28 Mayıs 2013 Salı

Türk Milleti'nin reddettiği ihtilâl!..

İddiacı ve iftiracılar bilsin ki!..
Mustafa Nevruz SINACI
27 Mayıs, Türk Dünyası’nın büyük kırılma, Milli Mücadele düsturu, Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ilga, şerefli maziyi hafızalardan silme teşebbüsü ve yakın Türk tarihinin en elemli kâbusudur. Bu uğursuz şeamet ve bedhahların bekraundu üzerinden 53 yıl geçti. Ama halâ acıtan, ıstırap veren ve henüz tedavisi kabil olmamış, kamu vicdanında kanayan bir yara..
Bu nedenle, sulbünün (zürriyet, soy, sülale) üstüne mezar toprağı ve nifak tohumları serpilen, geleceği karartılan ve makûs bir talihe mahkûm edilen millet; hâlâ gaflet, (paralize) dalâlet ve şeamet uykusundan hıyanete uyanamadı.
Aradan geçen 53 yıla rağmen, ne siyaset ve ne de kadim millet 27 Mayıs’ın muzlim karanlığından aydınlığa çıkamadı... Aslen ihanet şebekelerinden olup, zahiren Atatürkçü görünen sahtekârların ve dini siyasete alet ederek, vurguna soyunanların farkına varamadı!
Dahası, tıpkı “ilâh, silâh ve ilâç tüccarlığı” yaparak insanlık âleminin kanını emen emperyalist vampirler ile vahşi kapitalistler gibi; ‘İleri demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk’ söylemleri ile sözde ‘barış, helâlleşme ve kardeşlik’ adına açılımlar yaparak; Asil ve kadim Milleti dönüştürüp bölmeye kalkışan simsarların oyunlarını da idrak edemedi!..  
Lâkin Darbeleri Araştırma komisyon faaliyette… Bizce son derece haklı, doğru ve yerinde; Silsile-i meratip ve meşru müdafaa dâhilinde (emir ve komuta zincirinde) vaki 12 Eylül yargıda. Demokratlar olarak şiddetle karşı olduğumuz, nefretle kınadığımız 28 Şubat ise; milyarlarca dolar soygun, vurgun ve aleni yolsuzluğa-soysuzluğa rağmen, asli failleri ‘mağdur’ hanesine duhul edilerek “siyaseten” mahkemede.. Bu bir çelişki ve kepazeliktir.
Soygun-vurgun erbabını sigaya çekmemek; Adalet ve milletle alay etmektir. Zira 28 Şubat, tam bir “hesaplaşma - yüzleşme, tüyü bitmemiş yetimin, masum ve mazlumun hakkını tahsil ve tazmin” biçiminde muhakeme edilmedikçe, üstüne sinen şaibe asla kalkmayacak ve kamuoyunda: “28 Şubat aslında, Milli Görüş’ü iktidara taşımak için sahnelenmiş menfur bir oyun ve tezgâhtır” şüphesi zail olmayacaktır…
Öyle ise, hükümet, hesaplaşma ve yüzleşmeye ‘doğru yerden’ başlamak zorunda idi. Geçmişle yüzleşmek ve darbelerle hesaplaşmak: TC’nin çökertilerek, düşürüldüğü yerden kaldırılmasına matuf olmak üzere; Sorgulama ve yargılamaya 27 Mayıs isyanı ile başlamak şarttı. Geç değil. Nasıl olsa kurulu bir komisyon var. “Niyet hayr, akibet hayr” hakikatinden hareketle; Eğer, en kısa sürede 27 Mayıs yargı önüne çıkartılır ise amenna! Değilse, tüm olup bitenler, yukarda ifade edildiği gibi düzmece, lânetli mbk cuntasının kurmaya cüret ve cesaret gösteremediği; İstiklâl Mahkemelerinin zıttı “İnkılâp Mahkemelerinin” zımnen ya da fiilen devreye sokulması gibi bir yönelim anlamına gelir..
27 Mayıs Nedir? 
Bir ihtilal midir? 
Darbe midir? 
Fiili durum mudur?
Öncelikle bu olayın hukuki adını koyalım. Bana göre 27 Mayıs olayı, bilinçli bir Ordu hareketi değildir! Dolayısıyla Şerefli Türk Ordusunu bu bühtandan uzak tutmak şart.. Her ne kadar 27 Mayıs isyanı, asker libasına bürünmüş sergerdelerce alçakça icra edilmiş olsa bile; Mezkür kalkışmada emir-komuta zinciri bulunmadığı cihetle, menfur olayın ordu iradesiyle vuku bulduğunu iddia etmek abestir. Çünkü o günün yasal Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ve bütün Kuvvet Komutanları; Atatürk ve Türk Milleti adına hareket ettikleri yalanını kullanan menfur isyancılar tarafından “kalleşçe” tutuklanmıştır.
Ancak!.. 
Bu gün, bu cihetle Silivri davalarını eleştirenler bilmelidir ki:
27 Mayıs günü ordumuzda 260 general görev yapıyordu. Bu generallerin 235’i, hain isyancılar tarafından emekli edildi. Çoğunluğu albay, yarbay ve diğer kademelerden olan 13 Bin subay Maarif Bakanlığı (MEB) emrine verildi. Tazminatları ABD tarafından karşılanan 5 bin Subay ordudan uzaklaştırıldı. Sonuç: Generaller dâhil, Türk Ordusu’nun tasfiye sürecinde 235 + 13 000 + 5 000 = 18.235 Subay, Üst Subay ve General ile 1936 askeri öğrenci olmak üzere: 18.235 + 1.936 = 20.171 askerin “Milli Ordu” ile ilişiği kesilerek, menfur bir temizlik ve tasfiye hareketi ile; Şerefli Türk Ordusu “Peygamber Ocağı” dumura uğratılmak istendi...
Ödenmekte olan bedel...
Mustafa Nevruz SINACI
Nitekim bundan sonraki aşamalarda sırasıyla 1111 Sayılı kanun, Yönetmelik, tamim, talimat ve yönergelerde yapılan meş’um değişikliklerle önce: Asker kişilerin yabancı uyruklu (gayrimüslim) kadınlarla evlenme yasağı; Azınlıklar üzerindeki (lüzumlu ve zorunlu) kısıtlar; Nesebi gayrisahih olanlar için uygulanan tedbirler; Askerlik mesleğine katılmada aranan “alt ve üst soyda fahişelikle müştegil mazarrattan ariyet; Süfli işlerle uğraşan akraba ile mukarreb olmamak;, Müslüman bir soy lüzumu gibi özel, önemli, hayati ve özellikle görev stratejisine münhasır zorunlu şartların ilgası ile Türk Ordu’suna çok büyük darbeler vurulmuş olmakla;
1960’dan sonra Harp Okullarından itibaren Ordu’da: Merkezi yurtdışında yer alan bir Yahudi tarikatı masonluk ile menfur türevleri lions ve rotary kulüp üyesi kripto, sabe, dönme ve devşirmelerin (Peygamber Ocağı’nda) makam-mevki, yetki ve rütbe sahibi oldukları büyük üzüntü ile müşahede olunmuştur. Derdest olan davalara bakıldığında ise: Hiç biri Milli Ordu ve kutsal askerlik mesleği ile bağdaşmayan casusluk, fahişeler ve/veya fahişelikle iştigal, din düşmanlığı, terör ve tedhiş örgütü ile iştirak ve işbirliği., gibi utanç verici suç ve suçlamalarla yargılananların varlığı korkunç bir şeamettir. İşte bu şeamet, ihanet, gaflet ve dalalet 27 Mayıs isyanının doğurduğu lânet, elim felâket ve melânetin beklenir sonucudur.
Bu organize teşekkül ve teşebbüs, tıpkı Osmanlı’da Patrona Halil ve Milli Mücadele öncesi mütegallibenin Ordu’yu tasfiye girişimi gibidir. Atatürk’ün 1924 (1928) Anayasasının ilgası; TBMM’nin kapatılması ve Cumhuriyetin kesintiye uğratılması gibi “tam hukuksuzluk” haline rağmen CHP’nin tek taraflı olarak kapatılmaması; Aleni iştirak ve işbirlikçiliktir.
Anayasa Mahkemesinin 1963/83 sayılı iğrenç Tedbirler Kanunu’nun, sözde özgülükçü olduğu iddia edilen 1961 a.yasasına aykırı olmadığına karar vermesi; yasanın1. Aydemir artçı darbe girişiminin akabinde çıkması; Yasayla, kadim DP lehi ve 27 Mayıs aleyhine beyan ve ifade suçtu. Konuşan ve yazanlar 5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacaktı. Eğer yasa, 1961 anayasası ile uyumlu ise malum ve mezkür anayasa özgürlükçü olabilir mi?
Elbette olamaz. Zira aynı anayasa Demokrasi, insan hakları, adalet ve hukukun askıya alarak; Bütün Anadolu’da infaz timleri ve toplama kampları kurulmasına; kadim DP evrakının müsadere ve partinin “usulen tefhim” daha açık bir ifade ile belâ savma bab’ından bir dava ile re’sen kapatılmasına mütedair karşı tedbir veya evrensel hukuk hükümlerine dair amir bir atıf içermemekle; Bil’âkis., Ata-Türk ilkeleri ve Türk İnkılâbının “Hâkimiyet Kayıtsız ve Şartsız Türk Milletinindir” emri icabı “devlet idaresinde, millet iradesinin hâkim unsur” olarak kabul, ilân ve tesciline dair hükmü yok sayarak; Bazı antidemokratik sulta ve cuntalardan müteşekkil vesayet kurumları ihdası ile “devlet ve halk düşmanı statükoyu” oluşturmuş bulunmaktadır. 
SONUÇTA: Bir ülkede hem darbe, hem cunta, hem de Cumhuriyet olmaz. Bu yüzden 27 Mayısla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sona ermiştir. Meclis kurulduğunda ilk söylenen söz, ‘TBMM her gücün üstündedir’ olmakla; 27 Mayıs isyancılarının Meclisi ortadan kaldırmaları, asi ve gayrimeşru olduklarının karinesidir. Dünyada Meclisin olmadığı ve fakat Cumhuriyetle yönetilen hiçbir ülke yoktur. Dolayısıyla 27 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti'nin cebren, vatana ihanet, silâh ve hile ile ortadan kaldırılmasıdır. Cemal Gürsel'in "Kurucu Meclis"in açılışında söylediği, "Bugün burada ikinci Cumhuriyeti kuruyoruz" sözünü unutmayın!..
            Bununla birlikte hem darbe yapıp, hem Atatürkçülük iddiaları palavradır. Hiçbir güç hem darbeci, hem de cumhuriyetçi ve Atatürkçü olamaz. Darbe, ancak "faşist", "saltanatçı" bir anlayışın ürünüdür. Tutarlı olmak istiyorlarsa, en azından açıkça “biz faşistiz" demeleri gerekirdi. Ancak o zaman, fikren tutarlı oldukları düşünülebilir. Bunun dışında söyledikleri her söz yalan, bütün iddiaları iftira, tefrika ve palavradır.
Gerçek şu ki: Menfur 27 Mayıs fetret ve nefret kalkışmasının acıları henüz bitmemiş ve yaraları sarılmamıştır. Kamu vicdanı hâlâ “iştirak” cuntasının illegal lideri İsmet Paşa’ya koşup giderek: "Paşam emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur" diyen kriptolar ve tam bir mürailikle "Ne içindeyim, ne dışındayım" cevabını veren bedhahtan müştekidir. Biline!..
İnsan hakları, adalet, siyasi fazilet, hukuk ve Demokrasi Şehid'lerimizi; Rahmet, minnet, saygı ve şükranla anıyoruz. Aziz ve mübârek Rûhları şâd olsun...

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Dünyanın "SAKİNİ" değil; "SAHİBİ" olmak!...

DÜNYANIN SAHİPLERİNE ÇAĞRI
Mustafa Nevruz SINACI
            Önce, “dünyanın sahibi” konusunda anlaşalım.
Evet, nedir dünyanın sahibi? Kimdir veya kimlerdir? 
Cevabı: Çok kısa, özlü ve bütün anlamları şamil (kapsayıcı) kılacak biçimde şöyle:
“Kendisini, yaşadığı ülke, şehir yahut mahallede emanetçi, muvakkat kiracı veya ‘sıradan bir sakin’ biçiminde değil.; Aksine iştigal ettiği yer ve tüm dünyanın tamamlayıcı, bütünleyici unsuru; Bütün maddi varlıkları, manevi değer ve unsurları ile dünyanın sahibi ve sorumlusu olarak görüp; Bu idrak ve bilinçle yaşayan, “onurlu, sorumlu ve erdemli” insandır.
Ki, Yüce Yaratıcının Ahsen-i takvim üzere (en güzel, en anlamlı ve yararlı biçimde) yarattığı ve “HALİFE” sıfatını verdiği bu örnek ve önder form’a “Bilinç Çağı İnsanı” denir.
Bu minval üzere konuyu açar ve “dünyanın sahibi” sıfatını haiz yüksek varlıklardan; Topyekün (ekolojik) yaşam konusunda ilham ve irşâdlara göz atacak olursak, aşağıdaki ibret ve hikmetlerle karşılaşırız. Bu bilgi, ilim ve öğretiler, yaşamın ışığı, iyiliğin ve diriliğin ebedi kaynağıdır. Şu kadar ki: Bilcümle mükevvenatın sırrını havi ilim’in, şubeler itibarıyla tespit ve ispat olunan cüzlerinden ibaret olan bilim; Bu gerçekleri bölümlerle açıklar ve aydınlatır.
Aydın, Münevver veya en hakiki anlam ve tanımı ile “Kanaat Önderleri” özgür bilim, adalet ahlâkı ve evrensel hukuk bağlamında insanlık âlemine “gerçekleri” anlatan, açıklayan ve bizzat yaşayan yüksek varlıklardır. Buna göre ve güncel örmekleri ile aşağıdaki bilgilere bakalım. Okuyalım, inceleyelim, değerlendirelim ve tefekkür edelim…    
Dünyanın akil ve âlim adamlarından Jack Cousateau, Kriton Curi, Mark Dubois, Edward Goldsmith, Erich Fromm ve Galip Baran; “Aynı geminin yolcusu” olduklarının idraki ile dünyalıları şöyle uyarıyorlar. (Çevre: 10.06.1991)
COUSTEAU UYARIYOR!..
“Denizle Hâkimi’ne tüm insanlığın kulak vermesi gerek. Kaptan Cousteau’yu tanımayan yok. Denizler Hakimi ünlü bilim adamı, ne yazık ki gelecek kuşakların yaşamları konusunda (eğer en kısa sürede önlem alınmazsa) tüyler ürperten kehanetlerde bulunuyor…
Yaşlı bilim adamı, çağdaş toplumda herkesin inanılmaz bir bencillik içinde olduğunu; yalnızca kendi rahatlarını düşünüp, gelecek kuşakları tehlikeye attıklarını söyleyen Cousteau, “kehanetlerini” şöyle açıklıyor: “ İnsan hakları, adalet ve hukuk konusunda son derece duyarlı görünen günümüz ülke idarecileri ve toplumları, kendilerinden sonra gelecek kuşaklara yaşam hakkı tanımıyorlar. ‘Benden sonra tufan’ düşüncesiyle hareket ediyorlar.
Aslında dünyamız dört milyar yıldır varlığını sürdürüyor. İnsanoğlunun dünyada bir milyon yıldır var olduğunu da biliyoruz. Dünyamız bir dört milyar yıl daha yaşayabilecek durumda. Ama biz, onun ömrünü birkaç yüzyıla kadar indirmekteyiz.
Dünyayı ve insanoğlunu tehdit eden en büyük tehlike; aşırı kalabalık; nüfus artışıdır. Pek yakın bir gelecekte dünya nüfusu 14 milyarı aşacak. Şimdi nüfusun 5,5 milyar dolayında olduğu biliniyor. Ama her 6 ayda dünya neredeyse Fransa’nın nüfusu kadar kalabalıklaşıyor, yani 50 milyon kadar artıyor. İşte dünya yüzündeki tüm kirlenme, zehirlenme, bitki ve havanların ölümü; bu kalabalığa bağlı nedenlerden ortaya çıkıyor. İnsanoğlu yalnızca kendi yaşamını, hayatta kalabilmeyi düşünüyor.
Bu nedenle de hayvanlara, başka canlılara yer kalmıyor yeryüzünde…
İki bin küsurlu senelerde dünyada insanoğlu tek canlı olarak kalacak. Yiyecek bulamayacak. Et gerçek bir lüks olacak. Çünkü dünyada koyun, sığır türü hayvanların kökü kazınmış olacak… Oturacak yer bulamayacak, tüm çevresi betonlarla kaplanacak. Sonuçta bitki örtüsünü de yine kendi yok edecek…
Bu nedenle kadınlara bir an önce hakları verilmeli, bilinçlendirilmeli ve az çocuk yapmaları için eğitimden geçirilmeli. Ayrıca ben, insanların; yaşlılık ve gelecek korkusu için çok çocuk yaptıklarına inanıyorum. Bu geleceği güven altına alırsak, çok çocuk yapmaktan vazgeçeceklerdir.    
          DÜNYANIN SAHİPLERİNE ÇAĞRI:
          NÜKLEER SANTRALLER
İnsanoğlunu ve dünyayı bekleyen bir başka korkunç tehlike de, nükleer santraller. Bu gün bilim ne kadar ilerlemiş olursa olsun, insanlar; atom çekirdeğinin parçalanmasıyla elde edilen enerjiyi üreten nükleer santralleri henüz denetim altında tutamıyorlar. Böylece de bu santraller Çernobil’de görüldüğü gibi, korkunç bir tehlike yaratıyorlar… O halde, teklifimiz; tümüyle denetim altında tutmayı başarmadan, bu santrallerin tüm dünyadan kaldırılması. İşte bu amaçla BM’e; geleceğin kuşaklarına yaşam hakkı tanınması için başvuruda bulunduk.
Böylece bütün dünyada kampanyalar başlatılmasını ve bir an önce önlem alınması için girişimde bulunulmasını sağlayacağız. Gelecek kuşakların temiz ve yaşanacak bir dünyaya hakları olduğunu düşünüyoruz. Bunun için de her ülke insanının kendi çevre bakanlıklarına başvurarak; bu konuda bize destek sağlamaya çalışmasını bekliyoruz. Ancak bu sayede dünya ve insan nesli kurtulabilecektir. (Kriton Curi)
DÜNYALILARA ÇAĞRI!...
Ülkelerin çevresel istismarlarının durdurulması için bir çağrı kampanyası başlatıldı. 1992 yılında Brezilya’da toplanacak olan BM Çevre Konferansı’na sunulmak üzere uluslar arası düzeyde yürütülen imza kampanyasının öncüsü: BÜ Öğretim üyelerinden Kriton Curi. Kampanyanın metni ise şöyle: “Biz bu yazıyı imzalayanlar çevre kirliliğinin gezegenimizi tehdit eden en önemli tehlikelerden biri olduğunun bilinciyle, çevre kirliliğinin; ülke sınırı, ırk, din ayrımı tanımaksızın tüm insanlığı etkilediğini hatırlatarak.; Hükümetlere, BM’e ve tüm insanlara seslenir ve ülkeleri; “kirli endüstriler” ve zararlı madenler ihraç ederek, başka ülkelerin çevrelerinin istismarına son vermeye davet ederiz. Bu amacın gerçekleşmesi için:
(a)   Herhangi bir ülkede kurulması düşünülen yabancı bir endüstri, bu ülkedeki çevre ve halk sağlığının korunması ile ilgili mevzuatın yetersizliğinden yararlanmayıp; kurulacak endüstri merkezinin bulunduğu veya kurulacağı ülkede alınması öngörülen önlemlerin en ciddilerini uygulamaya mecbur tutulmalıdır.
(b)   Hiçbir ülkede, üretilen ürünlerin, diğer bir  ülkeye ihraç edilebilmesi için gereken tüm şartlar yerine getirilmeden ihracata izin verilmemelidir. Bir ülkede kullanımı yasaklanmış olan ürünlerin diğer ülkelere ihracatı kesinlikle önlenmelidir. (Figen Atalay / 26.7.1993/ Cumhuriyet) Çevreci Mark Dubois, herkesin kendine sorması gereken soruyu haykırıyor.
‘Dünya için ne yapabilirim’
“Kim demiş dünyayı değiştiremezsiniz diye, bir tek insan bile dünyayı değiştirebilir.” Bu cümle , Dünya Günü 1990’ın sloganıydı. Bu özel günün düzenleyicilerinden nehir uzmanı ve çevreci Mark Dubois, dünya üzerinde yaşayan herkese benzer bir çağrıda bulunuyor: Dünyaya zarar vermeden onun üzerinde nasıl yaşayacağımızı öğrenmeliyiz. Herkes, aynaya bakarak , ‘ben ne yapabilirim’ sorusunu kendisine sormalıdır.”
Dünya Günü’nün uluslararası etkinliklerini koordine eden Mark Dubois, daha sonra çokuluslu kalkınma bankalarının 30 milyar dolarlık yıllık kredi kullanımını daha çevreci ve toplumsal alanlara kaydırabilmeleri amacıyla uluslar arası baskı oluşturan, dünya üzerindeki çevreci, toplumsal ve ekonomik gelişmeden yana resmi olmayan kuruluşlarla iletişim kurmaya çalışan kişilerden biri.
Mark Dubois kararlı, “Dünya üzerinde bir ya da iki çılgın insanın tek başlarına gerçekleştirdikleri pek çok önemli değişiklikler vardır. Bu da insanların tek başlarına neler yapabileceklerinin göstergesidir.” diyor. Çoruh Nehri üzerinde düzenlenen raftinge katılan Mark Dubois ile ABD’ye dönmeden önce İstanbul’da kaldığı Mozaik Otel’de görüştük.
Yaşamı nehirlerle ve çevre etkinlikleriyle geçen, bireylerin çevreyi değiştirmek üzere harekete geçmelerini sağlamaya çalışan Dubois, dünyanın geleceğine ilişkin umutlarını henüz yitirmemiş. “Dünya Günü’ne katılımlar, büyülü ve harikulade güzel olan Çoruh Nehri üzerinde rafting yapmak ve bu umudun nedenlerinden bazıları” diyor.
DÜNYANIN SAHİPLERİ ve TÜM DÜNYAYA SESLENİŞ
Dubois’e göre, insanlar artık çevre sorunlarını bilincinde ama harekete geçmekte oldukça yavaşlar. Çünkü “Ben tek başıma ne yapabilirim ki? Hiç kimse bir şey yapmıyor, benim yapmamın da anlamı yok” diyerek, elini kolunu bağlayıp öylece oturmak kolay. Bu nedenledir ki, umutsuzluğun, kötümserliğin her zaman kazançlı çıktığını söylüyor…
Dubois şöyle devam ediyor:
“İyimserlik ve umutlu olmak ise her zaman kazançlı çıkmaz belki, çünkü zor olan budur. Sorunlarla mücadele etmek, savaşmak, tek başına da yapılabilecek şeyler olduğunu düşünerek harekete geçmek kolay değildir ama yapılması gereken budur. Dünya üzerinde bir ya da iki çılgın insanın tek başlarına gerçekleştirdikleri pek çok değişiklikler vardır. Bu da insanların tek başlarına neler yapabileceklerinin göstergesidir.”
Tüm dünyaya sesleniyor
Mark Dubois, çevre konusunda en önemli sorunun insanların harekete geçmemesi olduğunu ve bunun dünya üzerindeki tüm ülkelerde yaşandığını söylüyor. Dünyanın her yerinde benzer sorunların yaşandığını, örneğin ozon tabakasının delinmesinin tüm dünyayı tehdit ettiğini vurguluyor. Peki, o zaman ne yapmalı? Dubois, yalnızca Türklere değil, tüm dünyalılara sesleniyor:
“Herkesin ‘dünya ile yaşamayı nasıl öğrenebilirim’ sorusunu sorması gerekli. Yaşarken dünyayı parça, parça öldürüyoruz. Dünya giderek kirleniyor. Ona daha nazik davranmayı öğrenmeliyiz. Örneğin Kaliforniya’da yaşayan bir çiftçi artık yeraltı sularını zehirli oldukları için kullanamıyor. Çocuklarımıza zehirli gıdalar yedirerek yaşamlarını çalıyoruz. Buna hakkımız yok. Birbirimizle savaşarak çok zaman kaybettik. Örneğin bir sanayicinin üretimini ve tarzını beğenmeyebiliriz. Ama sorunlar karşısında onunla birlikte çalışmayı denemeli, bunu öğrenmeliyiz. Dünya üzerindeki ortak geleceğimiz için birlikte mücadele etmeliyiz. Kuşlar birlikte uçarak hem daha çok enerji sağlıyor hem de daha uzaklara ulaşabiliyorlar. Biz de birlikte savaşmalıyız. Meyve yalnızca ağacın dalının ucunda. Elimiz kolumuz bağlı oturursak meyveyi yiyemeyiz. Yerimizden kalkıp, ağacın dalına uzanırsak meyveyi tadabiliriz.” (31 Mart 1991/ Cumhuriyet Dergi)
Edward Goldsmith’in: 
"Beş bin günde dünyanın kurtuluşu"
Uluslar arası ekolojist hareketin belli başlı öncülerinden Edward Goldsmith’in son kitabı “yerküreyi kurtarmak için beş bin gün” daha şimdiden 300 binlik uluslar arası bir satış rakamına ulaşmış durumda. Dünyanın en etkin çevrecilik dergisi “Ekolojist”i 1970 yılından bu yana yayımlamayı sürdüren Edward Goldsmith’in, kitabında ana hatlarını çizdiği ‘dünyayı kurtarma programı’nın temelinde insanoğlunun yaşam tarzını kökten bir biçimde değiştirmesi anlayışı yatıyor. Goldsmith’in planı, dünyanın karşı karşıya bulunduğu üç ana tehlikenin belirlenmesiyle işe başlıyor: 1990 yılının yazı, 1880’den bu yana yaşanan en sıcak yaz idi; Basra Körfezindeki kirlilik oranı, yerküre için bir ‘rekor’du; dünyada her yıl yok edilen orman alanı da Fransa yüzölçümünün yarısı kadardı…
İşte bu ‘durum tespiti’; Üç acil önlem paketini gündeme getiriyordu: Ozon tabakasını delen klorflorokarbon (CFC) gazının lanetlenmesi; okyanusları kirleten toksik atıkların durdurulması; uluslararası bir ağaçlandırma seferberliği…
“Eğer örgütlenirsek, daha az tahripkâr bir yaşam biçimi yaratabiliriz” diye düşünen Edward Goldsmith, böyle bir hedefe ulaşabilmek için, insanların hem hükümetleri denetim altında tutup hem de kendi, kendine yeten küçük birimler halinde organize olarak sonuca varabileceklerini öne sürüyor. Tek gerçek demokrasinin, ancak küçük çaplı örgütlenmelerle yaşayabilen bir demokrasi olduğunu dile getiren Goldsmith, insanların devlet kurumlarına ve büyük kuruluşlara bel bağlamakla yetinmemelerini öğütlüyor…
Bazıları bunun bir ütopya olduğunu düşünüyorlar; fakat bana sorarsanız, esas gerçekdışı olan, bizim şu andaki yaşam biçimimizdir.
DÜNYANIN SAHİPLERİNE ÇAĞRI:
ERİCH FROMM VE GALİP BARAN
İnsan davranışları üzerine çalışmalarıyla ünlü Erich Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak” adlı eserinde, diğerkâmlık (sencillik) ve egoizm (bencillik) olarak tanımladığı iki temel özelliğiyle (ilkesiyle) ilgili görüşlerini aşağıda görüldüğü şekilde açıklıyor: 
“Sahip olmak” ilkesine sahip insan; mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye sahip olmak, onları ele geçirmek, kendine mal edip, onlara egemen olmak, dilediğince, içinden geldiğince kullanmak ister. Bu sahip oluşların ve sahip olma isteğinin sonu yoktur.
“Olmak” ilkesine sahip insan ise; hiçbir şeyi elde etmeye ya da kendine mal etmeye, şöhret ve iktidara sahip olup insana egemen olmaya kalkışmaz. Bu ilke insanın bizzat kendi şahsiyet, haysiyet ve karakterini yükseltir, geliştirir. Evrimleşir, diğer insanları sever. İşte, sözcüklerle anlatılamayan, yaşanılan, hissedilen bir özelliktir bu ilke.
Dünya düzeni “sahip olmak” üzerine kurulduğu nedenle, insan ve değerleri, yerini makinelere ve ekonomik gelişmenin çarklarına bırakmıştır. Bilim, teknik ilerlemiş, ama bunlar kendi yararına kullanılmadığı için, insan bir araç haline dönüşmüştür. 
Çözümün ilk ve tek şartı, “sahip olmak” ilkesinden “olmak” ilkesine geçmektir. 
Yeni bir insan,  yeni bir toplum oluşturmaktır…
Eserin çevirisi yapan Aydın Arıtan, Fromm için şöyle diyor:
Erich Fromm, yazdıklarına ve savunduğu fikirlere uygun yaşayan ender insanlardan birisiydi. Para da, mal da ve şöhrette gözü olmayan, mütevazı yaşantısıyla dikkati çeken Erich Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak”ı tam beş kez yeniden yazmıştır. Kendisine, “Yeni Çağın Peygamberi” denilmesinden hoşlanmayan Fromm, sorunları ve çözüm yollarını göstererek, tıpkı İsa’nın geleceğini bildirip, onun yolunu hazırlama görevini üstlenen Nasıralı Yahya gibi gelecekteki müjde ve felaketi işaret görevini başarıyla yerine getirmiştir…
Erich Fromm, Yunus Emre, Mevlâna ve diğer evrensel “Kanaat Önderleri” arasında, halen yaşayan ve aramızda dolaşanların belki de sonuncusu; Bilinç Üniversitesi’nin kurucusu Galip Baran; Bakınız kendisini, dava, yol, istikamet ve misyonunu nasıl açıklayıp, tanımlıyor:
SORUN: BENCİLLİK
ÇÖZÜM: SENCİLLİK… 
Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı (Ahilik), milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda başlattığım ve okul dışı eğitim olarak tanımladığım, insanı, davranışlarını ve nedenlerini araştırdığım, bazıları yerel bazıları merkezi yönetimin sorumluluk alanına giren, beni bilinçlendiren çalışmaları yaparken yaşam biçimim kökten değişti. “Bencillik”ten (sadece kendimi düşünmekten ve sadece kendim için yaşamaktan, yani hodkâmlıktan) kurtuldum. “Sencillik” (başkalarını düşünme, başkaları ‘halk’ için yaşama diğerkâmlık) ilkesini özümsedim. BöyleceErich Fromm gibi yaşamağa başladım…
Bilinç Üniversitesi Kurucusu
Bilinçolog Galip (Diğerkâm) Baran
Galip Baran’ın kuruluşuna öncülük ettiği ve bu gün, ülkemizin “dijital ortamda” üç ayrı WEB sitesi marifetiyle dünya çapında eğitim-öğretim ve yayın faaliyetini aralıksız ve istikrarla, başarıyla sürdüren Bilinç Üniversitesi’nin:
İşlevi:
“Bilgi Çağı”  üniversitelerinin, zamanla Bilinçoloji Ana Bilim Dalına dönüşebilecek “Bilinç Enstitüsü” ya da “Bilinç Kürsüsü” gibi bölümler kurmalarına yardımcı olmak; böylece, bundan böyle, yalnız bilgili değil aynı zamanda bilinçli mimar, mühendis, doktor, sosyolog, psikolog, antropolog  v.b. meslek mensuplarının yetişmesine katkıda bulunmak.
Kuruluş amacı: 
Güçlünün haklı olduğu değil, haklının güçlü olduğu, eşdeyişle, “dünyevi değerler”in yerini “uhrevi değerler”in aldığı bir dünya düzeni kurmak.