18 Şubat 2013 Pazartesi

parlâmento, parlamenter ve parti sahiplerine açık mektup...

EMANETİN BEKÇİSİ,
HALK HİZMETKÂRLARINA AÇIK MEKTUP
Mustafa Nevruz SINACI
Cemil Çiçek, Parlâmento Başkanı,
Recep Tayip Erdoğan, Bakanlar Kurulu Başkanı
Veysel Eroğlu, Çevre, Orman ve Su İşleri Sorumlusu (ile)
Bütün parti sahipleri ve parlâmenterlere
Parlâmento/ANKARA
Konu: Parlâmento gündeminde yer alan, “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma” kanun tasarısı hakkında görüş, tenkit ve öneriler… (*)
Türkiye Cumhuriyeti’ni 55 yıldır, alçak ve küstah bir tavırla “dış kapıda bekletmek”, emsallere aykırı, insanlık, ahlâk ve evrensel hukuk dışı dayatmalara maruz bırakmak ve Türk Milletinin onur, şeref ve haysiyetini rencide etmek.; Ayrıca iç sorunlar yaratıp anarşi, terör ve tedhiş unsurlarına yardım ve yataklık yapmayı adet haline getirmek gibi “insanlık suçları” ile malul AB tarafından, müktesebat bahanesi dâhilinde fiilen kabule zorlanan; Halihazır, (usulen ve tefhimen) Parlâmento prosedürüne intikal “Tabiatı ve biyolojik çeşitliliği koruma kanunu” nun gündemde yer alan mevcut haliyle Meclis’te görüşülmemesi; Emanetin bekçisi ve millet hizmetkârlarına dayatılan bu aykırı tasarı ve konuyla ilgili herhangi bir karara varılmaması ve Kanun’un ‘halkla istişare edilerek’ katılımcı bir süreçte yeniden hazırlanması konusunda ilgili makamlara görüş vermenizi; Milli Devletin, devlet mülkü ile ülkedeki bütün maddi varlıkların hakiki sahibi ve devletin unsuru aslisi; Emanetçisi ve mülkünün bekçisi olduğunuz vatandaşa ayrıntılı bilgi vermenizi ve milletle mutabık kaldıktan sonradır ki; Genel Kurula indirmenizi istiyor, hatırlatıyor ve “adalet ahlâkı ile evrensel hukuk adına” talep ediyorum.
Talebimin sebep, dayanak ve gerekçeleri aşağıdaki gibidir.
1-      Kanunun hazırlık süreci katılımcı değildi:
Kanun, sözde müktesebat gereği bir AB dayatması olup; konunun gerçek tarafı “halk, bilim kuruluşları, Üniversiteler, basın ve kamuoyuna açık katılımcı bir süreçle” hazırlanmadı. Bu haliyle şeffaflık ilkesine aykırı, kamu yararı aleyhine, karar alma süreçlerini ihlâl ile sakat ve katılım yönünden demokratik değildir!.. Ülkemizi 30 yıl önce hazırlanan yasaların daha da gerisine götürecek niteliktedir.
2-Doğal Sit statüsü kalkıyor, mevcut ve “milli servet” değeri yönünden korunan alanların statüleri yeniden değerlendirilecek:
Kanun’la birlikte ülkemizde bugüne kadar ilan edilmiş bütün korunan alanların (Sit, Milli Parklar, Yerel Habitatlar, Doğal ve Yaban Hayatı Koruma Alanları, vb) statüsü yeniden değerlendirilecek. Söz konusu yeniden değerlendirme sürecinin nasıl bir yöntemle, hangi usul, esas, kriter ve bilimsel esaslar göz önüne alınarak gerçekleştirileceği sarahaten tespit ve tayin edilmiş değil. Aksine, hüküm ve kavramlar çok muğlâk, esnek, belirsiz.. Tasarıyla öngörülen bu süreçte birçok Milli servet, kültürel değer, nadide eser, alan ve endemikler mevcut koruma statüsünü kaybedebilir, orijinal fauna tahrip edilebilir; Şu an için Ankara 100 Yıl Birlik Parkı kalkışmasında olduğu gibi kadim park ve bahçeler peşkeş çekilebilir. Yaşamın olmazsa olmaz şartı doğal denge bir daha tamir imar ve telâfisi kabil olamayacak derecede tahrip ve tarumara maruz kalabilir. Dolayısıyla ve bu yönüyle teşebbüs emanete hıyanet meyanındadır...  
Ayrıca mezkür Kanun tasarı ve teşebbüsü ile birlikte, mevcut ve meri ‘Doğal Sit alanı’  statüsü ortadan kalkmakta; Halen kısmi yahut bütünsel koruma kapsamında yer alan “mevcut eko sistem, milli servet, tabii değer, doğal sit alanı-orman, meralar ile; Geçerli bilumum kural, kanun ve tedbirlere rağmen, ülkemizin her tarafında “bilinçsizce, adeta insanlık, sürdürülebilir yaşam ve doğal değer düşmanlığı” ile ihtirasla, hırsla yağmalanan tarım ve ziraat arazilerinin  akıbetinin ne olacağı:, “Çok büyük bir tehdit, gasp ve tehlikeye maruz kalabilecek derecede” kuralsız, korumasız, tedbirsiz ve belirsizdir. Bu belirsizlik: Avrupa, Asya ve Orta Doğu’nun en zengin faunasına sahip ve fakat sürekli yağmalanan “mevcut Türkiye” şartlarında asla göze alınamaz. Zira çok iyi bilindiği üzere hali hazırda Türkiye yüzölçümünün yaklaşık % 4 - 5 civarı korunan alan statüsüne sahip olup; Bu alanların daha da genişletilmek suretiyle koruma işlem ve kapsamının genişletilerek sürdürülmesi hayati önem ve mutlak zarureti haizdir.
Kaldı ki; Türkiye’nin de taraf olduğu; Aynı AB ülkeleri ile gelişmiş dünya devletleri tarafından en kapsamlı şekilde, hassasiyetle, tam bir dikkat ve özenle uygulanan Uluslar arası Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi gereğince ülkemizin 2020 yılına kadar;
1) Doğal habitatlarının, (ekolojik değer, ekilebilir ve sulanabilir tarım, ekim, ziraat alanı, park, bahçe, mera ve orman; Nadir bitkiler, doğal havzalar ve endemik yapı) tahribat, amaç dışı kullanım ve kaybını sureti katide önlemek, ortadan kaldırmak; Merkezi veya yerel idarenin buna muktedir olamaması, aciz kalması gibi dumur hallerinde ise en az yarı yarıya azaltmak, her şeye rağmen mümkün olan yerlerde sıfıra indirmek;
2) Mümkünse tamamını, değilse karasal ve içsu alanlarının (havzaların) minimum % 17’sini, deniz ve kıyı alanlarının %10’unu korunan alan olarak ilan etmek; Gerçekten koruma altına almak, mevcut tahribatı imar ve ıslah ederek kıyı yağmasını bütünüyle önlemek; Denize şehir atıkları dökümü, lâğım ve atık su (kanalizasyon) bağlanması nevinden;. Ancak ve sadece insan altı idare unsurlarının işleyebileceği suç saiklerini kesinlikle men ve tedip etmek…    
3) Amaç dışı edinim ve tasarruflar sonucu, doğal yapısı bozulmuş alanların mümkünse tamamının, değilse en az %15’inin (hedef mutlaka tamamı olmalıdır) koruma ve restorasyon çalışmaları ile geri kazanmak hedeflerini yerine getirilmesi gerekiyor.
Oysa malum, münhasıran çıkar odaklı ve melhus tasarı bu haliyle yasalaşırsa bırakın yeni alanlar ilan etmeyi mevcutların bile etkin biçimde korunması mümkün olmayacaktır.
3-“Üstün kamu yararı” gerekçesiyle korunan alanlar yatırıma açılabilecek:
Parlamentoya sunulan taslak içeriğinde: “üstün kamu yararı” gerekçe gösterilerek korunan alanlarda her türlü yatırıma izin verilmesine ilişkin düzenleme var. “Üstün kamu yararı” ise açıkça tanımlanmamış. (Örneğin bir otoyol, enerji yatırımı, sanayi tesisinin bir milli park içerisinde veya milli parkı doğrudan etkileyecek bir bölgede yapılması mümkün olabilecek) Bu düzenleme teşebbüsü, “insani veya doğal hayatin davamı yönünden hayati önemi haiz ve halkın tamamının mutlak menfaatine müteallik zaruret halinde kamulaştırma yoluyla” tasarruf hariç olmak üzere,; Başkaca bir “üstün kamu yararı” düşünülemez… 
Mutlak bir hayati zaruret olmadıkça doğal fauna, ekolojik denge, bitkisel ve hayvani hayatın neş’et ettiği alanlar; Dereler, Göller, Su kaynakları, Deniz sahilleri, ekilebilir toprak, sulandığı takdirde yeşerebilir alanları: Sanayi, ticaret, yoğunluklu bina içeren turizm tesisi ve konut alanı olarak imar ve ikame etmek insana ve vatana ihanet etmektir.      
4- Bakanlık dışında kimsenin söz hakkı yok:
Kanun’un genelinde; Hali hazır AB ülkelerinde uygulanan usul ve esasa dahi aykırı olarak; Yöre halkının, bilim ve sivil toplum kuruluşlarının ve diğer hukuki hak sahibi malik ve paydaşların; Korunan alanların ilânı, planlaması ve yönetimi süreçlerine aktif bir biçimde katılımını sağlayacak hiçbir düzenleme, amir hüküm, takip ve denetim mekanizmaları yok.
16 Mart 2011 tarihinde kabul edilen tasarıda yer alan katılım mekanizmaları (Ulusal Tabiatı Koruma Kurulu, Mahalli Tabiatı Koruma Kurulu ve Bilim Heyeti) bile iş bu tasarıdan (muhtemel art niyetler, bazı özel hesaplar ve sair çıkar sağlama niyetleri nedeniyle olsa gerek) çıkarılmış. Bütün dünyada biyolojik çeşitliliğin korunması için “katılımcılık” olmazsa olmaz fikir ve fiili bir ilke olarak benimsenmişken, bu Kanun taslak ve tasarısında halkın karar alma ve fiilen uygulama süreçlerine katılımını sağlayacak kanalların yer almaması kabul edilemez.
Ciddi bir takip ve koruma mekanizmasının yokluğu da büyük bir eksikliktir.
5- Milli Parklar Kanunu’nu yürürlükten kaldırıyor:
Kanun’la birlikte mevcut Milli Parklar Kanunu yürürlükten kalkıyor.
2873 sayılı “Milli Parklar Kanunu”, ülkemizde, doğa koruma konusundaki en önemli yasal düzenlemelerden bir tanesi. Oysa bu tasarıda korunan alan statülerinden bir tanesi olarak “milli park” statüsü yer almasına rağmen, bu kapsamda mütalâa edilecek alanların hangi usul ve esaslara göre yönetilip korunacağı belirsiz, muğlak ve muallaktır. Milli Parklar Kanununun (kabul edilmesi halinde) bu Kanun ile birlikte yürürlükten kaldırılması hali hazırda zaten ciddi baskılarla karşı karşıya kalan Milli Park alanlarımızı olumsuz biçimde etkileyecektir..
Özellikle son dönemde sayıları hızla artan ve çoğu “Mili Habitat’ın gerçek hak sahibi” halkın isteği hilâfına, şiddetli red ve tepkisine rağmen inşa edilmeye çalışılan HESlere açılan “karşı davalarda” Milli Parklar Kanunu önemli bir dayanak ve bu tasarı ile beraber bu sağlam dayanak, her ne hikmetse “rantiyenin önündeki engel” anlayışı ile olsa gerek maalesef ortadan kaldırılıyor. Bu da ülkemiz, milletimiz ve geleceğimiz için büyük kaygı, kayıp ve engeldir.
Şu hale nazaran: Beklenir yağma, haksız edinim girişimleri ve peşkeş kalkışmaları karşısında stabilizatör değeri olan kanunlar mutlaka kalmalı veya onu ikame eden kanunda, daha etkin bir düzenleyici / koruyucu biçiminde yer almalıdır.   .
NETİCE OLARAK:
Gerek hazırlık süreci, gerekse getirdiği aykırı düzenlemeler itibariyle son derece sakıncalı ve endişe verici bu Kanun Tasarısı’nın mevcut haliyle yasalaşması halinde, zaten yıllardır ekilebilir alanları, ormanları, sit ve sair ekolojik değerleri yağmalanan ülkemizdeki doğal yaşam alanlarının ve biyolojik çeşitliliğin; Nadir bitkiler, doğal havzalar ve endemik yapı ve hayvan potansiyelinin kaybedileceği bir gerçektir.
Esas amaç ve kurulum ilkeleri bağlamında “Koruma” misyonundan uzak, adeta doğa koruma alanlarını ticari kullanıma açmanın yollarını tanımlamak için hazırlanmış bu Kanun tasarısının ülkemizin doğasını çok kısa bir süre içerisinde geri dönüşü olmayacak şekilde yok edeceğine inanıyorum. Bu alanda uzun yıllardır örnek çalışmalar yürüten birçok sivil toplum kuruluşunun da bu Tasarı’ya karşı çıktığını biliyor ve bu çabalarını yürekten destekliyorum.
Tüm bu olumsuzluklar, mücbir nedenler ve yaşamsal sebeplerle sizlerden bir an önce “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı’nı”; Millet iradesinin “yasama erki ve devlet idaresinde” yansıması olmaktan uzak parlâmento seçkinleri gündeminden çıkartıp,; Çok ayrıntılı bir biçimde ve milletle birlikte değerlendirilmesi ve “mevcut yapı çerçevesinde” bu kadar önemli, hayati bir ve milli bir konuda “halk adına karar verme hak ve salâhiyetinizin bulunmaması” cihetiyle; referanduma gidilmesi kaydıyla taslağı işlemden kaldırmanızı ve bu haliyle üzerinde karar almamanızı talep ediyorum...
Gelecek nesiller için çölleşmemiş, kirlenmemiş, yaşanabilir bir Türkiye bırakılmasını arzu eden ve “nihayetinde bütün parlamenterlerinde bir insan olduğu düşüncesiyle” içtenlikle ve kamu yararına, ulusal onur ve sorumlulukla hareket eden bir yurttaş olarak.; Sizlerden söz konusu  kanun tasarısının parlamento gündeminden mutlaka geri çekilmesi ve kamu yararını esas alan şeffaf, katılımcı bir süreçte yeniden düzenlenip, hazırlanması için gerekli adımların atılmasını talep ediyorum. Bu Tasarı’nın durdurulmasına yönelik bugün atacağınız adımların, ülkemizin geleceği için yapılmış en değerli yatırım olarak tarihe geçeceğine inanıyorum.
Şurası mutlaka bilinmelidir ki: Bilerek ve isteyerek, taammüden  doğa’ya ve doğal’a saldıran, tabiatı tahribe yeltenen, hasar ve zarar verenler, azılı ve amansız insanlık düşmanlarıdırlar. 
            Gereğinin milli menfaatler doğrultusunda, ülkemiz, milletimiz, çocuk ve gençliğimizin geleceği dikkate alınarak yapılması ve icabında “sağlam, sağlıklı, demokrat, kalıcı, namuslu, dürüst, iyi ve uygulanabilir, sürdürülebilir” bir kanun hazırlanması için mevcut tasarının geri çekilmesi hususunda gereğinin yapılmasını; “Milli duyarlık ve sosyal sorumlulukla, yönetimi denetleme görevimiz gereği” arz ve talep eylerim.., 
Mustafa Nevruz SINACI 
Siyaset Bilimci - Hukukçu, Gazeteci, Araştırmacı-Yazar
(*) Not: İş bu açık mektup metni; AKUT (Arama Kurtarma Derneği) Başkanı sevgili ve değerli Ali Nasuh MAHRUKİ tarafından düzenlenen kampanya bazında düzenlenip hazırlanmıştır. 
** YORUM VE KATKILAR:
Adsız "parlâmento, parlamenter ve parti sahiplerine açık ..." kaydınıza yeni bir yorum yaptı: 

Ne güzel kaleme almışsınız. Bu ülkede mevcut iktidarın yaptıklarını hep eleştiren konumunda olmak istemiyoruz ama, "bizim dışımızdaki ülkelere demokrasi gelmeli" diyenlerin kendi ülkelerinde demokrasiden uzaklaştıklarını görmek çok acı geliyor. Biz halk değil miyiz? Neden sesimize kulak verilmiyor? STK'ların girişimleri hiç dikkate alınmıyor. Kendisine aydın diyenlerin doğruları ortaya koyan tepkilerini ortaya koyması gerekiyor. Sizi bu yönden kutluyorum. Ülkemizi bilgiden, sevgiden, doğadan uzaklaştıran her türlü harekete karşı "ben de varım" demek istiyorum. Sevgi ve saygılarımla...
Prof. Dr. Ruhsar YANMAZ
A. Ü. Ziraat fakültesiBahçe Bitkileri Bölümü 

10 Şubat 2013 Pazar

Kirli Oyun, Kalleşlik ve Hain Tuzak

KİRLİ OYUN; 
KALLEŞLİK VE HAİN TUZAK
Mustafa Nevruz SINACI
            Tarih boyunca, düşman tarafından, alnından vurulmuş bir Türk görülmemiştir.
Türk’e düşmanlık edecek kadar alçak; Medeniyet, adalet ahlâkı, hakkaniyet, huzur ve hukuk yoksunu cani, gaflet, dalâlet ve hıyanetle malul sömürgeci zalimler, O’nu daima kalleşçe ve sırtından vurarak hançerlemişlerdir. Daha açık bir deyimle: Türk Milletinin düşmanları asla dürüst ve mert değil; “ekmeğini yiyip, kuyusunu kazan, tuzak kurup gözünü oyan cinsinden” olabildiğince kancık, din tüccarı, siyaset simsarı, imansız ve kalleştirler. 
            Bu nedenle atalarımız, “Sinsi, alçak- dessas ve kalleş dostlarımız olacağına, dürüst ve mert düşmanlarımız olsun daha evlâdır” diyerek; Asırlardır maruz kaldıkları gizli kalleşlik, dış güdümlü isyan, işbirlikçilik, iki yüzlülük ve menfur ihanetleri hayıfla dile getirmişlerdir. Dâhili ve harici bedhahlara dikkat çekmek için kullanılan “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” Ata Sözü de bunu en iyi ve en bariz şekilde kanıtlar mahiyettedir.
Dolayısıyla AtaTürk’ün: (tam ve orijinal haliyle) “Türk demek: Türk’çe konuşmak, Türk’çe düşünmek ve Türk’çe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene.” vecizesi, bu anlam ve bağlamda “daima akılda tutulması, icabına uyulması ve her ne pahasına olursa olsun mutlak surette gereğinin yapılması zorunlu” bir emir, emanet ve vasiyettir. Keza, bu vasiyete uymak ve kıskançlıkla uygulamak meşru bir hak; Karşı olan, karşı koyan ve bu umdeye gizli yahut açık muhalefetle hayat hakkı tanımak istemeyenlerle kıyasıya mücadele de “meşru müdafaa” dır.
Aksi takdirde Necip Türk Milleti ve ebed-müddet Türk Devleti’nin; Damarlarında kirli kan ve irin taşıyan güdümlü haymatlos, etki ajanı, dönme, devşirme, koza ve necis kriptolarca her daim melhus bir tuzağa düşülmesi mümkün ve mukadderdir. Bu nedenle her Türk ve “namuslu dürüst bütün Türk vatandaşları” daima müteyakkız ve uyanık olmak zorunda ve durumundadırlar.
ANADOLU ŞUURU VE KAHPELİK OYUNU..
Yarım asır önce başkaldırıp, günümüzde “hükümeti”, eşkıya ile istişare etmeye, anlaşma, uzlaşma masasına oturmaya mecbur edecek şantajlara başvuracak kadar şımaran, başıboş kalan, pervasızlaşan ve güdüldükleri AB domuzlarının pompaladıkları gazla iyice azgınlaşan ihanetin Anadolu halkı nicedir farkında. Vatan toprağının, devlet umuru, gücü ve servetinin özelleştirme dâhil, pek çok menfur pazarlık, derin gaflet, dalalet, kirli oyun ve hıyanetler sonucu ayağının altından kaydırılmakta olduğunu da bilmekte. Bıçağın kemiğe dayandığını da; Fırtınanın, adına utanmadan “ulusal medya” dedikleri paçavralar, inlek ve ilenmekler (radyo-tv) ile “kitle partisi” sahtekârlığı, üçkâğıtçılık ve nitelikli dolandırıcılık, yalan-talanla sürdürülen cunta-sulta tarafından ‘bir kaşık suda fırtına’ tarzı çıkartıldığının da pek alâ farkında. Anadolu ihanetten gafil değil.
Dahası, artık millet; Dünyanın en pahalı “fahiş” petrol ürünü (benzin vb) satışı, doğalgaz, elektrik, ekmek, su ve telekominikasyon üzerinden oynanan oyun ve haksız sağlanan çok yüksek rantları; Kısa sürede ‘yürü ya kul’ hitabına muhatap, cemaatin lûtfuna mazhar koyu partizanlığı; Ve esasta bu hovardalık, şımarıklık, haddini bilmezlik ve önü alınamayan yolsuzluklar yüzünden eşkıya ile “paylaşma” pazarlıklarına yanaşıldığını (hattâ oturulduğunu) da Anadolu insanı çok iyi biliyor. Bu elim felâketi; 27 Mayıs 1960’la başlayan “ikinci karşı devrim” (İsmet İnönü’nün bir vakitler vaat ve taahhüt ettiği söylenen İngiliz Milletler Topluluğuna biat) ve Amerika’ya teslim sürecinde Demirel, Türkeş, Ecevit, Erbakan, Çiller, Baykal, Yılmaz ve diğerlerinin hazırladığının farkında ve bilincinde. Gidin bakın, kulak misafiri olun, konuşturun dinleyin: Anadolu Kürt’leri; “Bizim kimseyle bir sorunumuz yok, halimizden memnunuz. Türk-Kürt kardeş, pkk Ermeni dölü, kahpe ve kalleştir. Hainler, zalimler ve bölücüler bizi istismar ve rencide etmesin” diyorlar…    
BU DA ŞİMDİ BİLİNDİ!..
Tıpkı hayırsız ve uğursuz AB süreci gibi, yıllardır oynanan bu kirli oyun sahnesinde de; devlete karşı suçu sabit.; Kürt ve insanlık düşmanlığı ile Ermeni dönmesi Artin olduğu subut, seri cinayetlerle maruf, vatana ihanetten hükümlü, azılı bebek katili bir mahkûma, gidecek ve pazarlık edecek kadar oyuna gelen, aldanan, alçalan, (belki de terörle işbirliği halinde olan) bir zihniyetin karanlık yüzü, kirli ilişkileri ve gizemli geçmişi araştırıldığında, ortaya çok acı, hain ve menfur bir tablo çıkmaktadır. İşte enteresan bir örnek, üstelik şimdi onlar “ulusalcı” takılıyorlar!…
        İHANETİN SECERESİ; DEŞİFRE VE KODLARI 
            Doğu Perinçek'in Sosyalist partisi ve 2000’e Doğru dergisi pkk'yı nasıl destekledi: (*)
            “Perinçek, Bekaa'ya iki kez gidip Apo'ya gül vermişti. Geçtiğimiz günlerde Perinçek'in BDP milletvekili Sırrı Sakık'la rakı içerken çekilmiş resmi de yayınladı. Resimle ilgili Sakık şu açıklamayı yaptı: "Evet biz Doğu bey ile sıkça bir araya gelirdik. Bizim arkadaşımız. Perinçek bizim partiye gelirdi, biz de onun partisine giderdik. Zaman zaman birlikte yemek yerdik…”
Sırrı Sakık devamla: “Görüş alışverişinde bulunurduk. Doğu Perinçek benim sevdiğim, beğendiğim bir siyasetçidir." Terör örgütü’nün yan kuruluşu DTK'nın hazırladığı "Demokratik Özerklik" taslağı Türkiye’de büyük tepki topladı. Türkiye'nin açıkça Türk ve Kürtleri federal yönetimine dönüştüren taslak pek çok Türk'ün "insaf, bölücülük bu kadar da mı azgınlaşır” demesine neden oldu. Ancak taslağı okuduğumuz zaman, biz Türksolu olarak pek şaşırmadık. Çünkü bu talepleri daha önce savunan birini biliyoruz: D. Perinçek. Evet, DTK'nın ve BDP'nin bugünlerde büyük tartışma yaratan "Demokratik Özerklik" taslağı, yıllar önce Doğu Perinçek tarafından dile getiriliyordu. Üstelik çok daha "ileri" taleplerle... Sene 1991. Türkiye'de bir genel seçim yapılıyor. Seçimde PKK'nın yasal partisi HEP ile ittifak kurmuş, mecliste grup kurmaya çalışıyor. Perinçek liderliğindeki Sosyalist Parti (SP) ise seçime katılan diğer 5 partiden biri.
            O yıllarda Perinçek'in çıkardığı derginin adı 2000'e Doğru. O dönem bölücülük bugünkü gibi serbest değildi. PKK'nın yasal propaganda olanakları son derece sınırlıydı. İşte 2000'e Doğru ve Sosyalist Parti, bu konularda PKK'nın ihtiyaçlarını karşılıyordu. Örneğin SP'nin düzenlediği mitingler PKK'lıların boy gösterdiği, sloganlarını attığı eylemlere dönüşüyordu. Nitekim, SP o dönemde güneydoğunun pek çok ilinde binlerce kişinin katılımıyla mitingler yapmış ama seçimlerde toplam 100.000 oy anca alabilmişti. Yani mitinglerine katılan insan sayısının 10'da birinden bile az oy alarak dünya siyaset tarihine geçmeyi başarmış biridir Perinçek!
            Bu garip durum bile SP mitinglerinin PKK destekli eylemler olduğunun göstergesi. PKK'lılar, SP'nin mitinglerine katıldı ama seçimlerde SHP-HEP ittifakına oy topladı. Böylece Perinçek "binde iki"lik kara yazgısından o seçimde de kurtulamadı. 2000'e Doğru ise o dönem Kürtçülüğün önde giden yayın organıydı. Derginin en önemli misyonu pek çok bölücü firkin ilk kez ortaya konduğu yayın organı olmasıydı. Örneğin, Türkiye'deki 47 etnik grubun haritaları ek olarak veriliyor, Kürtçü, Ermenici tezler manşetlerden savunuluyordu. Ayrıca hemen her sayıda PKK liderleriyle röportajlar yer alıyor, "PKK Ordulaşıyor" gibi kapaklarla PKK'nın güçlendiği propagandası yapılıyor, "Ordu orman yakıyor" gibi manşetlerle ise Türk Ordusu'nun PKK'ya karşı mücadele azmi baltalanmaya çalışılıyordu. Kısacası bugün Zaman'dan Taraf'a, Radikal'den Milliyet'e basınımızın yürüttüğü Ordu düşmanı, bölücülük yanlısı, PKK sempatizanı yayını o dönem tek başına 2000'e Doğru üstlenmişti.
            PERİNÇEK'İN ÖZERKLİK PROGRAMI:
            İşte o günlerde, yani Perinçek'in partisi SP'nin PKK'lılarla iç içe geçtiği, dergisi 2000'e Doğru'nun PKK propagandası yaptığı 1989-90-91 yıllarında, SP Kürt Sorununa Çözüm programı yayınlar. Tam ismi şöyledir: "Demokratik Federal Emekçi Cumhuriyeti." Perinçek’in programını burada ayrıntılı incelemesini yapmayacağız. (tam metin aşağıdadır) Görüleceği üzere programda Türkiye Türklerin ve Kürtlerin federal cumhuriyetine dönüştürülüyor. Bugün BDP'lilerin savunduğu o çok tepki toplayan dört temel madde Perinçek'in programında da mevcut.
1.Ayrı meclis, ayrı bayrak, ayrı milli marş; 2. Kürtçe resmi dil; 3. Yerleşim yerlerine Kürtçe isim; 4. Öz savunma gücü. Bakınız: BDP'nin fikir babası Perinçek, 20 yıl önce aynı şeyleri savunmuş...
PERİNÇEK'İN PROGRAMI BDP'NİNKİNDEN DAHA BÖLÜCÜ
Ancak Perinçek'in programında daha da bölücü maddeler var. Perinçek, "Kürt İlleri"  dediği şehirlerimizde bir referandum yapılmasını ve bağımsız bir "Kürdistan" isteyenlerin de bu referandumda özgürce propaganda yapabilmesini istiyor. Zaten programının ilk maddesine de Kürtlerin isterse ayrı bir devlet kurabileceğini yazmış. BDP'liler bile bu kadar ileri gitmedi!
Tabii, bu bir süreç meselesi, BDP'liler o günlerde, bugün savundukları "demokratik özerklik” programını da dile getiremiyorlardı.
Türksolu’nun yıllardır yaptığı uyarıların da ne kadar haklı olduğu bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bölücülüğün tavizler vererek durdurulamayacağını defalarca kez söyledik. Ancak özellikle AKP iktidarı, taviz üstüne taviz verdi ve görüldüğü gibi BDP'liler artık açıkça özerklik isteyecek noktaya geldiler. Taviz vermeye devam edilirse bir adım daha atıp "referandum" isteyecekleri, Kürtlere ayrı devlet kurma hakkı tanınması gerektiğini söyleyecekleri ortada.
Zaten fikir babaları Perinçek de yıllar önce öyle buyurmuş...
PERİNÇEK: "ATATÜRK MİLLİYETÇİSİ DEĞİLİM"
İlginç olan bir başka nokta ise Perinçek'in bu program nedeniyle açılan kapatma davasında Anayasa Mahkemesinde verdiği savunma. BDP'lilerin bugün söylediklerine çok benziyor. Şöyle demiş Perinçek: "Biz bastırmanın karşısındayız. Açık söyleyeyim, bastırarak bu sorunların çözülmeyeceğini bir kere daha göreceğiz. Bastırarak bu sorunlar ertelenir. Beş sene ertelersiniz, 10 sene ertelersiniz, bakın erteleyememiştir. Dersim isyanı bastırıldı, 1925'te Şeyh Sait isyanı bastırıldı, Ağrı-Zilan isyanları bastırıldı, çözüldü mü? Biz de diyoruz ki, başka bir yoldan çözelim." Ve o dönemki Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in “Türk milliyetçiliğine karşı mısınız?" sorusunu şöyle yanıtlıyor: "Türk milliyetçiliğine de karşıyız. Mecbur değilim Atatürk milliyetçisi olmaya... Partimiz milliyetçiliği bir ideoloji olarak benimsemiyor ve Türkiye'nin ihtiyaçlarına da uygun görmüyor... Atatürk milliyetçiliği bir kısmını dışlayacaktır." İşte Perinçek gerçeği. 20 yıl önce savunduklarıyla bugün BDP'nin yolunu aydınlatıyor! BDP’nin savunduğu özerkliği yıllar önce ilk Perinçek dile getirmişti:
PERİNÇEK'İN ÖZERKLİK PROGRAMI:
DEMOKRATİK FEDERAL EMEKÇİ CUMHURİYETİ
Perinçek'in dergisi 2000'e Doğru'da defalarca yayınlanan bu metin, Sosyalist Parti'nin de programında yer alıyordu. İlk olarak 1991 genel seçimleri öncesi, 15 Eylül 1991 tarihli 2000'e Doğru'da yayınlandı.
1- Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterse ayrı bir devlet kurabilir. Emekçilerin çıkarı, tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde, gönüllü birliği gerçekleştirmededir. Ayrılma hakkı gönüllü birliğin her zaman vazgeçilmez koşuludur.
2- Birlikte veya ayrı yaşamak milletlerin özgür iradelerine bağlıdır. Bu özgür iradenin ortaya konabilmesi için, Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda ayrılmayı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir.
3- Bugünkü tarihsel koşullarda, iki milletin emekçilerinin yararına olan çözüm, iki federe devletin eşit olarak katıldığı, demokratik federal bir cumhuriyettir. Bu federasyonda iktidar köylerden ve mahallelerden başlayarak, ilçelerde, illerde federe ve federal düzeyde demokratik seçimlerle belirlenen halk meclisleri aracılığıyla kullanılır. İlçe ve il yönetimleriyle, federal hükümetler, bu meclislerin yürütme organlarıdır meclislere karşı sorumludurlar.
4- Federal Halk Meclisi iki meclisten oluşur; Temsilciler Meclisi ve Milletler Meclisi.
Temsilciler Meclisi, belli sayıda yurttaşa bir milletvekili olmak üzere bütün yurt çapında yapılan seçimlerle belirlenir. Milletler Meclisi, her federe devletten eşit sayıda seçilmiş üyenin katılımıyla oluşur. Yasalar her iki mecliste çoğunluk oylarıyla kabul edilir. Meclislerden birinin reddettiği yasa yürürlüğe girmez. Çalışma Yasası, Ceza Yasası, Medeni Yasa, Yargı Usülleri yasaları bütün ülkede yürürlüktedir, federal organlarca kabul edilir.
            5- Her federe devlette azınlıkların çoğunlukta olduğu ilçe ve illerde halk isterse bölgesel özerklik uygulanır.
            6- Federal Anayasa, iki milletin ortak anayasasıdır. Her iki milletin ayrı ayrı çoğunluğu tarafından referandumla kabul edilerek yürürlüğe girer. Federe devletlerin arıca kendi anayasaları vardır. Federal Anayasa, federe cumhuriyetler tarafından benimsendiği ölçüde giderek artan unsurları kapsar.
7- Federal Cumhuriyet’in bayrağı ve marşı, Türklerin ve Kürtlerin ortak bayrakları ve marşlarıdır. Ayrıca her federe devletin kendi bayrağı ve marşı vardır. Federasyonun ismi tek bir millete dayandırılmaz.
            8- Yurt savunması, savaş ve barış sorunları, uluslararası ilişkilerde temsil, anlaşmaları yapmak, federal organların yetkisindedir.
            9- Her federe devlet, yabancı devletlerle ticari ve kültürel alanlarda doğrudan ilişkiler kurabilir, konsolosluklar açabilir.
            10- Her yönetim kademesinde iktidar, bütünüyle halk meclislerinde ve bu meclislere karşı sorumlu olan yerel yönetimlerdedir. Bu yönetim sistemi dışında, merkezi idarenin atadığı valilikler, kaymakamlıklar, emniyet ve jandarma örgütü kaldırılır. Bu demokratik yönetim sistemi, aynı zamanda milli eşitlik ve özgürlüğü de güvence altına alır. Yerel güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, köy gençlerinden oluşur ve köy kurullarının emrindedir.
            11- Ulusal ve toplumsal gelişme yanında kardeşliğin de önünde engel oluşturan toprak ağalığı, aşiret reisliği ve her türlü ortaçağ ilişkisi köylülerin seferber edilmesine dayanan ve köylü komitelerinin önderlik ettiği bir toprak reformuyla kaldırılır. Federal cumhuriyet, piyasa ekonomisinin derinleştirdiği bölgeler arası eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için, ekonomik bakımdan geri bölgelerin yatırım paylarını artırır. Böylece birliğin ekonomik temelini geliştirir ve pekiştirir. Ekonomide tek bir federal istatistik sistemi uygulanır.
            12- Her milletin, milli ve dini azınlıkların, dillerini ve kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme hakları ve özgürlükleri güvence altındadır.
            13- Resmi dil Türkçe ve Kürtçedir. Her federe cumhuriyette kendi dili esastır. Federal organların kararları iki dilde yazılır. İlkokuldan üniversiteye kadar ve bütün kültür kurumlarında, her 2 dilde eğitim-araştırma, basın-yayın, radyo-televizyon vb. iletişim olanakları gerçekleştirilir.
            14- Kürtlerin demokratik kültürü, bugüne kadar uygulanan baskılara son verilmesi sayesinde özgürce serpilme olanaklarına kavuşur. İktidar organları, diğer ülkelerde bulunan Türk ve Kürtlerle demokratik kültür alışverişinin özgürce gelişmesi ve bütün dünya halklarıyla ortak enternasyonal bir kültürün renkli ve çoğulcu bir ortamda boy atması için çalışır.
            15- Bütün iktidar organları, toplum hayatında ve milletler arasında sorunları zor kullanarak çözen ve şiddeti kutsayan eski kültürün bütün temelleriyle tasfiyesi ve halk içinde barışçı, insana saygılı ve şiddeti hor gören enternasyonalist bir emekçi kültürünün yayılması için çalışır. Yaşadığımız toprağın tarihini Malazgirt savaşıyla başlatan bağnaz milliyetçi kültüre ve her türden milliyetçiliğe karşı, ülkemizin tarihsel derinliklerinden bu yana çeşitli kavimlerin katkılarıyla zenginleşmiş kültür kaynaklarımızı arayan, koruyan, bu kaynaklardan beslenen, demokratik insan sever, evrensel ve enternasyonalist bir kültür geliştirilir. Ülkemizin evrensel kültür zenginliğini yansıtan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilir, her yer bilinen ve yerleşmiş ismiyle anılır. (*)
(*) Perinçek’in dergisi 2000’e Doğru’da defalarca yayınlanan bu metin, Sosyalist Parti’nin de programında yer almakta idi. İlk olarak 1991 genel seçimleri öncesi, 15 Eylül 1991 tarihli 2000’e Doğru’da yayınlandı.
Yararlanılan kaynaklar:
1.Türk Solu Dergisi Sayı: 306, Tarih: 27.12.2010,
2. Özgür Erdem, Bdp'nin Özerklik Programının Fikir Babası Perinçek
3. 2000’e Doğru Dergisi - 15 Eylül 1991
4. Sosyalist Parti Programı (Doğu Perinçek, 1991)

5 Şubat 2013 Salı

bu "parlamento" ve pusudaki ihanet!...

BU MECLİS “İÇ SAVAŞ” ÇIKARIR
Mustafa Nevruz SINACI
            Aslında, her ne kadar adı ve kurumsal anılış biçimi “Türkiye Büyük Millet Meclisi” ise de, bu şanlı ad’ın kadim manâ ve tarihi muhtevası ile “parlamenter” namıyla maruf kutsal çatı altında iş görenler, taban tabana aykırı ve inadına zıttır. Özellikle “Kurucu Meclis” vasfı ile efsanevi “Milli Mücadele”den mütevellit “Gazi” unvanıyla müseccel ve “İslâm Halifeliği şahsında mündemiç” yüce bir isimle müsemma olma (ad ile örtüşme) yönünden, (mevcut hal ve cari durum itibarıyla) aralarında çok büyük çelişkiler bulunmaktadır.
Çok kısa, özel ve özne cihetiyle tarihe bakalım.
Şöyle ki: .  
            “İlk başkanı Mustafa Kemal (AtaTürk) olan TBMM, son “hür ve hükümran” Türk devleti “Türkiye Cumhuriyeti”nin kurucusudur. Kuruluş amacı ile varlık nedeni bakımından “Millet adına tek egemendir.”  Millet Meclisi’nin üzerinde hiç bir güç, hiç bir irade, vesayet veya makam yoktur. Yasama, yürütme ve yargı dâhil,  adı ‘kuvvetler birliği’ veya ‘kuvvetler ayrılığı’ (isim ve biçim her ne olursa olsun) nihayetinde bütün hak, kuvvet ve yetkilerin tek ve yegâne sahibidir. Zira yargı, yasama ve yürütme (icra) gücü: Milli “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” umdesi gereği Türk Milleti’ne aittir. Türk Milleti; Türkiye Cumhuriyeti’ni fiilen kuran ve “Milli Mücadele’yi” yapan millettir. TBMM’nin üstünde bir güç tanınamaz. TBMM Gazi’dir. Milli Kurtuluş Savaşını sevk, idare ve idame etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve TBMM Ebed müddettir, devamlılık arz eder. Şiarı: adalet ahlâkı, kadim gelenekler, hukuk, hakkaniyet, egemenlik ve insan haklarına saygı muvacehesinde tam bağımsızlıktır.
            1923 – 1946 yılları arası meclis iki dereceli sistemle oluşurdu.
Buna göre: “İntihabı evvel” denilen birinci derecede: Önce bizatihi halk tarafından, yörenin en namuslu, dürüst, tahsilli, terbiyeli, seviye ve seciyesi (ahlâk ve karakteri yüksek) vatandaşlar arasından delege seçilir; Bu delegeler de “yöreye isabet eden vekil sayısının iki katı” aday adayı belirlerdi. İkinci derece olan “intihabı sani” aşamasında. Vilâyet delegeleri tarafından ilçelerden gelen adaylar arasından, “İl Vekil Sayısı” kadarı fiilen seçimlere katılır ve Ankara’ya gönderilir; Yani seçilenlerin istisnasız tamamı Millet Vekili olup; İki dereceli sistem gereği doğrudan halk tarafından ve yerinden seçilip Meclise gönderilirlerdi...”
1946’da Halk Partisi tarafından ilk kez “tek dereceli” seçim öngörüldü. Partizan ve Jandarma teminatlı “Açık Oy Gizli Sayım” esaslı bu usul; Yalnız Türkiye’nin değil, belki de dünya tarihinin en iğrenç seçim sahtekârlığı, (tam bir alçaklık, hile ve kalleşlik) olarak siyaset tarihine geçmiştir. Ancak, bundan sonradır ki; O’da, daima itiraz, muvazaa, şikâyet, şaibe ve tartışma konusu olacak biçimde uygulanan “yargı gözetimi” ihdas edilmiştir…”
Şimdilerde kullanılan bilgisayarlı sistem ise: Tam bir sır, gizem ve şaibeden ibarettir.
Halkın vekil seçiminde artık hiçbir dahli yoktur. Resmi delege seçimi, önseçim veya teşkilât yoklaması bile yapılmamaktadır. Evvelinde telâffuz bile edilmeyen (kürsü masuniyeti hariç) dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyazlar “Millet Vekilliği” kurumunu lekelemiş, şaibeye bulamış, yok etmiş ve kurutmuştur. Halkın kanaatine göre: Şu haliyle parlamentoda “vesayet, sulta, cunta ve dikta” hakimdir. Devlet idaresinde milletin vekil ve iradesi yoktur..
            Dolayısıyla bunlar, memlekette ne huzur, ne asayiş, ne milli birlik ve ne de Misak-ı Milli bırakmaz. Bu gidiş ülkeyi adım adım iç savaşa, bölünmeye götürür. Eğer millete vekâlet edenler, etnik fanatizm’e sarılırsa, yıllarca, silah olarak kullanmak istedikleri etnik kökenlerini fırsat buldukça, Türk düşmanlığına yöneltirlerse, bunun sonucu kesinlikle iç savaştır. Evet, bu emare kıstasları  maalesef böyle, öyle yapıyorlarsa (ki, öyle) bu vekiller, devletin zayıfladığını gördükçe, içlerindeki kini kusmaya başladılar Batılı dostlarının menfur himayeleri gölgesinde, bildikleri tüm hainlikleri gerçekleştiriyorlar. Türk milletinin gözünün içine baka, baka lânetli soy, kin ve komplekslerinin intikamını almaya çalışmaktalar. Bunu yaptıkları bir vakıa; Yani millet buna her gün şahit olmakta; Verdikleri demeç veya attıkları kimi nutuklarını izleyerek görmekteyiz ki, parlamentoda sözde Kürt, Rum, Yunan, Ermeni ve Yahudi lobileri mevcut!..    
Üstelik, asla ‘Milli Devlet’ten yana değil; Milli Devlete karşı!. 
Olacak şey değil!..
***
BİR YORUM VE KATKI:
"Sayın Sınacı,
Bu cümlelerinize sonuna kadar katılıyorum. Ne yazık ki TBMM' de "Gaflet, dalalet ve hatta hıyanet" içerisinde faaliyet gösteren çok sayıda vekil mevcut ve bu dumanlı ortamda pusuya yatan kurtlar, ağızlarının suyunu akıta akıta bir kenarda beklemekteler...
"Verdikleri demeç veya attıkları kimi nutuklarını izleyerek görmekteyiz ki, parlamentoda sözde Kürt, Rum, Yunan, Ermeni ve Yahudi lobileri mevcut!.. Üstelik, asla ‘Milli Devlet’ten yana değil; Milli Devlete karşı!. Olacak şey değil!.."
Sevgi ve selamlar..."
TH

1 Şubat 2013 Cuma

BİR CEVAP; TESPİT VE TEKZİP'TİR!...

Parlamenter, Prof. Dr. Birgül Ayman Güler
Şu ilimsizlik, kör cehalet ve dezenformasyona alet olmak ne kötü bir talihsizliktir!...
Çok yazık ve ayıp şu Necati Doğru’ya ve Birgül Ayman Güler'e aynı istihza ile sitem eden "O bir Boşnak" diye sözlerinden tenzihle bahis kuran maniple (güdümlü) kalemşörlere.. Oysa bilmelidirler ki: "Boşnak" kesinlikle bir ırk veya millet adı değildir. Sadece bir vakitler "BARNABA İNCİLİ"ne tabi mümin ve bu nedenle vahşi engizisyon Avrupa'sı tarafından "kalleşçe, alçakça ve dehşetli bir zulme" SOYKIRIM VE TEHCİRE maruz kalan.; BOGOMİLE (Rab'in En Sevgili Dostları ve Kendilerini Rab'e Adayanlar) mezhebine mensup; Türk soyunun en asil, en kahraman ve güzide boylarından HUN, OĞUZ, AVAR, BULGAR, GÖKOĞUZ, KUMAN, TATAR VE PEÇENEK Türkleridir. Bilinmesinde ve bu nezih topluluğun incitilerek rencide edilmemesinde fayda vardır... Mustafa Nevruz SINACI - 01 Şubat 2013
***
Sayın Fehmi Murad Doğan katkısı:
Date: Fri, 1 Feb 2013 14:19:43 +0200  Subject: İHANET KOROSUNUN ŞEFİNİ, "ATATÜRKÇÜ (?!) SANANLAR VAR!  From: fmdogan34@gmail.com  To: 
         İHANET KOROSUNUN ŞEFİNİ, “ATATÜRKÇÜ (?!) SANANLAR VAR..
       Amerikan uzantısı Tüsiad ve A. Doğan kalemşörü, ihanet orkestrasının “makul” görünümlü şefi Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesindeki önceki günkü yazısında (30 Ocak 2013), “Peki, bu ülkenin adı ne olacak?” diye sorarak son derece “masumane” bir şekilde, kendisi gibi eski Moskovacı, şimdi ABD işbirlikçisi liberallere, işbirlikçi dincilere, bölücü Kürt ırkçılarına ve PKK hamilerine akıl veriyor! Amerikan “yandaş ve candaş”ı Hürriyet’in kraldan fazla kralcı yazarını; “muhalif” (?), hatta “Atatürkçü” (?!) sanan ve öyle gösteren bazı iyi niyetli insanlar, neye alet olduklarının acaba fark etmiyorlar mı?...
       Açıkça vatana ihanet belgesi niteliği taşıyan yazılarından en sonuncusunun bağlantısı aşağıdadır:
www.fethimuratdogan.net