12 Temmuz 2011 Salı

bir demokrasi utancı ve TBMM'ye saygısızlık!.....

1957 Bölükbaşı Krizi; 
İnsani, Medeni ve Hukuki Çözüm
     Mustafa Nevruz SINACI      
            Gerçekte önceden bilinen ve çok özel bir senaryonun parçası olan 12 Haziran “tutuklu vekil sendromu” benzeri, tarihi ve kadim Demokrat Parti’nin başına gelen 1957 olayı ışığında çözülebilir. Umur-u devlet, hukuk’a saygı ve adalet ahlâkı da, zaten bunu gerektirir. Başkaca bir yola tevessül, bütün kaygıları haklı çıkartır ve neticesi “vatana ihanet” suçuna varır.
Neydi Osman Bölükbaşı meselesi ve 1957 vekil krizi?..
1950’li yıllarda ülkenin hemen hemen her bölgesinde yüksek oy oranlarına sahip olan DP, 1954 genel seçimlerde Kırşehir’de ciddi bir başarısızlığa uğradı. CMP Kırşehir oylarının neredeyse tümünü alarak 5 milletvekilinin tamamını kazanmıştı. Bu beş vekilin arasında da en fazla oyu CMP lideri Osman Bölükbaşı aldı. (*)
Bu durum DP’de rahatsızlığa sebep oldu. Hükümet mecliste yaptığı bir düzenleme ile Kırşehir’i cezalandırarak, Nevşehir’e bağlı bir ilçe yaptı. Düzenleme dönemin önemli tartışma konularından biri oldu. Bölükbaşı da, hükümete muhalefetini git gide artmaya başladı.
Bölükbaşı neden ve niçin mahkum edilmişti?
1957 yılının haziran ayında,  DP Kırşehir’i tekrar il haline getirecek bir kanun tasarısı hazırladı. Ancak bu kez de yapılan düzenlemede Osman Bölükbaşı’nın köyü olan Hasanlar, il haline getirilen Kırşehir’e bağlanmıyor ve Nevşehir’de bırakılıyordu. Bu düzenleme sırasında mecliste gerilim arttı. Kırşehir’in tekrar il yapılma görüşmeleri sırasında Osman Bölükbaşı’nın Cumhurbaşkanı Bayar’a ‘kindar’ ve ‘onun maskesini düşüreceğiz’ demesi, Demokrat Partilileri haysiyetsizlikle itham etmesi üzerine de mecliste kıyamet kopar. Meclis başkanı, Bölükbaşı’na 3 oturuma katılmama cezasını meclisin onayına sunar. Onay üzerine Osman Bölükbaşı öfke ile kürsüden inerek genel kurulu terk eder.
Ancak çıkışı sırasında olaylar sürer. DP vekillerinden biri ‘sen kime küfrediyorsun’ diyerek Bölükbaşı’nın üzerine yürüyünce yumruklaşma olur büyük bir kavga yaşanır. Bu olay üzerine Osman Bölükbaşı’nın dokunulmazlığı TBMM’ce kaldırılmış ve 6 gün sonra Meclise hakaretten tutuklanarak 2 Temmuz 1957 tarihinde Ankara Merkez cezaevine gönderilmişti.
Bu durum üzerine Ekim ayında yapılan seçimlere O. Bölükbaşı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin Başkanı olarak cezaevinden katıldı. Ancak Kırşehirlilerin desteği devam etti. % 62 gibi bir oranla destek verdiler. Sonuçla Bölükbaşı tekrar milletvekili seçilmiş oldu.
Şerefli ve soylu, asil bir mücadele!..
Seçim sonuçlarının resmen ilânını müteakip Osman Bölükbaşı mahkemeye başvurarak tahliye talebinde bulundu. Mahkeme, onun milletvekili seçilmesini tahliye sebebi olarak kabul etmedi. Mahkûmiyetinin devamına karar verdi. Bir yanda bu gelişmeler yaşanırken; 1 Kasım 1957 günü yeni mecliste yemin töreni yapıldı. Vekiller, il’lerine göre kürsüye çağrılırken sıra Kırşehir’e geldiğinde meclis başkanı Kırşehir’i atlayarak Bölükbaşı’nın ismini okumadı.
Osman Bölükbaşı, Hapishane de yemin etti!..
Ancak mecliste yemin töreni gerçekleşirken başka bir yerde Ankara Merkez Cezaevi 10. Koğuşu’nda da ‘tarihi’ bir yemin töreni daha yapılıyordu. Bölükbaşı radyonun başındaydı. Kırşehir’e sıra geldiğinde ayağa kalkarak sanki meclisteymiş gibi yüksek sesle milletvekili yeminini mahkûmların önünde yaptı. Heyecanla alkışlandı ve içtenlikle kucaklandı, kutlandı.
Bu yeminin ardından mahkemeye reddi hâkim talebinde bulundu. Ayrıca, ilk tahliye talebine ‘karşı görüş’ belirten savcıyı da dava etti. Sonuçta 1 Aralıkta reddi hâkim talebi kabul edildi. Yeni bir mahkeme heyeti oluşturuldu. Yeni heyet oy birliği ile Bölükbaşını tahliye etti.
Bu tahliyeden bir gün sonra Osman Bölükbaşı 2 Aralık 1957’de mecliste tekrar yemin ederek görevine başladı. O’nun mücadelesi çok onurlu, sorumlu, hukuki, insani ve medeni idi. Kimseye af veya ‘hukuku dolanma’, TCK veya Anayasa değişikliği için ricacı olmadı, ilenip yalvarmadı, tehdit etmedi. Asla halkı terör, tedhiş, anarşi ve isyana teşvik etmek gibi bir lânet, cehalet ve ihanetle malul olmadı.
Alçaklık ve küstahlığa tevessül ve tenezzül etmedi.
Demokrasi, adalet ve hukuktan ileri gelen sorunu yine; Adalet, hukuk ve demokrasi içinde, milliyetçi ve medeni bir vatandaş sıfatıyla halletti. 
Partisi, seçimde % 7 oy alarak 4 vekil çıkardı. Milletvekilleri Meclisi boykot etmedi.
Oturumlara katılmamak, hükümeti tehdit, dâhili ve harici bedhahlara mihnet, devlete karşı kin ve nefret, kimsenin aklından bile geçmedi.
İşte güncel sorunun hal yolu ve esası budur.
Demokratik hukuk devletinde hak, hukuk yolundan başka bir yolla elde edilmez.
Aksi taktirde memlekette ”milli şeflik” ver demektir!..
(*) (Ömer Aymalı- Dünya Bülteni) 

 TBMM’nin manevi şahsiyeti; 
Vekâlet ve meşruiyet
Mustafa Nevruz SINACI
O’nun manevi şahsiyetinden bihaber, gaflet-dalâlet ve hıyanet içinde, dâhili bedhahlık ile malul birileri; İstiklâl Savaşı Gazisi, Peygamberlik (Halifelik) makamı “manevi şahsında” mündemiç Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, şeref-haysiyet, din-iman, adalet ahlâkı ve fazilet cevherinden yoksun;, terörist/anarşist/hırsız/yolsuz/namussuz/şerefsiz güruhları dâhil etmek için çırpınıyorlar! Hem de güya; Cumhurun iradesi, muvafakat ve müsaadesi dairesinde tensip ve takdir edilmiş “vekil” sıfatıyla!... Yani, bu sıfatla, O kutsal mekâna münkir sokacaklar!... 
BAKINIZ, EY GAFLET VE DALALET EHLİ!..
İmparatorluk bakiyesi TC’nin Meclisi; Cihanşümul adalet; vahşi kapitalizm ve mel’un emperyalizmin “insanlık/adalet/ahlâk ve hukuk düşmanlığına” karşı duran iyi-namuslu, dürüst ve demokrat halkın temsili için vardır. Bu, ütopya değil gerçektir. TBMM’de her fikre temsil hakkı tanınmasının hikmeti: Kuruluşunda var olan asalet, adalet ve yükseklikten gelen “insan” hakları, Cumhuriyet ve demokrasinin gereğidir. İdarenin gaflet, acz ve güvenlik zaafından bilistifade seçimleri istismar; baskı-dayatma ve terörle oylatılan BDP'li ‘sözde’ vekiller, güya halkın oyunu aldıkları için hapisten çıkarılmalı ve Meclis'e girmelidir sonucuna varılabilir mi?
Elbette ve kat’iyyen hayır!..
Yukarda açıklanan nevi-i şahsına münhasır tüm manâ ve muhteviyatı dışında, genel olarak Demokrasi ve Meclisler fikirlerin temsili için vardır; İhanet şebekeleri, vatan haini ve zorbaların saltanat mekânı olarak değil!.. Kaldı ki, terör-tedhiş ve anarşi bir düşünce açıklama yöntemi değildir. O nedenle teröristler, bir milletin vekili olamaz. Halk, cebren, baskı altında ve hile ile bir terör örgütü mensubuna ya da destekçisine oy vermiş olsa bile terörist Meclis'e giremez. Çünkü Meclis bir fikir kürsüsüdür, adalet hane, fazilet hanedir, terör kürsüsü değil. Ama görüyoruz ki Türkiye'de birileri çıkıp demokrasi adına teröristlere özgürlük istiyor.
            Deniyor ki çıkartalım hapisten teröristleri, milletvekili yapalım. Oysa dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde teröristler Meclis'e giremez! Değil Meclis'e girmek, seçimlerde aday bile olamaz bunlar. Bizim ülkemizde teröre her olanak ve hak sağlanmakta ve terör Meclis'te temsil hakkı bulmaktadır. Buna izin veren, müsamaha eden ve bir anlamda yardım ve yataklık yapanlar, hukuki meşruiyetlerini yitirmiş “gasp, dikta ve irtikap ehli” olsalar gerektir.
            Sonuçta terör örgütü mensupları o kadar azmış ve şımarmışlardır ki artık azılı bir katili bile çıkartıp milletvekili yapmayı açıkça savunma cüretini göstermekte, münhasıran “bölgesel özerklikle” halkı ve devleti tehdit etmekte ve TBMM yerine, alenen “özerk meclis” dedikleri ve başkent olarak algıladıkları vilâyetimizde grup toplantısı (!) yapabilmektedirler..
Buna seyirci kalan yönetimin, 
kadim ENDÜLÜS idaresinden farkı yoktur.
Dolayısıyla şimdi Türkiye, bir demokrasi ve hukuk sınavı vermektedir. Ya gerçekten demokrasi, adalet ve hukuku savunacak ve bunları Meclis'e hiçbir şekilde sokmayacaktır ya da, teröre teslim olup teröristleri hapisten çıkaracak ve demokrasiyi kelepçeleyecektir. Çünkü Demokrasi ve terör bir arada bulunamaz. Nitekim geçtiğimiz 4 yıl boyunca Meclis'te melânet eşkıyayı açıkça savunan bir parti vardı. Sonuç ne: Terör azaldı mı arttı mı? Görüyoruz ki terör yandaşlarına verilen taviz; demokrasiyi değil, terör örgütünü güçlendirmiş!
O halde teröre karşı isek, taviz vermemeli; Demokrasiyi geliştirmek istiyorsak, terörü savunan piyonların dokunulmazlığını derhal kaldırmalıyız. Zira teröre dokunulmazlık tanıma,  eşkıyanın masum halkı öldürmesine imkân tanımak demektir. Oysa Demokrasi ilkönce halkın yaşam hakkını savunur. Teröristin olduğu yerde yaşam hakkı korunamaz. O nedenle Meclis'te terörist istemiyoruz! Askerlerimiz şehit edilmesin; Vatan bölünmesin; Adalet, huzur, barış ve demokrasi olsun; Ekonomik kalkınma ve refah gelsin; istiyorsak ihaneti Meclis'e sokamayız!
Meclis yasama için vardır. İhanetin gölgesinde, tehdit altında kanun yapılamaz. Teröre kanun yapma hakkı verilemez. Teröristin Meclis'e girmesi, TBMM düşüncesinin ruhuna tecavüz; Cumhuriyete reddiye, Atatürk’ü tekzip ve İslâm’a açıkça düşmanlıktır.
           
Bu vahim hal içinde tek çare: Cari hukuk ve mevzuat içinde çözüm bulmaktır. 
 BU SORUYU
SORMAK GEREK!..
Mustafa Nevruz SINACI
Acaba ülkemizde 50 yıldır bitmeyen ve her gün aramızdan gencecik canlar alan hain ve menfur terörün gerçek sebebi ne olabilir? Mustafa Kemâl Atatürk’den sonra ülkemizin en büyük devlet adamı ve dünya çapında liderlerinden; Son Başvekil Adnan Menderes, Polatkan ile Zorlu’nun, nâhak yere, alçakça, hunharca katledilmesinden sonra gelen “karanlık, kâbus ve mâkus” yılları bir kenara bırakalım. En yakın tarihe günümüze gelelim: Örneğin Aktütün sınır karakolumuza yapılan saldırı ve bu saldırıda verilen 17 şehit bu tür bir ayrışmayı mı tetikledi?
Belki bir payı vardır ama yine de yeterli bir açıklama değil. Asıl soru şu: Neden eşkıya karakolumuza saldırdığında, bu ülkenin insanları Türk-Kürt olarak iki ayrı kampa ayrılıyor? Bunun tek bir açıklaması var, herkes bal gibi de biliyor ama namussuzca saklıyor: Bu ülkede terörü destekleyen, yardım ve yataklık yapan geniş bir taban var. Onlar kendilerini Kürt diye açıklayıp tanımlıyorlar. 
Elbet kendisine Kürt diyen herkes varlığını eşkıya ile bir tutmuyor belki, ama sonuçta çok geniş bir “eşkıya yanlısı” Kürt nüfusun olduğu çok abartılı bir biçimde maniple ediliyor. Şimdi kimileri “bu ülke bir mozaik, etle tırnak gibiyiz, bizi birbirimizden koparamazlar, aman bir iç savaş oyununa gelmeyelim” gibisinden hamaset nutukları atabilir. Bu hamaseti de sanki bilimsel analizlermiş gibi uzun yazılarla gazetelerde dergilerde yayınlayabilirler. Ancak, bazı sorular var ki tüm analizlerden daha etkili oluyor. Soralım o zaman...
Birinci soru: 
Altınova’da bu kadar Kürt’ün ne işi var?
Kimileri irkilebilir ama hiç de ırkçı bir soru değil. Zaten mesele Altınova ya da diğer sahil kent ve kasabalarımızdaki Kürtlerin çokluğu değil. Hadi diyelim ki bu olguyu, basit bir göç olarak gördük!..
O zaman ikinci soru:
Tarihi Musul Vilâyetimizin öz be öz Türk kenti Kerkük’ün bir Kürt göçüne maruz kaldığını, bunun nedeninin, kentin etnik yapısını değiştirmek olduğunu, kentin zorla Kürtlerin eline geçtiğini savunan Türk Devleti, Türk Ordusu ve Türk kamuoyu, Kerkük’le Altınova arasındaki farkı nasıl açıklar acaba? Acaba diyoruz Türkiye’nin ortasındaki bu iç göçün de tıpkı Kerkük’teki gibi bir etnik amacımı mı var? Elbette bu soruları çoğaltmamız lâzım. Son yıllarda nedense Balıkesir, İzmir, Mersin, Adana gibi şehirlerimizde bu tür olaylar yaşanıyor.
Üçüncü soru: 
Neden hiç bir “Kürt ilinde” böyle bir olaya rastlamadık?
Birinci sebep Türklerin çok ırkçı ve saldırgan olmasıdır, ikinci sebepse Kürtlerin çok hümanist ve barışsever. Peki, acaba şu etle tırnak gibi olmuş toplumsal mozayiğimizin Doğu kısmında, kendilerine Kürt denilen bölgenin kentlerinde ve kasabalarında acaba ben Türküm diyen bir kalabalık var mı ki, çatışma çıksın! Gerçek şu ki, bu ülkenin Batı kısmında Kürtler gelip Türklerin arasına rahatça yerleşebilmektedir. Ama tersi bir durum yoktur. Provokatörler soruyu şöyle cevaplıyor: “Elbet yok, çünkü Doğu fakir, o nedenle Türkler Doğu’ya gitmiyor.”
Hadi buna da eyvallah. 
O zaman başka bir şey soralım.
Dördüncü soru: Bu ülkede ister Doğuda, ister Batıda yaşasın, kendi aralarında kimi yerlerde bir kent, kimi yerlerde bir semt, mahalle oluşturan, kendilerine Kürt diyen bölgelere bir bakalım. Çok uzağa da gitmeyelim. 17 askerimizi şehit verdiğimiz Aktütün saldırısından sonra, en ufak bir tepki, hoşnutsuzluk gördünüz mü? Tüm ülke bir yas tutarken buralarda bir yas gördünüz mü? Tüm ülkede evlere bayraklar asılırken buralarda herhangi bir eve bir Türk bayrağı asıldığını gördünüz mü? Hayır. Çünkü oradaki insan tehdit altında, bayrak asarsa evi bombalanır, ocağı söndürülür de, kimsecikler sahip çıkmaz. İşte, ileri sürülen sanılan sebep!..
Oysa bu yalan, aldatmaca ve hile, apaçık düzenbazlık ve sahtekârlık.
Tıpkı bir zamanlar Manisa’nın bir ilçesinde, “Çingene açılımına çanak tutmak” için sahnelenen kirli oyun ve menfur tezgâh gibi.. İşin doğrusu: Kendisine Kürt diyen organize bir azınlık (Ermeni diyasporası) Abd/Ab’ce oluşturulan bataklıkta; AB ulufesi, uyuşturucu parası, Soros kemikçiliğine tamah sayesinde; İnsanlıktan soyutlanmış ve ihanete soyunmuş güruhun lejyonerliğinden başka bir şey değil!.. Geçmişi de, günceli de, tüm yaşananların sebebi bu!..

2 Temmuz 2011 Cumartesi

seçimin namusu; CHP, MHP,

BU SEÇİMİN NAMUSU
CHP VE MHP’DEN SORULUR
Mustafa Nevruz SINACI
            Türkiye Cumhuriyeti’nin 1946 öncesi “nasp/intihab, atama dönemi” hariç ve özellikle; Demokrasiye geçiş yalanının utancı 1946 (açık oy – gizli sayım) dâhil; Müteakip 1950, 1954 ve 1957 kesinlikle hariç olmak üzere; 1961 ve sonrası bütün seçimleri kaygı, kuşku, şüphe ve şaibe altındadır. Hatta medyada zaman, zaman öyle beyan, yayın (bir nevi itiraflar) yayınlanır ki, gözlerinize inanamaz, hayretten ve şaşkınlıktan donakalırsınız!..
Bu iddialara göre: 1960’dan sonra yapılan her seçim bir çeşit siyaset mühendisliği işi.
Hani o, anketleri %100 tutan ‘temayül belirleme şirketleri’ ile ‘harici bedhah bağlantılı’ kartel medyası üzerine, genellikle bu işin taşeronluğunu yaptıkları şüphesi çöreklenir!...     
Ancak ülkemizde şüphe, şaibe ve kaygıları tetikleyen başka kurumlar ve unsurlar da var. Bunların başında: “kıyasıya, her şeye rağmen hırsla, ihtirasla rekabet” anlayışının zebunu iktidarlar, bilumum muhalefet; Giderek insan hakları, basın ahlâkı, hak-adalet ve hukuktan uzaklaşan yazılı, görsel, işitsel ve dijital medyanın kifayetsiz muhterisleri gelir.
Sonra sırayı, bütün bunları önleme “haksızlık ve yolsuzluğu frenleme” görev, yetki ve sorumluluğu olduğu halde seyirci kalan Yüksek Seçim Kurulu alır. Örneğin bu son seçimde: terör-tedhiş örgütü ile aleni bağlantılı, hukuk tanımaz, küstah ve şımarık politika simsarlarına karşı verdiği haklı ve doğru bir karardan dönmesi; Seçmenlerin tespit, kayıt, sayısal doğruluk ve liste güvenilirliği konusunda “kamu vicdanını sarsan” zafiyet!.. Ve nihayet, SPK ve Seçim Yasalarına esastan aykırı/yasak fiillerden olan “ittifak, iştirak ve destek” gibi hülle tertiplerine müsamaha ile adeta çanak tutması; YSK için utanç, yüzkarası ve tam güvensizlik unsurudur.
Bunun ardından “görevi kötüye kullanan” kısmi yargı vesayeti gelmekte...       
Seçim öncesi ve sonrası, YSK’yı tamamlayıp, bütünleyen ve bilhassa terör örgütüne dolaylı destek izlenimi veren tenzil kararları asla unutulmayacaktır. Emsal kararlar bu seçim öncesinde de vardır. Bu da, maalesef ülkemizde bir “yargı vesayetinin varlığını” ve “adaletin hiç de adil, objektif, tarafsız ve bağımsız olmadığını” göstermektedir.   
Sandık başı hileleri, tutanak sahtekârlıkları ve bireysel kalkışmalar teferruattır!..
Sonuçta seçim namusu; “dürüst, demokrat, etkin ve yetkin” muhalefete odaklanır.
Eğer, seçime şaibe bulaşır, meşruiyet tartışma konusu olur, kamu vicdanı “kesin karar ve mukni belgelerle” tatmin edilemezse; Gerçeğin ortaya çıkması, adalet ve hukukun tecelli-i ve tahakkuk etmesini teminen gereğini yapmayan muhalefet “kesinlikle” suç ortağıdır.        
SEÇİMLERDE MUHALEFET’İN SORUMLULUĞU
Türkiye de oynanan oyunlara dair ortalıkta dolaşan pek çok senaryo olmasına rağmen; Akli, mantıki ve mukni gerçeklilikle, üstelik alenen ve resmen halkın bilgisine sunulan çok az örnek vardır. Bunlardan birisi: Ülkemizin en saygın, itimada lâyık, objektif, özgür ve tarafsız; Basın ilkeleri ve ahlâk yasasının hamisi “ANAYURT” Gazetesi yazarlarından Muhsin Akıl’ın 25, 27 ve 28 Temmuz tarihli yazıları. Mevcut hal-i izah ve “istikbale matuf” büyük basiret ve ferasetle başta 12 Haziran seçimleri olmak üzere bu günlere ışık tutan ve “Eğer Yüksek Seçim Kurulu gerçeği açıklarsa AKP’nin sonu gelir” diyen Muhsin Akıl; Diğeri usta bir gazeteci. 14, 15 Haziran 2011 tarihli “Seçmen azalır mı?” adlı makaleleri ile Muhsin Akıl’ı işaret ederek; fevkalâde bir analize imza atan değerli yazar Orhan Selen… Lütfen bu makaleleri Anayurt’un web sitesinden bulun, okuyun, inceleyin ve değerlendirin lütfen. Sonra da yukarda açıklanan kaygılar konusunda kafa yorun.. Çünkü bunlar, bundan sonda açıklayacağım şüphe, şaibe ve tereddütleri dağıtmaya, aydınlatmağa muktedir siyasi teşekküller; Yetkili, görevli, memur ve mecbur kurumlar Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’dir.
Çünkü seçim evveli ve ahirinde parlâmenteri olan, neticeyi müessir bütün karar, eylem ve işlemlerde sorumluluk sahibi; Bütün sandıklarda görevli ve parti müşahit’i bulunduran bu iki parti, bütün tereddütleri izale edecek açıklamaları yapabilir. Derhal yapmalılarda!..
Yoksa ülkeyi “ezelden ebede” menfur ihanet kaplamış ve furya sahnede demektir. 
 Akıl, Bilim ve Gerçeğin Işığında Analiz
 Mustafa Nevruz SINACI
Önce, altını çizerek ‘bir kez daha’ tekrar edelim ki; Evveli ve ahirinde üzerinde akıl almaz senaryolar üretilen ve yoğun spekülâsyonlar yapılan “12 Haziran 2011, 24 üncü; Parti başkanları’nca önerilen ‘parlâmento memurları’ onayı” (namı diğer milletvekili seçim) olayı; Beklenir biçimde fitne, fesat, ifrat ve tefrite bulaştı. En-Kara şaibe bulutları, şüphe-kaygı ve tereddüt unsuru sözde “seçim eylemi’nin” sayısal sonuçları üzerinde yoğunlaştı.
Akredite basın ve kartel medyası sahibinin sesi. İlkesiz, onursuz ve sorumsuz...
Tartışmalı bir rakama sarılan iktidar, hamilerine kızgın, öfkeli ve hırçın..
Fakat bu hissiyatı açığa vurmama konusunda temkinli.. Yeni sayfa, barış ve helalleşme peşinde. Gaflet, dalâlet ve hıyanet içindeki muhalefet; Seçim üzerine sinen şaibe ve meşruiyet kaygılarının hesabını sorup; İlgili, yetkili, suçlu ve sorumluları, yüce (!) Türk adaletine sevk ettirerek yargılatma yerine, ‘nisyan ile maluldür hafıza-i beşer’ rollerine yatıp, suç ortaklığı ve kolaycılığı tercih edecek gibi görünmektedir…
EĞER!.. CHP ve MHP kendilerinin “Türk Milleti Adına” muhalefet görevini ifa ve icraya yeterli, ehliyet, liyakat, kudret, kuvvet ve temayüz gücünü haiz görüyorlarsa; Önce bu seçim şaibesini ayıklar ve kendilerini temize çıkartır; Sonra da:..
1. 29 Nisan 2011 günü Konya Milletvekili Atilla Kart tarafından kamuoyu uyarılan ve ısrarla iktidara sorulan. “MERNİS KAYITLARI neden yandı ya da yakıldı?..” 
2. TÜİK kayıtları mı seçmen kütüklerine esas alındı? Ekonomiyle ilgili kayıtlarının bile gerçeğe uymadığı, tahrif edildiği hakkında ciddi bulgular varken ve aynı durum, nüfus kayıt bilgileri için de söz konusu iken; Muhtemel fiil ne kadar uygun, yerinde ve doğrudur?
3. 2007’den bu yana seçmen sayısı ve seçim sonuçlarına yönelik ciddi şüphe, şaibe ve soru işaretleri doğmuş olmasına; bu kaygılar giderilmemiş olmasına göre; 2011 seçimlerinde de belki de daha vahim ihlaller söz konusu olacaktır. Hükümet tüm bu gelişmeler karşısında neden ve niçin sessiz kalmaktadır?
5. Emrehan Halıcı: “Toplam 1480 sandıkta farklılık tespit edilmiştir.” 16 Haziran 2011
6. LDP Genel Başkanı Cem Toker: “Niçin 19 milyon fazladan oy pusulası basıldı. Bu 19 Milyona ilâveten, oy kullanmayan 6 milyon kayıtlı seçmen ile birlikte “iadesi gereken” 25 milyon oy pusulası nerede? Akıbetleri ne oldu?
7. Nihat Genç: Araştırın, alın bakın TV’lerin seçim haber kayıtlarını, açılan sandıklar yüzde sekseni bulduğunda katılım oranları hala yüzde 50, 60, yüzde 55 gibi rakamlardaydı, biz duyduk ve gördük ekranlarda… Öyle ya, yüzde 75’i açılmış bir sandıkta katılım oranı yüzde 50 ise, tüm sandıklar açıldığında katlım yüzde 80 nasıl olabilir? Katılımın düşük olduğu yerde, bilgisayara oy yüklemek şeklinde hile yapılarak katılım yükseltilmiş demektir!
SONUÇ:
Bu soruların cevabı, normal şartlarda iktidardan beklenemez. ,
Yapılması gereken: CHP ve MHP’nin, bunlar ve bu tereddütlerin dışında kamuoyunda telâffuz edilen bütün soruların; Tam, doğru cevapları alınıncaya kadar mücadele etmeleridir.
AKP % 40.37, CHP % 21.06
Mustafa Nevruz SINACI
Seçimden tam 9 gün sonra, 23 Haziran 2011 – Perşembe günü Yüksek Seçim Kurulu “12 Haziran 2011 tarihli 24’üncü, ‘usulen parlâmenter tespit ve tefhim’ tatbikatının” resmi sonuçlarını açıkladı.
Şimdi; “Bu seçimin namusu CHP ve MHP’den sorulur” ile “Akıl, bilim ve gerçeğin ışığında analiz” başlıklı makalelerimde, ısrarla vurguladığım hayati bir konuyu hatırlatmak; Fiili ve hukuki muhatapları “kamu vicdanı adına” sorgulamak istiyorum:
Şöyle ki:
Kendi beyan, yayın ve ifadelerine göre, “her sandıkta asgari 2 görevlisi” olan CHP, MHP ve BDP ‘emek, özgürlük (?) demokrasi (!) bloğu’ niçin YSK’dan önce veya akabinde ellerindeki sandık başı, teslim-tesellüm ve birleşik tutanak sonuçlarını kamuoyuna açıklayıp tekzip yahut tasdik beyanında bulunmadı? Bu ne kadar basit, ilkesiz, anlamsız ve tutarsız bir particilik? Her fırsatta YSK’nu suçladıkları ve “güvenilmez” yaftası ile damgaladıkları halde;  Onurlu, dikkatli ve sorumlu bir biçimde takip etmez; Buna rağmen, özellikle kendi ihtiras, “kast-ı mahsus” ve cehaletlerinden kaynaklanan mesnetsiz suçlamalarını ısrarla sürdürürler!..
Yüksek Seçim Kurulu’nun elbette “başkanından, ilçe seçim kurulu hâkimleri ve en dip sandık başı görevlilerine kadar” takdir, tensip ve tasvip edilecek yanı yok. Vaktiyle Demokrat Parti olarak bunlardan çektiğimiz çile, yediğimiz fırça, maruz kaldığımız azar, istihza, inat ve aşağılamalardan illallah etmiştik. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen “biz” saygıda kusur etmedik. Usulde hata yapmadık. Hukuki takipte ihmalkâr olmadık.
Sonuçta: Zorla da olsa YSK’yı hak, adalet ve hukuk’a vesile kıldık.    
Şimdi soruyorum: Şu an şikâyet konusu sürecin idare, idame ve hatasız icrası için kaç sorumlu vatandaş, kaç dikkatli siyasi parti dilekçeler vererek, itirazlar yaparak, hatırlatma, uyarma ve duyurularda bulunarak veya davalar açarak sürecin sağlıklı biçimde oluşmasına ve işlemesine katkıda bulundu? Göründüğü kadarıyla benim verdiğim ve ‘biri hariç’ diğerlerine hiçbir cevap alamadığım başvurular dışında, pek de alâkadar olan çıkmamış!...
Kaldı ki; AKP sekiz yıldır abuk-sabuk, amaçsız ve anlamsız Anayasa değişiklikleri peşinde koşarken ben; siyasi partiler ve seçim yasalarına dikkat çekebilmek için uğraş verdim. Netice ortada. “Yasa dolanma” fikrinin mucidi sahteci bezirgânlar, adalet ve hukuktan zerrece anlamayan, sözde yasa’cı danışılanlar sayesinde memleket karmaşa, kalkışma/kaos, anarşi ve terör, tehdit ortamına itildi. Üstelik göz göre, göre…       
            Şimdi gelelim YSK tarafından açıklanan “kesin” sonuçlara:
Türkiye gen. kayıtlı seçmen sayısı (c. dah)          50.237.343  
Yurtdışı kayıtlı seçmen sayısı                              2.568.979
Seçmen sayısı Türkiye toplamı                         52.806.322
Gümrükler dâhil oy kullanan seçmen sayısı       43.919.948
Gümrükler dâhil “geçersiz” oy sayısı                     973.185
Gümrükler dâhil “oy kullanamayan” seçmen s.    8.886.394
Bu Sonuçlara Göre “Hesabın Gerçeği”:
1. Seçime kat.oranı:     % 87.16 değil,            % 83.18
2. AKP’nin aldığı oy:   % 49.80 değil,            % 40.37
3. CHP’nin aldığı oy:   % 25.98 değil,             % 21.06
4. MHP’nin aldığı oy:  % 13.02 değil,             % 10.55
5. BDP’nin aldığı oy:   % 06.59 değil,             % 05.34 olup;
Yurt içinde oy kullanmayan (6.451.678) ve oy kullandırılmayan (2.439.696) yurt dışı seçmeni ile cezai takibe uğramamak için sandığa gidip “iptal” oyu kullanan (973.185)’i alıp;, toplam (9.864.559)’e (750.000 civarı) iddia edilen ‘kayıt dışı’ seçmeni eklediğimizde; katılım oranı derhal % 80’in altına; ‘5 milyon sahte/sanal oy’un ispatı halinde katılım oranı % 70’e ve AKP oyları % 30’a düşer. Unutma!.. “Adalet mülkün temelidir” (Mülk = Devlet)        
  BÜYÜK BİR 
“ŞAİBE” SÖYLENTİSİ VAR
Mustafa Nevruz SINACI
AKP’nin en başta yapması gereken şey, “kurumlar-bireyler, devlet-vatandaş, medya ve siyaset” arasında bir hesaplaşma ve yüzleşme idi. Yapmadı. Yapamadı. Belki de “hesabın altında kalır ezilirim” diye mi korktu bilinmez!... Ama bütün bu sıkıntıların sebebi: Vaktinde yapılmayan, zamana bırakılan, ötelenen, itelenen, zamanlaması bir türlü ayar-uyar tutmayan, kavranamayan, kararlaştırılamayan “büyük hesaplaşma ve yüzleşme’dir”...
Çok önemli bir başka konu da:
Eğer 12 Eylül 2010 referandumu ile gerçekten “yeni bir başlangıç, büyük bir atılım, açılım, yeni bir sayfa” samimi içtenlik, dürüstlük ve bilinçle hedefleniyor, amaçlanıyor idiyse; Yargılama ve hesaplaşmanın milâdı 12 Eylül değil; 27 Mayıs olmak zorunda idi… Orada da yanlış yapıldı. Fiil bir manipülâsyon, dayatma yahut taahhüt sonucu ifa/icra edilmiş olabilir.
Ancak şurası mutlaka bilinmelidir ki:
Meşruiyetin olmazsa olmazı, “milleti şeffaf, namuslu, dürüst ve demokrat” ilkelerle idare esasıdır. Gücünü halktan alan ve halka dayanan meşruiyetin temeli insan hakları, adalet ahlâkı ve evrensel hukuka mutlak riayet olmakla; Ülkeyi adaletle, özgür ve bağımsız idare ve idame etmekten aciz yönetimler; Nokta-i istinatları olan meşruiyetlerini de yitirirler.
Meşruiyetin nokta-i istinadı seçimdir..   
Elbette bu anlamda değil, barajsız, barajlı d’hont sistemsiz, vesayet ve sultasız; Hiç olmazsa halkın “kendi vekilini” mahallinden kendisinin seçtiği sistemin sonucu teşekkül eden Meclis ve hükümetin meşruiyet’inden söz edilebilir. Şu halde, “şimdi hemen” ele alınması ve acilen yapılması gereken: Önce, 12 Haziran seçimlerini, sonra öncekileri ve müteakiben daha öncekileri şaibeden kurtarmak, aydınlığa kavuşturmak ve kamu vicdanını rahatlatmaktır.
İstenirse, sabır, gayret ve dikkatle gerçek ortaya çıkarılabilir.
Önce 12 Haziran gecesi televizyon kayıtları deşifre edilerek, açılan sandık sayısı % 10’dan başlayıp, paralel katılım oranları seyri bir grafikle ortaya çıkartılmalı. Zor değil, TV haber kayıtları buna yeter. Her şeyin apaçık ortaya çıktığını göreceksiniz.
Sonra tüm sandık sonuçları CHP ve MHP’den alınıp YSK verileriyle karşılaştırılır.
Başta İzmir, İstanbul, Adana, Mersin, Diyarbakır ve Antalya olmak üzere,  diğer BDP hinterlandının “seçmen artışı olan” bütün mahalleleri tespit edilip, özellikle beklenmedik bir şekilde sürpriz oy çıkan yerler tek, tek/adres, adres incelenerek, seçmen kütüklerine bakılır.
Bu mutlaka çözülebilir, yeter ki CHP ve MHP istesin…
Evet, bunu elbette CHP, MHP ve YSK dışında kimse yapamaz…
Zira her iki kişiden bir AKP’li demek, sanıldığı kadar kolay değil…
Ama iftira atmak, boş laflarla polemik yapmak da uygun değil; Bilgi ve belge bulmak gerek. Bunu sıradan insanlar, gazeteci/yazarlar yapamaz. İllâ organizasyon, kurumsal destek şart… Görev CHP ve MHP’nindir. Eğer gerçekten “halkın itimadına mazhar ve muhalefet olmaya lâyık” namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu gerçek kitle/halk partileri iseler, “erkekçe, insanca, mertçe” çıksınlar araştırsınlar. Çünkü söz konusu olan ülkemiz ve geleceğimizdir…
Düşünün bir kere, 4 yıllık muhtemel bir AKP iktidarı, pek çok değer kaybı demektir ki, sonuçta bu kayıpların telâfisi için çok ağır bedellerin ödenmesi gerekebilir. Bu nedenle,  kim ne yapacaksa çıksın şimdi yapsın bu işi, yarın değil. Yarın çok geç olabilir!...
            NETİCE OLARAK
            Seçimlerde hile, desise, oy hırsızlığı ve sahtekârlıkların varlığı hep konuşulur, ama mertçe üstüne gidilmez, kamu vicdanı tatmin edilmez, asla sonuç alınmaz nedense, unutulur gider… Bu kez öyle olmamalı. İddialar ciddi, tarafsız “objektif ve dürüst” olarak araştırılmalı ve mutlaka sonuçlandırılmalıdır. Seçmenin büyük çoğunluğunun ve bizzat seçime katılan partilerin 12 Haziran üzerinde şüphe, şaibe kaygısı ve kuşkusu var. Millet buna şahittir. AKP’nin yüzde elli, yani iki kişiden birinin oyunu almış olduğu koca bir yalan. Ama seçimde “hile var” diyebilmek için kanıt gerek. İddiacılar bunu yapmaya, hileyi doğrulayacak bilgi ve belgeleri açıklamaya mecburdurlar. Sonuçta CHP ve MHP derhal bunu yapmalıdır.

cebr-i işgal mi? peşkeş mi? yoksa!.. vatana ihanet mi?... GERÇEK NE..?..


TÜRK ADA’LARI İŞGAL ALTINDA (*)
Mustafa Nevruz SINACI
Yunanlıların, Ege’de iki Türk adasını (Bulamaç ve Eşek) alenen işgal ederek 2004 yılından bu yana iskâna açıp, turizm amaçlı olarak kullandıklarını ilk kez D[y]P genel başkanı Namık Kemal Zeybek’ten öğrendik. (08 Mayıs 2011)
Zeybek ne demişti?..
            “AKP döneminde Eşek Adası ve Bulamaç Adasını Yunanlılar İşgal Etti. (*)
            Bu iki adamız, bu iktidar döneminde 2004 ten başlayarak Yunanlılar tarafından yavaş, yavaş işgal edildi. AKP iktidarının bundan haberi oldu. Ama bırakın Bulamaç’ı, bırakın Eşek Adasını, onlar Kıbrıs’tan bile vazgeçmişlerdi. Adetleri olduğu üzere, Kıbrıs’ı Yunan’a peşkeş çekiyorlardı. Şimdi Didim de, burnumuzun dibinde görünen bu iki Ada, şu anda Yunanlıların işgali altında; Ama Kardak'daki Yunan Bayrağı indirilmişti!..
Kardak kayalıklarını, Yunanlılar işgal etmeye çalıştıklarında Türkiye'de bir Başbakan vardı. Bir hanımefendi, Çiller. Kardak kayalıkları işgal edildiğinde ne demişti Tansu Çiller? 'O bayrak ya inecek, ya inecek' Hangi bayrak? Bizim kayalıklarımıza, ada değil, toprak değil, kayalıklarımıza Yunanlılar, Yunan Bayrağı çektikleri zaman Başbakan'ın söylediği sözlerdi bunlardı. 'O bayrak ya inecek ya inecek.' Ne oldu? Bayrak indi mi? İndi…
Peki, o günlerdeki milli duyarlığı, vatan toprakları konusundaki hassasiyeti hatırlayın.
Ve gerçeğe bakın. Gerçek şu: Eşek ve Bulamaç Adalarımızı Yunanlılar işgal etti..
Didim'in karşısında bize ait olan iki ada var. Biri Eşek Adası, öbürü Bulamaç Adası... Bu adalar bütün uluslararası belgelere göre bizim. İngiltere'nin yaptığı haritaya göre de bizim. Başka uluslararası anlaşmalara; Lozan'a göre de bizim. Bakınız 1947'de İngilizlerin yaptığı bir harita ve çizgi var. Eşek adası ve Bulamaç adası Türkiye Cumhuriyeti'nin...
Bunu herkes biliyor. Sadece Recep Tayip Erdoğan bilmiyor.
Bu iki adamız, AKP iktidarında 2004'ten başlayarak Yunanlılar tarafından alenen işgal edildi. İktidarının bundan haberi oldu. Ama bırakın Bulamaç'ı, Eşek Adası'nı, onlar Kıbrıs'tan bile vazgeçmişlerdi. Kıbrıs'ı peşkeş çekiyorlardı. Adetleri olduğu üzere... Şimdi ise, Didim'de, burnumuzun dibindeki bu iki Ada, Yunan işgali altında. Yunanlılar, Eşek Adası'na gittiler ve kilise yaptılar. Yunan Bayrağı çektiler. Kimsenin olmadığı daha kimsenin yaşamadığı yere önce kilise yaptılar, sonra yavaş yavaş yoklaya yoklaya baktılar, Türkiye'de acaba DP, DYP’ mi var? Yoksa başka birileri mi?  Baktılar ki tepki yok, birtakım insanları oraya yerleştirdiler. Şimdi Eşek Adası'na biz gidemiyoruz. Bizi sokmuyorlar. Bulamaç Ada'sı da böyle…
Bakınız bir resim daha gösteriyorum. Adaya girdiler, rıhtım ve turistik bölge yaptılar, turlar düzenlemeye başladılar. Adaları Yunan generalleri de zaman zaman teftiş ediyor, hava sahamızı, su ve topraklarımızı ihlal ederek geliyorlar. AKP iktidarının sesi, soluğu çıkmıyor. Bir taraftan Vatan topraklarını satmaktan bahsediyoruz. Hangi satmak? Bu vatan topraklarını peşkeş çekmektir... Buna izin verecek miyiz? İzmirlilerin vicdanına sesleniyorum.
Hani bir karış toprak için kanımızı veririz derdik. Ne oldu? Bunlar gelince Türkiye'de ne değişti? Şimdi bu sözleri beni dinleyen basın yayın organları yoluyla hem Recep Tayip’e hem de bütün Türkiye'ye ilan ediyorum. "Tek başıma, pasaportsuz o adalar çıkacağım.."
Süre veriyorum. Bu süre daralacak ve sonunda Türkiye'yi yönetmek iddiasında olan TC'nin Başbakanı olduğunu; TC'ni yönettiğini iddia eden, hükümet olduğunu söyleyenler eğer gidip bizim bu adalarımızı işgalden kurtarmak için teşebbüse geçmezlerse ben tek başıma gideceğim ve oraya çıkacağım.
Hükümete uyarı: İster muhtıra desinler, eğer bütün uluslararası anlaşmalara göre bizim adalarımızı geri almak, işgalden kurtarmak için sorumlu oldukları bu suçtan geri dönmek için teşebbüse geçmezlerse, ben gideceğim ve adalara çıkacağım. Pasaportsuz, vizesiz gideceğim. 'bu ada benim adamdır' diyeceğim. Bulabilirsem kayıkla, bulamazsam yüzerek gideceğim, adaya çıkacağım. Ama biliyorum ki milletim beni yalnız bırakmayacak.”
Aradan uzun süre geçti. Zeybek adalara çıkamadı, ama AKP’den de bir ses çıkmadı.
VATANA İHANET Mİ? 
GAFLET Mİ? 
DALÂLET Mİ?
Mustafa Nevruz SINACI
Namık Kemal Zeybek; 08 Mayıs 2011 günü İzmir’de bir açıklama yaparak; Aydın ili, Didim ilçe sınırları dâhilinde bulunan ve Lozan’a göre, TC’ye ait Eşek Adası (Agathonisi) ile Bulamaç Adası (Farmakonisi)’nın; 2004 yılında Yunanistan tarafından işgal edilip, yerleşim ve turizme açıldığını iddia etti. (1)
İddia, sırasıyla; 13 Mayıs 2011 tarihinde Hürriyet Gazetesi ve İnternet sitesinde, (2)
18 Mayıs 2011 tarihinde, Yaşar Anter’in WEB TV, Gündem programında (3) pek çok ayrıntı verilerek yer aldı. Daha sonra Zeybek 25 Mayıs 2011 tarihinde yapılan D. Parti Didim mitinginde, ağırlıklı olarak konuya değindi. (4) Güvenilir ve üye sayısı yüksek e.Posta grubu “açıkistihbarat”, 01 Haziran günü ayrıntılı bir yayın/dağıtım yaparak; Adaların aidiyet, hukuki statü ve mevcut durumları hakkında ‘tatmin edici’ yayın ve açıklamalarda bulundu. (5) Tam 5 gün sonra, Araştırmacı-Yazar Ferudun Özgümüş: “Yunan toprağımızı işgal etti. Ne devlet ne muhalefet ve ne de Genelkurmaydan ses yok” (6) başlıklı bir makale yayınladı. Makalesinde, ilgili, yetkili ve sorumlu makamları hedef alıp sorguladı. Sonra Yeniçağ Gazetesi de (Ferudun Özgümüş’e atıfla) 06 Haziran 2011 tarihinde konuya değindi.
Dünya Türk Kongresi (TURKISH-FORUM)’nin web sitesinde aynı gün benim bir makalemin altına, açıklamalı bir yorum eklendi. (8) Hal böyle olunca ben, otomatikman konu ile alâkadar olmak durumunda kaldım. Zaten de olay ve iddiaları Mayıs başından itibaren takip etmekte idim. Neticede: 07 Haziran 2011 günü A Kanal’dan (Ereğli-Konya) canlı yayın konuğu olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na konuyu sordum. Cevap alamadım. (9) 
08 Haziran günü haber tekrar bazı ajanslar tarafından ısrarla duyuruldu. (10) 
09 Haziran 2011 Perşembe günü, 4982 Sayılı Kanun gereği Aydın Valiliği’ne resmi bir başvuruda bulunarak açıklama ve bilgi talebinde bulundum. (Başvuru no. 35141) Bu gün 28 Haziran olmasına rağmen henüz bir cevap alamadım.  Oysa yasal cevap süresi 15 gündür. Bana halâ cevap verilmedi. Umarım daha fazla gecikmeden cevap verilir ve konu aydınlanır.
            GARİP VE EMTERESAN OLAN NE?..
            Bu işin en garip, acaip ve muamma tarafı şu ki; İddianın 5 Mayıs 2011 tarihinde ortaya atılmasına, 8 Mayıs’ta kamuoyuna yansımasına, geniş kitlelere duyurulmasına, konu hakkında defalarca yayın yapılmasına, başta Başbakan, İçişleri, Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı dâhil pek çok makam, sorumlu kişi ve mercie soru yöneltilmesine rağmen halâ alınmış açık, net, tatminkâr ve dürüst bir cevabın olmayışı!..
Bu ne iş? Ortada vahim bir iddia var. TSK ve hükümet zımmen vatana ihanetle itham ediliyor. Ortada cevap yok, iddiadan alınan, muhatap alan yok. Bu bir gaflet mi? Dalâlet mi? Yoksa gerçekten gizlenmeye ve gözlerden kaçırılmaya çalışılan menfur bir ihanet mi? Başta N. Kemal Zeybek, Demokrat Parti camiası ve bütün Türk milleti’nin bunu bilmek hakkıdır.     
  ÇOK ÖNEMLİ BİR KATKI & YORUM:
            “1001 çeşit melânet ile aynı anda mücadele etmek zorunda bırakılan aziz milletimizin 1.derecede hassasiyeti olan Vatan Toprağı konusundaki duyarlılığınıza, kararlı girişiminize ve bilgiyi milletimizle paylaşma yönündeki şahsi gayretinize samimi teşekkürlerimi sunuyorum. Zeybekler diyarı Aydın, umarım bir valisini uğurlamak zorunda kalmaz. Ama görünen o ki, böylesine hayati bir konuda şu ana kadar sessiz ve girişimsiz kalmayı yeğleyen Sn. Vali’nin Mülki İdare Amirliği sıfatı kıytırık üç-beş Yunanlı hokkabaz tarafından düşürülmüştür. Yine umuyorum ki, tüm bu iddialar, bilgiler spekülâsyondur ve yanılan, saçmalayan ben olurum.
Yoksa diğer türlü resmi görevinin geçerliliği tartışılır hale gelen makam yalnızca vali’likle sınırlı kalmaz. İçişleri Bakanı’nı da bağlar, Milli Savunma Bakanı’nı da!. Ve pek tabii ki kabinenin başı Başbakan’ı da… G.K.B.’mızı ise dile bile getirmek istemiyorum…Bu durumda sormadan edemeyeceğim, 2004 yılında AKP iktidarında gerçekleştiği iddia edilen bu işgalin pazarlık, vaat, zorlama, tehdit veya taahhüde dayalı bir arka planı var mıdır?
Yine bu noktada dile getirilmesi şart olan bir diğer iddia da, Türkiye’ye karşı yapılan ve milat sayılan en sert operasyonun 2004 yılında gerçekleştirildiği yönünde…. Tüm bunlar olayların ve iddiaların tarafımdan yorumlanan spekülatif boyutu. Operatif tarafı ise elbette ki TÜRK MİLLETİ’NE aittir. Aynen tarihlerde yazılı olduğu  gibi!.… Selam ve sevgi ile, aad”
ŞİMDİ SORUYORUM.
Başta Didim Kaymakamlığı, Aydın Valiliği, Ege Ordu Komutanlığı, İçişleri / Dışişleri Bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı; Yani konunun ilgili, etkili, yetkili ve sorumlu muhatapları neden bir açıklamaya yapmaz ve sorulara “tatmin edici” (ÖSYM konusunda olduğu gibi) bir cevap vermezler?
Gerçek nedir?..
Ve gerçekten olayda bir ihmal, ihanet ve hain bir pazarlık var mıdır?
            Kaynaklar ve dayanaklar:
(1) Namık Kemal Zeybek, (DP) 08.05.2011 www.haberkritik.net & www.dyp.org.tr
(2) HÜRRİYET, 13 Mayıs 2011, editör & Hürriyet.com.tr
(3) (DHA) Yaşar ANTER, Gündem: 18 Mayıs 2011 + WEB TV
(4) Namık Kemal Zeybek, Didim miting konuşması, 25 Mayıs 2011, www.dyp.org.tr,
(5) E-Posta Grubu: AçikIstihbaratTürkiye www.acikistihbarat.com 01.06.2011
(6) Ferudun Özgümüş <ferudunozgumus@gmail.com> Tarih: 06 Haziran 2011 Konu: Yunan toprağımızı işgal etti. Ne devlet ne muhalefet ve ne de Genelkurmaydan ses yok.
                (7) Salim Yavaşoğlu - Yeniçağ Gazetesi, 06 Haziran 2011
                (8) TURKISHFORUM/ABD, 06 Haziran 2011 - wordpress@turkishforum.com.tr
(9) 07 Haziran 2011 günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’na soruldu. (Konya-Ereğli, Kanal-a, canlı yayın)  Yunan İşgal Etti; AKP  ve Genelkurmay'dan Hiç Bir Tepki Gelmiyor?
(10) db.ajans.ankara, 08 Haziran 2011, Basın Haber Bülteni
İçişleri Bakanlığı Aydın Vali’liğine
            BASIN // LÜTFEN ACİLEN CEVAP VERİNİZ.
Aydın İl sınırları içinde vaki ve kain ve valilik sorumluluğunda olan, Ege Denizi kıyı yakın şeridindeki EŞEK ve BULAMAÇ adalarının bir süredir Yunan işgali altında olduğu iddia olunmakta ve durum "açıkistihbarat grup başkanlığı tarafından ispatlanmış", DP Genel Başkanı Namık Kemal ZEYBEK başta olmak üzere, pek çok kişi ve kurum tarafından kamuoyuna açıklanmış bulunmaktadır.
Şu hale nazaran; Durumdan birinci derecede sorumlu bulunan Valilik makamınız ve bu sıfatla şahsınız yönünden resmi bilgi nedir? Belgeli ve kapsamlı bir yayın yapılacağından, mümkünse yasal süresinden önce ve ACİLEN; Değilse "yasal süresi içinde" ayrıntılı "mail ve yazılı olarak" cevap verilmesini arz ve talep ederim.
Mustafa Nevruz SINACI
Gazeteci-Hukukçu, Araştırmacı-Yazar, 09 Haziran 2011 – ANKARA
***
4982 Sayılı Kanun gereği yapılan başvurunun tarihi: 09 Haziran 2011 - Sayısı: 35141
From: info@... To: gercek.demokrat@... Date: Thu, 9 Jun 2011 17:48:51 +0300
Subject: İÇİŞLERİ BAKANLIĞI: Bilgi edinme başvurunuz hakkında
Sayın MUSTAFA NEVRUZ SINACI
09.06.2011 tarihinde Aydın Valiliği birimine Bilgi Edinme Kanunu kapsamında yapmış olduğunuz başvuru birim yetkilisine ulaşmıştır. Kanuni süreç izlenerek başvurunuza yanıt verilecektir. İçişleri Bakanlığı