15 Aralık 2012 Cumartesi

CEVAP BEKLEYEN SORULAR


                                                                                                      Mustafa Nevruz SINACI
Gazetelere göre: “CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu sordu, Başbakan Erdoğan sustu.”
Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun bütçe görüşmelerinde sorduğu 13 soru cevapsız kaldı, Başbakan Erdoğan soruların hiçbirine yanıt veremedi. (13 Aralık 2012, Perşembe)
Kılıçdaroğlu’nun mecliste sorduğu ve yanıtını alamadığı sorular şöyle:
1- Yasayı ihlal ederek orta vadeli programı neden 37 gün gecikmeyle açıkladınız?
2- Sayıştay raporları TBMM’ye gelmeden “kesin hesap kanun tasarısını” nasıl değerlendireceğiz? ”Kanun hükmünde kararnameyle düzenleme yaptık. Raporlar o nedenle yetişmedi” diyeceksiniz. O kanunu çıkarırken Sayıştay Genel Kuruluna sordunuz mu, sormadınız mı? Sormadıysanız, siz Sayıştay’ı da tanımıyorsunuz demektir. 
Böyle devlet olur mu? Sayın Başbakan, o raporlar Sayıştay’dan niye gelmedi?
3- Niğde’de patates üreticisinin derdini sordunuz mu? Patates 10 kuruşa düştü, ne oldu da bu böyle oldu? Siz, önce canlı hayvan, sonra kırmızı et, sonra kurbanlık koyun, en sonunda da saman ithal ettiniz. Acaba nasıl oluyor da saman ithal eder noktaya geliyoruz?
4- İşsizlik sorununu çözecektiniz, niye çözmediniz, elinizden tutan mı var? Siz yasa getirdiniz de biz karşı mı çıktık?
5- Sizden önceki ve sonraki icra daireleri sayısını açıklayın. Niçin icra dairelerinin sayısını artırıyorsunuz? 
6- Niçin 7 kez mali af çıkardınız? O mali afları niçin şantaj unsuru olarak kullandınız? 
7- Türkiye Cumhuriyeti 1987 yılında 14′üncü büyük ekonomiydi.  Bugün 17′nci sırada. Niye geriye gidiyoruz?
8- 1979′dan 2003′e kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütçesinden ödenen faiz 135 milyar lira. 2003-2011 döneminde ödediğimiz faiz 450 milyar lira. Sayın Başbakan 450 milyar lirayı kimin parasından ödediniz?
9- 2002′de hapishanedeki kişi sayısı 59 bin 429’dı. 2012 yılında 125 bin 100 kişi oldu. Ekonomi iyiyse, işsizliği çözdüyseniz, insanlar niye hapishaneye girer?
10- Türkiye Cumhuriyeti’nin, enerji konusunda Rusya’ya bağlı olduğu oranda başka bir ülkeye bu oranda bağlı olan ikinci bir ülke var mı?
11- Kapalı kapılar ardında İsrail’le yaptığınız pazarlıkları niye açıklamıyorsunuz? 
12- Parasız eğitim isteyenlerin hapse atıldığı bir ülkedeyiz. Yurt dışına gittiğiniz zaman, gittiğiniz ülkelerin Başbakanlarına, “Sizin ülkenizde basılmamış kitaba bir yargı kararıyla yasak getirilirse siz ne düşünürsünüz?” diye sordunuz mu?
13- Sayın Başbakan, 12 Eylül darbe hukukunu değiştirmeye var mısınız? Kenan Evren’in getirdiği yasanın arkasına niye saklanıyorsunuz? 
Bunlar, halk tarafından, tıpkı Milliyetçi Hareket (!?) nam MHP gibi: “Acaba! AKP ve Hükümet ile iştirak yahut ittifak halinde mi?, yoksa gerçekten muhalefet mi?, olduğu konusunda derin kaygı duyulan ve “Asli görevi olan muhalefet de acze düşerek, kamu vicdanını sızlatan”; Tarihi, kadim ve kurucu Halk Partisi’ne reddi miras eden “Yeni CHP"nin Başkanı’na ait!..
Lâkin “gerekli cevaplar verilse bile” önemi, anlamı yok!..
Çünkü Milletin, aylar yıllardır cevap beklediği "ACİL" sorular var:  
1. Başta anarşi, terör, tedhiş örgütü ile dâhili ve harici bedhahlara ait; Ardı arkası kesilmeyen rüşvet, iltimas, suiistimal, uyuşturucu, kara para, gasp-irtikap, organize suç ve nitelikli dolandırıcılık, kundakçılık, kaçakçılık bataklığı neden ve niçin halâ kurutulmuyor?..
2. Bunca asker, jandarma, polis, bakan, vekil ve generale rağmen; Anarşi, terör-tedhiş nasıl oluyor da her yerde kol geziyor? Yol kesiyor, yolsuzluk, hortumculuk ve kundakçılık yapabiliyor? Palikarya (Yunanistan) hırsızı, arsızı ve edepsizi tarafından; Alenen gasp, irtikap ve işgal edilen “Egedeki Türk adaları” rezaleti, gaflet, dalâlet ve hıyanetine “korkaklıktan mı” göz yumuluyor?.. Yoksa neden’... 
3. TÜİK tarafından belirlenen resmi enflâsyon oranına rağmen; Neden, niçin?, hangi hak, etik ve hukukla; Başta Benzin, Mazot, Doğalgaz, Elektrik, Telefon, Et, Ekmek, Süt ve Su olmak üzere; Temel tüketim, hayati hizmet ve zorunlu gıda ürünlerine yıllık enflâsyonu üçe, beşe katlayan; İnsan Hakları, Adalet, Hukuk, Yasa ve ahlâk ihlâl edilerek zam yapılabiliyor? Bu apaçık bir zulüm, hak ve halk düşmanlığı, İnsanlık davası ve İslâm’a muhalefet değil mi? 
4. Yaklaşık 50 yıldır Millet ve Devlet olarak maruz kalınan haksızlık, hukuksuzluk ve insanlık dışı dayatmalara, hakaretlere rağmen, ısrarla AB kapılarında pineklemenin; Sürekli taviz vermenin, cehalette direnmenin sebebi nedir?
5. Öncelikle Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarını ıslah edip; Demokrasi, İnsan hakları, adalet, ahlâk ve hukuk dışı: Ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlar ile Memurin Muhakemat Kanunu’nu, sadece ve yalnızca kürsü masuniyeti hariç olmak üzere kaldırmak varken; İrtica, demokrasi düşmanlığı, gericilik ve yobazlıkta direnmek neden?...  
6. Mutlak bir harici zorlama, ısmarlama ve dayatma olmasına; Neticede ülke, millet ve devletimize ‘telâfisi gayri kabil’ büyük zararlar vereceği bilinmesine rağmen; Yeni ve (sözde) sivil anayasa saçmalığında inat etmenin sebebi, hikmeti ne?..   

8 Aralık 2012 Cumartesi

TERÖRÜN UNSURU ASLİSİ MASONLUKTUR

TERÖRÜN UNSURU ASLİSİ
MASONLUKTUR
Mustafa Nevruz SINACI
Aylar önce, (bize göre) çok ilginç ve enteresan bir gerçeği açıklamıştım.
                  “Çepeçevre terör örgütleri ile sarılı ve adeta abluka altındaki İsrail’in, devlet sınırları içinde asla ve kesinlikle terör, tedhiş, anarşist veya potansiyel bir yıkıcı unsurun esamesi bile yok! Resmi himaye görmeden hiç kimsenin İsrail’de barınması imkânsızdır. Çünkü onlarda, hakiki bir hükümet hükümfermadır. Kara, deniz, hava ve yeraltı dâhil devlet’in sınırlarından “izinsiz” giren her canlı İsrail’de 3, Bulgaristan ‘da 5, Amerika’da 10, Almanya, İngiltere ve Yunanistan’da 15 dakika içinde belirlenir. İsrail’de 5, diğerlerinde genellikle 10 ilâ 15 dakika içinde ‘mütecaviz’ infaz edilir yahut takibe alınarak “mutlaka” yasal gereği yapılır.      
Oysa bu memleket “sınırları içinde” anarşi, terör ve tedhiş cirit atıyor…
Hattâ, çarşı-pazar, mektep, medrese, meclis dâhil hayatın her alanında..
Peki bizde hükümet, asker, polis, hâkim, savcı yok mu?..
Varsa eğer, bu suç unsurlarının tabandan tavana (meclis) kadar işi ne?
ARTIK İYİCE GÖRÜLDÜ VE BİLİNDİ Kİ!..
Ülkemizin başına belâ olan ve 1963’den günümüze yaklaşık iki trilyon dolar israfa yol açan anarşi, terör ve tedhiş yapay, TC’nin bütünlüğüne yönelik ve güdümlü olup; Hiçbir doğal temel, tarihi emel, haklı neden ve makul amacı yoktur. Bu kiralık katil, kader kurbanı ve cahil terörist hainlerin varlık nedeni: harici düşmanlar adına casusluk, asimetrik savaş, haydutluk ve adına taşeronluk ettikleri hükümetlerle; İllegal ortak sıfatıyla hırsızlık, yolsuzluk ve kaçakçılık yapmaktır. İhanet şebekesinin iştirak, işbirliği, yardım ve yataklık ilişkisi içinde olduğu dâhili bedhah, uzantı ve bağlantıları, genellikle şaibeli hükümetleri kullanarak kamu’da yuvalanmış dönme, devşirme, sabıkalı cani, yasaklı, kısıtlı ve “vatana ihanet yolunda, her türlü kullanıma açık” kriptolardan müteşekkildir... (Bunlar, zahirde “iyi insan, iyi vatandaş” rolünü usta’lıkla beceren, cihanşümul Yahudi tarikatı mason biraderlerin oligarklarında müstahdem, muhterem üstatlar ve baronlardan emir alırlar…)       
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kesinlikle bir etnik sorunu yoktur!..
50 yıldır yaşanan anarşi, terör ve tedhişin nedeni de; Etnik veya ideolojik değildir.
Sorun kronikleşmiş rüşvet-iltimas, soygun-vurgun, yalan-talan, nitelikli dolandırıcılık, sahtekârlık, siyaset simsarlığı-din tüccarlığı; Hileyle kamu gücünü kullanarak zimmet, irtikap, gasp, kundakçılık, kalpazanlık, kaçakçılık, kapkaççılık, üçkâğıtçılık, kayıt ve kapsam dışılık, suiistimal, kadın ve uyuşturucu ticareti ile dış düşman (harici bedhah) hesabına (para karşılığı) yıkıcı faaliyetler organize eden suç örgütlerinin varlığıdır. Başta Cumhuriyet (!?) Savcıları olmak üzere; Hâkim-Yargıç, asker ve polis şeflerinin gaflet ve dalâleti ile aciz hükümetlerin zaaf, illegal ortaklık, gizli işbirliği ve/veya duyarsızlığı yüzünden çetelerin ‘yardım ve yataklık unsurları’ devlet içinde odaklanır; Hattâ bir parti alıp, parlamentoya bile duhul edebilirler!.. 
Şu aşamada “dokunulmazlık” tartışmalarının odağına oturtulan da onlar değil mi? 
Sorumlular: Yukarda açıklanan lâğım çukuru ve bataklığı azimle kurutmak; Milletin can, mal ve Şehitlerin kanından beslenen sülük, sivrisinek, yarasa, yılan, çıyandan mürekkep mazarratla mücadele yerine, müzakereyi tercih eden bedhah işbirlikçilerdir.. 
Bunu çok iyi bilen, fakat kötülerin adeta bir yasal koruma, imtiyaz ve dokunulmazlık zırhı altına alındığını hayret ve dehşetle gören halk; Derin hiddet, vicdani isyan ve tepkisini; Kinayeten “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” cümlesi veya şu dizelerle dile getirir:      
“Küfür edenler kâfir,
Yalan söyleyen yılan...
Kesinlikle domuzdur,
Kamu malını çalan...”
Özellikle bizim (İmparatorluk bakiyesi) memleketimizde, dâhili ve harici bedhahların kahir ekseriyeti, apaçık bir Yahudi tarikatı olan masonlar ve uzantıları ile Hıristiyanlık kisvesi altında faaliyet gösteren Papalık etki ajanı misyoner veya dönme-devşirme, yani dış (düşman) kaynaklı olup;
1. Bilumum anarşi, terör tedhiş; İlâh ve silâh ticareti, gasp ve kundakçılık;
2. Rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, hortumculuk;
3. Din tüccarlığı, siyaset simsarlığı, suiistimal ve tümüyle istismar olayları;
        4. Adalet cihazı, emniyet ve güvenlik alanında zaaf, rüşvet, iltimas ve suiistimal…
        Kamu ve halka karşı cürüm/suç teşkil eden bu “terör” fiili faillerinin tamamı yukarıda açıklanan uluslar arası organize suç örgütlerinin uzantısı; Yani ülkemizde vaki anarşi, terör ve tedhiş odaklarının unsuru aslisi (bir Yahudi tarikatı olan) mason bağlantılıdır.
        Dünyanın adalet, barış ve huzur iklimi Osmanlı’nın, 220 yıllık tefessüh sürecinde ve şu kısacık (80 yıllık) Antiemperyalist Cumhuriyet tarihinde bunu görmek mümkündür.
        Ortak sebep: Anti Emperyalist; Yani, hırsızlık, yolsuzluk, sömürü, soygun, istismar ve suiistimale karşı olmak, karşı çıkmak ve karşı koymak; İnsan hakları, adalet ahlâkı, evrensel hukuk, hakkaniyet, dürüstlük ve “medeni siyasetten” yana olmaktır..
        ÖRNEKLEMEK GEREKİRSE!..
        Başta Güneydoğu olmak üzere ülkemizde arama yapan en büyük iki petrol şirketinden biri Mobil, öbürü Shell’dir..Shell Hollanda-İngiliz ortaklığı etiketi taşır. Royal - Dutek Shell'e bağlı. Sahibi Markus Samuel isimli bir Yahudi. Mobil, bir Yahudi trilyoner olan Rockfeller'e ait. Mobil Türkiye’ye 1956’da geldi..1968’e kadar Necdet Egeran şirketin Genel Müdürlük görevinde bulundu. Egeran 1954'te yabancıların Türkiye'de petrol aramasına izin veren Petrol Kanunu'nun kabul edilmesinde en büyük çabayı sarf edenlerden biri. Aynı zamanda MTA ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü'nün kurucularından. 1956’da emekli olur ve Mobil'in başına geçer. Söylentilere göre, Mobil’in petrol bulduğu kuyuları betonla kapatan da odur…
Dönemin Etibank Genel Müdürü Burhan Ulutan o tarihlerde çalkalanan rivayetleri doğrular. Konuyla ilgili yaptığı açıklamada: “1965’lerin başında Mobil Oil’in Genel Müdürü Necdet Egeran, bu arada petrol buluna kuyuları kapattırmış..”N. Egeran hakkında Türkiye masonlarının yayın organı “Şakül Gibi” isimli dergi şu bilgileri vermektedir:
“Enver Necdet Egeran: 24 Ekim tarihinde Doğuş Locasında tekris edildi. (42 yaşında)  Mayıs 1950'de Kalfa, Ekim 1950'de Üstat oldu. Bilgi Locası'nın 25 kurucu üyesinden biridir. 1955’de Üstad-ı Muhterem oldu..1958'de Türkiye Büyük Locası'na Genel Sekreter seçildi ve İskoçya Büyük Locasına Fahri Büyük  2. Nazırı unvanı aldı 1964’de 1. Büyük Loca temsilcisi sıfatıyla New York Büyük Locası toplantısına davet edildi. 2 Mayıs 1965'te Pek Sayın Üstat seçildi. 58 yaşında 16. Masonik yılında Türk masonluğunun en genç Büyük Üstadı oldu”
Görüldüğü gibi Necdet Egeran Amerika'dan ısmarlama gelen Cevat Eyüp Taşman gibi yabancı petrol şirketlerin türlü entrikalar çevirdiği bir dönemde en aktif Türkiye masonu olma özelliği taşır. Aynı tarihlerde petrol çıkan kuyuları betonlayan Mobil'in Genel Müdürlüğü çok ilginç bir raslantı olsa gerek!.. Nitekim Türkiye'nin yıllardır petrol yönünden dışarıya bağımlı kalması belki de Ortadoğu'nun sayılı petrol üreticisi ülkelerinden biri olma şansını kaybetmesi ile Türkiye’deki masonik Siyonizm davasına büyük katkılarda bulunmuş ve neticede hipnozlu milletvekillerinin uyuduğu bir anda yeni petrol yasası parlamentodan geçmiştir.
Uzunca bir dönem Türkiye’nin petrol arama, üretim ve rezervlerini kontrol edenlerin neredeyse tamamı masondur. Bunun bir tesadüf olduğu kesinlikle düşünülemez. 
''En Zengin Petrol Yatakları Türkiye Kürdistanı'nda''
Türkiye sınırlan içindeki petrole ilişkin oyunların yoğunluğu çoğunlukla kamuoyunda "Türkiye'de petrol var ama ortaya çıkarılmıyor" tartışmalarına yol açmakta. Yıllardan beri bu konuda medya kuruluşlarında birçok haber dönem dönem yer alır. Ne hikmetse bulunan petrol sahalarını hiçbir gazeteci veya medya kurumu yerinde görmez, tespit etmez veya edemez. Bu konuyu ciddiyetle ele alan hiçbir haber programı veya gündem haber bulamazsınız. Teşebbüs eden birçok gazeteci de işinden eder; Yapacağınız çalışmayı hem kursağınıza gömerler, hem de yayınlayacak yer bulamazsınız. Diğer taraftan Türk halkı bu iri gazete ve televizyonlarda yayınlanan magazin programlarına ilgisini günbegün gösterirken, niye kendilerine bu tarz konuların işlendiği programların gösterilmediğini bir türlü sorgulamaz!..
Meselâ, 27 Şubat 1992 tarihli Güneş Gazetesi'nin birinci sayfasında yayımlanan hayli ilginç rapora bakalım. "En verimli yatakların 'Türkiye Kürdistanı'nda olduğunu ileri sürdüler. ''Amerikalı Ceyarlar Güneydoğu'da" başlıklı haberde bakın hangi cümleler yer alıyor:
GD Anadolu ile Bitlis, Van, Adıyaman, Tunceli illerini "Türkiye Kürdistanı" olarak değerlendiren bir ABD şirketi, ülkemizin yeraltı zenginlikleri konusunda ilginç iddialarda bulundu. Amerikalı petrol şirketi RETOG, Türkiye, Suriye, Irak sınır bölgesinin petrol ve gaz rezervlerinin raporunu yayınladı. Rezerv açısından çok zengin olduğu bildirilen bu bölge, söz konusu raporda Kürdistan (!) olarak nitelendirildi.
Adresi "14900 Landmark Blyd. Sütte 370 Dallas, Texas 75240 USA olan Retog şirketi tarafından hazırlanıp satışa sunulan raporda, Türkiye'nin çok şaşırtıcı bir coğrafî konuma sahip olduğu kaydedildi. Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin, Ortadoğu petrol bölgelerinin kuzey uzantısı olduğu belirtilen raporda, şu anki faal petrol sahalarının az miktarda petrol rezervlerine sahip olduğu vurgulandı. Raporda öne sürülen görüşlerin aşırı derece detaylı olması dikkat çekti. Dört ciltten oluşan rapor, bölgedeki 517 petrol kuyusuna ait tüm kayıtları kapsıyor. Ayrıca bölgenin tüm jeokimya, termal özellikleri ve tarımsal etkinliklerini gösteren haritalar da raporda bulunuyor. Rapor yalnızca Ortadoğu'nun Güney bölgelerinin petrol bakımından zengin olduğu görüşünün aksine, içinde Türkiye'nin Güneydoğu bölgesi topraklarının da bulunduğu kuzey bölgelerinin petrol yönünden zengin olduğu belirtildi. Ayrıca bu bölgede daha önce ayrıntılı bir araştırma yapılmadığı kaydedildi.
45 bin dolar fiyatla satışa çıkarılan raporda, Türkiye Kürdistanı olarak tanımlanan yöredeki, işlenmeyen petrol sahalarının rezervlerinin büyüklüğü övülüyor. Bakir bölge olarak adlandırılan işlenmeyen sahaların Irak ve Türkiye'de işlenen petrol sahalarından daha verimli olduğu iddia ediliyor. “Retog şirketinin petrol araştırma fırsatları, Türkiye Kürdistan” adlı raporunda, 500 bin ölçekli harita, kuyular, büyük petrol ve gaz sahaları, 52 ayrıntılı kuyu jurnali, 517 kuyu bilgi kayıtlan, yerüstü coğrafî bilgiler, Bouger yerçekimi bilgileri, Türkiye-Suriye ve Irak'ın sismik derinlik haritaları ile bu ülkelerde çalışan petrol sahalarının ayrıntılı haritaları bulunuyor. Raporda ayrıca Türkiye'nin siyasî yapısıyla bunun komşu ülkeleriyle mukayeseleri de bütün ayrıntılarıyla açıklanıyor ve anlatılıyor." 
Yıl 1992: "Türkiye Kürdistan"ı Dillerde 
Retog şirketinin vermiş olduğu önemli bilgilerin yanında özellikle bu raporda yer alan Türkiye Kürdistanı cümlesine dikkat çekmek gerek. İsrail Siyonizminin ABD'ye ihale ettiği Irak işgali sonucu menfur niyet her geçen gün gerçekleşmek üzere. Oysa 1990 yılında çıkan Masonluk ve Kapitalizm adlı eserin "özel bölümünde" bu konuya dikkat çekilmiş, "Yukarıda bahse konu zengin petrol yatakları ile dev GAP projesinin yer aldığı topraklarda kurulacak bir Kürt devleti, İsrail için yutulacak lokma değildir. Bu devletin zayıf, askerî güçten yoksun, ekonomik açıdan himayeye muhtaç bir devlet olacağını tahmin etmek hiç de güç değil.
Zira İsrail için, bu Kürt devletini kontrol ve himayesine almak gayet kolay olacaktır.
Kürdistan'ın bir İsrail eyaleti olmasıyla gelişecek bu aşama, İsrail'in G.D. Anadolu sınırlan içine alıp vaat edilmiş topraklara kavuşmasıyla sona erecektir. Rapor, şöyle devam ediyor; "Olay bu yönden değerlendirilince, Time Dergisi'nde çizilen Kürdistan haritasının G.D. Anadolu'nun uzaydan çekilen petrol haritasıyla üst üste çakışmasının bir tesadüf eseri olmadığı açıkça anlaşılır. Dergide yayınlanan Kürdistan haritasının sınırları Gaziantep'ten başlar. K.Irak'tan Halepçe'ye kadar uzanır. Türkiye'nin zengin petrol yatakları Diyarbakır, Adıyaman, Nusaybin ve Batman arasında tüm G.D. Anadolu Bölgesi'ni içeren bir yayçizer."
Diğer taraftan uzaydan çekilen petrol yataklarının haritası üzerine Kürt sorununu bahane ederek ABD'nin bölgeye yerleşmesi de çok dikkat çekici bir olay. Körfez krizi ve şimdi de Irak savaşı derken bölgede "insanî yardım ve güvenlik kampları" adı altında büyük bir oyun oynanıyor. Şu hale nazaran, Türkiye’nin masonluk tarihini hatırlamakta yarar var:
Türkiye’de Masonluk Tarihi:
Her ne kadar Türkiye´de Masonluğun ve ilk Masonların 1720´li yıllardan bu yana var olduğu bilinse de, dış obediyanslara bağlı, Osmanlı topraklarındaki yabancıların etkinliğinde sürdürülen bu çalışmalar, 18. yy ortalarından itibaren Türkleri de içine almaya başlamıştır. Bilinen ve kayıtları günümüze ulaşan ilk Türk Masonlar, bu yy’ın ortalarında topluluğa kabul edilmiş olan İbrahim Müteferrika ve Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi´dir. 1861 yılına kadar, İngiltere, Fransa ve İtalya milli obediyanslarına bağlı localarda çalışmalarını sürdüren Türk Masonluğu, bu yıl içerisinde Mısır asıllı Osmanlı Prensi Abdülhalim Paşa´nın önderliğinde Osmanlı Yüksek Şurası, o zamanki ismi ile Makbul İskoç Riti Şura-ı Ali-i Osmani´yi kurar.
Bu cemiyeti ilk tanıyan dış obediyans ise 1869 yılında ABD Güney Jüridiksiyonu olur. Böylece Milli bir hüviyet kazanmış olan Türk Masonluğu, dış obediyanslarca da tanınmaya başlamış ve ABD´yi diğer bazı obediyanslar takip etmiştir. Osmanlı Yüksek Şurası´nın yanı sıra yabancı obediyanslara bağlı olarak Osmanlı Dünya düzenli Masonluğunu temsil eden, ve bir yerde Hür Masonluğu (Fikri Masonluk, Spekülatif Masonluk) babası sayılan İngiltere Birleşik Büyük Locası´nın Türkiye Büyük Locası´nı kabul etmesi ise ancak 1970 yılında, 1909 yılında Mısır´da kurulmuş bulunan ve Resne Locası´nın düzenli köklerine bağlanarak gerçekleşir. Ondan önce İskoçya Büyük Locası tarafından 1965 yılında, aynı gerekçe ile kabul edilerek konsekre edilen Türkiye Büyük Locası bu yıldan itibaren dünya düzenli Masonluğunca kabul edilerek ritüelleri, kıyafetleri, mabetleri geleneksel Masonluğa göre yeniden tanzim edilerek muntazam bir hal alır ve bu düzenli Büyük Locaya Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası adı verilerek kuruluş tarihi 1909 olarak tasdik edilir. 
Türkiye´de Masonlar
Bugün, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Eskişehir, Denizli, Bodrum, Marmaris, Kuşadası, Antalya, Çeşme, Fethiye´de 200´ün üzerinde Locasında çalışan 14.000 üyesi ile Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, Türk Masonluğunun dünyadaki temsilcisidir. Yıllık %3 üye artışı ile de dünyanın en hızlı büyüme oranına sahip obediyanslarından biridir.  21 yaşını doldurmamış, hür ve erkek olmayanlar aralarına kabul edilmezler. Bu niteliklerden herhangi birisini kaybeden üye, üyelikten çıkartılır.
Her yıl bir kere yapılan beyaz gecelerde Mason eşleri, kızları, anneleri ve kızkardeşleri Mabetlere alınır ve onlara Masonik hikayeler anlatılır. Türkiye Büyük Locası´nın üyeliğe giriş yaş ortalaması 40 civarındadır. Masonluğa kabul edilen ve düzenli bir Locada usülüne uygun  yapılan düzenli bir tören ile üyeliğe kabul edilen üye Çırak ünvanını kazanır. Kabul töreninin ardından en az 12 ay geçmeden Kalfalığa yükselinmez. Bu 12 ay içerisinde Çırak, kendisine verilen en az üç ayrı Masonik ödevi başarıyla tamamlamalı ve Kalfalığa layık olduğunu, farklı zamanlarda verdiği bu tezler ile ispatlamalıdır. Kalfa olduktan sonra da en az 12 ay geçmeden Üstatlığa yükselinmez. Üstat olabilmek için de Çıraklık dönemindekine benzer Masonik çalışmalar, bu sefer Kalfa gözüyle yapılır ve verilen tezler sonrasında Üstat olunabilir.
GÜNEYDOĞU, AKP, PETROL VE BOP PROJESİ‏
            Erzincan’dan başlayan ve Güneydoğu'ya genişleyerek inen üçgende altın ve petrol fışkırıyor. Ama bölgede suni olarak yaratılan kronik terör güvenlik zaafı var. Güya üvenlik sağlanamadığı için doğru dürüst çalışma yapılamıyor. Sebep: Dahili ve harici bedhahların iş ve güç birliği ile hüküm süren lânetli Siyonizm, adam gibi çalışılırsa Türkiye’nin dünyanın en zengin, güçlü, kuvvetli, kudretli ve tarihte olduğu gibi adaletli ülkelerinden biri olma şansına sahip bulunduğunu biliyor ve memleketi bölmeye çalışıyor!...
            Bilinen bir hakikat bu… Hem de Abdülhamit’den beri..
            Buna rağmen AKP seyirci, muhalefet gaflet, dalalet ve hıyanet uykusunda. İşini bilen, onursuz ve sorumsuz bürokratlar elinde devlet güvenlik güçleri atıl, hükümet hantal.. Güneydoğu'da en değerli madenlerin toprağın hemen altında bulunduğu artık sır değil. Yani bu terörün altında, başka ülkelerin milyarlarca dolarlık bu servetten pay alma mücadelesi var... O nedenle anarşi, terör ve tedhiş bilerek kazınmıyor.
            SOMUT GERÇEK VE BİR KESİT…
         Diyarbakır Ergani'de Güney Kırtepe'de 7 petrol kuyusu bulundu. 1405 m. derinlikte...
Diyarbakır Ergani Karacan'da 5 kuyuda petrol bulundu, 1713 metre derinlikte...
Diyarbakır Hani'de Beyazçeşme'de bir kuyuda petrol bulundu, 1800 metrede...
Diyarbakır Taşdan köyünde 1800 metrede petrol bulundu...
Adıyaman Şambayat'ta 3 kuyuda petrol bulundu... 1584 metrede...
Diyarbakır Bismil'de Arpatepe'de 2 kuyuda bulundu petrol 2450 metrede..
Dünya petrol için 6 bin metreye inerken Güneydoğu'da son zamanlarda bulunan petrolün derinliği en fazla 2450 metre...
İşinin ehli bir madencinin söyledikleriyle birleştiğinde tablo ortaya çıkıyor. Hala bazı gerici, yobaz ve mürteci kafalar anlamıyor. Türkiye’nin bir Kürt sorununu yok. Kürt’lerin çok büyük bir bölümü aslında zengin, özgür, huzurlu, güvenli ve mutlu... Diğer bütün Müslüman veya gayrimüslim unsurlar da öyle. Tamamının siyaset, ticaret, üretim ve sanayide belirleyici unsur olma özellikleri var. Halkın içinde asla bir Türk – Kürt ayrımı söz konusu değil. Gerçek o ki; Ülkemizde herkes barış içinde, kardeşçe yaşıyor. Melânetler karışmadığı sürece insanlar hayatından memnun ve mutlu. Bazı gerici, yobaz, irtica, kiralık, aptal ve taşıma sulu kafalar şiddetten uzaklaştığında, insana insan gibi baktığında, terörü bir çözüm görmediğinde hayatın, barışın, huzur, mutluluk yolunun zenginliğe açıldığını gösteriyor...
Hala anlaşılmıyor mu acaba?..
Anarşi, terör ve tedhişin güdümlü; Güdenin mason biraderler olduğu!..
NETİCE:
Türkiye Cumhuriyeti’nin başına; Vahşi Batı’nın İznik Kongreleri ve Şark Raporu gibi; Mason ve misyoner locaları tarafından yalan-yanlış iftira ve furyalarla belâ edilen Güneydoğu (sözde Kürt) sorunu gerçekte bir petrol sorunu olup..; Siyonizm ve ABD bu petrol; Su ve sair doğal kaynaklar ile değerli madenlere el koymak için malum ve menfur eşkıyayı (taşeronları) yaşatıyor, besliyor ve OSLO'da “bedhahlarla” pazarlık masasına oturtuyor… 
***

16 Kasım 2012 Cuma

BAŞKANLIK SİSTEMİ VE DİKTATÖRLÜK İSTEMİ (I)

BAŞKANLIK SİSTEMİ
 VE DİKTATÖRLÜK İSTEMİ (I)
Mustafa Nevruz SINACI
Evrensel hukuk ve kadim hakikate meydan okumak; Binlerce yıllık gelenek ve bir töre hassasiyeti içinde, tarihten bu güne süzülüp gelen orijinal gerçeği hiçe saymak, alay ve istihza konusu yapmak, apaçık bir şımarıklıktır. Dahası bu hal, yetmezliğin çekişi, ihtirasın itişi yahut ‘ruhunu şeytana (AB-D) satmanın cinneti’ olarak tarif ve tavsif edilebilir. Bir başka deyişle bu hezeyanı ‘kifayetsiz muhteris kalkışması’ biçiminde adlandırmak da mümkündür.
Mesele: İnsan hakları, adalet ahlâkı, maşeri vicdan, demokrasi, evrensel hukuk (şerait) ve sağduyu’nun süründüğü, paspas gibi çiğnendiği bir ortamda; Başta Halife Hazreti Ömer ve Kanuni Sultan Süleyman olmak üzere;. Hak yolunda millete, “adalet ve faziletle” hizmeti şiar edinmiş, cihanşümul şahsiyet, tevazu, hüküm, hikmet ve hakikat ehlini taciz ve istismar etmek hicap vericidir. Edebe aykırıdır, ayıptır. Siyasette haddini bilmek, ilim, edep ve terbiyedendir.
Lâf sahibi, hak sahibi; Lâyık, ehil ve müstahak olmak zorundadır.
Aksi takdirde alay konusu olur; Talep, talibini helâk etmekte gecikmez…  
Kaldı ki, asaleten Türk ve Müslüman ecdadımızın eseri medeni siyaset; Evrensel idare sistemleri olarak kabul edilen ‘demokratik ve lâik cumhuriyet’ yönetim sentezinin referansı, esası, iktibası ve ilham kaynağıdır. Tarih bu hakikati şamil olmakla; Rejimin adı her ne olursa olsun, neticede ülkede hakkaniyet, adalet ve hukuk hâkim değilse; Uygulama, lânetli bir sulta, kalleş despotizm ve alçak bir diktatörlükten (faşizmden) başka bir şey değildir!…
Kaldı ki, şu an için “İslâm Ülkeleri” nam devletlerin tamamı ile diğerlerinin büyük bir bölümü antidemokratik, anti lâik ve inadına despotiktir. Dolayısıyla bu derin şeamet karşısında siyaset bilimi, tarih ve sosyolojiden müteşekkil ironi, hayret ve dehşet verici bir durum arz eder. Daha açık bir ifade ile günümüz üniversitelerinin ilgili bölümleri yalancı; Medyası ikiyüzlü, alçak, uşak, yalaka ve kaypak; Politik-Acılar ise kahir ekseriyeti itibarıyla nitelikli dolandırıcı, üçkâğıtçı, düzenbaz ve sahtekârdır. Zaten aksi olsaydı, insanlık bu kadar çaresiz, huzursuz, güvensiz ve mutsuz olmazdı..   
Dolayısıyla, hakiki, halis ve samimi niyetle: Devlet idaresinde, millet iradesinin hâkim ve hükümran olması anlamına gelen Başkanlık Sistemini isteyenlerin, öncelikle buna lâyık ve müstahak olduklarını, eylemleri ile ispat edip, gözler önüne sermeleri lâzım gelir ki, inandırıcı ve güven verici olabilsinler. Bu, milletin hakkı; Talibin ahlâki, insani, vicdanî ve hukuki görevidir.
Âlimler için hüküm hikmet; Amirler için siyaset fazilet ve mutlak adalettir.
Adil olmayan amir (siyasetçi) ile namuslu ve dürüst olmayan âlim / akil adam, eğitim ve öğretim görevlisi, sorumlusu; Zalimin kapısında havlayan köpek derecesinde olup; Millete yapılan haksızlık, eziyet ve zulmün yegâne sebebidir. Halk içinde ise; Despot, cebbar, zalim, yolsuz ve yağmacıların zulmü karşısında sessiz kalan mel’un, münafık, mürai ve dilsiz şeytandır.    
Böylesine bir vebal ve derin sorumluluk, mutlaka dikkati gerektirir.
Dikkat: Adaletli, hakikatli, şefkatli, hikmetli, namuslu, dürüst ve demokrat olmayı zorunlu kılar. Aksi takdirde talibin talebi butlan, yani yok hükmünde, gayrimeşru ve menfur emellere, hırs, hased ve ihtirasa matuftur biline..
ŞU HALE NAZARAN
En azından; Daha sistem arayışına bile girmeden yargı, yasama ve yürütme arasında vaki, kuvvetler ayrılığı ilkesinin “mutlak ve mütekabil (kamusal ve toplumsal) denetleme kaydına bağlı özerklik” derecesi, düzey ve olgunluğuna erişmiş olması şarttır. Bunun yanı sıra: Siyaset kurumlarının, bilumum rezillik, keyfiyet, vesayet, sulta ve cunta unsurlarından arındırılarak “kitle partisi” vasfını haiz kılınmaları; Bütün seçimlerin Milli Delege Sistemi muvacehesinde namuslu, dürüst, doğrudan birey ve kamu yararına hizmete odaklı, tüm aşamalarında saydam, şeffaf ve yargı teminatına dayalı olarak düzenlenmesi; Halka vekil eşhasın bilumum korunma, özel himaye, ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlarının ilga edilmiş olması şarttır..
Anayasa, rejim veya sistem değişikliğine vazifeli geçici meclis ve milletvekillerininse, yukarıda öngörülen usul ve esaslar dâhilinde; hiçbir yönlendirici, baskılayıcı, dayatmacı unsur bulunmaksızın seçilmiş olmaları gerekir ki, milletin itimadına lâyık, adil ve güvenilir olsunlar. 
          Bu anlamda, mevcut parlamento’da “Milletin Vekilleri” olduğunu kim iddia edebilir?..

5 Kasım 2012 Pazartesi

İleri Demokrasi Diktatörlüğü...

“İLERİ DEMOKRASİ” DİKTATÖRLÜĞÜ!..
Mustafa Nevruz SINACI
“Tevil etmeye gerek görmeden ifade ediyoruz; Türkiye’de bir Diktatör var. Türkiye’de Diktatörlük rejiminin nihai dinamikleri hayata geçirilmek isteniliyor. Diktatörlüğün tüm tezahürleri Türkiye’de yaşanıyor. Tarihte yaşanan diktatörlük süreçleri Türkiye’de yaşanıyor.
Toplum; inançlar, etnik yapılar, tarihi değerler, Cumhuriyet değerleri,  sosyal ve ekonomik gruplar üzerinden ayrıştırılıyor.  Nefret söylemi Diktatör eliyle tırmandırılıyor….
            Yaşadığımız rejimde; Siyasilerin, Muhaliflerin özel hayatları yasa dışı yollarla izleniyor, görüntüleniyor. Bu görüntüler İktidar tarafından şantaj ve tehdit aracı olarak kullanılıyor. Fail ve sorumlular bulunamıyor. Başbakan Yardımcısına suikast iddiasıyla Kozmik Odalara giriliyor. Devletin stratejik sırları deşifre ediliyor.  Ancak suikastın sorumluları bir türlü bulunamıyor. Kamuoyu gelişmelerden her nedense bilgilendirilmiyor.
Gizli sürdürülen adli soruşturmalar Hükümet’in gayri resmi organı niteliğindeki basın organlarına Kolluk tarafından servis ediliyor, Şüpheliler itibarsızlaştırılıyor, infaz ediliyor; ancak servisi yapan mekanizmalar tespit edilemiyor.
            ÖSYM odaklı; KPSS, Yargıçlık Sınavları, TUS, Komiser Yardımcılığı Sınav Soruları servis ediliyor, ancak failler bir türlü ortaya çıkarılamıyor. Yargı da karartma ortamına iştirak ediyor; Konya’da kömür ve gıda yardımlarının dağıtıldığı bilgileri içeren Sosyal Yardımlaşma Vakfı Defteri kayboluyor, failler her nasılsa tespit edilemiyor, Savcılıklar takipsizlik kararı veriyor. Enerji Bakanlığı bağlantılı olarak 1 Milyar Dolar seviyesinde kömür yolsuzluğu yapıldığına dair Hazine Raporları esas alınarak Savcılığa suç duyurusu yapılıyor. Savcılıkta dosya 3 yıldır sümenaltı ediliyor faillere ulaşılmıyor. Gece yarısı Torba Kanun uygulamasıyla bu yolsuzluğun araştırılması engelleniyor. İktidara mensup Milletvekillerinin yolsuzluk fezlekeleri kayboluyor, ortadan kaldırılıyor, bu işlemleri yapan Savcı bir türlü bulunamıyor.
Basın üzerinde oto sansür kurumsal hale geliyor, oto sansürün yeni yöntemleri gelişiyor, muhalif gazetecilerin karşısına Hükümet Komiseri niteliğinde zaptiyeler yerleştiriliyor. Muhalif olmanın sembolü karikatür sanatı, İktidar sözcülüğünün temsilciliğine dönüşüyor… Karikatür sanatı nitelik değiştiriyor.
Bu rejimde: Uludere faciasının, Suriye’de düşen uçağın, 29 Ekim kutlamalarına ilişkin istihbaratın nereden geldiği bir türlü öğrenilemiyor. Devlet eliyle karartma uygulanıyor. Deniz Yıldırım ismindeki bir Gazeteci hakkında Yargıç ve Savcı dışında birileri “tutukluluğun devamına” şeklinde yazılı not düşüyor, Deniz Yıldırım tahliye edilmiyor. Bu notu düşen, bu kararı veren illegal merci bir türlü ortaya çıkartılamıyor. Bir milletvekili veya bakan hakkında 2004 yılında İsviçre’den valiz dolusu döviz getirdiği iddiaları basında yer alıyor, ancak olay tahkik edilemiyor. Yazıdaki iddialar tekzip dahi edilemiyor…
            Bu rejimde; Başbakan hakkında İsviçre’de 8 ayrı banka hesabının olduğu iddiaları dile getiriliyor. Ancak, Başbakan ilgili ülkeden aksine bir belge alma girişiminde bulunmuyor. Kamuoyu da bunları konuşamıyor, konuşamaz hale geliyor. Suudi Arabistan Kralının, Başbakan ve Cumhurbaşkanına verdiği hediyelerin tutarı ve akıbeti bir türlü öğrenilemiyor.
Bu rejimde; Yargı’da Hakkı Manav’lar yaratılıyor. Mahrumiyet bölgelerinde 1 ay görev yapan Savcı’lar, Yargıç’lar Adalet Bakanlığı bünyesine alınıyor. Şehit düşen Doğu Beyazıt ve Ovacık Savcı’larına Koruma verilmiyor. Hükümet ile yakın ilişkileri olduğu bilinen Danıştay başkanı, suç örgütü üyeleri ile 3 kez ve ayrıca özel araçta görüntüleniyor. Ancak, hakkında yargı prosedürleri işletilmiyor ve Danıştay kurum olarak zan altında bırakılıyor. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın emek ve tasarrufları üzerinden yolsuzluk yapan Deniz Feneri sanıkları Hükümet eliyle korunuyor. Alman Yargı Organlarının tespit ve hükümlerine göre “100 Yılın Soygunu Olan” bu yolsuzluğu soruşturan Savcı’lar görevden alınabiliyor. Yolsuzluk yapanları korumak için Hükümet Üyeleri’nin “Köstebeklik” yaptığını gösteren bulgular ortaya çıkıyor. Adalet ve İçişleri Bakanı soruşturmaya müdahale ediyor, delilleri karartıyor…” ./.. devamı var: (Yorumsuz Olması Gerekti) !…
YORUMSUZ OLMASI GEREKTİ!...
Mustafa Nevruz SINACI
“Bu rejimde ‘Ağaoğulları’ yaratılıyor. Ağaoğulları kavramını, Kamu yönetimindeki hukuksuzluk ve haksızlıkları ifade anlamında kullanıyoruz. Bu yolla Kamu alanları, orman alanları talan ediliyor. Ancak, unutulmamalıdır ki, Ağaoğulları sonuçta Diktatör’lerin elinde patlar, toplum ağır bedeller öder. Diktatör, açlık grevinin 50. Gününde olan insanları taciz ediyor, buna tenezzül; İnsaf ve vicdanla bağdaşmayacak şekilde ölüm sınırındaki insanları rencide ediyor. Diktatör, ülkenin Cumhurbaşkanı’nı hedef alarak , “Benim Valim’e nasıl talimat verirsin….” diyerek aslında faşizan zihniyetini itiraf ediyor. “Ben Devletim” diyor. Demokrasiden, insan haklarından, Devletin sorumluluğundan nasibini almadığını bir anlamda itiraf ediyor, tescil ettiriyor. Vali’nin, Cumhurbaşkanını ve Devleti temsilen görev yaptığını kabullenemiyor. Devletin Vali’lerini, Parti’nin Vali’leri ve kendisinin çalışanı zannediyor.
İşte bu ülkede faşizan süreç yaşanırken, Siyasi İktidar bir taraftan da,  Darbeleri Araştırma Komisyonu adı altında “Sanal bir gösteriyi” sergiliyor. Bu gerçekler daha da çoğaltılabilir. Bir belgenin İngilizce fotokopisini ilişikte sunuyorum. Tercümesini yaptırdık. ABD Ankara Büyükelçiliğinin düzenlemiş olduğu 24 Kasım 2008 tarihli bu belgeye göre;
Türkiye Cumhuriyeti Emniyet Genel Müdürlüğü, Silivri ve bağlı davalarla ilgili olarak ABD Elçiliğine raporlama yapıyor, brifingler veriyor. Yaptıkları açıklama ve değerlendirmelerde, soruşturma ve yargılamalar sonucunda, şüphelilerin mahkûmiyetinden emin olduklarını dile getiriyor, ayrıntıları anlatıyorlar. Emniyet birimleri yargılama yapıyor, hüküm kuruyorlar…
            Mezkûr belgeye göre; Başbakan’ın, Silivri soruşturması ve bağlı dosyalarla ilgili olarak davayı yürütenlerle haftalık toplantılar yaptığı ifade ve tespit ediliyor. Ortaya çıkan tablonun özeti şudur: Başbakan, Silivri ve bağlı olaylarla ilgili soruşturma dosyalarının doğrudan içindedir. Kolluk gücü, Siyasi iktidarın emir ve talimatları doğrultusunda görev yapmakta; Bu çalışmalarda, ABD mercilerinin izni ve icazeti alınmakta, bilgilendirmeler yapılmaktadır. Bu tablo, aslında şaşılacak ya da yadırganacak bir tablo değildir. AKP’nin Türkiye’yi getirdiği dramatik ve kaçınılmaz sonuçtur. Esasen; bir ülkede Diktatörlük varsa, Diktatörlük rejimi kurumsal hale gelmiş ise, Diktatör kaçınılmaz olarak yurt dışı dinamiklerle ilişkiye girer. Bu ilişki türü ve niteliği konjonktüre göre, Okyanus ötesi de, berisi de olabilir.
            Bir ülke; siyasi ve ekonomik anlamda nasıl sömürgeleştirilir, nasıl ayrıştırılır?
Bu tarihi süreçten söz ediyoruz. Bu süreç öyle bir süreçtir ki, sürecin sonunda; Yargı mekanizmaları kritik davalarda delilleri araştıramazlar, delillerden korkar hale gelirler. Zira deliller araştırıldığında Yargı mekanizmasının illegal yapılanma içinde olduğu ortaya çıkar. Türkiye’de Mahkemeler, gerçeklerin ortaya çıkmasından korkmaktadır. Bunun en bariz ve acımasız örneği Balyoz Yargılamasında ortaya çıkmıştır. Böyle bir tabloda, adalet, hukuk ve toplumsal barışın tesisinden söz edilemez. Böyle bir sürecin devamında kaçınılmaz olarak intikam ve husumet tohumları yeşerecektir. Bir toplum işte böyle ayrışır, böyle ayrıştırılır.
Değerli Basın Mensupları;
Diktatör’ler; kişisel ve siyasi hırsları uğruna ve ayrıca Devlet yönetiminde yaratmış oldukları yolsuzlukları ve hukuksuzlukları kamufle etmek amacıyla, İç ve Dış Savaş dahil, Türkiye’yi her maceraya sürüklemekten kaçınmayacaklardır. Bu kaygımızı halkımızın dikkat, takdir ve sorumluluğuna tevdi ediyoruz.
Narsist bir özgüvenin; Kifayetsiz ve muhteris bir yönetim anlayışının;
Marazileşen bir kibrin yol açtığı ve açacağı kabirlerden söz ediyoruz…
Elbette umudumuzu ve kararlılığımızı kaybetmiyoruz; Halkımız 29 Ekim tarihinde Cumhuriyet’in kurulduğu Ulus Meydanından haykırmış, bu oyuna izin vermeyeceğini, demokratik yollardan hesabını soracağını, dile getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşları arasında “Ötekiyi” yaratmadan hep birlikte Haramilerin Saltanatına son verecek, yeniden Bağımsız Türkiye’yi inşa edeceğiz…” (Atilla Kart, Konya Milletvekili, 02.11.2012 tarihli Ankara Basın Toplantısı; Tam metin..
Şimdi buyrun, “YORUM” Sizin!.. 

18 Ekim 2012 Perşembe

KÜRDİSTAN’IN RESMİ DİLİ

KÜRDİSTAN’IN RESMİ DİLİ
Mustafa Nevruz SINACI
            Tarih boyunca Türk Milleti’ni bölmek, parçalamak ve yozlaştırmak isteyenler sürekli “dil” faktörünü kullanmışlardır. Bu meyanda Hun (Macar), Bulgar ve Kırım (Tatar) Türkleri örnek gösterilebilir. Daha çok örnek vermek de mümkün. Ama gerçek şu ki; Millet olmanın ve millet olarak kalmanın başta gelen öğesi, olmazsa olmaz şartı dil’dir.
Kendine özgü, orijinal ve objektif, kadim dil’den yoksun topluluklar, marjinal yığın ve aykırı akımlar olup; “Millet” vasfını haiz değildirler. Dolayısıyla, hukuk boyutunda ayrı millet muamelesi göremezler. Uluslar arası kabul, kural ve evrensel hukuka göre: Bir ‘Resmi devlet’ lisanı vasfına haiz olmayan dil’ler; “lehçe veya ağız” kabul edilir. Bu ağız ve lehçeleri; “etnik dil” sahtekârlığı ile değil; Samimi ve insani “ana dil” algısı biçiminde konuşanlar hoşgörü ile karşılanır; Olağan hal ve doğalda, kültürel bir zenginlik olarak yaşatılmasına çalışılır.
Konumuz: Kürtçe, mütemmim unsur ve türevleri gibi; Her hangi bir ağız, lehçe, taklit, alıntı ve uyduruk söylemlerin; Bir sistem dâhilinde tevhit ve organize biçimde sentezlenerek; Sun-i bir dil ve millet yaratmaya matuf “insanlık suçu” kalkışmalarıdır. Bilhassa, insani, ilmi değerler yoksunu, vahşi ve cahil Batı tarafından bu suçun her işlenişi; Dünya’ya çok pahalıya mal olmuş; Gezegenin geleceği kâbusa dönmüş, yaşanan kargaşa, acı ve ıstırap, yeni nesilleri hayali sükûtlar ve derin hüsranlara sürüklemiştir. Dolayısıyla bu cürüm’e asla izin vermemek;  tekrarını men ve müteşebbislere “yataklıktan” şiddetle kaçınmak, bir insanlık görevidir..    
TC HÜKÜMETİ İNSANLIK SUÇU İŞLİYOR
İşte bu cihetle; Birbirinden çok farklı ağız ve lehçeleri, devlet eliyle tevhit ve Türk parasıyla; Milli mutabakat ve toplumsal rıza hilâfına teşkil etme cüreti gösterilen bir TRT-6 (şeş) kanalı en açık tabiriyle: İnsanlık Suçu işlenen menfur bir faaliyettir. Bu insanlık dışı hain kalkışma; Kürt dili olduğu varsayılan ağız ve lehçeleri sentezlemekte; Uyduruk bir söylemi bilim, sanat ve edebiyata uyarlamakta; Böylece “millet yaratmanın zorunlu kıldığı” tek dil, tek ağız ve tek lehçe sistematiği inşa edilmeye çalışılmaktadır. Menfur projenin arka plânında Türk, insanlık ve İslâm düşmanı ABD-AB ve lânetli işbirlikçileri vardır. Dayattıkları insanlık dışı bir süreçtir. Hükümet buna alet olmakta, gaflet ve dalâletle süreci hızlandırmaktır.
Oysa dünyada binlerce dil ölmekte, silinmekte ve yok olmaktadır. Kürtçe de; Asla dil özelliğine sahip olmadığı için, bu ölen ve yok olan ağız ve lehçeler arasındadır. Ama Türkiye Cumhuriyeti hükümeti şu anda; Helâl’lık alınmayan halk parasıyla hem bir dil oluşturmak ve hem de; Türkiye Kürtlerinin rıza ve muvafakati hilâfına terör-tedhiş eşkıya örgütünün sahibi taşeron unsurların dayatması sonucu: Yakın bir gelecekte mutlaka “bölünme ve parçalanma” nedeni olacak “bölücü bir millet yaratma” çabasındadır!..
AKP hükümeti bunun, derhal farkına varmalı, idrakinde olmalı ve hainliğe uyanmalı.. Mezkür hukuk ve ahlâk dışı, aykırı TV yayınını acilen kesmeli; Devlet eliyle dil çılgınlığına acilen son vermelidir. Bırakın, “çok istiyorlarsa” devlet denetiminde ve “ana dil” bağlamında insani çerçevede kendileri bir televizyon kurup, yayın yapsınlar. Zira mesele, asla masum ve müsemma bir olaydan ibaret değil, menfur bir ihanet projesidir. Üstelik projeyi dayatan hain güruh (AB/ABD) devleti ve millet parasını kullandıracak kadar alçak ve küstahtır biline!... 
            KÜRDİSTAN’IN RESMİ DİLİ İNGİLİZCE
            Aslında inanılması güç.. Meğer bakın gerçekmiş.
            Kuzey Irak'ta resmi dil neden ve niçin İngilizce acaba?...
            İşte, tekmil bir kitap bazında izah ve açıklamalı cevap:  
            “Yeni anayasa çalışmaları ve Arınç'ın Diyarbakır Emniyet Müdürü'ne destek vererek yaptığı "açılım" güzellemeleriyle birlikte bugünlerde televizyon ekranlarında sıkça tartışılan, gazetelerde bazı köşe yazarları tarafından "özgürlük, hak, vs" gibi "beylik" lâflarla savunulan bir konudur Kürtçe eğitim. Konuşmak, hele bilmeden konuşmak bizim ülkemizde çok kolay.
           Ama sahiden de Kürtçe eğitim olabilir mi? Bu konuyu inceleyen bir kitaba, en azından ben bugüne kadar rastlamadım. Abdullah Öcalan'a bile Kürtçeyi mi Türkçeyi mi daha iyi bildiği sorulduğunda "Ne Kürtçesi, ben rüyamı bile Türkçe görüyorum" demişti. Peki, PKK?
            Onlar kendi içlerinde Kürtçe mi kullanıyordu? Elbette hayır. Bütün iç yazışmalarını Türkçe yapıyorlardı. Eğitimleri, propaganda kasetleri, Öcalan kitapları hep Türkçeydi.
Çünkü Kürtçe ile herkes anlaşamıyordu. Ben aslında bu konuda size bildiklerimi anlatmıyorum. Kürtçe eğitim sorunu konusunda yeni çıkan ve çok çarpıcı bilgilerle dolu bir kitaptan nakiller yapıyorum….” 
YENİ BİR DİL VE DEVLET YARATMAK
Mehmet Yiğittürk’ün açıklama, aydınlatma ve uyarıları şöyle devam ediyor: 
“Kitabın adı: Kürtçe Eğitim Sorunu. Yazarı: Mehmet Bedri Gültekin.
Kaynak Yayınları'ndan çıktı. Mutlaka okunması gereken bir kitap… Çünkü yarın olası bir referandumda bu konuyu halka soracaklar ve çoğumuz işin aslını bilmeden oy vereceğiz.
Kitapta PKK'nın Türkçe yazışmalarının örnekleri de yer alıyor.
Hiç düşündünüz mü, Kürtçe ile meselâ hukuk dersi verilebilir mi? Ya da geometri problemlerinin çözümü öğrenilebilir mi?
"Dillerin bilim ve uygarlık dili haline gelmeleri 50 yılda, 100 yılda olmuyor.
Bir devlet geleneği, o dilde yaşanmış uygarlık deneyimleri gerekiyor."
İNGİLİZCE KONUŞAN KÜRDİSTAN
Sözgelimi Irak'ın kuzeyindeki Kürt bölgesi bugün fiili bir Kürt devletidir.
Orada durum nasıl? Anlatayım. Olmuyor, yapamıyorlar. Anayasalarını bile Kürtçe yazamadılar. Önce Arapça yazıp, ardından Kürtçenin Sorani lehçesine çevrildi. Ama çok büyük hatalar yapıldığını fark ettiler. Eğitimde de olmuyor. Üniversitelerdeki öğretmenlerin yüzde 90'ı yabancı... Okullardaki en önemli dil İngilizce. Eğitim İngilizce ve Arapça yapılıyor. Amerika bu üniversitelere denklik hakkı tanıyor. Ve bölgedeki cemaat okulları?
            Onlar da İngilizce eğitim yapıyor. Soranice ile anlaşılamadığı takdirde, günlük hayat İngilizce ile devam ediyor. Yani orada İngilizce konuşulan bir Kürt devleti kuruluyor.
            Örnek: Güney Sudan.,
             "9 Temmuz 2011 günü Güney Sudan bağımsızlığını ilan etti ve hemen ardından da BM'ye 192. üye olarak kabul edildi. Devlet Başkanı Salva Kiir Mayandik, Eylül ayında Washington'a resmi bir ziyarette bulundu ve gazeteler bu yeni devletin başkanının Teksaslı kovboy şapkasıyla verdiği fotoğrafın altına koydukları demecini yayınladılar:
'Güney Sudan'ın resmi dili İngilizce olacak ve eğitim İngilizce yapılacak.'
            Ülkede 7 dil konuşuluyor ve 24 etnik grup var. Bağımsızlıktan önceki resmi dilleri Arapça… Tam 20 yıl Sudan merkezi hükümetine karşı yürütülen bağımsızlık savaşı Batılılar, en başta Amerikalılar tarafından desteklendi." Türkiye'ye ne kadar benziyor bu öykü.
Batının amacı Kürtçeyi özgürleştirmek filan değil, bölgede bir kukla devlet kurmak.
            TÜRKİYE'DE KÜRTÇENİN RAKAMLARLA İZAHI
            Gelelim Türkiye'deki Kürtçe eğitim baskısına…
Tunceli Üniversitesi'nde 2009- 2010 öğretim yılında Kurmançca ve Zazaca dillerini seçmeli ders olarak müfredata dahil edildiğinde ilk yıl öğrencilerin yüzde 37'si Kurmançca, yüzde 34'ü Zazaca, ikinci yıl yüzde 12 Kurmançca, yüzde 7 Zazaca ders aldı.
Üçüncü yıl ise bir tek öğrenci bile kayıt yaptırmadı. Olmadı yani… Çünkü bazı duygusal kararlar hayatın gerçeklerine uymaz. Bu da böyle!... Olmadı.
Kürtçe, ne bilimde, ne de günlük hayatta ihtiyaçlara cevap verebildi.
            Çarpıcı bir rakam verelim: "Türkiye'de bir kuşaktan diğer kuşağa geçerken anadili Kürtçeden başka bir dil olan yurttaşlarımızın yüzde 17'sinin anadili değişmektedir." Bu yüksek değişimin nedeni sadece ve sadece ihtiyaçlar ve hayatın gerçekleridir. Örneği Tunceli Üniversitesi'nde yaşanmıştır. Kürtçe yaşatılmalı, öğrenilmeli, öğretilmeli, şiir ve şarkıları yeni, gelecek nesillere aktarılmalıdır.  Bu, bir kültür zenginliğidir. Ama bir şekilde eğitim dili olması pek mümkün görünmemektedir. Size bu konuda son bir rakam daha aktarayım. Ana dili farklı olanların yüzde 72'si annesiyle anadilde konuşurken, bunların sadece yüzde 27'si kendi çocuklarıyla anadilde konuşuyor. Ve bu her geçen yıl daha da azalıyor.
Bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Çünkü burada aktardıklarımdan çok daha çarpıcı ayrıntılarla karşılaşacaksınız. Sizlere birkaç ayrıntısını paylaşmak için elime aldım ama bir solukta bitiriverdim.           
Bu kitabı tartışmalıyız. Mehmet Yiğittürk
            NETİCE OLARAK:
            1. TC’nin kesinlikle, Kürt, sair unsur ve azınlıklarla hiç bir sorunu yoktur. Nasıl ki, eşkıya örgütü asala’dan iblâğ edilmek suretiyle, dâhili bedhahlarca teşkil edilmiş ve harici bedhahlarca kullanılmakta ise; “Türkiye’de ‘Kürt Sorunu’ var” diyen bil-umum eşhas da dönme, devşirme, bedhah, etki ajanı veya kripto-dur. Gerçekte Alevi–Sünni, Sağ–Sol veya Ermeni, Rum ve Yahudi gibi bir sorun olmadığı; Geçmiş sorunsalların tek kişi=tek düşman kaynaktan yaratıldığı gibi bu da, lânetli AB-ABD patentli gladyo ve baronların işidir...
            2. Başta, kadim GOETHE Enstitüsü olmak üzere, dünyanın hatırı sayılır bilim adamı ve kurumlarının tezlerine göre “Kürt” adlı bir millet olup olmadığı ile “Kürtçe” lisan konusu tartışmalıdır. Dolayısıyla zorlama ve yapay “dil ve millet” oluşturma çabası vahşi kapitalist - emperyalist unsurlar ile bunların kölesi feodal aşiret ve toprak ağalarının marifeti olmakla;
            Çözüm: Bölgesel Tarım reformu ve GAP Projesine ilâve, derhal bir Toprak Reformu yapmaktır. Zira: Güney Doğu da 3-4 milyon dönüm sulanabilir toprak varlığı; Örtülü Arap-İsrail ortaklığının iştahını kabartmakta,; Sahte, sanal ve dayatma Kürt Meselesi, kadim Şark Meselesi’nin turnusol kâğıdı gibi kullanılıp, TC istismar ve suiistimal edilmektedir.
Amaç: 
Türkiye'nin toprak ve su kaynaklarını ele geçirmek; Ayrıca; Türk Devleti'nin rant'ını paylaşmaktır.
            3. “Bugün Kürtlerden vergi alınmakta ve fakat hakları verilmemekte iddiası” külliyen yalan ve iftira; “TRT 6 (şeş) sürekli yayın yapabiliyorsa bu, Kürtçenin gücünden kaynaklıdır” söylemi ise asılsız ve gülünçtür. Kürtlere haklarını verirsen onlar seninle omuz omuza savaşır, Vermezsen böyle karşında savaşır” türü aykırı, asılsız ve tehdit içerikli söylemler ise maalesef psikolojik savaş, politika ve menfi propagandalardan ibarettir...
            Gerçek: Türkiye’de, tüm vatandaşlar için, imkân ve fırsat eşitliği esastır. Her yurttaş, mal mülk edinme hakkına sahiptir. İsteyen istediği yerde çalışabilir, yerleşip iş kurabilir. Buna bir engel yoktur. Ayrıca, ordu ve bürokrasinin her alanında Kürtlere yer verilmiş olup; Kürtler aşiret dayanışması içinde Ordu, Kamu, Siyaset ve Ticarette, diğerlerine nazaran çok daha ileri imkânlara kavuşmuşlardır. Bu gün aktif siyaset unsurlarının % 70’den fazlası Kürt’tür!...
            Dil konusu abartılıdır. Nitekim: Almanya'da mukim Kürtlerin, anadilde eğitim talebine 16 eyalet olumlu cevap vermemiş, 6 eyalet reddetmiş ve Saksonya Eyaleti; "Kürtler, Türkçe ve Arapça biliyor, Türkçe eğitim veren okullara gitsinler" önerisinde bulunmuştur. Kaldı ki,
K. Irak’ta Devlet Üniversiteleri kısmen Kürtçe, ağırlıklı olarak da Arapça ve İngilizce eğitim vermekte; Sadece Dohuk’ta eğitim tümüyle İngilizcedir. Aralarında Türkiye kaynaklı IŞIK Üniversitesinin de bulunduğu özel Üniversitelerin tamamının eğitim dili İngilizce olup; Çok enteresandır, Kuzey Irak (Kürdistan) üniversitelerine Türkiye’den burslar verilmektedir...
            4. Dil konusunda TDK ve dil bilimcilerin önerisi alınmak gerekirdi. Buna müracaat edilmeden tasarrufta bulunulması tam bir cehalet ve felâkettir. Yanlıştan dönülmesi şarttır.
            5. Bugün, Kürt halklarının sosyal ve sosyo-psikolojik yapısı incelense, daha çağdaş medeniyet düzeyine bile ulaşmadıkları ortaya çıkar. Özellikle kadının durumu, okuma-yazma oranı, ibadet ve sosyal sorumluluk bilinçleri çok zayıf olup; Kürt mahallerinde eğitim-bilim, sanat-kültür, teknoloji geri; Kayıt dışı, kaçak ekonomi, yolsuzluk ve suiistimallerin çok ileri seviyede olduğu gözlenir. 
            Fakat her şeye rağmen Türkiye, eğer gerçekten “çağdaş medeniyet seviyesine” ulaşmak ve o’nu aşmak; Demokrasi, adalet ahlâkı ve hukuku yaşamak istiyor ise; Tabiatıyla bunu, başta Kürt kardeşlerimiz olmak üzere; Toprak, Bayrak, Dil, asgari müşterek ve Milli değerlerimize samimi sadakatle bağlı “Türkiye Cumhuriyeti” vatandaşları ile birlikte başaracaktır. Hainler, narko-terör unsurları, din tüccarları ve misyon tacirleri ile değil!... 

10 Ekim 2012 Çarşamba

AKP’NİN “28 ŞUBAT” SENDROMU

AKP’NİN “28 ŞUBAT” SENDROMU
Mustafa Nevruz SINACI
            Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’nın en işlek yollarından biri olan Anadolu Bulvarı’nda bir üst geçitte, 6 Eylül 2012 Cumartesi günü çok sayıda el bombası ve kalaşnikof mermisi bulundu. Başkent'te bomba alarmı verildi. Fakat aynı gün akşama kadar, bulunan 11 adet el bombası ile 16 adet uzun namlulu silahlara ait mermiler hakkında; Bakanlık, valilik, emniyet, belediye yahut bölge muhtarlıklarından herhangi bir açıklama gelmedi!..
Ne hikmetse!, Düşmana dost; 
Halk'a düşman gibi davranıyor...
            Hükümet’in parti, meclis ve komisyonları 28 Şubat’la meşgul oldukları ve konuya pek fazla alâka gösteremediklerinden; Etkili, yetkili, görevli ve sorumlu kurumlardan da bir haber çıkmadı. Dolayısıyla, malum ve mezkür el bombaları ile mermilerin, menfurlar tarafından, ne vakit, hangi amaçla oraya konduğu; Payitaht’a nereden, nasıl ve niçin getirildiği de gün içinde açıklık kazanmadı, aydınlanmadı ve anlaşılamadı… Halâ da bir muamma!...
            Lâkin başta Kumrular, Kayseri Pınarbaşı ve Gaziantep vukuatları olmak üzere; Son günlerde yaşanan gasp, irtikap, anarşi, terör, tedhiş ve patlatma vakıalarının hiçbirisi muamma değil. Üstelik trajikomik… Her biri bir utanç, ihmal, zaaf veya kollama, koruma yahut yardım ve yataklık tür ihanet vakası. Sonuçta, anarşi ülkemizin her yanında korkusuzca kol geziyor.
            Karakol basıyor, yol kesiyor, kendince etnik kimlik ve pasaport kontrolü yapıyor.
            Irkçı yandaşlarından parlamentoya soktukları yandaş ve yoldaşları ile askeri güvenlik bölgesinde buluşuyor, öpüşüp hasret gideriyorlar. Zavallı iktidar zerre kadar anayasal ve yasal sorumluluklarının farkında ve idrakinde değil. Sadece lâf ebeliği yapıyor, tehditler savuruyor ve popülizmle günü kurtarıyorlar. Ağlanacak halimizi alay konusu eden bir müdür atamaktan başka eylemleri yok!.. Muhalefet denen melânet paralize güruh ise aval aval seyir halinde... 
            Mücrimler her biri bir meydan okuma olan cürümler yaratıp karakol basıyor. Tonlarca uyuşturucu, afyon, esrar, benzin, mazot, sigara ve silâh kaçakçılığı yapıyor; Okul kundaklıyor, talan, tarumar ediyor, dağa asker-sivil vatandaş kaçırıyorlar. Üstelik bunların tamamı: İsrail’e yasa dışı yollarla girenin 3-5 dakikada tespitle 5-6 dakikada infaz edildiği; Amerika’da en geç 10 – 15 dakika içinde kanunsuz duhulün takibe alındığı; Bulgaristan’da kimsenin izinsiz girip çıkamadığı “milletlerarası devlet sınırları” içinde cereyan ediyor.. İğrenç bir yüzkarası…
            Yuh be kardeşim. Yuh beeee… Lânet olsun hepinize….
            Bu Devletin Korucu, Jandarma, Asker, Polis, MİT’çi ve sair güvenlik unsurlarını sayıp topladığınızda adetleri milyonları buluyor. Güvenlikten doğrudan veya dolaylı sorumlu köy ve mahalle Muhtarları ile İçişleri Bakanına kadar olan silsileyi hesaba kattığınızda; Nasıl bir haramzadelik, yan gelip yatma, onursuzluk, umursuzluk, sorumsuzluk, gaflet, dalâlet ve/ya görevi ihmal, yolsuzluk ve suiistimal yahut (haşâ) yardım ve yataklık, ihanet, iştirak olayı ile karşı karşıya olduğumuzu tahmin ve tasavvur etmek güç değil!..
            Aksi takdirde sınırdan içeri “yasa dışı yollardan ve izinsiz olarak” kimse giremez; Ülke ve halkın huzur ve güvenliği asla tehdit edilemezdi. Girilebildiğine, fiili tehdit-tarumar olabildiğine göre, bu acil durumun irdelenmesi, yetkili ve sorumluların ivedilikle takibe alınıp soruşturulması, sorgulanması ve mutlaka adalet önüne çıkartılıp yargılanması gerekir.              
            İş bununla kalsa iyi!..
            Diğer taraftan haksız zamlar patlıyor, pahalılık ve gizlenen enflâsyon, en aziz, kadim ve en değerli varlığımız, yegâne kutsalımız insan unsurunu “insanlık dışı bir zulümle” alçakça süründürüyor. Niçin alçakça? Bazı temel yaşam unsuru hizmet ve hayati tüketim malları dört katından on katına kadar satılıyor. Müthiş bir piyasa terörü var. Denetim ve teftiş kurulları atıl vaziyette, resen soruşturma yapamıyor, yolsuzluk ve suiistimallerin üstüne gidemiyorlar. 
            Dahası: Dünyada hiç bir devlet, öz sınırları içinde doğup büyümüş vatandaşına “etnik dilde” savunma izni vermiyor. 80’lik nineler hariç. Onlara elbet tercüman da bulunur, avukat da… Ama, ülkede doğup büyüyen siyası amaçlı narkoterör odaklı menfur şovculara değil..
Tüm bunlar: İğrenç bir zaaf, korkaklık veya himaye, iştirak ve işbirliği sonucudur. 
Sebep: 28 Şubat sendromu. 
Yeter artık!.. 
Gelin, umur-u devlet ve adalete rücu edin.... 
***
MÜSTENİDAT YERİNE KAİMDİR (MÜSBİT BELGE)
RİFAT SERDAROĞLU - OSLO  EMNİYET  MÜDÜRÜ
RİFAT SERDAROĞLU
Başbakan Erdoğan’ın özel emri ve izniyle Oslo’da PKK terör örgütü liderleriyle görüşen devlet görevlileri, “Güneydoğu Bölgesinde sizin ve İmralı’nın istediği Vali ve Kamu Görevlileri atadık”  demişlerdi.
“Sizin için Habur’da hukuku yok ettik” , “Sizinle savaşan Türk Ordusu şimdi içerde” sözlerini de söyleyince, her biri “Vatana İhanet” sayılacak bu cümleler için Cumhuriyet Savcıları soruşturma başlatmışlar, Başbakan Erdoğan bir gecede kanun çıkararak, ihaneti yasa ile şimdilik örtmüş  ve T.C. Devletini koruyan Cumhuriyet Savcıları, acilen başka görevlere atanıp dağıtılmışlardı.
Örgütün istediği Vali ve Kamu görevlileri sözü, lafta kalmamış ve AKP Hükümeti tarafından bu bölgede terör örgütüne ve onun taleplerine sıcak bakan görevliler atanmıştı.
Böyle olmasa;
*Yasalara aykırı olarak İlçe-Belde,Köy isimlerinin Kürtçe değiştirilmesine Kamu görevlileri izin verirler miydi?  Başbakan’ın tabiriyle, “sıkıyorsa” Ege’de bir köyün ismini değiştirin de dünyanın kaç köşe olduğunu göstersinler size!...
*Polis ekip otosundan, hakkında kesinleşmiş mahkeme kararı bulunan bir suçluyu zorla alıp, polisleri dövenler hala serbest kalırlar mıydı? Karadeniz’de Orta Anadolu’da-Marmara’da Polis’e         sert bir şekilde seslenin de başınıza neler geleceğini bir görün!...
* Örgüte sıcak bakan yöneticiler olmasa, terör örgütünün paçavraları her yere asılır mıydı?  Türk Bayrağı sadece resmi dairelere asılacak hale gelir miydi?
*Kamu görevlileri göz yummasa hukukun yok edildiği “Habur Rezaleti” yaşanır mıydı?
Oslo tipi Kamu Görevlilerine ilk örnek şimdiki Başbakan Müsteşarı Efgan Ala’dır.  2004 yılında getirildiği Diyarbakır Valiliğinden sonra, T.C Devleti Bürokrasisinin en tepe noktasına getirilmiş ve bölgedeki tüm atamalar onun onayından geçmiştir.
Bir diğer örnek ise şimdiki İzmir Cumhuriyet Başsavcısı Durdu Kavak’tır.
Habur olayları sırasında Diyarbakır Başsavcısı olan Kavak, İzmir’e atanınca tüm gazetelere “Ana dilde eğitim ve öğretim’in gerekliliği” ve devletin bu olayı desteklemesi gerektiği yönünde defalarca röportajlar  vermişti.
Anayasa’nın 42. Maddesi yürürlükte iken, bir Başsavcının korumak zorunda olduğu Anayasa maddesini çiğnemesi anlaşılır bir olay değildi. Aynı Başsavcı, bir genelgeyi ilgi tutarak İzmir Adliyesindeki Atatürk tablolarını da indirtmişti.
Şimdide, hiç derdimiz yokmuş gibi, kendi ağzından “Milör Travma “ geçirdiğini, çeşitli gel-git’ler yaşadığını, Polis Akademisinde tiyatro kurduğunu, ufak-tefek şiirler yazdığını söyleyen“hassas ve ince ruhlu” bir Emniyet Müdürü;
*Önce Vatan değil, önce insan,
*Dağda ölen terörist için ağlamıyorsanız, siz insan değilsiniz, diye saçmalayabiliyor!...
Her ölen insan için elbette ki üzülürüz, yeri geldiğinde de ağlarız. Fakat bu ülkenin askerini, polisini, kundaktaki bebesini, yaşlı dedesini kalleşçe ya arkadan vuran, ya da mayınla öldüren bir sapık katile niçin ağlamalıyız ki?...
Her asker öldürdüklerinde bayram yapanlar bu sapıklar değil mi?
Önce Vatan, diyemiyorsak, bize bu vatanı emanet eden şehitlerimizi nereye koyacağız? Bunlar boşuna mı öldüler?
Cemaat- Tarikat üyeleri, El-Kaide ve Hizbullah üyeleri için de, hassas müdür gibi vatan önemli değildir. Seccadelerini serip, namazlarını kılabildikleri her yer onlar için vatandır!...
Diyarbakır’ın bu hassas ve ince ruhlu Emniyet Müdürüne tavsiyem, işini doğru-düzgün yapmasıdır. Felsefe yapıyorum diye saçma sapan konuşup, polisin direncini kıracağı yerde, PKK’nın kaçırdığı polisleri kurtarmaya kafa yorsun.
Yeni Oslo’lara katılıp, Eşbaşkan’ın Türkiye’yi bölünmeye götürecek fikirlerini dillendirecek, çok sayıda adam müsveddesi var nasılsa. Hem de Ankara’da.
Başbakan Erdoğan’a;
Bu Emniyet Müdürünün emrinde çalışan bir polis, bu sözlerden sonra, canını hiçe sayarak, terörist kurşununun üzerine nasıl gidecek?
TÜSİAD Başkanı konuşunca “herkes işine baksın” diye fırçalıyorsunuz.
Sizin terörle mücadele politikanız, Emniyet Müdürünün işi mi?..
Teröristi “okşayarak mı” etkisiz hale getireceksiniz? Yeni açılımınız bu mu?...
Sağlık ve başarı dileklerimle;  
09 Ekim 2012
RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
twitter.com/rifatserdaroglu
0 532 211 00 11