhine ve Ermeniler lehine küstahça nümayişler. Sözde stratejik ortak Amerika da ise eyalet bazında iş bitmiş, şimdi Temsilciler Meclisi ve Senato zorlanıyor. Başta İsviçre olmak üzere bütün AB ülkelerinde Türkiye ve İslâm dini aleyhine pislik, çamur atma, küfür ve rezalet diz boyu. 301
BU NEDENLE DAYATILIYOR
Bu insanlık dışı kefere yaptıkları ile yetinmiyor ve tatminde olmuyor. İçinde Türk’e küfür ve sinkaf edebilmek için bastıramadığı, gem vuramadığı müthiş bir hırs ve ihtiras var. Aslında görünen hadise, öteden beri gâvurda var olan Türk fobisinin zavallılık ve acizlikten mütevellit bir dışavurum ihtiyacından başka bir şey değil. “Türk’e küfür edebilmenin, Türk’ü aşağılama ve alçaltmanın” dayanılmaz heves, hafiflik ve ihtirasından ibaret. Bu lânetli mel’un lar tarihimiz, kültür değerlerimiz, şanlı medeniyetimiz ve buna mümasil kitaplarımız, ilmimiz ve irfanımızla oyun oynadılar. Şimdi de avazları çıktığı kadar küfür etmek sevdasındalar. Zaten de ediyorlar. Amma onları arkamızdan değil, ancak ve sadece yüzümüze karşı küfür etmek tatmin edecek. Başka türlü sükunet bulamayacaklar.
OY VERENİN!...
Malum şu günlerde konu Anayasa komisyonunda. Tez zamanda genel kurula inecek. Şu tasarıya kabul oyu verenleri incelemeyi sakın ihmal etmeyin. Görün bakalım neler çıkacak neler. Yahu adama sorarlar. “U…n senin başka bir işin kalmadı da Türk’e ve Türklüğe küfrü serbest bırakarak memleketi kan gölüne çevirmeye neden olacak bir ‘düzmece-zorlama, telkin ve dayatma gâvurlukla işin ne?, karşındaki apaçık düşman, ihanet, şer ve şeytanlık şebekesi, insan olsa, adam olsa böyle “insanlık ve ahlâk dışı bir talepte bulunur mu hiç!” Ve, kamu vicdanı şöyle hükmedecek: “Bu 301’e kabul oyu verenlerin bir tanesi bile Türk değildir. Hepsi dönme-devşirme, Truva atı ve kripto. Damarlarında zerre kadar Türk kanı akmayan Rum-Yunan veya Ermeni olsalar gerek” Evet, görün bakın millet aynen böyle düşünecek, kahvelerde, cadde ve sokaklarda bu konuşulacak. Kamu vicdanı derinden sarsılacak, iktidarın meşruiyeti gündeme taşınacak ve nihayet bu değişikliği kabulü halinde çok büyük bir rahatsızlık duyulacak. SONUÇ: Gerisinde Ermeni-Rum diyasporası olan bu talep reddedilmek zorundadır. Türk hükümetinden ve TURKISH FORUM liderliğinde bir avuç Türkiye sevdalısınca yıllardır mertçe ve kararlılıkla sürdürülen Türk lobi ve diaspora çalışmalarından başka konuyu sahiplenen yok! İşin garip tarafı bunlar Atatürk döneminde çıt çıkaramıyorlar, sadece saman altından su yürüterek ‘Mavi Kitap” ve benzeri palavralar, yalan-dolana dayalı projeler ve projeksiyonlar üretmekle meşgul oluyorlardı. Nasıl olsa ATATÜRK’de bir gün ölecek veya öldürülecekti…
Nitekim o gün geldi. Çok iyi incelenirse açıkça görülecektir. Türkiye de Ermeni, Rum- Yunan ve İbrani kaynaklı, batı dayanaklı fitne, fesat ve tefrika tohumları 1940’dan itibaren tekrar sinsice atılmaya başlandı. İş illegalden legale dönüştü. Bu sayede İnönü zamanı ulusal ve uluslar arası alanda palazlandılar. 50-60 arası Türkiye aleyhine hiçbir olay cereyan etmedi. Her şey 1963’lerden sonra başladı. Lâkin, 45 yıldır Türk hükümetleri asla anlaşılmayan bir nedenle daima sessiz ve pasif kaldılar. Asala katliamları beyanatlarla geçiştirildi. 1968’den itibaren Asala-Pkk işbirliği, müteakip aşamalarda birleşme-bütünleşme, iyi dost!ve müttefik ABD, Fransa, Rusya, Yunanistan, Almanya ve Kıbrıs Rum Kesimi himayesinde aleni büyüme karşısında hep seyirci kalındı. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde var olan misilleme veya “mukabele-i bil-misil yoluna” asla gidilmedi. Üstelik gidenlerin bu aymazlık, onursuzluk ve sorumsuzluğu gelenler tarafından da sorgulanmadı.
ŞİMDİ TAM ZAMANIDIR
2007 ve 2008 yıllarında konu iyice tırmandırılmış ve Ermenilerin nihai menfur emeli olan “tanınma, tazminat ve toprak” projeleri start alarak değerli dost ve müttefik AB-D ve şerikleri marifetiyle icraat aşamasına gelmiştir. Artık Türkiye bir şeyler yapmak ve karşı atağa geçmek zorundadır. Bunun başka bir yolu ve çaresi yok. Öncelikle, Ermeni soykırım yalanını şu ana kadar tanımış olan ülkelere bir nota verilerek veya protesto çekilerek “almış oldukları ‘soykırımı tanıma’ kararından” derhal vazgeçmeleri istenmeli, aksi takdirde uygulanacak yaptırımlar açıkça belirtilerek bildirilmelidir. Bu yaptırımlar arasında öncelikle “hedef ülke soykırımlarını tanıma”, her hususta mutlak mütekabiliyet, ambargo, ticari ve siyasi ilişkilerde kısıt ve sınırlama, nihayet muhatap ülke elçisinin istenmeyen adam ilân edilerek sınır dışına çıkartılması. AYRICA;
ABD diğer ülkelerde başta Yahudiler olmak üzere; Türkiye lehine faaliyet gösterdiğini iddia eden bütün lobi ve STK’lara verilen paralar derhal kesilerek, sadece ve yalnızca;
Başta TURKISH FORUM olmak üzere vatanseverliği, ciddiyet, ehliyet ve liyakatini ispatlamış ve kurumlaşmış resmi Türk lobilerine aktarılmalıdır.
Hayret ki ne hayret!... Bölgenin en güçlü ordusuna sahip olmamıza rağmen 1968’de uç veren anarşi-terör ve tedhişi bastırmakta, iç ihanet şebekeleri ve dış düşmanın oyun-düzenini bozmakta muvaffak olamadık! Türk Polisi, Ordusu ve Jandarmasına kimsenin lâfı yok. Millet, çembere alınan yüzlerce PKK’lının nasıl bir emirle önünün açıldığını, hangi sözde vekil ve vükelânın teröristleri “milletvekili kontenjanından” tedavi ettirdiğini unutmadı. Hadi bakalım. ŞİMDİ BİR “KASIMPAŞALI TOKADI” GEREK
Bunu yapmayan bütün iktidarlar zan ve şaibe altındadır.
Beklenir ki; Kasımpaşa yiğidi “Sayın” Başbakanımız, her 24 Nisan da olduğu gibi bu kez de depreşen-azgınlaşan Ermeni diyasporası, yardım ve yatakçıları, meclislerinden “Ermeni soykırım tasarısı” geçirme telaşı içinde olanları;
VEEE, PKK’ya iki milyon dolarlık silah yardımı yapan alçak ve küstah Ermenistan’ı bir tokatlasın. Bizim başbakanımız ola ki, göründüğü gibi merttir, yiğittir. Yapar mı yapar. En azından tüm muhaliflerimiz tarafından başvurulan menfur metotları yerinde izole ve imha etmekle görevli “anti-misyon” örgütleri kurulabilir. Antiterör faaliyetleri önlemenin daha bin türlü yolu-usulü ve metodu vardır. MİT ne iş yapar Allah aşkına. Kaldı ki, bu ve benzer “meşru müdafaa” ve “misilleme” hakkını kullanmaktan aciz “işbirlikçi zannı veren” basiret, beka ve cesaret fukarası korkak yöneticilerden kamu vicdanı çok rahatsız, davacı ve şikâyetçi; Dışişleri ise ağır töhmet altındadır. Umarız mevcut hükümet bu kaosu aşacaktır.
BAŞKA NE YAPILABİLİR?
En önemlisi ve birincisi
, Ermeni meselesinin bir Müslüman yönetim olan Osmanlı devletindeki hukuk sistemi yani kadim İslam Hukuku (mecelle) açısından; Güncel konjonktür ve şartlar dikkate alınarak ‘günün usul-esas ve şartları muvacehesinde” değerlendirilmesidir. İkincisi, olayların ve problemlerin soru ve cevap şeklinde; Öyle ki konu bütün safahatı sebep ve sonuçları dahil olmak üzere son derece açık, kolaylıkla anlaşılır net-somut her kişi, kurum, kesim tarafından açıkça anlaşılır biçimde realize edilmelidir. Zira bu mesele başta art niyetli Ermeniler olmak üzere, zaman içinde çok karmaşık ve içinden çıkılmaz, anlaşılmaz bir hale getirilmiş bulunmaktadır. Elbette bu da kasıtlı, art niyetli ve maksatlıdır. Oluşan kirliği Türkiye, Türk bilim adamı ve tarihçileri vuzuha kavuşturmak zorundadır.
Üçüncüsü, sadece Batı kaynakları veya yalnızca bizim arşiv kaynaklarımız değil, her ikisinin de nazara alınıp, İslâmî ilimlere dair kaynaklar da ihmal edilmeyerek tahlili (analitik) bir metot izlenmelidir. Bir başka deyişle, sorun alanı-hinterlandı çok geniş olmakla, yapılacak bu araştırma ve çalışma bütün hinterlandı kapsamak zorundadır. Tespitlerimize göre, Ermeni meselesi, İslam âleminde ve Gayr-i Müslim dünyada yeterince bilinmemekte veya karşı tarafın yalan, iftira ve tefrikalarının doğal sonucu olarak yanlış bilinmekte; Özellikle Avrupa ve ABD’deki Türk nesilleri tarafından maalesef hiç bir şekilde bilinmemektedir. Türkiye de ise bu güne kadar özellikle İslâmî ve İslam hukuku yönü itibariyle ele alınmamıştır. Nihayet bilim adamlarının birçoğu dahi hukuki ve İslâmi tahlilleri açısından mevzuya vakıf değildirler. Gerçekte Ermeni Meselesi, neredeyse bir buçuk asır önce kucağımızda bulduğumuz, bugüne kadar da taşımak zorunda kaldığımız bir meseledir. Muhataplarının dışında pişirilen ve geliştirilen bu sorun, bin yıldır birbirine el kaldırmamış iki milleti bıçak sırtı gibi ikiye ayırmış, sönmeyen bir kin ve düşmanlık ateşini yakmıştır. Konuyla ilişkin olarak sorulması gereken temel sorular ve cevaplar çok kısa ve özgün biçimde şöyle olmalıdır. Örneğin bazı sorular şöyledir;
01. Ermeniler kimdir ve asıl Ermenistan nerededir?
Örneğin: Ermenilerin Türk soyundan geldiklerine ilişkin veriler vardır.
02. Ermeniler ile Kürtler aynı milletten yani aynı etnik kökenden mi geliyor?
Örneğin: Ermenilerin Kürt kimliğini illegalite olarak kullandıkları iddia olunur.
03. Hz. Muhammed (SAV)'in Ermenilerle ilgili fermanı var mıdır?
Eğer var ise mutlaka bulunmalı ve kullanılmalıdır.
04. Fatih Sultan Mehmed Ermenilere ilişkin nasıl bir politika takip etti?
Öz kaynaklardan araştırılmak suretiyle aydınlatılmalıdır.
05. İslam Hukukunda Gayr-i Müslimlere ve özellikle Ermenilere (tebaa-i sadıka’ya) verilen hak ve hürriyetler nelerdir?
Dönem itibarıyla incelenmeli ve hukuki karineler ortaya çıkartılmalıdır.
06. Osmanlı yönetim kademelerinde Gayr-i Müslimleri dışlayan bir anlayış var mı idi? Kesinlikle yoktu.
Belge ve bilgilerle ispatlanmalıdır.
07. Ermeni Meselesini hazırlayan sebepler nelerdir?
Suriye (Allavi), Yugoslavya, Makedonya, Bulgaristan, Macaristan ve Fin meselesi.
08. İlk Ermeni ihtilal komiteleri hakkında bilgi verir misiniz?
Açıklamalı bir biçimde ve hazırlayıcı nedenler dahil…
09. Soykırım veya Batı dillerindeki karşılığı olan Genocide veya Holocaust terimlerini uluslararası hukuk açısından açıklar mısınız?
Hukuk tarihi ve dünya örnekleri baz alınarak ortaya konulmalı.
10. İslam Hukukunda tehcir kavramının manası nedir? İslam Tarihinde ‘tehcir’ benzeri bir uygulama var mıdır? Hz. Peygamber’in Medine’deki Yahudilere uyguladığı ve Kur’an’da ‘cela’ olarak geçen olay tehcir midir?
1699 yılından itibaren Türk ve Müslümanlara uygulanan tehcirler ileri sürülmeli.
11. Tehcir kararı aslı, günümüz Türkçesiyle ifadesi ve kadim Hukuka göre izahı nedir?
Aşağıda verilmiştir. Lütfen dikkatle inceleyiniz.
12. Osmanlı Devleti'ndeki Ermeni nüfusu hakkında bilgi verir misiniz?
Türk Tarih Kurumu ve dönemin ABD-İngiltere verileri çok önemlidir.
13. Tehcirle ilgili suç işleyenlerin yargılanması hakkında bilgi verir misiniz?
Tarihi örnekler en az 300 yıl geriye gidilerek incelenmeli.
4. Doğu Anadolu'da Ermeniler hangi bölgelerde Türkler ve diğer Müslüman halka mezalim yapmışlardır?
Bu mezalim sonucu ölen Müslümanların sayısı ne kadardır?
Bunlar net’e yaklaşık bilinen ve toplu mezarlarla kanıtlanan sayılar ile sabittir.
15. Ermenilerin Katliamları Bütün Müslümanlara Karşı Yapıldığı, Sadece Türkleri Değil, Müslüman Arap ve Kürtleri de Katlettikleri Halde Arap Âlemi Neden Ermeni Meselesi Konusunda Türkiye’yi Suçlamaktadır? Bunlara Karşı Neler Yapılmalıdır?
Konuyla ilgili veriler, bilgi-belge, kaynak ve fotoğraflar acilen ve derhal İslâm Konferansı gündemine taşınmalı, akabinde de bütün İslâm ülkeleri ile paylaşılmak suretiyle büyük bir propaganda, tanıtım ve paylaşım atağı başlatılmalıdır. Olayların maruzu, mağduru ve tarihi muhatabı sıfatıyla bu Türkiye için asli ve zorunlu bir görevdir. 16. Ermenilerle ilgili arşivlerimizi açtık mı? Bütünüyle açarak tarafları incelemeye davet etmeliyiz. Tehcir kararının aslı ve günümüz Türkçesiyle ifadesi nasıldır? Osmanlı Devleti Bakanlar Kurulunun Ermenilerin tehciri ile alakalı aldığı karar, düşmanla işbirliği yapma, masum halkı katletme ve isyan çıkarma gibi zararlı hareketlerde bulunan Ermenilerin Musul, Zor, Halep ve Suriye'nin bazı bölgelerine sevkleri için alınmıştır. İçişleri bakanlığının 13 Mayıs 331 tarihli ve 270 numaralı tezkiresi üzerine, Bakanlar Kurulu tarafından alınan tehcir kararı 16 B.1333 (30 Mayıs 1915) tarihlidir. Sıra numarası 163’dür. Bakanlar Kurulu Müzakerelerine Mahsus Zabıt Özeti “Savaş alanlarına komşu olan yerlerdeki Ermenilerden bir kısmının Osmanlı sınırlarını devletin düşmanlarına karşı korumakla meşgul bulunan Ordunun hareketlerini zorlaştırmak; Askeri mühimmat ve erzak naklini güçleştirmek; Düşmanla işbirliği yaparak ve özellikle de düşman saflarına katılarak memleket içinde askeri kuvvetlere ve masum ahaliye silahlı olarak hücum etmek; Osmanlı kasaba ve şehirlerine musallat olarak adam öldürmek ve yağmalamak ve düşmanın deniz kuvvetlerine erzak tedarik ederek askeri alanları onlara göstermek gibi suçları işledikleri bir gerçektir. İhtilal unsurlarının savaş hareket alanından uzaklaştırılması ve asilere hareket üssü ve sığınak teşkil eden köylerin tahliyesi gerekmektedir. Bu konuda bazı icraatların yapıldığı ve bu cümleden olarak Van, Bitlis, Erzurum vilayetleri; Adana merkez, Sis merkez ve Mersin merkez istisna olmak üzere Adana, mersin, Kozan ve Cebel-i Bereket sancakları; Maraş merkez müstesna olmak üzere Maraş Sancağı; Halpe Vilayetinin merkez kazaları müstesna olmak üzere İskenderun, Belen, Cisr-i Şuur ve Antakya’nın kazaları, köyleri ve kasabalarında sakin olan Ermenilerin Güney Vilayetlerine sevkine başlanması gerekmektedir. Bu arada Van Vilayetine sınır olan kuzey kısmı hariç Musul vilayetine; Zor sancağına; Merkez hariç olmak üzere Urfa sancağının güney kısmına; Suriye Vilayetinin doğu kısmında tayin edilen yerlere nakil ve iskânına başlanmış olup devam edileceği açıklanmıştır. Böylece devletin temel menfaatine uygun olarak bu işlemlerin bir kurala bağlanması gereğine ve bu konuda bazı kararlar alınmasına dair İçişleri Bakanlığının 13 Mayıs 1331 (30 Mayıs 1915) tarihli ve 270 nolu tezkeresi okundu.
KARAR
Gerçekten Devletin varlık ve güvenliğinin korunması uğrunda devam ede gelen fedakâr icraat ve ıslahat üzerine, yapılan ıslahata olumsuz etki yapan bu tür zararlı hareketlerin müessir bir şekilde ortadan kaldırılması kesinlikle zaruridir ve adı geçen bakanlık tarafından başlatılan icraatın gayet yerinde olduğu ortadadır. Bu sebeple mezkûr tezkerede açıklandığı gibi, isimler zikredilen köylerde ve kasabalarda sakin olan Ermenilerin nakli gerekenlerin tespit edilen iskan mahallerine refah içinde ve zarar görmeden ulaştırılmaları ve yerleştirilecekleri yerlerde istirahatlarının temin edilmesi gerekmektedir. Ayrıca can ve mallarının korunmasıyla birlikte yerlerinde ulaştıklarında tesbit edilen yerlere iskân edilinceye kadar Muhacirlere ait ödenekten iaşeleri; geçmişteki mali ve ekonomik durumlarına göre mal ve arazi tahsisi; içlerinden muhtaç olanlara hükümet tarafından mesken inşası; çiftçi ve sanat erbabına tohumluk, alet ve edevat tevzii; terk ettikleri memlekette kalan malları ve eşyalarının veya kıymetlerinin kendilerine uygun bir şekilde iadesi; tahliye edilen köylere muhacir ve aşiretlerin iskânıyla emlak ve arazinin kıymeti takdir edilerek kendilerine verilmesi; tahliye olunan şehir ve kasabalarda bulunan gayr-i menkul mallarının tahrir edilerek cins ve kıymeti tesbit edildikten sonra muhacirlere dağıtılması; yerleştirilecek göçmenlerin uzmanlık alanları dışında kalan zeytinlik, dutluk, bağ portakallıklar ile dükkân, han, fabrika ve depo gibi akarların açık arttırma ile satılarak veya kiraya verilerek elde edilecek meblağların kendilerine verilmek üzere sahipleri namına emaneten mal sandıklarına konulması; zikredilen işlemlerin yerine getirilmesi için gerekecek masrafların Muhaciler Fonundan ödenmesi konusunda zikredilen Bakanlık tarafından düzenlenen Talimatın tan olarak uygulanması gerekmektedir. Böylece terk edilen malların korunması, idaresi, iskan işlemlerinin yürütülmesi, tanzimi ve teftişi ve bu konuda Talimat hükümlerinin ve Bakanlık kararlarının esas alınması, tali komisyonlar kurularak maaşlı memur istihdamı; bunların doğrudan İçişleri Bakanlığına bağlı olmaları ve bir reis ile İçişleri ve Maliye bakanlığından birer memur olmak üzere iki azadan meydana gelecek komisyonun adı geçen yerlerde Valilerin nezareti altında Talimatın hükümlerini icra eylemeleri tensip edilmiştir. Bu şekilde cevabın adı geçen Bakanlığa ve ilgili dairelere bildirilmesi kararlaştırılmıştır.
17 Mayıs 1331 (30 Mayıs 1915) Osmanlı Devleti'nin Ermeniler için aldığı bu tehcir kararı ile Hz. Peygamberin Yahudilere uyguladığı tehcir kararı mukayese edildiğinde önemli benzerlikler olduğu görülür. Hz. Peygamber'in uygulamalarını referans kabul eden Müslüman toplulukların özellikle Müslüman Arap ve Kürtlerin batılıların ve Ermeni lobisinin propagandalarına kanmadan bu iki uygulamaya bakmaları gerekir.
EK: Tehcir Kararnamesi, (BA, Meclis-i Vükelâ Mazbatası, 198/24, sayfa başında)

19 Nisan 2008 Cumartesi

TÜRKLERDEN "NEYİN !..İNTİKAMI" ALINACAK ?..

TÜRKLERDEN NEYİN İNTİKAMI ALINACAK?

Kripto almanlardan ziyade, ilginç bir husus arz eden asağıdaki mevzuyu da degerlendirmekte fayda var gibi görünmekte. Kamuoyuna yansıyan, tartışılan kimi konu, kanun, yasak ve benzeri konularda, naçizane bende gayri ihtiyari beliren "millete ne de uzak tüm bunlar" hissiyatının muhtemel bir acıklaması, asağıya kopyalamıs olduğum iletinin, içeriğinde mevcut sanki.

TÜRKLERDEN NEYİN İNTİKAMI ALINACAK?

DİKKAT!

Türkiye'ye karşı hain ittifakİşte Türkiye'de yaşayan bu iki Ermeni gurup arasında ciddi bir mücadele vardır...Yusuf Gezgin Türkiye'deki gizli Ermeni savaşını yazdı.(Kripto) Ermeniler Ermenilere KarşıTürkiye'de Ermeni cemaatinin 35-50 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bunlar hüviyetlerinde açıkça kimlikleri yazılı olan, dinlerini ve kimliklerini inkâr etmeyen, Lozan'da tanımlanan "azınlık" statüsünü haiz Ermeniler.Türkiye'de birde "Müslüman" zarfında kripto Ermeniler var. Bunların toplamı geçenlerde tarihçi Halaçoğlu tarafından 1 milyon olarak verildi. Ermeni kaynakları da benzer rakamları veriyor. 1915 olaylarından sonra Anadolu'da kalan bu Ermenilerin önemli bir kısmı, en az yarısı Türkler veya Kürtler arasında samimi Müslümanlar olarak hayatlarını devam ettiriyorlar. Farkında olsalar bile eski kimliklerini kurcalama niyetinde değiller. Avrupa'dan beslenen bazı dernek ve örgütler bu kesimin eğitimli gençlerine Ermeni kökenlerini hatırlatma çabası içinde iseler de; süreç Ermeni kökenli vatandaşlarımızın giderek Anadolu insanı ile kaynaşması yönünde işlemektedir.Bu 1 milyonluk kesimin içinde önemli bir nüfus da, Ermeni kimliğinin farkında ve şuurunda olarak, Türk-Kürt kimlikleri içinde boy göstermektedir. Bu kesim bir taraftan Kürt ve Kürtçü kimliği ile PKK'nın ve onun siyasi örgütünün en önünde yer alırken; diğer taraftan ulusalcı-millici, hatta milliyetçi kimliği ile en kafatasçı Türkçüler arasında saf tutabilmektedir. Fakat bu kripto Ermenilerin en etkin oldukları mevzi sivil ve askeri bürokrasidir. Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin içinde yer alan Kripto Ermeniler bürokrasinin kilit noktalarında oldukça etkindirler ve son zamanlarda da şahit olduğumuz milli iradeye set oluşturma, demokrasiyi tıkama konusunda mahirdirler. Yargı-ordu ve üniversitelerde epeyce kripto Ermeni vardır. Üniversitelerdekiler yer yer açığa çıkarılmıştır. Ancak ordu ve yargı içindekileri kimse telaffuz etmeye cesaret edememektedir. Son yıllarda kripto Ermeniler ve (bu konuda daha tecrübeli ve becerikli olan) kripto Yahudiler pek çok alanda müşterek hareket etmektedirler. Devlet içinde konuşlanmış kripto ecnebiler ulusa rağmen ulusçu, millete rağmen devletçidirler. Devletçi, Atatürkçü, ulusalcı tepkiler veren, devlet içinde konuşlanmış bu kripto ecnebilerin, mercek tutulduğunda PKK'da, DHKP-C'de, TİKKO'da yakınları çıkabilmektedir. Bir kardeş, kuzen devletin en can alıcı yerinde mevzi tutmuş iken, öbür kardeş-kuzen güvenlik güçlerine, Türk ordusuna kurşun sıkabilmektedir. Bunlardan pek çoğunun istihbarat örgütlerimizin ve güvenlik güçlerimizin kayıtlarında mevcut olduğunu düşünüyorum.İşte Türkiye'de yaşayan bu iki Ermeni gurup arasında ciddi bir mücadele vardır. Devletin içinde kalarak etkinliğini "kripto" olarak devam ettirmeyi hedefleyen 1. gurup ve gizli kalmış Ermenileri tespit ederek güçlü bir Ermeni varlığı ortaya koymaya çalışan 2. gurup.Ermeni Diasporasının da desteklediği 2. gurup açıklık politikasını desteklemektedir.
Var olduğu iddia edilen "1 milyon Ermeni'nin her geçen gün eridiği, Müslümanlaştığı" tezinden hareketle; Ermeni kökenli vatandaşları aslına döndürme, Ermeni nüfusuna kazandırma çalışmalarının gerekliliğine inanmaktadır. Bu maksatla kültürel, antropolojik araştırmalar adı altında etnik köken çalışmaları yapan pek çok STK'yı devreye sokmaktadır. ABD'li-Avrupalı araştırmacı, turist gazeteci vs kimlikleriyle, Ermeni asıllı vatandaşlarımızın yaşadığı coğrafyalara seyahatler düzenlemekte, buralardaki Ermeni kimliğini diriltmeye, örgütlemeye çalışmaktadırlar. Avrupa Birliği fonlarından da yararlanarak Anadolu'daki Ermeni eserlerinin restorasyonu için çaba gösterilmektedir. Ermeni kültürünün canlandırılması konusunda devlet içinde konuşlanmış kripto Ermeniler de ciddi destekler sağlamaktadır. Son iki erovizyonda Türkiyeden Ermenistana çıkan yüksek oyların Ermeni varlığını ispata yönelik bir atraksiyon olduğunu düşünüyorum.Diğer gurup açıklıktan yana değildir, gücün gizlilikte olduğunu düşünmektedir. Bu gurup (Kripto) Ermenilerin Devlet içinde, PKK içinde, ulusalcılar içinde konuşlanarak, Türk devletini ve toplumunu içeriden daha rahat çökertebileceğine, bölebileceğine inanmaktadır. Bu gurup açıklık politikasıyla uzun yıllar çalışarak edindikleri stratejik konumlarının deşifre olacağından, açığa düşeceklerinden endişe etmektedirler. Kripto vaziyette kalmanın daha etkin ve verimli olduğunu, hedeflerine ulaşmak ve Türklerden intikam almak için daha uygun bir yöntem olduğunu düşünmektedirler. Son zamanlarda kripto Yahudilerden de tam destek alıyor olmaları ümitlerini daha bir artırmıştır.AB sürecinin başlamasıyla birlikte bu iki Ermeni gurup arasında ciddi bir mücadele başlamıştır. Açıklıktan yana olanlar AB rüzgârını da arkalarına alarak, gizli Ermenilerin ortaya çıkarılmasından yana tavır almaktadırlar. Diğer gurup ise gizli ve gizemli olmanın avantajlarını kullanmaya devam etmeyi istemekte; yıllar süren çabalar sonucu elde ettikleri önemli mevzileri-tecrübeleri riske sokmak isteme-mektedirler.Açıklıktan yana olan ve daha yerli bir duruşa sahip olan, gizli Ermenilerin varlığını dile getiren Hrant Dink'in ulusalcılar içinde konuşlanmış kripto Ermenilerce öldürülebileceğini ihtimalden uzak tutmuyorum.Açıklık politikası izleyen ve Ermeni köklerini ortaya çıkarmaya çalışan gurubu, devlet içinde konuşlanmış guruba göre daha masum ve makul buluyorum. Bu tür çalışmaların diğerine göre ülkeye zararının çok sınırlı kalacağını düşünüyorum. Anadoluda bir dönem nüfusun yaklaşık dörtte birini Ermeniler oluşturmuş. Çok iyi dostluklar kurulmuş, komşuluklar yapılmış. Batılıların istismarına kadar Ermeniler "Milleti Sadıka" olarak en stratejik görevlerde bulunmuşlar ve Türk devletine katkı sağlamışlar. Bu gün hepsi aslına dönse bile %1'i ancak geçecek Ermeni nüfusun ülkeye problem olacağını düşünmüyorum. Tehcire uğramış ABD ve Avrupa'daki Ermenilere dahi kucak açsanız toplamının 5 milyonu bulacağını sanmıyorum. Ama kripto Ermeniler yüzyıldır ne Ermenilere ne Türklere huzur yüzü göstermemişlerdir.Van'da rektörlük yapmış bir Ermeninin tarihi eser koleksiyonuna, Azerbaycan, Gürcistan üzerinden Ermenistan'a hangi sıklıkta gittiğine bakmak lazım. Yücel Aşkın, Doğu Perinçek ve İstanbul'daki bir üniversitenin rektörünün Doğu Anadolu'da, "Eski (Kemaliye) Uygarlıkları Araştırma Çalışmaları"yla hangi uygarlıkları araştırdığına, ÇEKÜL Vakfı'nın hangi kiliseleri restore etme çabasında olduğuna bakmak lazım.Bu memlekette kripto Ermeniler Türk milliyetçiliğinin liderliğini yapacak kadar, İsviçre Lozan'a giderek Ermeni tezlerine Türk tarafı adına kota koyacak kadar, ulusalcı gösterilerde en önde Türk bayrağı sallayacak kadar içimizdedirler.Sinirlerimizde dolaşacaklarına bırakalım açığa çıksınlar.

AKTİFHABER