30 Haziran 2008 Pazartesi

SİYASET BİLİMİ, HUKUK VE KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ'NİN ANALİZİ

YÖNETİM BİLİMİ VE
KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ’NİN ANALİZİ

Mustafa Nevruz SINACI
Devlet idaresi bakımından yönetim bilimi ‘hür-özgür ve hükümran ülkelerde’ adalet ve hukuk ilkesi üzerine kuruludur. Buna göre: Devleti insan kurmuştur. Kuruluş amacı: Hak kavramı ve adalet ilkesi çerçevesinde bir iştirak ve işbölümü-işbirliğini tesis ve buna mütedair yasaları ikame ve sistemi idame ettirmektir. Sistemde imkân ve fırsat eşitliği esastır. Ayrıca, yasalar önünde kimsenin bir başka kimseye nazaran bir üstünlüğü söz konusu bile olamaz.
Binlerce yıldır böylece yürüyüp giden Türk idare sistemi dönem itibarıyla müthiş bir duyarsızlık, sorumsuzluk, kaygısızlık ve daha da vahimi; Muhtemelen kasıtlı ve art niyetli bir entelektüel cehalet, sorumsuzluk, şuur-bilinç kaybı veya bazı dahili bedhahlar ile bunların doğal uzantıları olan dış güçler güdümünde vahim bir “körler ve sağırlar” diyalogu ile dumura uğramış, kaotik bir bunalım ve kriz içine sürüklenmiş bulunmaktadır..
Bu bağlamda (bazı istisnalar hariç) genel yapı ve kurulum bağlamında mükemmel bir Anayasa göz ardı edilmekte, kanunlar hukuk kavramının dışında cebri yaptırım gücü olarak algılanmakta ve bu mantıkla sorumsuzca uygulanmaktadır. Üstüne üstlük zaten de başta vekil adı verilen atanmışlar dâhil olmak üzere çok geniş bir kitle yasal ve anayasal ‘dokunulmazlık ve sorumsuzluk” zırhı gibi bütünüyle insanlık ve çağdışı bir koruma kalkanı kapsamına büründürülmüştür. Hattâ (çok acil, önemli ve zorunlu haller dışında 1924-1950 döneminde hiç görülmeyen) bir (Anayasayı yapan halk’a rağmen) Anayasa değişikliği adeti ihdas olunmuş bulunmaktadır. Bunun ne kadar doğru-yerinde ve gerekli olduğu da tartışılmadan…
Rezaletin kamuflajı uğruna objektif bilim, adalet ahlâkı, bağımsız ve tarafsız hukuk, kelimelerin kavgası ve kavram kargaşasına getirilerek kurban edilmekte; Topluma “aydın” yakıştırmacası ile lanse edilen köşe başı Donkişotları, yıllardır ülkemizde alenen uygulanan gizli işgal, psikolojik savaş ve provokatif taktiklere paralel muadil hayali hedefler yaratmakta ve düşman adına kılıç sallamaktadırlar.
Tahribatın hedefi yalnız kutsal insan unsurumuz değildir. Bilakis;
Bu defa Anayasa, hak-adalet, hukuk, ahlâk, iktisat, siyaset, eğitim, bilim, kültür, milli-manevi değerler ve savunma…
Milli refleksler dâhil, bütün değerlerimiz bir-bir yok edilme tehdidine maruzdur.
Kullanılan argüman ise “kuvvetler ayrılığı” (!) ilkesidir.
ÖNCE ANAYASAYA BİR BAKALIM:
Yasama Yetkisi: “Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” (mad:7) Yürütme (icra) Yetkisi ve Görevi: “Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” (mad:8) Yargı Yetkisi: “Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” (mad: 9)
EGEMENLİK: “Kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. (mad: 6)
EŞİTLİK: “Herkes dil-ırk-renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din-mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. (mad:10)
ANAYASANIN BAĞLAYICILIĞI VE ÜSTÜNLÜĞÜ:
Anayasa hükümleri, “yasama”, “yürütme” ve “yargı” organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan “TEMEL HUKUK” kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz. KRİTER: Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için, onun ihtiyacını görebilmek ve onun kudretini takdirde ehliyet sahibi olmak birinci şarttır. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1927)
ANALİTİK GERÇEK VE UYGULAMA:
1.Yasama yetkisi: Parti (sulta ve saltanat) sahipleri adına parlamentoya aittir.
2.Yürütme yetkisi: Anayasa, kanunlar ve kuvvetler ayrılığı ilkesine rağmen sadece ve yalnızca başbakan tarafından yerine getirilmekte…
3.Yargı yetkisi: Ancak başvuru halinde veya masraf ödendiğinde kullanılabilmektedir.
4.Egemenlik “iktidar partisine”, parası, torpil ve gücü olana aittir.
5.Anayasa: Millete sorulmadan sürekli değiştirilmekte, vakti zamanında çok sağlam ve mukavim bir kurulum, kuvvet ve ihanete karşı mukavemete malik olması cihetiyle “delme ve değiştirme girişimleri sonuç vermediğinden” acilen ve derhal ilgası düşünülmektedir.
6.Eşitlik: Çok eski bir mefhum olarak hafızalardaki yerini özlemle korumaktadır.
7.HUKUK: Adalet kavramı ile birlikte tebahur ettirilmiş, buharlaştırılmıştır.
8.KRİTER: Kaynağı her ne olursa olsun (sorulmaz) para’dır. Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı yargıya ve binlerce Cumhuriyet Savcısına rağmen ‘bir toplumsal travma’ biçiminde tarif ve tavsif edilmektedir.
Büyük Türk Medeniyeti yerine, tefessüh etmiş AB uygarlığı revaçtadır.
Şimdi, yaşanan gerçekler ile millet iradesi çerçevesinde yapılması gerekenlere bakınız!
Türkiye Büyük Millet Meclisinde usul, esas ve ahlâka uygun olarak millet tarafından belirlenmiş bir tek milletvekili bile yoktur? Var sayılabilecek olanların hiçbiri millet adına hareket etmemekte ve Anayasanın 7. maddesinin amir hükmüne uygun olarak ‘bütün hak ve yetkilerini’ tefessüh etmiş ‘parti sahibi sultasının’ elinden kurtaramamaktadır?
Bağımsız Milletvekilliğinin hiçbir hükmü, etkinliği ve gücü kalmamıştır.
Yürütme yetkisi TBMM üzerinde vesayet ihdas etmiştir; Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Adalet Bakanı yoluyla yargı; Siyasi atamalar nedeniyle de Anayasa mahkemesi siyasi baskı altındadır. Diğer yüksek yargı (mahkeme) başkanları ile Cumhuriyetin savcı ve Baş Savcıları işle YCB Savcısı her vesile ile hukukun bağımsızlığından dem vurmakta, lâkin kuvvetler ayrılığının doğal gereği olan “tarafsızlıktan” söz edememektedirler.
Bu bağlamda ‘muktedir olmak’ iktidar tarafından tüm kuvvetlere mutlak sahip olmak biçiminde algılanmakta ve uygulanmaya çalışılmakta; Anayasa Mahkemesi üyelerinin dahi 4 yıllığına hükümetçe atanması gereği dile getirilmektedir.
PEKİ;
Adalet ve hukuk aynı zamanda mutlak eşitlikçilik ve “bağımsızlık” değil midir?
Yukarda özellikle yazdığım TC’nin kurucusu Atatürk’ün vecizesi ile Anayasanın amir hükümleri doğrultusunda “Yargı-Yasama-Yürütme” sadece ve yalnızca “millet adına” tam bir eşitlik, adalet ahlakı ve hukuk perspektifinde halka hizmet etmek zorunda mıdır?
YOKSA!..
Adalet, eşitlik ve hukuk bağlamında (kendi alanlarında en dürüst saydam ve şeffaf bir organizasyonla) milletin huzur, güvenlik, zenginlik ve mutluluğu için çalışmak mıdır?
********
İKTİDAR, MEŞRUİYET VE ADALET
Mustafa Nevruz SINACI
Daha önce yine bu sütunlarda yayınlanan “Nedir bu kuvvetler ayrılığı ve ne değildir” başlıklı makalemizde irdelediğimiz kuvvetler ayrılığı 61 Anayasası ile kuvvetler birliği yerine (sözde) ikame edilmiş olup; Gerekçesi itibarıyla devletin daha sağlıklı, ağırlıklı ve adaletli; Vatandaş hakları ve hukuk normlarına uygun bir zeminde yürütümünü esas almıştır.
Yani açıklanan hedef: Hukuki meşruiyet ve adalettir.
Oysa zamanla sistemin, amaçlanan iyi niyetin ötesinde farklı bir gelişme gösterdiğini, yasal (meşru erk, Anayasal güç) kavramının dışına taştığını ve birbirlerini denetleyen onurlu ve sorumlu kurumlar-kuvvetler yerine iktidarı ve iktidar (devlet) nimetlerini paylaşma ve / veya yekdiğerini yıpratma, ikame etme biçimine iblağ etmeye yöneldiği görülmüştür.
Halk partisi zihniyetinin amacı zaten bu idi, amaçlandığı biçimde de tahakkuk etmiştir.
Zaten şikâyetin kaynağı da zihniyet değişikliğinden kaynaklanmaktadır.
Pek çok konuda CHP ile anlaşan ve uzlaşan iktidar AB zorlaması sonucu bu kere fikir ayrılığına düşmüş ve kıyamet oradan kopmuştur. Aslında CHP ile AKP’nin istediği modeller arasında ciddi bir fark yoktur. Burada bizim açıklayacağımız ve 82 Anayasasının ruhunda var olan “özerk” veya birbirinden bağımsız ve yekdiğerini denetleyen “kuvvetler ayrılığı” ne CHP veya ne de AKP tarafından istenmemektedir.
Dolayısıyla bu durum doğal olarak yargıda (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yönetim ve yürütümünde) siyasallaşma-kutuplaşma, adalet ve objektif hukuktan uzaklaşma gibi hayli kronik sorunlara yol açmış, HSYK sistemi ile birlikte gelen memnuniyetsizlik, baskı, korku, görevden alma-alınma endişesi, sürgün ve sindirme teşebbüsleri nedeniyle hızlı bir yozlaşma ve erozyona neden olmuştur…Sebep yargı ipinin ucunun siyasete (yürütmeye) bağlanmasıdır. Oysa kuvvetlere birliğinde bile tek bağımlılık yasama idi.
Görülüyor ki; 1961 kuvvetler ayrılığını 1924’den de geriye çekmiştir.
Ki, bunun hukuki adı: Tek kuvvet ve tek iktidar (sulta) ve tasalluttur.
Daha açık bir deyimle şeklen hukuk ve şeklen yasama.
SONUÇ: Lider (parti sahibi-sulta-vesayet) tasallutunda halktan kopuk, kitle dışı aleni dikta ve despotize siyaset kurumları, iktidarın şahsında AB güdümüne teslimiyet. Dahası talihsiz GB Antlaşması kapsamında hükümranlık hakkından ödün… Şimdiyse sürecin adeta bir parçası biçim kapatma davası. Meselenin özü aynı: Kuvvetler ayrılığı ilkesinin Anayasa, yürürlükteki yasa, adalet ve hukuk sistemi dışına çekilmek suretiyle uğradığı travma.
AÇILAN KAPATMA DAVASI
Hiç kuşkunuz olmasın ve kaygı duyulmasın ki; sanılan ve söylenenin aksine Ak Parti kapanırsa kesinlikle bölünmeyiz. Aksine AKP bölünürken adalet ve hukuk sistemi uygulanıp yerleşeceği için milletçe bütünleşip devleti güçlendirebiliriz. Sürece ilişkin kesite bir bakalım:
AKP, YCBS’nın kapatma istemine karşı hazırladığı savunmasını 30.4.2008’de genel başkanı RTE imzası ile Anayasa mahkemesi Başkanlığına sundu. İncelenirse görülecektir ki; savunma tamamen “bu davanın hukuki değil siyasi olduğu” hususunun ispat edilmesi üzerine kuruludur. Bir bakıma AKP savunma ile adeta altı yıldan beri yönettiği ülkemizde hukukun siyasallaştığını ispat etmeğe çalışmış, bir başka deyişle hukukun olmadığını ikrar ederek ülkeyi içine düşürdüğü durumu tasvir ederek mezkür savunması ile adeta hukuka “gelin beni kapatın” diye çağrıda bulunmuştur. İşte savunmadan birkaç çarpıcı cümle;
“Hukuk alanında keyfilik, kişisellik ve sübjektiflik, iddianamede görüldüğü üzere gerçeklikten uzaklaşmaya ve hukuk standartlarının örselenmesine yol açmaktadır. Hukuk alanında olguların doğru algılanamaması, çarpık bir okuma sonucu gerçeklerle ilgisi olmayan sonuçlara ulaşılmasının hepimiz için telafisi imkânsız zararlar doğuracağı açıktır.
Bu iddianame hukuk sisteminin en temel karakteri objektiflik, nesnellik, nedensellik ve rasyonelliğe dayanmamakta; en iyimser yaklaşımla bir algılama sorununun varlığını ortaya koymakta; Partimiz hakkında hazırlanan iddianame, baştan aşağı gerçekleri tersyüz eden, değerleri ve kavramları birbirine karıştıran, dahası koruyor gibi göründüğü ilkelere zarar veren ön yargılı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu iddianamenin gerçekte olup bitenle bir ilgisi bulunmamaktadır.
Bu dava maalesef ülkemiz ve milletimize ağır ekonomik-siyasi bedeller ödetebilecek bir süreci başlatmıştır. Davayla hukuk sistemimiz zarar görmektedir. Hukukun siyasallaştığı düşüncesi, vatandaşların hukuka karşı güven duygusunu zedelemekte; Demokrasimiz ülkemiz ve milletimiz zarar görmektedir. Siyasi-ekonomik istikrarın tahrip edilmesi ülkenin ve halkın fakirleşmesi demektir. Türkiye’ye onlarca yıl kaybettirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır. Davayla Devletimizin bütünlüğü zarar görmektedir” denilmekte.
Ancak sürece rağmen esasa müteallik Anayasa değişikliği, yeni Anayasa, hattâ baskın- erken bir seçim bile telâffuz edilebilmektedir. Bu adeta bir ‘meydan okuma’ ve haddini aşan güç gösterisidir. Amma adil değildir. Dolayısıyla iktidar partisi, gerçek güç ve kuvvetin adalet olduğunu bilmeli ve bu evrensel gerçeğin artık farkına vararak, hiç olmazsa şu andan itibaren hak-hukuk ve adalet yoluna girmelidir. Velev ki, bu yol hayırlara vesile olabilir!..”
Denilmekte, bunun yanı sıra iddiaların çoğunlukla gazete küpürlerine dayandırıldığı iddia olunmaktadır. Burada mevcut medya tarafından üzerinde durulmayan ve alınganlık gösterilmesi gerektiği halde itiraz konusu edilmeyen en önemli husus “gazete haberleri” yani, “küpür” konusudur. Zira, yasal süresi içerisinde tekzip olunmayan, dava edilmeyen ve yargı kararı ile nihayet bulmamış her haber Cumhuriyet Savcıları tarafından “İHBAR” kabul edilmek ve gereği mutlaka yapılmak zorundadır.
Burada hangi haberin tekzip edilip edilmediğine dikkatle ba0kmak lazımdır.
Aksi taktirde meselenin bir tarafı da dördüncü kuvvet olarak nitelenen medyaya hakaret ve tezyif niteliği arz eder.
Dava sürecinde bu hususun mutlaka dikkate alınması gerekir.
Çünkü iktidar icraatlarının meşruiyeti bakımından konu önemlidir.
********
ŞEKLEN “KUVVETLER AYRILIĞI” ESASEN DEĞİL!...
Mustafa Nevruz SINACI
Davanın açılması ile sonuçlanması ve sonuca ilişkin itiraz, şikayet ve yorumlar işi bambaşka bir mecraya sürükledi.
Bağımsız ve tarafsız Anayasa Mahkemesinin “itiraz üzerine” türban hakkında verdiği karar (objektif ve rasyonel hukuka aykırı) şekil şartına rağmen esasa girilmesi nedeniyle politik-ACI’larda büyük rahatsızlı yarattı.
Bu aslında (esasında) neden olduğu tartışmalardan ötürü bir rahatsızlık değil içten içe memnuniyet ve sevinç göstergesidir.
Karar mesnet gösterilerek eteklerdeki taşlar dökülmüş, demokrasi maskesi ardında her tür dikta özlemi dile getirilmek suretiyle mezkür partinin sözcüleri (Hasan Celal Güzel ve diğerleri) “Anayasa Mahkemesi üyeleri de iktidar tarafından atanmalıdır” denilebilmiştir.
Üstelik henüz gerekçesi dahi açıklanmamış bir karar hakkında bunca eleştirinin bir anayasa suçu olmasına rağmen…
Şimdi bu tavrın sebep ve gerekçelerine bir bakalım:
Genel kanaat “dava nedeni Anayasa değişikliği tasarısı ve yol açacağı kararın alt yapısı bizzat iktidar tarafından süreç içinde oluşturuldu, AİHM de pişirildi, sıkı bir işbirliği içinde oldukları AB plâtformlarında olgunlaştı, sonra (sözde) sorundan (!) yana ikiyüzlülük, çifte standart ve samimiyetsizlikle maruf işbirlikçiler bulunup (malumun ilamı niyetiyle) parlamentoya sevk edildiği…” biçimindedir.
Biliyorsunuz bizim parlamenter takımı millete vekil falan değil parti-sulta memurudur.
O nedenle “olmak” veya “olmamak” yasa tasarısı gibi bu metin de esasa girilmeksizin onaylanıverdi. Sonra CHP itiraz etsin ve Anayasa Mahkemesine gitsin diye hep birlikte adeta duaya duruldu. Teşebbüste sonuç baştan belliydi. Nitekim bazı çevreler, aynen yukarda beyan olunduğu gibi karara malumun ilamı dediler.
YA ANAYASA MAHKEMESİNE GİDİLMESEYDİ!...
İşte mesele budur.
Yüzdeli millet iradesi iddiaları tümüyle yalan.
TBMM genel kurul salonunda asılı “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” levhasına da kimsenin aldırdığı falan yok. Sadece istismar ve suiistimal ediliyor. Samimi olsalar önce 2820 Sayılı Siyasi Partiler ve Seçim kanunlarını demokratikleştirirler, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık yasalarını kaldırırlardır. Olmadı. Neden? Çünkü çok kritik bir oyun oynanıyor ve milletin gözü boyanıyor da ondan.
Geleceğe matuf hesaplar “cuk diye yerine” oturduğu için rol yapmayı sürdürüyorlar.
Maksat AB’ye bağlanma ve ABD paratoneri (partneri falan değil) olma sürecini ikmal.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esas ve ilkelerini (1924 Anayasası gibi) ilga; Mir Dengir Fırat’ın dediği gibi bir travma yaygarası ile hak, adalet, hürriyet, istiklâl-hâkimiyet ve demokrasiyi imha.
MHP’de tıpkı böyle yapmıyor mu?
Hem milliyetçi, hem AB’ci. Bu ne garabet?..
Dünyanın neresinde görülmüş hem milliyetçilik yapmak ve hem de milletler arası bir organizasyona katılmayı (bağlanmayı) savunmak!..
Sonuçta: Ülkemiz ve halkımız 27 Mayıs’la bindirilmiş bir alamete gidiyor kıyamete.. İşin nasıl’ına erbabı ile şöyle cevap verelim: (*)
Ülken ormanı, deniz ve kıyıları, toprağı-havası, suyu; Tüm vatandaşların, emeklilerin, çalışanların, kadınların, çocukların hakları şeklen korunuyor esasen değil.
Orta öğretimde 200 binden fazla öğrenci silah taşıyor, on öğrenciden biri çete üyesi, diğeri uyuşturucu bağımlısı. Ahlaksızlık ilkokullara kadar sinmiş. Dünyanın en kaliteli 500 üniversitesi arasında sondan 1-2’miz var. Yüksek Öğrenim sözde özerk, öz’de değil!. Eğitim Lions kulüpleriyle işbirliği içinde. Demek ki ülkede eğitim ve öğretim şeklen var esasen değil. Yargı şeklen bağımsız, tarafsız falan değil. Herkes kanun önünde usulen-şeklen eşit, yargılamada iddia ve savunma da öyle. Birçok yasa şekli, hukuka saygı esasen değil. Ülkede imkân ve fırsat eşitliği hayali esas-gerçek değil. Yolsuzlukta dünya birincisiyiz. Mücadele usulen var esasen değil. Dünyanın en zengin yüz kişisi arasında 28 zenginimiz var. Gelir dağılımda adalet ne şeklen mevcut, nede esasen.
AB, bizi alacağını şeklen söylüyorsa da, niyeti asla esasen değil. İdare edenlerimizde zaten şeklen girmeye çalışıyorlar, esasen ve gerçekten değil.
Doğal afet iş ve trafik kazalarında ölen insanlarımızın sayısı korkunç, bizde insan hayatına da, haklarına da şeklen kıymet veriliyor, esasen değil. Her masa ve makam ardında bir Atatürk resmi var. Lâkin Atatürk İlkeleri ve Türk İnkılâbına şeklen bağlılar esasen değil.
Ekonomi, “kurtuluş savaşı verdiğimiz” emperyalist düşman kontrolünde. Atatürk’ün iktisadi bağımsızlık olmadan hiçbir alanda bağımsızlık olmaz sözü hatırlandığında ülke olarak şeklen bağımsız olduğumuzu söyleyebiliriz esasen değil. Ülkede TBMM şeklen halk iradesini temsil etmekte, esasen ve özde değil. Millet-vekillerini seçemiyor, parti sahipleri belirliyor. Halkın oy verdiği parti meclise giremezse, istemediği parti güçlenerek meclise giriyor.
Sandık aşamasını geçtikten sonra vekiller milletin değil, sulta ve saltanatın emrettiğini yapıyorlar. Bu nedenle, halkın iradesini temsil etmeyen meclis iradesinden bahsetmek şeklen anlam ifade ediyor, esasen değil. Zaten bu ülkede demokraside şeklen var, esasen değil.
Görevi: Anayasa ile güvence altına alınan Laik, Demokratik Cumhuriyetimizin temel ilkelerini korumak olan Anayasa Mahkemesi iyi ki esasen vazife yapıyor şeklen değil.
FAKAT!.. Ya itiraz edilmeseydi Anayasa Mahkemesi ne işe yarardı? Acaba!..
YANİ: “Şeklen Kuvvetler Ayrılığı” mevcut. Esasen değil !...
ŞİMDİ SORALIM: Şeklen kuvvetler ayrılığının neresinde demokrasi var?
Eğer bir kuvvet (!) her hangi bir aykırılık halinde inisiyatif ve tasarruf kullanamaz ve aykırılığın def’i hususunda ağırlığını koyamazsa bunun neresi kuvvetler ayrılığıdır? Bu konu ileriki makalelerimizde daha da açılacak ve hukuki ayrıntılarına girilecektir. Cumhuriyet’in ilk ve orijinal biçimine iblağı (dönüşmesi) bakımından bu hususun tartışılmasına kuvvetle ve her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.
Şimdilik şu noktaya iyice yoğunlaşın lütfen.
“Ya CHP gidip dava açmasa ne olurdu?”
********
ŞEKLEN KUVVETLER AYRILIĞI; YARGIÇLAR VE SAVCILAR
Mustafa Nevruz SINACI
Günümüz Türkiye’sinde 150’liklerin affından, vatan haini kadrocuların devlette hâkim unsur haline getirilmesine; Bunlarında dönme-devşirme sabatay-ateist, mason ve misyonerleri devlet kadrolarına taşıma, Amerikan gönüllüleri ve AB provokatörleri ile sistematik tahkimle yozlaşmayı tırmandırma amaçlı sinsi-gizli, örtülü bir süreç vardır.
Özellikle 27 Mayıs kalkışma, millete ihanet ve isyan hareketi ile “Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbının 36 yıllık temel Ana-Yasası’nın bilerek ilgası” 1961 belgesinde “milli devlet” ilkesinin imhası ve üniter (parçalardan müteşekkil) devlet usulünün ihdası ile başlayan dönem bilinçli bir “Türklükten arınma, İslâm-ı dışlama, milli-manevi-ilmi, kültürel değerleri silme ve Amerikanlaşma” sürecidir; (Oysa, Cumhuriyet’in Atatürk dönemine ilişkin hiçbir belgesinde, bilumum ilke ve inkılaplar dahil olmak üzere bu mutasyona, Türk ve İslâm dışı jenerasyon ve dejenerasyona cevaz verecek tek bir karar, kanun ve belge yoktur.)
Buna rağmen “Lozan Antlaşması ila taban tabana zıt ve esastan aykırı bir pozisyonla” batılılaşma ve çağdaşlaşma gibi asılsız ve mesnetsiz gerekçelere dayalı menfur süreçte vaki ve hukuk-ahlâk (yetkisiz) dışı aflarla dürtülenen-beslenen psikolojik savaş, süratle güç kazanarak müthiş bir erozyon ve toplumsal travma nedeni olmuştur.
Sonuç: Sistematik yozlaşma duyarsızlık, sorumsuzluk, kaygısızlık, kasıtlı ve art niyetli bir entelektüel cehalet; Yahut şuur-bilinç kaybı veya bazı dahili bedhahlar ile bunların doğal uzantıları olan dış güçler güdümünde bir “körler ve sağırlar” diyalogu olup; 10 yılda devlet çivilerinin çıkması (1971) müteakip 10 yılda “tuz kokması” (1980) ile 28 Şubat revizyonu, kat edilen mesafenin sindirilmesine taalluk eden ince ayarlardır diye düşünülebilir.
ANCAK: 27 Mayıs utancına son vermek ve melanet bir kutlamayı (!) kaldırmak gibi yüksek bir mazhariyete mazhar 12 Eylül gerçekten Türk İnkılâbı taraftarı, Atatürkçü ve içten içe bir vatanseverlik motifine sahip olup 82 Anayasası olabildiğince bu motiflerle dokuludur. Bu nedenle çok şikâyet konusu olmuş ve sürekli delinme-değiştirilme gereği duyulmuştur.
Dolayısıyla 12 Eylül’ün mana ve muhtevası farklı bir durum ve konumda incelenmek zorundadır. Buna rağmen 12 Eylül sürecinde ülke AB’ye katılma mod’undan ‘bağlanma’ moduna geçirilmiştir. Anlaşılması zor olan mesele de budur. 95 GB Anlaşması ile egemenlik mülga oldu. Bağımsız adalet kavramı rafa kalktı, AB müktesebatı hür ve hükümran (TBMM) iradesinin üstüne çıktı. Hani, 27 Mayıs sözde Atatürk ilke ve inkılâplarını ihya gerekçesine sarılmıştı. Oysa tam tersini yaptı. Cumhuriyeti inkıtaa uğrattı ve 36 yıllık Atatürk anayasasını ilga etti. Yukarda da temas ettiğimiz gibi aleni bir Amerikanlaşma, batılılaşma ve milli hafıza silme operasyonu olarak tarihteki utanç verici yerini aldı.
Sanırım burada da benzere bir aldatmaca vardı veya sonradan tezgâhlandı.
Türk Milletinin bağımsız yargıçları buna sessiz kalma gafletini gösterdiler.
Cumhuriyetin savcıları alenen “vatana ihanet suçu” işleyen politik-acılara müdahale edemedi. TSK-Türk Ordusu “Milli Dava Kıbrıs’ın” pazarlık masalarında peşkeş çekilmesine katlandı. Süreçte vaki Anayasa değişikliklerinin büyük bir bölümü Türk hukukuna, din, adet, örf-töre ve geleneklerine (objektif hukukun temel dayanak-kaynak ve ilkelerine) aykırıdır. Buna rağmen Yargıçlar, C. Savcıları ve devletin istiklal ve istikbalini korumakla memur ve mükellef TSK-Ordu sessiz-sözsüz, inisiyatifsiz ve müdahalesiz kaldı.
NEDEN ?!...
Oysa Anayasa, Yargı Yetkisi “Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” (Md: 9) EGEMENLİK: “Kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. (Md:6) EŞİTLİK: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. (Md:10) Anayasanın Bağlayıcılığı ve Üstünlüğü: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan “TEMEL HUKUK” kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz.” Demiyor mu idi?
BUNA GÖRE: Anayasa da açıklanan ve tanımlanan kuvvetler ayrılığı ilkesinin şeklen değil esastan algılanması ve yukarda beyan edildiği üzere; Taraf Cumhuriyet Savcıları, yargıç ve TSK tarafından “ayrı ve bağımsız bir güç” (Milli denge unsuru-stabilizatör) görevinin icap ve gereklerine sadık kalınarak uygulanması halinde bu felaket yaşanmayacaktı.
Önleme ve önlem alma yolunda illâ birilerinin itiraz ve davası şart değildi.
Zira kuvvetler ayrılığı ilkesinin esası: Olağan ve doğal olarak yekdiğerini denetleme, bilumum tertip ve hukuk dışı teşebbüs karşısında asla; “fiili durumdan vazife çıkartmak” biçiminde değil, Anayasal bir hak, hukukun gereği ve asli bir hak olarak harekete geçmedir.
İlke şekli değil esasidir.
Esas “mutlak hukuk” şartını muciptir.
Yani: Doğrudan müdahale…
Yani birilerinin Anayasa Mahkemesi ve/veya yargıya şikâyeti ile değil…
Adı üstünde “kuvvetler birliği” değil; Kuvvetler ayrılığı.
Yani özellikle hukuk-yargı kurumu nevi-i şahsına münhasır ve bağımsız bir erk-uzuv olmakla Milli menfaat ve hukuka aykırılık hallerinde Yasama ve Yürütme nezdinde reddi icra, durdurma, olağan ve olağanüstü tedbir hak-karar ve yetkisin haiz bulunmak ve bunu hiç tereddüt etmeden kullanmak zorunda ve durumundadır. Kuvvetler ayrılığı kelimesi dahi bir karine olup; Yekdiğerinden bağımsız hareket ve yaptırımı “millet ve hukuk adına” zorunlu kılar. Bu fiil ve tasarruf, diğer kuvvetlerin her hangi bir müdahalesi olmaksızın müstakilen alınır ve gerektiğinde ülkenin güvenlik kuvvetleri ile birlikte uygulanır.
Şu kadar ki: Alınan karar, uygulanan tedbir ve (varsa) ikamesi hür ve hükümran Türk halkı ve Türkiye Cumhuriyetinin mutlak özgürlük, bağımsızlık, kamu-yurttaş/halk menfaati esas-baz alınmak durumunda meşrudur. Aksi takdirde Yasama ve Yürütmenin bu kere yine hukuki yollara başvurarak çözüm üretmesi (sorunlara hukuk içinde çözüm araması) gereklidir.
********
KAMU VİCDANI YARGI’DAN MÜŞTEKİDİR
Mustafa Nevruz SINACI
İnsanlık âleminin varlığı, devamlılığı sadece ve yalnızca objektif hukukun sağlamlığı, üstünlüğü ve sürekliliği ile mümkün ve kaimdir. Aksi takdirde ülkeler ve insanlar üzerinde haksızlık, gasp-irtikap, darp zulüm ve işkence galip gelir. Bunu önlemenin tek ve yegâne yolu hukuk’u hâkim, sürekli-sürdürülebilir ve daim kılmaktır.
Adalet ahlâkı ve hukuku daim (sürekli ve sürdürülebilir) kılmanın yolu: Çok sağlam, mukavim, değişmez, değiştirilemez sarsılmaz bir ilke olan: “Kanunlar Anayasaya, Anayasalar İnsan’a, insan haklarına ve yasa önünde tam eşitlik hakkı ve kavramına asla aykırı olamaz” kaidesidir. Bu kaide bire bir TBMM duvarlarında yazılı ve vekillerin gözü önünde asılıdır.
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir…”
Yani bu emir: “Devlette en büyük kuvvet millettir. Millet bu “sevk-idare ve yönetme” kuvvet ve kudretini ‘hiçbir baskı ve yönlendirmeye maruz bırakılmaksızın’ kendi özgür irade, hüküm ve kararı ile seçtiği “MİLLET-VEKİLLERİ” vasıtasıyla kullanır anlamını taşır.
Aksi takdirde millet-halk “YARGI” (hak ve hukuk) gücünü “Cumhuriyetin Savcıları, Hâkimler (Yargıçlar), Ordu ve güvenlik (kolluk) kuvvetleri marifetiyle kullanma hak, yetki ve selâhiyetini haizdir. Burada “YÜRÜTME-icra” sadece-yalnızca bir “devlet sekreteryası” veya muhasebatı-saymanlığı görevinin sahibi olup; Bilumum icraatını milletin ana-yasası, yasa ve diğer hukuk mevzuatına uygun olarak yerine getirmek zorundadır.
Eğer ilk (orijinal) şekle, Anayasanın bütünü itibarıyla mana ve muhtevasına bakarsanız ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin; TC’nin bütün usul-esas ve unsurları ile mükemmel bir “hukuk devleti” bağlamında tertip olunduğunu (bazı istisnalar hariç) açıkça görürsünüz.
Buna göre: Anayasa temel kanundur. Kanunların ANASI, insan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve hukukun mâbedidir. Bu anlamda millete gidilmeden ve milli mutabakat olmadan zırt-pırt delinemez-değiştirilemez. Anayasayı değiştirme yetkisi yasama veya yürütmenin değil bizatihi milletin hakkıdır.
Dolayısıyla yasama tarafından çıkartılacak hiçbir kanun anayasaya, vatandaş hakları, kamu-millet menfaati ve bireysel hukuka aykırı olamaz. Hiçbir kişi, kurum veya teşekkül ‘kanunlarla tanımlanmamış’ ve Anayasaya uygunluk kesbetmeyen bir hak iddia ve ihdas edemez. Yerleşik hukuka aykırı siyasi veya şahsi bir inisiyatif kullanamaz. Keza aykırı bir fiil, edinim-temlik yahut tasarrufta bulunamaz.
Bulunursa ne olur?
Anayasayı korumak ve uygunluğu denetlemekle memur ve mükellef kurum-kuvvet Yargı derhal müdahale eder ve “Hukuk Dışı” teşebbüsü durdurur.
Burada asla bir kurum, kişi, siyasi parti veya organın başvurusu beklenemez. Bu gibi suçlar “meşhut” (takip ve şikâyete bağlı) değildir. Polis-Cumhuriyet Savcısı ve Yargıç dâhil “doğrudan müdahaleyi” zorunlu kılar.
Yargının teşebbüse geçmesi, resen müdahalesi, hüküm kurması, inisiyatif koyması ve tasarruf kullanması için: Yasa çıkarma bağlamında bir hazırlık ve meclise sevk; Görev ihmali, gasp-irtikap ve suiistimal konusunda ihbarlar, yasal süresi içinde tekzip ve dava olunmamış gazete-medya haberleri ve uygulamadan doğan aksaklık ve haksızlıklar yeterlidir.
Türk Milleti’nin “medeni siyaset geleneği”, 1924-1961 ve 1982 Anayasası dahil hak ve hukuk bağlamında emir budur. Kamu ve halk yararı taşımayan bir fiil ve tasarruf ‘her nereden gelirse gelsin’ acilen ve derhal müdahaleyi icap ettirir. Yargının yetki alanı (suç işlenmesi-cürüm halinde) doğal olarak devletin bütün alan, kişi, kurum ve kuruluşlarını kapsar. Yasama ve yürütme için de bu durum aynıdır. Şu kadar ki; Adalet ve hukukun sağlıklı-düzenli ve sürekli bir biçimde işleyebilmesi için Devlet Denetleme Kurulu dâhil olmak üzere; Bütün teftiş ve denetim kurullarının da yargı erk’i içinde yer alması zorunludur. Yargı’nın icra mekanizması iç güvenlik kuvvetleridir.
Bu anlamda ‘YARGI” fiilen, resmen ve hukuken Anayasa, hak ve halktan yana taraf; Yasama ve Yürütmeye karşı ise tarafsız ve bağımsızdır. Yani: Yargı Yüce Türk milleti, adalet kavramı ve milli hukukun ilkelerini korumak, kollamak, sürekli kılmak ve ‘her ne pahasına olursa olsun’ (diğer kuvvetlere nazaran) hukukun mutlak hakimiyet ve üstünlüğünü sağlamak zorunda ve durumunda olup; Devletteki yeri, tarihi ve anayasal görevi itibarıyla yasama ve yürütme karşısında tam bağımsız bir özelliğe sahiptir. İleri demokrasilerde ve yerleşik hukuk devletlerinde olduğu gibi (örnek: TSK örgütlenmesi ve yönetim biçimi) kendi içinde ‘kendi örgüt ve yönetim yapısını” nevi-i şahsına münhasır ve siyasetten bütünüyle bağımsız bir biçimde (tepede Anayasa Mahkemesinde birleşmiş (ve bağlı) olmak koşuluyla) oluşturmak hakkına sahiptir. Yani:
1.Cumhuriyet Savcıları Milli Konseyi;
2.Yargıçlar Konseyi, biçiminde örgütlenmesi ve bilumum yasal-sosyal-özlük hak ve hukukunu Anayasa ve (1111 sayılı kanun gibi) kendine özgü bir kanun kapsamında yapması gerekir. Aslında mevcut ve mer-i anayasa buna müsaittir. Mevcut, mer-i ve uygulanan haliyle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Anayasa, adalet ahlakı ve hukuk sistemine taban tabana zıt ve aykırıdır. Zira, yürütme yargıyı asla hüküm ve tasarruf altına alamaz.
Nitekim TBMM’nin bir ‘İÇTÜZÜĞÜ’ vardır, Yargıç ve Savcıların da bu olmalıdır.
Elbette icra’nın, Yürütme’nin de…
Mesele: Varlık nedeni, kuruluş ilke, usul ve esasları doğrultusunda “tam bir adalet, hakkaniyet-eşitlik, dürüstlük ve şeffaflık-saydamlık çerçevesinde; devletin hakiki sahibi olan millet iradesinin devlet idaresinde ilkeli, onurlu-sorumlu ve erdemli bir biçimde temsil edilmesidir. Bu anlam ve bağlamda sadece ve yalnızca “kürsü masuniyeti ile mukayyet olmak” koşuluyla Millet-Vekillerinin; münhasıran-mutlaka “görev alanı ve kapsamı ile sınırlı olmak” şartıyla Yargıç ve Savcılar için “Dokunulmazlık” ihdas ve idamesi hukukidir.
Ancak bu hukuk kesinlikle ve asla “asli unsur ve gerçek efendi” millete-halka rağmen her hangi bir imtiyaz-ayrıcalık ve ‘memurin muhakemat kanunu” gibi kitlesel-sınıfa özel ve genel dokunulmazlık ihdasını ve/veya şu an itibarıyla olanı kabul etmez, edemez..
ŞİMDİ ESASA GEÇİYORUM: Her ne kadar şu an için örgüt ve yasa yapısı yukarda arz, beyan ettiğim gibi değilse de; Kifayet ettiği kadarıyla Yargı-Yargıçlar (Hakimler) ve Cumhuriyet Savcıları bu bağlamda görevlerini ifa ve icra ettiler mi? Kesinlikle “HAYIR” İllâ bir şikayet, itiraz ve başvuru beklediler. Neden?
Bir hukuk Profesörü’nün deyimi ile “kör tuttuğunu yapar, devlet soyulup soğana çevrilir, seçimlere her türlü hile karıştırılır, adalet ve hukuk alenen iğfal edilir, saltanat ve sulta icra olunur, karşılıklı aklama-paklama işlemleri milletin gözünün içine baka-baka ifa edilir, hakkında 2500 küsur yıl hapis istenen bir zanlı yüce divanda beraat edebilir, Mecliste aklanabilir iken…. 40 yıldır adalet ve hukuk, Yargıçlar. Savcılar ve güvenlik neredeydi?
EFENDİLER! Yargı, adalet ve hukukun (esasında yasama ve yürütme dâhil olmak üzere) görevi (gerçekten mevcut ve görevlerini müdriklerse eğer) sokaktaki başıboş köpekten, susuzluktan kıvranan sahipsiz bitkiye, oradan dağdaki çobana kadar herkesten ve her şey den haberdar (sessizlerin sesi-kimsesizlerin kimsesi) olmak, her kesin ve her kesimin hakkını ve hukuku korumaktır. Bu şikâyetle değil, takiple-sahiplikle olur.
********
ŞİMDİ GÖREV: ORDU’YA DEĞİL; YARGI’YA VE SAVCIYADIR !...
Mustafa Nevruz SINACI
Konuyla ilgili bu altıncı makale ve her halde adalet ahlakı, siyaset ve yönetim bilimi bakımında muğlak bir kavram veya anlaşılmayan bir taraf kalmadı. Bahse konu beş makale ile Cumhuriyet, Demokrasi, İnsan Hakları, Adalet, laiklik ve hukukun temin, tesis ve kalıcı (sürdürülebilir) bir biçimde ikame ve idamesine dair dayanak, kaynak ve mesnet adına her ne varsa; Peş peşe kamuoyuna açıkladık. Bu güne kadar açıklanan ve yayınlanan makalelerimiz yeterli ve gerekli kamuoyu oluşmasına kâfi geldi. Esasen değil-şeklen Kuvvetler Ayrılığı, bağlamında Yargıçlar (Hâkim) ve Savcıların durumu ile gerçeğin bütün çıplaklığı ile ortaya çıkması sonucu kamu vicdanında yaratılan derin kuşku, ürküntü, güvensizlik ve rahatsızlık alenen ortaya çıktı ve bütün kesimlerce bilindi.
Ve elbette bu yayınlarımız yankı buldu.
Dikkatler Ordu’dan Yargı’ya çevrildi.
Zaten Anayasa Mahkemesinin ilk Cumhurbaşkanlığı seçiminde uygulanması gereken karar yeter sayısı (CHP’nin itirazı üzerine açılan dava) hakkındaki dava ile akabinde vuku bulan türban kararı sonucu aynı tepki ortaya konulmuştu:
“BU BİR YARGI DARBESİDİR!…”
Sanki CHP dava açmasaydı “şeklen” yetki sahibi sanılan ve böylece de olması için defalarca Anayasa değişikliği yapılan Yüksek Mahkeme müdahil olabilecekti. Ne mümkün. Bu sebeple iktidar “hukuk mücadelesine taraftar” muhalefete de tahammülsüz. Bunun neresi demokrasi peki? Son 48 yılın hikayesine baktığınızda daha neler görürsünüz!..
Mesela, şu Millet-Vekili ve “demokrasinin vazgeçilmez” siyaset kurumları konusu çok daha dikkat çekici. Meselenin en can alıcı, kronik ve kritik tarafı milletin yıllardır “muhtar” hariç vekil falan seçmediğidir. Günümüz Politik-ACI’larına bu utanç yeter de artar bile…
İşin daha garip ve acayip bir yanı da; Son 50 yılda parlamentoda görev icra eden sözde milletvekili (!) çoğunluğunun hukuk formasyonlu olmasıdır. Avukat, hakim-yargıç, noter vs.. Hiç bu durum dikkatlerini çekmedi mi? Gözlerinin önünde yıllarca devlet de halk da soyuldu. Krizler ve skandallar birbirini izledi. Akamete uğrayan araştırma ve soruşturma komisyonları; Sözde Lider nam parti-sulta, saltanat sahiplerinin oturup birbirlerini aklamaları. Bütün halk için tek taraflı istifa müessesesinin TBMM’de onaya bağlı tutulması. İmtiyazlar, ayrıcalıklar ve yüz karası dokunulmazlıklar. Asıl millet yolsuzluk, yoksulluk ve açlıktan kıvranırken üst üste karar altına alınan kıyaklar. Halka sorulmadan AB-D uğruna, aklama-paklama uğruna yapılan Anayasa değişiklikleri. Hapiste mevkuf terörist mahkümların vekil seçtirilmesine kadar uzanan bin türlü rezalet. Daha neler, neler…
Ona rağmen devletin çivisi çıktı. Yolsuzluk da ayyuka, yoksulluk tabana vurdu.
Birileri aşağıdaki gibi ve buna benzer yorumlar yaptılar.
"...Cumhuriyet, bir dava ve misyon yani biçimlendirmeye reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Onun, Hukuki bünyedeki çelişkileri yok etmeye yönelmiş bir devrim hareketi olarak tezahürü bundandır. Ortaya getirdiği “kuvvetler birliği” ilkesiyle, egemen iradeyi, belirlenebilir ve itaat edilebilir bir güç makamına oturtmaya yönelmesi de bundandır. Cumhuriyetin başlangıçtaki ilkesi ve eğilimi buydu. Ve sonuçta milletin egemenliğinin, “bila kayd-ü şart” olması ilkesini l924 Anayasasına dercettirmişti.
Ama ne yazık ki, l960 yılında milletin egemenliğinin kayıtsız ve şartsız tahakkukunu sakıncalı gören bir gurup öğretim üyesi rehberliğindeki bürokrat bir zümre, milli egemenliğin tek tecelligahı olan TBMM yerine devlet fonksiyonlarını, eş düzeyde yetkili organlar eliyle, biri diğerinin işlemesini durdurabilecek (ya da milli iradenin gerçek anlamda tam tecellisini engelleyecek) pozisyonda çeşitli özerk organlara dağıtarak, Tanzimatvari kuvvetler ayrılığı ilkesini yeniden ve daha usturuplu bir biçimde bünyeye sokmuştur. Böylece, nazarî olarak değilse bile pratikte, millet egemenliğini, çözümsüzlüğün ve istikrarsızlığın frenleyici aracı haline getiren bir hukuk platformu oluşturulmuştur. Bunu da ne tuhaftır ki, ilk Cumhuriyet devrimine ve devrimcisine bağlılık iddiasıyla sunabilmişlerdir. Tıpkı Tanzimat’ta padişaha ve İslam’a sadakat beyanında bulunup da onların etkinliklerini yok eden Islahatçılar gibi...
Aslında l96l anayasası, Cumhuriyeti kuran iradenin hukuk alanındaki çözüm ve düzenleme tarzı ile, l924 Anayasasının şekillendirdiği Cumhuriyetin o gün ki niteliklerini yok eden ve Tanzimat’ı çağrıştıran, yeni bir deneme niteliğindeydi..Tanzimat dönemini tarafsız bir gözle görenler, bu günkü olayların o dönemle olan benzerliğini hemen fark ediverirler."(*)
Ve daha pek çok yorum ve yaklaşımlar.
Ama gerçek şu ki: Sonuçta herkes “Orduyu göreve çağırarak” sözünü noktalıyordu.
İşte yanlış olan bu:
DOĞRUSU:
Tabana vurmuş bu kaotik ve karmaşık sıkıntının artık Orduyla değil; Yargıya, adalet, hukuk ve Savcıya ihtiyacı vardır. Sorun ancak hukuk’un çözebileceği derece girift bir sarmal’ a dönüşmüştür. Büyük İskender ve asker tarafından bir kılıç darbesi ile çözülmesi kabil (Gordion-kördüğüm) sınırı çoktan aşılmış ve geçilmiş bulunmaktadır. Zira neredeyse üçte biri suçlu, takipli ve zanlı durumuna düşmüş bir ülkede askerin yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Son 48 yılda ülkemiz bir suç batağına sürüklenmiş, ilişkiler iç içe girmiş, yolsuzluk, yalan-talan ve suiistimal tam bir sarmal haline gelmiştir.
Yakalanan suçlular arasında zaman-zaman Emniyet Müdürleri, Yargıçlar, Savcılar ve generaller bile bulunabilmektedir. Belediye başkanı, genel müdür, müdür ve şef cabası.
Şu hale nazaran: Sorun hukukidir ve ortada ağır bir hukuk suiistimali vardır.
Ancak, bunun faili bütünüyle hukukçular veya kurumsal bağlamda yargı değil; O’nu var gücüyle kontrol altında tutmaya, adalet ve hukuktan uzaklaştırmaya ve siyasallaştırmaya çalışan yasama ve yürütmedir.
İşin ucu yasama ve yürütmeye, siyasi partiler ve bunlar üzerinde etkin unsur haline dönüşen uluslar arası Mason tarikatı, dönme-devşirme ve sabetaylara kadar dayanmıştır. Esas sorun buradadır. Yıllardır varit iddialara, yazılan yüzlerce kitap ve belgelere göre Atatürk’ün katili masonlardır. 27 Mayıs kalkışması ile Atatürkçülüğün katili de… Bu kaosa sürüklenen ülke de bu menfur unsurların payı büyüktür.
Öyle ise yargının temel kriterleri milli hukuk normları, adalet ahlakı, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılabı ve Türk Medeniyetinin sarsılmaz usul ve esasları olmak zorundadır.
Adli makam ve mercilerde bütün bilgi, belge ve dosyalar mevcut olmakla; İşe önce: (siyasi parti kapatmaları dahil) resmen tekzip edilmemiş gazete haberlerinden başlanmalı ve süreç teftiş-denetim kurulu raporları ve halktan gelecek ihbar ve şikayetlerle derinleştirilip, mal edinim, yasa dışı iktisap, yolsuzluk ve çete soruşturmaları ile sürdürülüp sonuna kadar (bütün alan-kurum ve sektörleri kapsayacak biçimde) devam ettirilmelidir.
Bunun yapılabilmesi ve başarılması halinde görün bakın ülke çarçabuk nasıl düzeliyor.
Bu, bütün Savcılar, milletin mahkemeleri ve yargıçlar için kaçınılmaz bir vazifedir.
Üstelik, son derece haklı, hukuki, adil ve demokratik.
Buyurun bütün Yargıçlar ve Savcılar iş başına..

YARGI SADECE "GÖREVİNİ YAPSIN" YETER!...
ŞERAİT'İN KESTİĞİ PARMAK ACIR MI? ELBETTE ACIMAZ.
(*)Kaynak: http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=431&Itemid=52

16 Haziran 2008 Pazartesi

TÜRK MİLLETİ "LİDERİ'ni" ARIYOR !...

LİDER İÇİN KRİTERLER...
* VİCDANI HÜR, İRFANI HÜR,
DÜŞÜNCE, İFADE VE İRADESİNDE ÖZGÜR,
ŞAHSİYETLİ, HAYSİYETLİ,
YÜKSEK AHLAK VE KARAKTER SAHİBİ,
***Her şeyden önce kim olduğunu bilen ve kendine guvenen.
* HAK YOLUNDA, MİLLET HİZMETİNDE
“TÜRK MİLLETİ VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ ADINA”,
"İNSAN HAKLARI, HÜRRİYET, ADALET, HUKUK, REFAHI TABANA YAYMA, BARIŞ VE DEMOKRASİ" MÜCADELESİ VERECEK,
***Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur.
Benim isteyip de yapamayacağım bir şey yoktur.
Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Ben kalpleri kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim.
Mustafa Kemal ATATÜRK
* AYRICA,
İNSANLIK İDEALİ;
BİLİMİN VE “BİLİNCİN” GELİŞMESİ UĞRUNDA SADAKAT VE SAMİMİYETLE FAALİYET GÖSTERECEK;
ÇÖZÜM VE PROJE ÜRETEREK

“FİKREN, İLMEN, FENNEN VE FİİLEN” MÜCADELE EDECEK,
***Her kim olursa olsun insanlara değer vermeli ve mütevazi olmalıdır...
Millete efendilik yoktur. Ona hizmet etmek vardır.
Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.
Mustafa Kemal ATATÜRK
* DOĞRUYU SÖYLEYEN,
DÜRÜSTLÜKTEN ŞAŞMAYAN,
GEREKTİĞİNDE BU UĞURDA

(HAKKANİYET, HUKUK VE ADALET İÇİN)
DÜNYAYA KAFA TUTAN,
***Bu ulusu ben değil içimizdeki ruh, damarımızdaki kan kurtarmıştır.

Mustafa Kemal ATATÜRK
* TÜRK’ÜN MİLLİ-MANEVİ-İLMİ, TARİHİ DEĞERLERİNE SAHİP VE MUKADDESATINA SAYGILI,
KENDİNİ TÜRK KÜLTÜR VE MEDENİYETİ İLE,
“TÜRK BİRLİĞİ” NİN GELİŞİP YÜKSELMESİNE ADAYACAK,
***Önde yürüyen değil, yol gösteren olmalıdır.
Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.

Mustafa Kemal ATATÜRK
* TEPEDEN TIRNAĞA KADAR SAĞLAM,
İLİM, İRFAN, VİCDAN, BASİRET VE BEKA İLE HAREKET EDEN, VİCDANININ SESİNİ DİNLEYEN, BİLİNCİPUSULANIN İBRESİ GİBİ “ASLA” İSTİKAMETİNİ ŞAŞMAYAN,
***Lider dediğin:
Yeri geldi mi sıradan bir asker Yeri geldi mi Başkomutan olmalıdır... Memleketin ellide biri değil, her tarafı tahrip edilse, her tarafı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız.

Mustafa Kemal ATATÜRK
* YERİNİ BİLEN VE ONU DOLDURAN,
İŞİNİ BİLEN VE ONU SEVEREK,İSTEYEREK,
HAKKIYLA YAPAN,
ÇALIŞMAKTAN KAÇMAYAN,
BIKMAYAN, YIKILMAYAN, USANMAYAN, FAKİRLİKTEN UTANMAYAN,
***Lider dediğin:
Fedakar olmalıdır. Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim.

- Mustafa Kemal ATATÜRK
* KUMAR BORCU,
DİYET BORCU, NAMUS BORCU OLMAYAN,
EĞİLMEYEN, BÜKÜLMEYEN;
RÜŞVET, İLTİMAS, YOLSUZLUK VE SUİSTİMALE
ASLA TEVESSÜL ETMEYEN,
ONURLU VE ERDEMLİ, FERASET VE BASİRET SAHİBİ,
***Lider dediğin:
İlkelerine ve sözlerine bağlı olmalıdır. Ben toprak büyütme meraklısı değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur. Ancak sözleşmeye dayanan hakkimizin isteyicisiyim. Onu almazsam edemem. Büyük meclisin kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay'ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem milletimin huzuruna çıkamam. Yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, Yenilmem. Yenilirsem bir dakika yaşayamam.

Mustafa Kemal ATATÜRK
* KARDEŞE-YANDAŞA, YOLDAŞA DEĞİL;
TAM BİR EŞİTLİK,
SORUMLULUK VE ADALETLE
MİLLETE HİZMET EDEN;
SATILIK OLMAYAN;
NAMUSLU, DÜRÜST, İLKELİ-ONURLU, SORUMLU, ÇALIŞKAN, DEMOKRAT, LAİK..,
***Lider dediğin:
Güvenilir ve samimi olmalıdır.
Kalbinde ne varsa dilinden de o dökülmelidir.
Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim.
Aynı zamanda lüzumlu olmayan bir sözü kalbimde taşımak iktidarında olmayan bir adamım.
Çünkü ben bir halk adamıyım.
Ben düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım varsa, halk beni tekzip eder.
Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni tekzip ettiğini görmedim.

Mustafa Kemal ATATÜRK
* CESUR OLDUĞUNU HAYKIRMADAN CESUR OLAN;

GÖSTERİŞ VE ALâYİŞTEN UZAK ‘GECE-GÜNDÜZ DEMEDEN’ ÇALIŞAN-ÜRETEN-ÇALIŞTIRAN, "CESARET FAZİLET' TİR" DİYEN,
***Lider dediğin:
Konuşmayı ve dinlemeyi bilmelidir.
* SON KURUŞUNA KADAR HELAL KAZANACAK,

SADECE KAZANDIĞINI YİYECEK VE YALNIZCA
PARASINI ÖDEYEBİLDİĞİNİ GİYECEK;
İCABINDA CESARET VE KARARLILIKLA
"HAYIR"
DEMEKTEN ÇEKİNMEYECEK VE;
"ONA GÜCÜM YETMEZ"
DİYE CEVAP VERMEKTEN UTANMAYACAK,
***Lider dediğin Sorumluluk almayı bilmeli.
Mesuliyet yükü her şeyden, ölümden de ağırdır.

Mustafa Kemal ATATÜRK
* HAKLININ, İYİNİN, DOĞRUNUN,
MASUMUN VE MAZLUMUN YANINDA YER ALACAK;
“AB” Yİ TÜRKİYE’DEN KOVACAK
VE GEREKTİĞİNDE;
HAKSIZDAN, YOLSUZDAN, HIRSIZDAN VE MÜCRİMLERDEN HESAP SORACAK,
"İYİ İNSAN, İLKELİ, ONURLU, SORUMLU, NAMUSLU-DÜRÜST;
‘DEVLET İDARESİNDE MİLLET İRADESİNİ HAKİM KILACAK’
TAM BİR MEDENİ (İLMİ) CESARET,
YÜREKLİLİK, İNANÇ VE BİLİÇLE
“YETER !... SÖZ MİLLETİN’DİR…”
DİYEBİLECEK
KALİTELİ VATANDAŞLAR VE GERÇEK DEMOKRATLAR...
A R A N I Y O R
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
VATANDAŞLARI
***Astlarına ve dostlarına sonuna kadar güvenmeli.
Benim için ordumuzun kıymetini ifadede ölçü şudur:
Türk ordusunun bir kıtası muadilinin behemehal mağlup eder, iki mislini durdurur ve tespit eder.
Mustafa Kemal ATATÜRK
***Lider dediğin:
Hedefleri gibi Zafer zafer benimdir diyebilenin, muvaffakiyet, muvaffak olacağım diye başlayanın ve muvaffak oldum diyebilenindir.
Mustafa Kemal ATATÜRK
***Lider dediğin:
Kavgaları gibi Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman da, durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir.
Mustafa Kemal ATATÜRK
***Lider dediğin:
Sevdaları gibi Biz hayat ve istiklal isteyen bir milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatimizi yok etmeyi göze alırız.
Mustafa Kemal ATATÜRK
***Lider dediğin:

Gazi Mareşal (Prof. Dr.)
"Mustafa Kemal ATATÜRK" gibi OLMALI.
***Büyüklük odur ki! Kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, seni yoldan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen burada direneceksin. Önünde sonsuz engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç telakki edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri asacak, ondan sonra sana büyüksün derlerse bunu diyenlere güleceksin.
Mustafa Kemal ATATÜRK
*Oldu mu
VATAN;
**Öldü mü
EFSANE
olmalı...
***İlke ve "TÜRK" İnkılapları
tam bir sadakat, namuskarlık; Onur-erdem, sorumluluk ve dürüstlükle uygulanmalıdır.
***Beni görmek demek;
ille de yüzümü görmek değildir.
Benim düşüncelerimi,
benim duygularımı anlıyorsanız
bu yeter.

Mustafa Kemal ATATÜRK
***
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN,
“MİLLİ SİYASET BELGESİ VE GELENEĞİ”
ESASA DAİR MÜSTENİDAT / DAYANAKLAR )
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “BİZ” lâfzıyla bilinen, “Kuvâ-i Milliye Ruhu ile mündemiç efsane isimler” ve “Destan Kahramanları” olarak anılıp, tarihe mâlolan kurucu ve kurtarıcıları; Mustafa Kemal Atatürk, Mahmut Celâl Bayar, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir, Salih Omurtak, Ali Fuat Cebesoy, Ali Fuat Başgil, Refet Bele ve İsmet İnönü’ (!) dür. Vatan-millet-bayrak-insan-toprak sevgisi, Adalet, hukuk ve Fazilet timsali olan bu müstesna zat’lar; Kurdukları devletin, ulusal değerler, evrensel norm ve kriterler muvacehesinde “milli siyaset belgesinin esas, usul, kapsam ve çerçevesini belirleyen” belgeyi vazetmişler ve bunu “manevi vasiyet, emanet ve gelenek” anlamında formatlayıp;
Başta “Türk Gençliği” olmak üzere;
Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesinin üstüne ve daha ilerisine taşıyacak “ilkeli, onurlu-şerefli, sorumlu, namuslu-dürüst ve demokrat” insanlar ve nesillerin uygulama ve korumasına “Atatürkün manevi şahsında ebed-müddet kaim bir vasiyet” olarak havale edilmiştir.
Buna göre; “Yürürlükte olması-kalması ve uygulanması gereken” Maddi-manevi vasiyetin, geleneğin esası ve nokta-i istinadı, Milli siyaset belgesi:
MİLLİ SİYASET;
ürk Devleti için vuzuh (açıklıkla) ve kabiliyeti tatbikiye görülen (uygulama imkânı olan) mesleki siyasi Milli Siyasettir :
“Milletimizin, kavi, (sağlam-emin) mesut ve müstekar (istikrarlı-kararlı-sabit ve sakin/meskün) yaşıyabilmesi için, devletin tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize tamamen mutabık ve müstenit olması (dayanması) lâzımdır.
Milli siyaset dediğim zaman, kastettiğim manâ ve medlûl, (delâlet-işaret edilen, gösterilen) şudur :
Hududu milliyemiz dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetlerimize müsteniden mıhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve umranına çalışmak...
Alelıtlak (umumiyetle, mutlaka, bir suretle kayıtlı olmıyarak, min-gayri tahsis) türlü emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek... Medeni cihandan, medeni ve insani muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.” (Atatürk, Büyük Nutuk 1919-1923) “Türk Milleti’nin davası yüksek ve medeni bir milletin asilâne ideal davasıdır, İsmet İnönü” (Prof. Dr. Melzig, der., İsmet İnönü: Millet ve İnsaniyet – s: 52)
DAHİLİ SİYASET;
Hükümetler bütün vatandaşlara eşit mesafede olmak ve adil davranmak zorunda ve durumundadır. (29.Nisan.1928’de hükümet bütçesi üzerinde yaptığı konuşma)
Bizim takip ettiğimiz siyaseti, dahili ve harici safhasında vuzuh ve istikametle ifade edebiliriz.
Dahili siyasette vuzuh ve istikamet:
Cumhuriyet kanunlarını bilâ fark ve bilâ imtiyaz herkese tatbik etmekte dikkat ve hassasiyet gösteren bir siyasettir. Demokrasinin bu tarzda tezahürüelbette kuvvet ve kudretle tecelli eder, biz bu memlekette hayırlı ve semereli olarak yapılacak bütün işler için ilk şart ve azimet (çıkış) noktası evvel emirde vatandaşların huzurunu ve cemiyetin nizamını salim ve müstakim (sağlam ve doğru) bir dahili siyasette bizatihi müteharrik (kendiliğinden hareket edebilen) hâkimler eline mevdu (teslim eden) bir usul ile kabil-i tahakkuk görüyoruz. Bu memleketin yüz seneden beri tarihi gösterir ki;
Hayırlı ve iyi ıslahat yapmak için memleketin şeraitinin, vesaitinin müsait ve mütehammil (uygun ve dayanıklı) olduğu azami hasılayı idrak etmektetereddüt ne kadar muzır (zararlı) ise, geniş ve kayıtsız şeraiti memleketin ortasına sererek anarşiyi tesci etmek (desteklemek), onun kadar muzır, onun kadar kısırdır.
Memleketin hayır ve nef’i (faydası) için şeraitinin ve vesaitinin müsait ve mütehammil olduğu azami hasılayı isteyecek ve alacak kadar idrak ve cesaret, sonra bütün icraatı memleketin demokrasi yolunda her gün bir hatve (adım) daha ilerlemesini temin edecek dikkat, hassasiyet ve kudret; İşte bizim anlayışımız dahili siyasette budur. (İsmet İnönü, İsmet İnönü’nün TBMM Konuşmaları, 1920-1973 Birinci Cilt, 1920-1938 s.285)
* MİLLİ SİYASET BELGESİ :

Devlet ve Milli Hükümetlerin ile Millet Memurlarının (halka hizmet eden ve halktan maaş alanların), "Fazilet anlamında Cumhuriyet, Halk'a ve Hak'a; İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk'a Hizmet" ülkenin bütün kurum, kuruluş ve unsurları ile iç ve dış politikayı şamil olarak uygulamak ve (ŞEKLEN DEĞİL !... ESASTAN...) uymak zorunda oldukları; Hüküm, Esas, Usul ve Çerçevesini belirleyen ilkeleri teşkil eden belgeye Milli Siyaset Belgesi denir. Devletin üzerinde yükseldiği temel ilke, öz değer, kavram ve kurumların ana dayanak, kaynak ve değişmez ilkeleri.
ÇOK ÖNEMLİ BİR YORUM:
Sayın Sınacı;
Gayet dikkatle ve zevkle okudum. Gayretinizi de, takdir ediyorum.
Yllardan beri cevabını aradığım sorum şudur:
İlim adamları, idare adamlarına uşaklık eder hale gelmişse,
Toplumun edepsizleri, hayırlılarına galip gelmişse,
Vatanseverlik suç, vatana ve millete hizmet etmek aptallık kabul ediliyorsa,Milletin ferleri de nerede "Evet" ve nerede "Hayır" denileceğini bilemez hale düşmüşse,
Acaba, aradığımız lideri bulabilir miyiz? Veya böyle bir lider çıkarsa; acaba, kıymetini bilip, peşine düşer miyiz?
Tarihin, hiçbir dönemde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir:
Bir millet, layık olduğu şekilde idare edilir. Adalet ve zulüm meselelerinde hükümetler, cemiyeti teşkil eden fertlerin mesleğine tabidir. Fertleri adil olan milletlerin hükümetleri adil; fertleri zalim olan milletlerin hükümetleri zalim olur.
Hiç eskimeyen bir kural daha vardır:
Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan sistem, en uç noktasına kadar hırsızların, yalancıların ve ahlaksızların eline geçer.
Ülkemizde yaşananlar sır değildir. Ülkemizin kaderine, finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye'nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutan 15-20 holding elkoymuştur. Ve, hiç kimse de, sesini çıkarmamaktadır. Erzak ve ulüfe daıtarak üne kavuşan siyasetçiler, yıldız gibi parlatılmıştır. Türkiye'nin bütün iktisadi varlığı yabancılara ikram edildiği halde, herkes sessizdir.
Evet, bir lidere ihtiyaç vardır. Ama, aradığımız lideri, kim ve nasıl ortaya çıkaracaktır?
Paranın üstündeki yazıyı, geçerli tek hedef ve değer kabul eden bir millet, acaba, bir arayış içinde midir?
İnşallah gayretleriniz netice verir de, zillete mahkum olmaktan kutuluruz.
Hüsnü Akıncı.
27.06.2008 tarihinde Mustafa Nevruz Sınacı <
mustafanevruzsinaci@gmail.com> yazmış: 27 Haziran 2008 CUMA
TÜRK MİLLETİ "LİDERİ'ni" ARIYOR !...

14 Haziran 2008 Cumartesi

İKTİDAR VE PARTİSİ !...

"İKTİDAR" VE "PARTİSİNİN"
İNSANLIKLA SINAVI
Mustafa Nevruz SINACI
Yaşayan insanların en sevgili ve değerli olanlarından Üstat Prof. Dr. İsa Kayacan, bu başlığı görünce içten içe gülecek ve “çok iyi bildiği halde yine başlığı yanlış yapmış” diyecek.
İktidar da bir, iktidar partisi de…
Diğerleri de böyle düşüneceklerdir.
Oysa başlık, bilerek ve derin-derin düşünülerek ilmi bir tahlil ve olaylara dayalı analiz sonucu böylece konulmuştur. Zira beş yılı mücavir iktidar dönemi açıkça göstermiştir ki, parti başka, yönetim başka telden çalmaktadır. Aralarında hiçbir rabıta yoktur.
Sanki AKP bir kitle (halk) partisi değil de, “halka rağmen halkı idare etmeyi şiar edinmiş” kendi dışından sevk, idare ve organize edilen bir politika şirketidir.
Daha açık bir anlatımla;
Bu güne kadar “Adalet ve Kalkınma” partisinin ne adı, ne iktidarı ve ne de program, eylem ve söylemleri ile imtizacı (örtüştüğü-uyum içinde olduğu) görülmedi. Çünkü bizzat kendisi “adalet” tarafından muaheze edilir hale düştü.
Demek ki AKP “ADALETLİ DEĞİL” adı bir aldatmaca. "KALKINMA" da nafile. Hele şu fotografa bir bakınız. Kalkınma nasıl "kalkınma-ma" ya dönüşmüş!...
Sabah gelirken tam yedi “Halk Ekmek Bayisini” tarassut ettim. Hepsinde de 7’sinden 70’ine yüzlerce insan, son derece üzgün, melül-mahzun, hicap içinde mahcup ve sıkıntılı bir halde kuyruklarda bekleşmekte idi.
Birkaçı ile konuşmaya çalıştım.
Bazıları “ekmeği çok iyi, temiz, güzel ve sağlıklı” diye kendini ve beni kandırmaya çalıştı.
Fakat oturmuş şahsiyete sahip “onurlu, sorumlu ve bilinçli” insanlar apaçık gerçeği haykırdılar:
“Evlâdım, biz emekliyiz elimize bu sene beş kuruş bile maaş artışı geçmedi. Ocaktan bu yana otobüs, dolmuş, elektrik, su, doğalgaz dahil her şeye insafsızca zam üstüne zam geldi. Sanki biz bu devletin vatandaşı değiliz. Sanki insan değiliz. Hayatımız boyunca böyle zulüm, eziyet ve işkence görmedik.” Çok yaşlı olan biri: “Cennetmekân Atatürk’ten sonra İsmet de böyle zalimdi. Ona ‘geldi İsmet gitti kısmet’ demiştik. Ama bunlar ondan daha gaddar, daha zalim” genç bir vatandaş söze karıştı “İnsanlık düşmanı bunlar. Birilerinin altına trilyonluk araba veriyorlar, birilerine 35 milyar maaş. Ağabey, daha yeni öğrendim rektörler 65 milyarla 100 milyar arası maaş alıyorlarmış haberin var mı?” orta yaşlı bir hanımefendi utana-sıkıla, korkaklık, edep-terbiye ve çekince arası titrek bir sesle lafa karıştı “vereninde Allah belasını versin, milletin çektiği şu eziyet ve zulme rağmen alanında… Devlet yok devlet…” Bir başka genç sızlandı “Ben işçiyim asgari ücretle çalışıyorum. Yaptıkları artış otobüs zammını bile karşılamadı. Bırak insanca yaşamayı, hayvanlara özenir olduk. Yedikleri bedava içtikleri su bedava şu halimize bak Allah aşkına. Aç, sefil ve muhtaç duruma düştük” Bir ihtiyar kadın çok bilgece bir laf etti: “Oğlum, bunlar dinsiz-imansız ve Allahsız. Allahın verdiğini kuldan esirgiyorlar.” Bir-kaç kuyrukta aynı şeyi üzüntüyle müşahade ettim. Yanımda kenarımda nur yüzlü, piri pak bazı ihtiyarların sessizce ağlaştıklarını görünce insanlığımdan utanarak ve bir daha aynı şeyi yapmamak ahdiyle kuyruklardan uzaklaştım.
Aman yarabbi bu ne hal, insanım, milletim, ülkem ne durumda.
Gördüm ki bütün kuyruklar hicran yarası.
Görkemli kurum dipleriyse ağlama duvarına dönmüş.
Ey Recep, biz sana daha 2008 yılının Ocak ayında “yapma din kardeşiyiz” diye seslenmedik mi? Her adımı Şehit kanıyla sulanık “toprağı sıksan şüheda fışkıracak-şüheda” misal mübarek Ana-Vatan “Anadolu” insanından yükselen ıstırabı hatırlatmadık mı? Daha milyonlarcasının haline pür-melâline tercüman olmadık mı? Yazıklar olsun sana. Padişah bile zaman-zaman tebdili kıyafet ederek halkının durumunu görür-inceler, insanlık ve adalete aykırı bir hal gördüğünde sabahlara kadar ağlayıp tövbe istiğfar etmez mi idi!
Ya gece yarıları aç ve açıklara sırtında un taşıyıp “Dicle ve Fırat kenarında ümmetten birinin başına bir hal gelirse mesulü biziz” diyen Hz. Ömer…
O ki Fars Valisi’ne, “Biz Kisra kadar dahi adalet ve hukuk sahibi değil miyiz” diye öfkelenen Adalet ahlakı, hak ve hukuk önderi, örneği idi. Şimdi aklı başa devşirme zamanı.
Seçilmişler! dahi milletin ‘vekil’ sıfatıyla emir kulu ve hizmetkârlarıdır bilesin.
Halk senden Temmuz ayında yüzdeli zam değil, adaletli-hikmetli, hak-hukuk ve ahlâka uygun “SEYYANEN MAAŞ ZAMMI” istiyor. Halka ve hak’a hizmet etmeni; Vatana, Millete ve Halk'a hizmet konusunda "BİLİNÇLENMENİ", "ŞUURLANMANI", "Kardeşe, yoldaşa değil; Halka Hizmetle" onur kazanmanı bekliyor.
UNUTMA!.. “Meşruiyet; Hüküm Hikmet 'Adalet ve BİLİNÇ' iledirBİLESİN!..
*************
1 yorum: İsimsiz dedi ki...
Merhaba Mustafa bey.Yazınızı yüreğim sızlayarak okudum. Anadolu insanının yaşadığı dramlardan yalnızca bir kaç örnek tüm bunlar. Oysa çiftçi, küçük esnaf çoktan yok olmuş ya da olmak üzere. Benim anam 80 yaşında ve okuması yazması olmayan biri. O bile bunların (AKP'nin)hülleci ve kendi yandaşlarını koruyan bir parti olduğunu görmüş diyor ki "OĞLUM BUNLAR BİZİ DİN İLE ALDATIYOR. AMA BİZ DİNİMİZİ ONLARDAN DAHA İYİ BİLİRİZ. BİZİM DİNİMİZDE ADALET VE MİLLETE HİZMET VARDIR.OYSA BUNLARDA NE ADALET NE HİZMET VAR. VARSA YOKSA MİLLETİN PARASINI KENDİ YANDAŞLARINA VE KENDİLERİNE AKTARMAKTALAR. ŞEHİTLERİMİZE BİLE KELLE DİYENLERDEN HİÇ HAYIR GELMEZ"
Eline ve kalemine sağlık. Sevgilerle.16 Haziran 2008 Pazartesi 07:43

11 Haziran 2008 Çarşamba

YAYINLAR VE YORUMLAR
Prof. Dr. Salih Ziya KONYALI YAZDI ...
Bir yorum bırakmıştım lakin üyelik şartından mütevellit olsa gerek, sanıyorum kayda geçmedi. Şimdi tekrar ediyorum: Bu "çok değerli, konusunda ilk ve tek orijinal" ilmi araştırmayı tesadüfen (google2da araştırma yaparken) buldum. Tek kelimeyle müthiş. Yıllardır aklımda, fikrimde ve kalbimde kazılı tek doğru tanım. Şükür böylece "felaket senaryosu, yalan-iftira ve tefrika" tacirlerinin maskesi düştü. Umarım milletim ulaşır, okur ve objektif gerçeği görür. Orijinal ve objektif bilgiye ulaşmaktan heyecen, mutluluk ve bahtiyarlık duydum. Ancak, bu temel üzerine bütün olayların ve olanların gerçek yüzü "yepyeni bir tanımla" oturtulabilir diye düşünüyorum. LÜTFEN !... Konuyu burada tartışmayı sürdürelim.
Başta, bu çok değerli bilim adamına ve O'nu keşfederek bizlere tanıtan "ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ" ne minnettar ve müteşekkirim.
Prof. Dr. Salih Ziya KONYALI
kamuvicdani.ATATURK@yahoo.com.tr
Haziran 10, 2008
***
birTürk YAZDI ...
Yazı da dikkatimi çeken gerçeklerin yanında aklıma takılan en önemli soru şu oldu .....
Demokrasi İnsanlığın tek kurtuluşu mu dur? Amerika ve diğer devletler demokrat olacaksın baskısını Doğu insanına yaparken Irakta, Afganistan da ve Dünyanın diğer sömürülen ülkelerinde ve hatta Türkiyemizde DEMOKRASİ adına yapmadığı kepazelik kalmadı malumunuz......yine de devletlerin derinlerinde olan ben ce bu demokrat olacaksın illa ki yok sa yokolursun baskısından ibaret bir dalgadır....
Yine de yazar'a güzel tespitler için teşekkürler ederim....
Haziran 11, 2008
***
Mustafa Nevruz SINACI (cevaben) YAZDI ...
Öncelikle çok muhterem "Prof. Dr. Salih Ziya KONYALI" Hocam'a teşekkür ederim. Değerli yorumları ilmi bir kabul ve tecsil değerindedir. Onur duyduk, sevindik. Lakin mahcubuz elbette. İnşallah bu onur ve mazhariyete layık olmaya çalışacağız. Gayret bizden, teşvik sizden inayet Allah (CC) dan'dır."BİR-TÜRK" Kardeşime gelince:
1. Bilinen ve belli olan 17 bin yılı mücavir Türk Kültür ve medeniyetinin idari sistemi: "MEDENİ SİYASETTİR" Eski Yunan (Grek) Filozofları bu sistemi dönemin Türk alimlerinden öğrenmiş, yazıya dökmüş ve kendi isimleri ile de adlandırmışlardır. Bu vahim bir kopyacılıktır.
2. Dahası: Türklerin Müslüman olması ile "MEDENİ SİYASET" çok daha engin, derin ve evrensel bir boyuta iblağ ederek asırlarca insanlık aleminin barış-huzur, güvenlik ve esenlik içinde yaşamasına vesile olmuştur.
Son Örnek: Bu gün tüm dünyada gıpta edilen OSMANLI'dır.
3. Yukarda arz ettiğim üzere Demokrasi Türk Medeniyetinden kötü bir kopyadır. Taklittir. Ancak, insanlık düşmanı küresel sermaye, vahşi kapitalizm ve emperyalizm, tıpkı Hz. İSA ve Hz. MUSA'nın dinlerini tahrif ettiği gibi demokrasiyi de "çıkarları uğruna" tahrip, tahrif ve tarumar ederek çok kötü bir taklit haline dönüştürmekten kaçınmamışlardır.
Şun an "ülkemiz dahil" dünyada uygulanan demokrasi, insan hakları, adalet, hukuk filan değil; Sadece insanlık düşmanlığı, ahlaksız sömürü ve şeytana=paraya tapımcılık, namussuzluk ve din-ilim tüccarlığıdır.
Bu açıklamaya neden olduğunuz ve fırsat verdiğiniz için teşekkür ederim. İşlenen araştırma ve makaleye konu yaşam biçimi zaten "MEDENİ SİYASETTİR"
Kalbi selam, Anadolu Haber'e Teşekkür ve saygılarımla.
Mustafa Nevruz SINACI
Siyaset Bilimci-HukukçuAraştırmacı-Yazar
Haziran 11, 2008 /

3 Haziran 2008 Salı

DERİN DEVLET VE DİP DALGA

DERİN DEVLET VE
DİP DALGA (*)
Mustafa Nevruz SINACI
Bu çalışma ve araştırma Türkiye’de ilk defa 2008 yılı Nisan ayı sonunda yayınlandı. Birim yayım sayısı dijital (internet) ortamda yüz binleri buldu. Makaleye ulaşabilen yerel ve bölgesel gazetede ve dergilerin aşağı yukarı tamamı konuya yer verdi. Ali Kemalci olmayan milliyetçi-muhafazakâr, özgür-ulusal gazeteler hem yayın ve hem de yorum konusu yaptılar. Bu bağlamda, vefakâr ve fedakâr Anadolu Basını ile paralel; Özellikle Anadolu’nun sesi-soluğu, Türk milletinin gözü-kulağı, “Milli Sevda” pınarı, ulusal dayanağı, ilim-irfan, hayat ve siyaset kaynağı olmakla maruf ANAYURT, BELDE, ÖZDEN ve ULUS gibi; Ulusal ve uluslar arası baz da yayın özelliğini haiz gazeteler, her türlü takdirin üstünde bir liyakat ve sahiplikle sayfa ve sütunlarında konuya yer verdiler.
Elbette bu durum, (gerçek ve müspet tespit) akabinde Türkiye’de Türkçe yayın yapan akredite medyanın gündemine oturmakta gecikmedi. Özellikle, Mayıs ayının Türk tarihine (27 Mayıs gibi) yakınlarda vurduğu ‘olumsuz damgalar’ özenle işlenerek menfur bir ajitasyon sürecine girildi. 48 yıldır süregelen psikolojik savaş unsurları teyakkuza geçti. Derin devlet’in (dip dalganın) ‘hakiki, sadık ve samimi Türk vatandaşları değil; Süper Nato, Genelkurmay Özel Harp Dairesi ve bu kombinasyon içinde kontr-gerilla unsurlarından oluştuğunu ısrarla işleyip, bilumum tahrik ve tahrip niyetlerini dessasça vurgulayıp kirli el, menfur emel ve bin bir suratlarını ortaya koydular. Elbette bilvesile Milli-manevi değerlere saldırmaktan da geri durmadılar. Öteden beri ısrarla işledikleri ayrılık-gayrilik ve bölücülük furyasına hız verip, yeni bir boyut kazandırarak düşmanlığa hız verdiler. Dahası var.
Başbakan, çok saf, samimi, iyi ve temiz bir niyetle “Ergenekon operasyonu, aslında bir temiz eller operasyonudur. Buradan başladı. Sonuna kadar gidilecek” dedi. Derhal önünü ve yolunu kestiler. AKP hakkında açılı kapatma davasını Anayasa, TCK ve TMK’ nun açık, amir ve net hükümlerine rağmen olabildiğince istismar ettiler. Kalkışma, yanıltma ve yönlendirme öyle vahim boyutlara taşındı ki; Neredeyse mezkür siyaset kurumunu, derdest olan davaya rağmen ‘Sivil (!) Anayasa’ yapmaya bazı temel kanunları; AB-D leh ve Türk Milleti aleyhine kökten değiştirmeye ikna edeceklerdi. Bunda muvaffak olamadılar. Şükür sonunda akıl-erdem ve sağduyu galip geldi Lâkin, Milli Eğitim Bakanı’nı uyutarak müfredatta yer alan temel ders kitaplarına muharref ayet, hadis ve harita sokmayı; Adalet Bakanlığı’na zinayı suç olmaktan çıkartmayı, erkeği aile reisliğinden azletmeyi, CMUK’la suç odaklarını rahatlatmayı, buna mukabil şerefli ve soylu Türk Polisi’nin elini-kolunu bağlamayı; Turizm Bakanlığı’na yüzde yüz Türk malı meydan, mezra, höyük, köy ve kasabalarına Rum-Ermeni-Yahudi isimlerini koydurmayı; Havra ve Kiliseleri restore ettirip mukaddes Camii, Mescit ve Medreseleri yıkım ve yok oluşa terk ettirdikleri bilinen vukuatlarıdır.
Son vukuat:
Diplomatik deneyim yoksunu dışişleri bakanımızı kırmızı bültenle aranan bir terör-tedhiş örgüt militanı ile görüştürmeye teşebbüs ettiler. Başarı gösteremeyince, domuz kokulu, pis, menfur ve necis AB platformlarında yetkili bakanı sıfatına rağmen ‘asli ve kurucu unsur Müslüman halk’ konusunda şikâyet ve adeta jurnal noktasında bir hitaba ikna ettiler. Aynı günlerde, tüm AB’de yasaklı sözde ana dilde yayın tuzağı ile TRT kanununda değişiklik yapılarak, orijini olmayan hayali bir dilde neşir imkânı oluşturdular. Tabii iç gelişmelerden paniğe kapılan menfur mihrakların tahrik ve tazyiki ile AB süreci de ‘bu ara’ ivme kazandı. İşin en enteresan-komik tarafı, ülkede yerleşik oligark ve Gladyonun bir kanadı “AKP kendi derin devletini kuruyor” derken, aynı merkezden beslenen ve yönlenen diğer bir kanat tam tersini iddia ediyor, “bazı çıkar örgütlerini siyasal bağlamda gösterip, bunları ABD-TC’ye karşı kurmuştur. Derin devlet bunlar” iftirasıyla zihinleri bulandırmaya, toplumsal panik yaratmaya ve kafaları karıştırmaya kalkışıyordu. AKP kapanırsa ekonomi çöker, felaket olur senaryolarını yazan da uygulayanlar da bunlardır. Hatırlayınız. 27 Mayıs’ın faili kan ve kin zebunu bedhahlar da Menderes’i ABD’ci olarak suçlamışlardı. Oysa hepsi Amerikancı gerici, kadrocu, yoz, yobaz, irtica, mürteci (büyük bölümü kripto) dönme ve devşirme çıkmadı mı?
GERÇEKLERLE YÜZLEŞMEK
AKP’den beklenen önce ‘en büyük kırılma ve çökertilme’ noktasının faili 27 Mayıs’ın adalet ve hukuka havale edilerek yargılanması idi. Bu davanın neticesine göre 12 Mart ve 12 Eylül’ün de. Kıçı-kırık halefimiz Yunanistan bunu başardı. Sonra üst üste seçimlere giderek demokrasi, adalet, ahlak ve hukuku (!) ülkesinde hâkim unsur haline getirdi. Darbe ve dikta baskısından kurtulan adalet günü geldi Vodafon’u bile ülkeden kovdu. Yunan TC Ziraat Bankasına bir şube izni vermeyi bile milli çıkarlarına aykırı bulurken Türkiye de banka satın alacak, her vesileyle Türk’e kafa tutabilecek kadar güçlü bir milli duruşa, kimlik ve kişiliğe sahip oldu. Tefessüh etmiş Lâtin ve Grek uygarlıklarını AB’ye dayanak olarak kabul ettirdi. Yani, Yunanistan bu hesaplaşma ve yüzleşme ile oligark ve kriptoların tasallutundan kurtuldu ve milli devletini tekrar oluşturdu. Kıbrıs’ın intikamını aldı. Uyduruk bir Louzidiu davasını Türk Dışişleri Bakanlığına Yunan kökenli bir avukat tutturarak kaybettirdi. Türk İstiklal harbi sırasında yapamadığını şimdilerde yaptı ve küresel emperyalizmin oyuncağı haline gelen iktidarlar sayesinde ülkemizin en velut topraklarını satın aldı. Sözde Lâik devlet olmamıza rağmen Meryem Ana kilisesinde ayinler yaptı. Daha neler! Amma diğer tarafta Batı Trakya Türk’ünü inim-inim inletmeyi de sürdürüyor. Neden? Tek sebep Türkiye de mevcut Rum-Ermeni Oligark, kripto, Gladyo ve Truva atları konsepti (lobileri) yüzünden.
ŞİMDİ RESTORE EDİLMİŞ GÜNCEL VERSİYONA GELELİM.
Her devletin bir görüneni, bir de görünmeyeni “derin” olanı vardır. Dünyanın bütün ülkelerinin değişmez kuralı, kaderi karakteri budur. Stratejik açıdan fazla önem taşımayan, iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel potansiyeli zayıf, rantabilitesi düşük yapılanmaların bir; Zengin, etkin, potansiyeli güçlü ve jeostratejik konumu hayati, rant imkânları cazip ülkelerde ise, kesin olarak 2 derin devlet (!) daha oluşur. Gerçekte bu yapılanmalardan sadece biri derin devlet; Diğer ikisi iç bağlantılı ve dış uzantılı oligarklar tarafından teşekkül ettirilen Gladyo ve mafyadır. Tam bir gizlilik ve sinsilik içinde bünyesine yerleştiği devlet veya milletin ‘derin devleti’ görüntüsünü özellikle veren ve bütün unsurları ile gasp-irtikap, anarşi, terör, tehdit, şiddet, yalan-talan, hırsızlık ve yolsuzluk üzerine kurulu gizli örgütler, milletlerin kanını emer, kimyasını bozar, milli-ilmi-manevi ve ahlâki değerlerini derinden sarsar, milletlerin tarih ve tabiatlarını tahrif ve tahrip ederler. Bu nedenle aşağıda öz ayrıntıları açıklanacağı üzere; Varlığında hırsız, yolsuz, soysuz (koza-kripto) barındıran, sahtekâr ve suiistimal unsuru barındıran hiçbir kurum, kuruluş, organize veya reorganize (refleks) yapılanma ‘derin devlet’, milli, milliyetçi veya ulusalcı olarak nitelendirilemez. Derin devlet asla bir örgüt değil, olağan ve doğal bir yapılanma; Daha açık bir anlatımla ‘kamu vicdanı’dır… Devletlerin “namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu, erdemli ve üretken” unsurlarıdır. Onlara, AB anayasalarında “İyi insan ve iyi vatandaş” denilir.
AYRINTILARA BAKALIM
Bunlardan birincisi/Yani gerçek derin devlet: Bütün canlı varlıklar ve herkeste olan doğal refleks, tıbbi deyimle parasempatik sistem, milli şuur, toplumsal-ortak akıl veya güncel deyimle:
Dip Dalga. Daha açık-net ve belirgin bir tanımlamayla:
Doğal stabilizatörler’ Milli denge unsurları, ulusal sağduyu ve/veya milli ve manevi dinamiklerdir. İkincisi: Uluslar arası ahtapot-vahşi kapitalizm ve küresel emperyalizmin ulusal antaktı icra vasıtası, global (Internatıonal) biçimde örgütlenen Gladyo. Emir-kademe, intikal-iletişim ve paylaşım zincirinde yer alan nihai yapılanma. Mahalli kol-şube, uzantı ve bağlantıların başı odak noktası, DTM, CFR, Sosyalist Enternasyonal ve BİLDERBERG’in ulusal merkezi. Üçüncüsü: Global mafya (uluslar arası Gladyo) nun lokal timleri ‘yerel sektör’ uzantı ve dayanaklarını oluşturan alt üniteler olup; Bilinçsiz, bir üst organizasyonca sömürüldüğü ve kullanıldığının farkında olmayan, genellikle dini, milli, hamasi, siyasi, sosyal-kültürel, ırkçı-etnik, ayrımcı duygu ve olgularla donatılmış, beyinleri “dezinformatif-psikolojik savaş ürünü dogmalarla” yıkanmış prototip varlıklar; Dönme-devşirme, ateist-pagan, insani değerlerini yitirmiş, yurttaşlık bilincine vakıf olmayan, bir çeşit ‘kullanıma açık’ paralize veya primitif varlıklar. Bunlar özellikle rüşvet, iltimas, gasp-irtikap, ayırma-kayırma, saadet zinciri, görev ihmali-suiistimal, hırsızlık-yolsuzluk, kaçakçılık, süfli işler, militanlık, taşeronluk, yalan-talan gibi, küresel mafyanın pis işlerini yürüttükleri için, ülkelerin yapısal durum ve etnik-dinsel altyapıları gereği sağ-sol, alevi-sünni, milli-gayrimilli, inanan-inanmayan, ateist, üst yapıya doğru ilerledikçe mason, siyonist, bilderbergci, tapınak şövalyesi, matruşka vs. gibi kategorize olur. Gözlenen en belirgin özellikleri: Hiçbiri sevk-idare, tayin-mahsup ve organize edildikleri kurulum formasyonuna ait-raci olmayıp, bütün esas-usul, fiil ve unsurları ile yapay, sanal ve mukallittirler. Yani, ne sağcı ne solcu vb. Sadece çıkarcı, yalancı-talancı, mukallit ve aktör. Uluslar arası ‘küresel mafya’ aristokrat, burjuva, ateist-pagan seçkinci, gayri millidir. Başta organizasyona göbekten bağlı kripto aydınlar, din tüccarları, siyaset (dava ve misyon) tacirleri olmak üzere, genellikle ülke zengini ve elitini kendinden oluşturur. İçinde barındırır. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün dahili bedhah (gizli düşman) söyleminin birinci dereceden muhatabı bu; İki yüzlü, yalancı-talancı, çoğu çifte vatandaşlık ve çift pasaporta malik, mutlak dış bağlantılı, kökü hariçte kriptolar, oligarklar, Truva atları ve baronlardır. Siyaset-iktisat/ekonomi bağlantı kuramının esası bu ittifaka dayanır. Emperyalizmin Yeni Dünya düzeni dedikleri evrensel sömürü, kölelik-kan emicilik ve kene akımı globalizm bunların marifetidir. AB’yi ekonomik entegrasyondan (AET) küresel gasp ve işgal şirketine (AB) iblağ edenler bunlardır. Dolayısıyla mutlak mütekabiliyetsiz, eşit haklarla katılma yerine “bağlanma” yanlısı ilmi, milli-manevi, siyasi-sosyal ve kültürel meselelerde, millet iradesine dayalı ‘milli menfaat ve halk yararına milli duruş’ ortaya koyamayan bütün politik-ACILAR bu güruhtandır.
Bu güruhun devlet adamlığı ile en küçük bir ilgisi, alaka ve bağlantısı yoktur. Üstelik bunların tamamı “Atatürkçüyüz” dediklerinde yalan söylerler. Zira hepsi Atatürk, Türk, Müslüman ve insanlık düşmanıdırlar.
MİLLET İRADESİ VE MEDENİ SİYASET
Millet iradesinin “Egemenlik bilâ kaydı şart (kayıtsız ve şartsız) milletindir” vecizesi doğrultusunda tezahür biçimi (Türkiye ve Türk halkı için) derin devlet ile ‘medeni siyaseti’ ifade eder. Medeni siyasette “her fert bir devlet; Cumhurbaşkanından sokaktaki temizlikçiye kadar her kamu görevlisi halkın hizmetçisidir.” Başka bir anlatımla devletin hakiki sahipleri vatan-bayrak-toprak-milli marş, adalet-hukuk, doğruluk ve dürüstlük gibi ‘asgari müşterekler’ ile ‘milli devlet-milli iktidar, lâiklik, insan hakları, adalet ve hukuk’ gibi özel anlamda medeni siyaset, evrensel norm ve standartlarda herkes için demokrasi değerlerinde ortak karar ve davranış biçimine sahip; Onurlu-şuurlu ve sorumlu üretici-yaratıcı kitleler bu tanımın manâ ve muhtevası kapsamında yer alır. Ortak akıl ve mâşeri (kamu) vicdanın, milli şuur ve birikimin, yükselen değerler, milli mukaddesler, ulusal davalar ve bütün halkı temsile matuf “milli irade-ortak akıl”; Her iki şer unsurun aksine, toplumun en temiz, saf-akıllı, imanlı-şuurlu, namuslu-dürüst, erdemli-sorumlu, yüksek şahsiyet ve haysiyet, demokrasi kültürü (insani-medeni siyaset) sahibi ‘milli-gerçek’ dinamiklerden müteşekkildir. Bu, her ulusun mayası, hakiki, halis ve samimi “derin devleti” olup; Yerine göre Çanakkale ruhu, İstiklâl harbi galibi, Cumhuriyetin kurucusu; Kutsal insan unsuru, vatan, bayrak, toprak, din-iman, namus-fazilet, iyi insan-dürüst vatandaş gibi temel değerlerin savunucusu ve ebedi koruyucusudurlar. İşte, bu kısa makalede esas konumuz bu hususu açıklığa kavuşturmaktır. Ülkenin mevcut durum analizleri, zamanlama, hareket biçimi, stratejisi, uygulama ve eylem planları; Hakiki ve samimi yurttaşlar tarafından ‘organize olmayan’ ilâhi/doğal-refleks bir sinerji, ortak akıl, milli-medeni insani irade, toplumsal sağduyu, devleti koruma içgüdüsü etrafında kendiliğinden şekillenir. Doğal stabilizatörler kendi başlarına birer devlettir. Devlet gibi, hem de kalp-kafa, akıl-iman, vatan-millet, bayrak, hürriyet-hükümranlık, hak-hukuk ve adalet ahlâkı “milli devlet” imtizacı içinde derin düşünürler. Elbette kişisel bilgi, birikim ve aritmetik kombinasyonlar dahilinde.. Bunların en büyük hazinesi fazilet, en değerli melekeleri erdem, İnsani boyut, bilgi toplumu (bilgelik), bütün insanlara-inançlara veya inançsızlığa dahi saygı, ‘insana’ insanca sahiplik, hoşgörü, tolerans, ortak değerler, ortak akıl ve lâikliktir. Lâiklik; İnsanların (iyi insan, iyi-namuslu, onurlu-sorumlu ve dürüst vatandaşların) istedikleri gibi inanma, inandıkları gibi yaşama; İnançsız olsalar bile inançlara içtenlikle saygı duyma ve devletin kanunlarına mutlak surette uyma yükümünü zorunlu kılar. Bu nedenle, kadim (esas anlamda objektif) hukuk ve adaletin temel ilkesi, kaynağı ve dayanağı-membağı: Din, doğrusal düzlemde ahlâk (ahlaksızlık değil!..) örf, adet, gelenek ve törelerdir. Aslında, Türk devlet geleneği ile Türk-İslâm medeniyetinin temel dinamiği de budur. Dünyada ‘demokrasi’ yokken, adına ‘medeni siyaset’ denilen bu yönetim, kültür ve medeniyet, yaşam biçimi vardı. Vahşi Batı tıpkı Hıristiyanlığı zaman içinde “İlâh-silâh-ilaç” metaı (vasıtası) haline dönüştürdüğü gibi “Medeni siyaseti” de, her şekle bürünebilen; Irak’ta katliam, Afrika açlık, dünyada kitlesel açlık, yokluk, sömürü, kıtlık ve kölelik olarak tezahür edebilen “ilmi kimlik ve bilimsel disiplin yoksunu” aykırı bir kodlamaya dönüştürmüşlerdir. Bu nedenle, “uygarlık” safsatası altında küresel-emperyal sömürü unsurları Türk’e ve İslâm’a derin bir kin, nefret ve düşmanlık beslerler. Haçlı Hıristiyan ruhunun bütün menfur proje, kara el (çrna ruka) gizli emel, sosyal çürüme, kültür emperyalizmi, legal-illegal soygun, ikincil ve üçüncül, yasa dışı, derin/gizli devlet (medya-mafya-siyaset) yapılanmalarının özü budur. Yani, başta aziz Atatürk olmak üzere aklıselim ve âlim atalarımızın “su uyur, düşman uyumaz” diye emanet, nasihat ve vasiyet ettikleri mesele.
SONUÇ:
Milletin bizatihi kendisi, kendi izni, iradesi (muvafakat-meşruiyet) dışında; “Halka rağmen halkı ve devleti yönetmeye kalkışanlar” kuzu postuna bürünmüş domuzlar gibidirler. Bunların şiarı: Kişisel çıkar, şahsi ikbal, haram edinim, (yalan-talan) kayıt-kapsam dışılık, vergi kaçakçılığı, devleti destekleme yerine köstekleme-kullanma, anarşi-terör-tedhişe yardım-yataklıktır. Değer yaratmak, emek vermek, üretmek, oluşturmak ve çoğaltmak yerine; Aracılık-tefecilik, rantiye, yasa dışı iş takibi ve komisyonculuk;
PAROLASI: “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” dur. Şu anda “diken üstünde duran hükümet” bu gerçekleri tam bir dikkat ve samimiyetle ele almak, incelemek, değerlendirmek: Akla-karayı, yaşla-kuruyu birbirinden ayırmak, millete samimiyetle kulak vermek; Objektif hukuk (tarafsızlık-bağımsızlık) ve adalet ahlâkını hakim kılmak “Tez elden” GB (gümrük birliği) Antlaşmasını askıya almak, AB konusunda “derhal” kesin bir “katılım tarihi” istemek, alınan tarihi “HALKOYUNA” (referanduma) götürmek, AB (üç aydan fazla olmayacak bir süre içinde) “kesin katılım tarihi” vermediği takdirde şuan devam eden müktesebat, entegrasyon ve uyum sürecini mutlaka “durdurmak” zorunda ve durumundadır. Yani: Ergenekon bağlamında verilen söz yerine getirilmeli, ikincil ve üçüncül sürüler süratle tasfiye edilip (tam bağımsız-bağlantısız-tarafsız, hakim ve hükümran) yargı önüne çıkartılarak, “Müstakil Milli Devlet” ve “maşeri-kamu vicdanı” rahatlatılıp, müsterih kılınmalıdır. Ülkede gerçekten “kuvvetler ayrılığı” var ve; Kuvvetlerin tamamı öz’de millet ve milli kaynağa, millet iradesine dayanıyorsa: Suçluların yeri hapishane; İyi insan-iyi vatandaş, namuslu, onurlu-sorumlu, ilkeli ve dürüst yurttaşlarımızın yeri “buram-buram hürriyet, adalet, refah, saadet, güvenlik, zenginlik ve mutluluk kokulu rüy-u zemin ve ikbâl-i vatandır.” 1960’dan bu güne beklenen budur.
ÇÖZÜM: Önce Yargı, Yasama ve Yürütmeyi birbiri ile yüzleştirmek. Sonra millet olarak gelmiş-geçmiş hükümetlerle (yöneticilerle) yüzleşmek ve hesaplaşmak, devletin kayıp trilyon dolarlarını temin, tazmin ve tahsil, her düzeyde çeteleri tasfiye etmek suretiyle ülkenin namus, hürriyet ve istiklâlini kurtarmak ve nihayet kendi kendimizle yüzleşmek, dürüstçe öz eleştiri yapmak ve erkekçe hesaplaşmak. Hani ne demişti Başbakan: “Bu bir temiz eller operasyonudur…” İktidar kirli elleri devletten söküp atmadıkça eğer; Tıpkı virüs ve pis mikroplara karşı, sessiz sözsüz mücadele eden antikorlar gibi “millet, bunu elbet bir gün yapacak” ve günü gelince “SUÇLU AYAĞA KALK” diyecektir. Yaşanan kaos bunu muciptir. Akıl için yol bir; Çıkış için yol budur. (*) Son ve güncel versiyon.