31 Mayıs 2010 Pazartesi

Ordu,
“Milletin Özgürlük ve Bağımsızlığını”
Korumaya Mecburdur!..
Mustafa Nevruz SINACI
İstiklâl Savaşında Mustafa Kemal (Atatürk)’ün, 31 Temmuz 1920 tarihinde, Subaylara hitaben Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde yaptığı konuşma:
“Efendiler! İngilizler ve müttefikleri, milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermiştir. Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete, hürriyet ve bağımsızlık veremez. Milletlerin tabiatında yaratılıştan mevcut olan bu hak kuvvede, mücadele ile mahfuz tutulur. Kuvveti olmayan ve mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esirdir. Böyle milletin bağımsızlığı gasp olunur.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık ve kuvvet sahibi olmak için mevcudiyetini ispat icap eder. Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdanı ve imanıdır.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandan ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu kudret noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız-ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla; milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.
Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta, engeller ve müşkülat kalmaz. Bu hakikat karşısında, içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetine düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar. Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş; buna kati azim ile iman etmiş ve karar vermiştir. Bazen şurada, burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması, hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır, vuramayacaktır. Dolayısıyla kuvvet, ordunun mevcudiyeti, vücudu için lazımdır. Bunun için kaynak milletin imanıdır, vicdanıdır, mevcuttur. Ordu, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; “ordunun ruhu subaylardadır.”
“O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu imar, tekrar inşa ve tamir edecek, canlandıracak ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir. Zira Millet bağımsızlığını Ordu’dan ister ve bekler; Elbette ki millet, her ahval ve şeraitte” bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan ister ve bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
“Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır.” Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleri, dikkat ve ferasetle, giriştiğimiz Bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler.

Zira özgürlük ve bağımsızlık ordu tarafından korunur. Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşman herkesten evvel onları öldürür. Onları aşağılar ve hor görür. Hayatında bir an bile olsa subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Yaşamak için mutlak bir çaresi ve ulvi bir gayesi vardır: Namus ve şerefini korumak! Halbuki düşmanın amacı, o namus ve şerefi ayaklar altına atmaktır. Dolayısıyla subay için, ‘ya istiklal ya ölüm’ vardır.
Fakat ölmeyeceğiz. Bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacak ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!’ Mustafa Kemal (ATATÜRK) ‘açılım’ı yarın.
Kaynak: Afyon’da çıkan Ikaz Gazetesi’nden aktaran: Anadolu’da Yenigün Gazetesi, 10 Ağustos 1920
Egemen
‘TÜRK DEVLETİ’nin Sonu mu?..
Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Kemal Atatürk’ün Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak 12 Temmuz 1922’den 12 Ocak 1944’e kadar bu görevi; Mehmetçik (Şehit ve Gaziler) otağı ve Peygamber Ocağı Misyonu ile bütünleşen bir imtizaç, onur-erdem, şeref ve şanla ifa/icra eyledi; 12 Ocak 1944 tarihinde yaş haddinden emekli oldu.
O, İstiklâl Harbinin efsane komutanı, Mustafa Kemal ve Türk Ordusunun en uzun süre görev yapan Genelkurmay Başkanı idi. Kutsal addettiği görevi süresince; “Mustafa Kemal’in İstiklâl Savaşı sırasında, 31 Temmuz 1920 günü, Subaylara hitaben Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde yaptığı konuşma’nın” emir/icap ve ilkelerine harfiyen uydu. (Önceki Makale)
O’nun zamanında Ordu ‘Namaz içtimasına’ kalkar, yeminler “Kuran, Bayrak ve silâh” üzerine edilir, devlet umuru, millet egemenliği, adalet ve hukuk gözetilir, dönme/devşirme, ateist ve paganlar askere alınmaz, çürük-çarıklar fark edildikleri anda ordudan kovulurlardı.
Merhumun (sonradan çok nedamet duyduğu) tek hatası, baskı/şiddet ve tehdit altında ifaya mecbur kaldığı 11 Kasım 1938 hatasıdır. Oysa, Atatürk’ün, menfur emellerle gizlenen vasiyetnamesinde “Türk Milleti’ne tavsiye ettiği (II.) Cumhurbaşkanı bizzat kendisi idi!..
Nitekim kast-ı mahsus faille 5 yıllı mücavir mesaisi oldu.

Ama Türk İnkılâbı ve Türk Ordusunun ilkelerden asla taviz vermedi.
Ancak O’ndan sonradır ki, Türk Ordusu ‘karşıdevrimin’ din, ahlâk, hürriyet, adalet, milli devlet ve milli egemenlik düşmanı unsurlarının tahakkümüne girdi. Mustafa Kemal’in ordusu olmaktan süratle uzaklaştırıldı. Sonradan ‘solcu” yazarlarca adları ölü’ye çıkartılan subay ve generallerle ASİL ve asli görevlerini unutup; 27 Mayıs’a yardım ve yataklık yapacak kadar alçak; Atatürk, Türk, devlet-millet, adalet/hukuk, egemenlik ve demokrasi düşmanlarına kucak açacak kadar ilkesizleştiler. Sonra 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat!..
Bu Ordu, 27 Mayıs’ta akıllara durgunluk veren bir ihanet, Kemalist, mütedeyyin, yüzü nurlu-imanlı/şuurlu, milliyetçi/muhafazakâr, namuslu/dürüst, ilkeli/onurlu ve sorumlu Atatürk yanlısı kıyımına maruz kaldı. Yaklaşık 10 bin dolayında üst ve ast subayın ilişikleri kesilerek; tazminatları ABD tarafından ödendi. Aynı paralelde Üniversiteler, Adli/İdari teşkilât, devletin bütün kurum-kuruluşlarında benzer tasfiye ve temizlik operasyonları yapıldı. Siyasete iştirak, cunta/dikta/vesayet ve periyodik dizayn/darbe dönemi başladı. Artık kadim Türk Ordusu’nun yerini ‘silâhlı kuvvetler” almıştı!...
Silâhlı kuvvetler; Mustafa Kemal Atatürk - Mareşal Fevzi Çakmak çizgisi, 2300 yıllık tarihi gelenek ve Milli Mücadele ruhunu terk ettiği için; 65 yıllık (Lozan’ı tanımayan; PKK patronu) ABD tasallutu; 50 yıllık (yalancı, soykırımcı, iftiracı Ermenistan yanlısı+PKK şeriki) AB kapı kulluğuna ‘hayır’ diyememiştir. Milli Dava Kıbrıs peşkeşi; Musul Vilâyeti, Selanik, B. Trakya, 12 Adalar ve Türk Birliği emellerinden feragate ‘dur” diyememiş, tam bir alçaklık ve kalleşlik olan “stratejik ortak’ın çuval kalkışmasına” mukabele edememiş ve “dünyanın en güçlü orduları arasında” yer almasına rağmen;, ASALA artığı, AB-D maşası, Ermeni Terör ve tedhiş örgütü PKK ile baş edememiş ve kökünü kazıyamamıştır!...
Cumhuriyet Savcıları (!), Türk Hâkimleri, Polis, Jandarma, TSK ve bunca Atatürkçü, Milliyetçi ve muhafazakâr’a rağmen siyasette kol gezen tescilli hainler, hırsız-yolsuz, ihanet şebekesi, mafyalar, çeteler ve organize suç örgütleri de çabası!..
Bakınız!.. Şu sıra TC’nin temelini oluşturan adalet ve güvenlik kurumlarının çatısı ile ülkenin siyasal yönetim yapısı kökten değiştiriliyor. Bu sinsi bir Anayasayı ilga teşebbüsüdür. Maksat:
1923’te kurulan devleti tasfiye etmek; Cumhuriyeti, Lozan’ı reddeden ABD ile Türk-İslâm düşmanı AB dayatmaları doğrultusunda değiştirmek, dönüştürmektir. Böylece; bu güne kadar TC düşmanlıklarını içlerine atanlar, derin bir “Ohhh!..” çekecek, yıllardır uyku ve hain pusuda bekleyenlerin de, bundan böyle gerçek yüzleri otaya çıkacaktır. Zaten çıktı bile!..
Gerçi, Türkiye Devleti, elbette dünyada, hür ve hükümran olarak ebed-müddettir. Ancak bu, TC’ni sonlandırmak isteyenlere “DUR” dememek, anlamına gelmez!..

17 Mayıs 2010 Pazartesi

BEYAZ İHTİLAL VE DEMOKRASİ (!) BAYRAMI
Mustafa Nevruz SINACI
Mübarek Cuma günü idrak ettik; “Beyaz İhtilâl” in 60. sene-i devriyesini!..
Yani 14 Mayıs 1950’den itibaren on yıl süreyle “özüne ve anlamına uygun” bir sevinç, minnet, şükran, ihtişam ve coşkuyla kutlanan; Ancak, 27 Mayıs günü devleti gasp eden cunta tarafından süresiz yasaklanan “demokrasi bayramı”nın üzerinden tam 60 yıl geçti.
Dile kolay, bu ülkede tamı tamına elli yıldır demokrasi, adalet ve hukuk yok!..
Üstüne üstlük, 12 Eylül 1980’e kadar “27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı” adı altında tam bir garabet, hürriyet, hak, adalet, demokrasi ve hukuk düşmanlığı sergilendi; İnsan hakları, adalet ve demokrasiye inanmış ‘iyi, namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu” vatandaşları alçakça rencide eden törenler yapıldı. Çok şükür 12 Eylül idaresi bu utanca son verdi.
19 MAYIS VE 27 MAYIS
Lütfen dikkat edin!.. Türk milleti’nin şerefli ve şanlı tarihinin dönüm noktaları, medar-ı iftiharımız olan zaferler hep bu ay da yer alır. İstanbul’un fethi, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile İstiklâl Savaşı’nın ilânı ve Demokrasi Bayramı…
Bu ay’a gölge düşüren, kara çalan ve sevimsiz kılan (aykırı) tek gün 27 Mayıs’tır.
İşte o gün bu gündür ülkemizde hak, adalet ve hukuk yok!..
Her şey bir aldatmaca, orijinal değil taklit, asıl değil kopya, hukuki değil, yasal!..
Hani evrensel hukuk normlarına göre: “yasa’lar anayasa’ya; anayasa’lar da insan’a ve insan haklarına” aykırı olamazdı.. Anayasa ve kanunlar, hakkaniyet, adalet ve eşitlik ilkesini; evrensel hukuk, din-ahlâk, örf-adet ve geleneklere uygun olarak tanzim, tertip ve tahkim eden temel “toplumsal sözleşmeler” (haklıların güçlülüğü, bon sens) idi!.. (Jean Jacques Rousseau)
Dünya genelinde “hâkim, hür ve hükümran devletlerde” zaten bu böyledir.
ANAYASA MAHKEMESİ !..
Özgür ve adil hukuk devletlerinde Anayasa Mahkemeleri “anayasayı koruma kurumu” işlevi görür. Demokrasinin güncel beşiği İngiltere de bir anayasa olmadığı gibi mahkemesi de yok. TC hariç diğerlerinde (örn. Ermenistan) anayasa mahkemesine mevcut milletvekillerinin (110 kişi/ %20) imzası, dayanaklı-gerekçeli dava dilekçeleriyle gidilmez. Milli egemenlik ve adalet ahlâkına uygun Anayasa mahkemeleri; kanunlar çıkmadan önce veya sonra otomatik kontrol, inceleme; Şeklen ve esastan denetimlerini yaparlar. Hukuki ve doğru olanı budur.
Düşünün bir kere; Eğer, şu yapı, görev-yetki ve işleve nazaran (meselâ bu dönem) akp 336 yerine, kadim Demokrat Parti gibi Mecliste 440 ve fazlası sandalyeye sahip olsa idi acaba ne olurdu? Örneğin halka açıkça düşmanlık, milli menfaatleri peşkeş, egemenlik haklarından feragat ve vatana ihanet boyutunda bir “yasa” çıkartılsa ve kimse Anayasa Mahkemesine baş vurmasa ve/veya zaruret arz etmesine karşın yeterli ve gerekli imza bulunamasa ne olur?...
Ve, aynı durumda, mevcut % 10’luk baraj ne sonuçlar doğurur?...
Vaki ve mezkür değişiklik tasarısında “hukuka uygun Anayasa Mahkemesi” ile makul, ahlâki ve hukuki bir baraj (temsilde adalet) yönünde bir hüküm var mı? Yok! Neden, niçin?.. Çünkü: Mevcut anayasa (!) mahkemesi darbe, dikta ve cunta ürünüdür. 27 Mayıs’a meşruat verecek kadar adalet düşmanı hukuk taciri istismarcılar tarafından; Objektif hukukun utanç ve yüzkarası yassı-ada tiyatrolarından mütevaris bir siyaset, icabında vesayet kurumu biçiminde kurgulanmıştır. Tıpkı siyasi va saçma kararları ile maruf AİHM ve Lahey Adalet Divanı gibi.
Siyaset elli yılda niçin bu kadar yozlaştı, çürüdü ve kokuştu dersiniz!..
Kuvvetler ayrılığı olmadığı ve doğal stabilizatörler dumura uğratıldığı için..
SONUÇ: Atmış yıl önce Cumhuriyet; Demokrasi ile buluşmanın coşkusunu yaşadı.
Halk Partisi zihniyeti, dikta, sulta ve cuntasına karşı verilen efsanevi mücadele sonucu “Beyaz İhtilâl” gerçekleşti. Derken bu mutlu ve kutlu gün “Demokrasi Bayramı” oldu. Ta ki; 27 Mayıs kâbusu ülke ufkunu karartıncaya, halkın üstüne mezar toprağı serpilinceye ve Türk istiklâli, özgürlük, bağımsızlık ve istikbali akamete uğrayıncaya kadar!..
Yeter!.. Söz milletindir…

SUÇLULAR-YASALAR; ÖZGÜRLÜK ve GÜVENLİK
Mustafa Nevruz SINACI
Türkiye’de, İstiklâl Savaşı ile temin, Kurucu Meclis ve 1924 Anayasası ile tesis edilen demokrasi, adalet ve hukuk 11 Kasım 1938 karşıdevrimi ile kesintiye uğradı. Yaklaşık 12 yıl süren istibdat, karanlık-kâbus-zulüm ve işkence 14 Mayıs 1950 günü gelen demokrasi ile sona erdi. Halk iktidarı acıları dindirdi. Fakirlik, açlık, işsizlik, yokluk-kıtlık, yoksulluk, cehalet ve pahalılık son buldu. Toplumsal refah, adalet ahlâkı, özgürlük, güvenlik ve hukuk mutluluk ve huzuru getirdi. İnsanlar hayat, seçim ve geçimlerinden memnun, hukuk devleti ve hükümetten yana mesut ve bahtiyar oldular. Demokrasi’nin vücut bulduğu; adalet ve hukukun hâkim ve hükümferma olduğu 10 yıl, tam bir Asr-ı Saadet dönemi idi. Hafızalarda böylece kaldı!..
18. dönem Sakarya Milletvekili ve (2001) DP Genel Başkanı Yalçın Koçak “Kervan Yürüyor” isimli makalesinde şöyle haykırıyor: (bak: www.gercekgundem.com)
“Demokrasi kökleşiyor, derinleşiyor mu? Yaşanılan sıkıntılar daha demokrat bir devlet olabilmek uğruna verilen mücadelesi midir? Örgütlü toplum, özgür birey olabilmenin olmazsa olmaz üçüncü şartı: devletin Demokrat olması, ya da demokrat davranmasıdır.
Anayasasında bunca yasak ve yasakçı mantıkla bu, asla olamayacakların istenmesidir.
Dayatmacı-bencil zihniyetler anayasada kaldığı ve bir zihniyet devrimi yapılmadığı müddetçe tam; kesintisiz bir demokrasi ve bağımsız cumhuriyetten söz etmemiz imkânsızdır.
Yargı kendi hükümranlık alanından ödün vermiyor. Hükümet ben siyasi iradeyim yaparım diyor. Miadını doldurmuş, çoktan fersude olmuş Anayasanın, değişen son maddeleri dahi tekrar değiştiriliyor. Parti kapatmak zorlaşmıştı, daha da zorlaşıyor, imkânsızlaştırılıyor. Yasalar halkın ihtiyaçlarına ve devletin yasaklarına karşı gelen suç’u tarif eder, yapanı suçlu ilan eder, karşılığındaki cezayı hukuk yapar, uygular.
Suçlular yasa yaparsa ne olur. Demokrasi adına acı esaretler kurulur…”
ACİLEN CEVAP BEKLEYEN SORULAR:
Anayasa değişiklik paketi ile 2709 Sayılı Kanunun ek: 15. maddesi ilga edilerek 12 Eylül’e yargı yolu açılır iken; Her melânetin milâdı 27 Mayıs niçin yargılanmıyor? Kuvvetler ayrılığı ilkesi niçin objektif ve orijinal hukuk normları yönünde ihya edilmiyor? 1960 vesayet cunta ve dikta kurumlarından olan askeri yargı neden kaldırılmıyor? Keza HSYK siyaset’ten neden arındırılmıyor? Nereden buldun yasası ile devletin denetleme yükümlülüğüne ilişkin usul, yasa ve esaslar niçin yeniden düzenlenip tahkim edilmiyor? İnsan hakları adalet, vekâlet ve temsil hukuku yönünden ‘insanlık, ahlâk ve hukuk dışı’ dokunulmazlık/koruma/kollama, vergi ve sair kanunlardaki ‘antidemokratik himaye, eşitlik ilkesine aykırı koruma’ hükümleri;, 2820 S. Siyasi Partiler, 298 S. Seçimlerin Temel Hükümleri ve 2839 S. Milletvekili Seçimine dair kanunlar ve ilgili mevzuat neden ve niçin kamu yararı, hakkaniyet, adalet ve demokrasi” yönünde değiştirilip düzenlenmiyor? Siyaset hanelerin ticarethaneye, parti sahiplerinin sulta ve potansiyel dikta-sivil cuntaya dönüşmelerine fırsat veren yapısı neden?! “Millet iradesinin devlet idaresinde tecelli etmesine” imkân verecek biçimde değiştirilip-düzenlenmiyor!... Ve; Anayasanın 42. maddesi niçin hakkıyla ve lâyıkıyla uygulanmıyor da başörtüsü, türban gibi basit argüman ve aksesuar üzerinden siyasi istismara yol açılıyor?..
İNCİRLİK [ABD] ÜSSÜ
TC, NATO’ya ilk başvurusunu 11 Mayıs 1950’de (chp) yaptı, reddedildi. Bu kez 2. başvuru 01 Ağustos 1950’de (DP) tarafından yapıldı. NATO’ya 18 Şubat 1952 günü girildi.
Oysa İncirlik Üssü 4 Nisan 1949'da İnönü/chp hükümetince imzalanan Washington Anlaşması ile kuruldu. NATO ve BM ile sonradan “kamufle biçimde” ilgilendirildi. Gerçekte tam bir ABD üssü... Mevcudiyeti, TC’nin evrensel hukuk, legal mevzuat, yasa, egemenlik ve hükümranlık haklarına bütünüyle aykırı!.. Peki, eğer TC özgür ve bağımsız bir devlet ise, tüm komşularımız, hür dünya ve bölge için menfur bir tehdit ve tehlike olan bu ABD üssü niçin hâlâ orada duruyor. ABD’de mukabil bir TC üssü var mı? Yoksa bu TBMM ve mütemmim cüzleri ne kadar meşru? Egemenlik kayıtsız, şartsız milletin mi? Söyleyin bakalım!..
DİKKAT!.. Yazışmalar için e.POSTA: gercek.demokrat@hotmail.com