Adalet (Barış) Millet İradesi
ve Üstünlük
Mustafa Nevruz SINACI
Adı “Adalet ve Kalkınma” olan
partinin olağanüstü büyük kongresinde, hatipler adeta haykırıyor, başta
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) olmak üzere, Cumhuriyet Baş Savcıları
dâhil bütün adalet ve hukuk cihazı camiasına telkin, tembih ve tehdit dolu
mesajlar göndermekte birbirleri ile yarışıyorlardı!.. (Ankara, 27 Ağustos 2014)
Kuramın
Arapça aslı “El-adlü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede ‘mülk’ kelimesi ‘Mahkeme kadıya
mülk değil’ söylemindeki gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında
kullanılır. Oysa Arapçada hükümran devlet, müstakil düzen, ülke, egemenlik,
iktidar, saltanat, özgürlük anlamlarına gelir. Yani ‘Adalet mülkün temelidir” sözüyle özellikle ve ağırlıkla kastedilen:
“Devletin veya düzenin esası adalettir.”
Hükmü, hayati unsur ve evrensel gerçeğidir.

Onlara göre: Hiçbir şey (güç,
kuvvet veya erk) millet iradesinden üstün olamazmış!.
Özellikle, 27 Mayıs sonrası ve bizatihi
27 Mayıs’ın (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair post modern darbe,
sulta/cunta, vesayet kalkışmalarının) henüz yargılanmadığı; Şahsi ahvaller
dışında (Nürmberg Mahkemeleri gibi), bütün olayın maşeri vicdan (HÂKİM) önüne
çıkartılıp sorgulanmadığı bir Türkiye’de, bu söz çok iddialıdır. Mübalâğalı,
ağdalı, abartmalı ve belli ki “icraattan dolayı duyulan rahatsızlıklardan
mütevellit”, aba altından sopa gösterme amacına matuf bir söylem kabilindendir!..
Esası demagoji, hayal ve
ütopyadır.
Zaten de öyle algılanmıştır…
Yine de gelin, bu iddia ve
ihtirasın mümkün olup olamayacağına bir bakalım:
Ancak burada, öncelikle millet
iradesinin tezahür biçimi son derece önemlidir.
Medeni ülkeler ve yerleşik,
kurumlaşmış namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu-soylu ve saydam
demokrasilerde “bire/bir” yani, doğrudan vekâletle temsil hakkı verilmiş
bireylere Millet Vekili denir. Doğrudan seçmen tarafından önerilerek, tayin ve
tespit edilmemiş kişinin milleti temsil hakkı yoktur. Bu ve mümasil (benzer)
kişiler ancak patronları, parti sahipleri ve icabında dâhil oldukları “saadet
zincirinin” menfaatlerini temsil ve ilzam ederler…
Dolayısıyla Milletin değil; Vesayetin vekillerine parlamenter denilir.
Son elli yılda bu usul-esas ve
kriterlere uygun olarak: Namuslu, dürüst, demokrat ve şeffaf usullerle seçilmiş,
gerçek bir “MİLLET VEKİLİ” var mı acaba?. Malûm sürece dair tarihte yazmıyor.
Bilen varsa beri gelsin!.. Velev ki, Milletvekilleri bu esas ve usullere uygun
seçildi. Millet tercihinin eseri, şaibesiz vekiller ve “devlet idaresinde
millet iradesinin” tecelli unsurları oldu. Bu takdirde adalet’in üzerinde ve
adalete rağmen bir irade ortaya konulabilir mi? Müştereken Meclis dahi adalete
aykırı bir karar alabilir ve uygulamaya sevk edebilir mi?
Cevap: Kesinlikle HAYIR, asla ve
kat’a mümkün olamaz’...
Tam burada bir hatırlatma
yapayım:
Bu gün 1 Eylül Dünya Barış Günü
(01 Eylül 2014)
Barış öyle bir kavramdır ki;
Sadece Adalet hüküm sürdüğünde gerçekleşir.
Bir ülke, aile, kabile, kurum
veya dünyada Adalet yoksa Barış yoktur. Ülkenin bütün kurum ve kurulları ile
hayatın her alanında adalet yoksa sadece zulüm, eziyet, işkence, gasp, irtikap,
terör/tedhiş ve sömürü vardır. Nizamı âlemde; Daha açık ve doğru bir tanımlama
ile evrensel hukukta; Haklı,
doğru-iyi ve dürüstlerin güçlülüğü>meşruiyeti esastır. Özellikle vahşi
batının ‘şeytani kuramı’ olan “insan insanın kurdudur” itikadında ‘güçlülerin
haklılığı, hâkimiyeti ve meşruiyeti’ esas olmakla beraber; Bu yol, meslek veya
meşrep orijinal/objektif İnsan (canlı) Hakları, Adalet, adalet ahlâkı ve hukuka
kesinlikle aykırıdır.
Amma lâkin (sözde) Müslüman
âlemin içine düştüğü gayya çukuru; Nefret, ifrat, hırs, ihtiras, zaaf, fetret ve
“kifayetsiz muhterisler” ile millet iradesini “sahtecilik, yalan ve hileyle”
gasp ederek hükümferma olan kripto tiranlar dolayısıyla, yüzler Kâbe’den
batı’ya çevrilerek; Adalet, hakikat ve faziletin nuru, kötülük ve kul hakkının
karanlığına iblâğ olmuş (dönüşmüş) bulunmaktadır. Bunun anlamı:
Şu anda dünyada özgür, hür ve hükümran bir İslâm ülkesi yok demektir.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılında, başta İran olmak
üzere; Afganistan ve Türkiye hür, bütünüyle özgür ve hükümran (egemen) ülkeler
idi!..
İşte günümüzün fotoğrafı
budur.
Peki, “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” ne demek?

Bu gerçek, Mecelle,
Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi disiplinleri gibi objektif ilmî
kaynaklarda (medeni siyaset normunda) açıklandığı ve tanımlandığı üzere:
Millet
Meclisi (YASAMA) nezdinde; Bütün
Millet Vekillerinin ortak ve kesin mutlak sorumluluğu altında:
Adalet
cihazı (YARGI) “özerk, tarafsız ve
bağımsız”,
Hükümet (YÜRÜTME) ise, sadece Anayasa, Anayasaya
kesinlikle mutabık/uygun olmak koşuluyla Yasama Kanunları ve Yargı Kararlarını
uygulamakla memur ve mükellef olup; İş bu erklerin/kuvvetlerin her birisi,
devlet varlığı içinde “nevi-i şahsına
münhasır” özerk unsurlardır. Şu kadar ki: Yasama kendine amir; Yargı ve
yürütme ise Yasamaya bağlı kurumlar ve bağlı kuruluşlar hükmündedir.
Yani:
Tepeden-tırnağa, tabandan zirveye/çatıya, devlette adalet hâkim ve hükümferma
olmadıkça; İnsani, hukuki, ahlâki ve medeni bir devletten söz edilemez. Devlet, Demokrasi, Cumhuriyet ve Lâiklik
“olmazsa olmaz” kabilinden özgün kurallar bütünüdür. Hükümetler sadece ve
yalnızca; Mümkünse bu kural ve kaideleri, akaidi/rejimi geliştirmek,
iyileştirmek ve mükemmelleştirmek; Daha
kavi, sağlam ve mükemmel kılarak “haklıların güçlülüğü, iyi insan ve iyi
vatandaşların” mutluluğu istikametinde yükseltmek zorunda ve yolunda Millet
Meclisi ile ortak çalışarak görev yapmak durumundadırlar.
‘Esas’
kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ yanlış anlaşılmakta, yanlış
kullanılmaktadır.
Çünkü bir “toplumsal
akit/sözleşme niteliği arz eden” devlet kurumu adalet temelinde teşkili önemli
olmakla beraber; Asıl şart adalet, hak ve hukukun devlet binasının “temelden
tabana, tavana (en tepeye) ve bütün huzme ve hücrelerine nüfuz etmiş
bulunmasıdır.”
Adalet, sadece devlet binasının
temelinde mevcuttur” biçiminde bir iddia ve telâkki ile otaya çıkılıp; Devlet
işleri “Kitabına Uydurulmak” kabilinden sevk, idare ve idame olunamaz. Söz,
kuram ve kural’ın sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre “adalet bir devletin
temelinde olduğu gibi çatısında da, yani her zerresinde mevcut olmalı, fiilen
hayat ve vücut bulmalıdır.
Temelinde adalet olup da,
temeller üzerine bina ve inşa edilen kurum ve kuruluşların çatısında zulüm
yaşanırsa, o binada adaletin varlığından söz edilebilir mi? Elbette, kesinlikle
hayır. Halkın idaresiyle iştigal edip;
En az Hazreti Ömer veya aynı
dönemin “putperest İran Kisrası Nûşirevan”
kadar adil olamayan Amirler ile; “Adaletsiz amirler karşısında dilsiz şeytan
kesilen Alimler” manâ itibarıyla sadece bir Köpek hükmündedirler. Biline…
Netice
olarak:
Adaleti Meclisler tesis (eşit, adil, orijinal (norm), hikmetli,
evrensel hukuk ve insan haklarına uygun kanunlar çıkartarak);
Adalet cihazı (Mahkemeler, Hâkim, Savcı ve Avukatlar) temin ve;
Hükümet’ler; Kanun ve kararları ifa ve icra etmeye mecburdur.
***
YORUM, ELEŞTİRİ VE KATKI:
***
YORUM, ELEŞTİRİ VE KATKI:
Açıklayıcı ve tamamlayıcı olur diye şunları da ilave etmeyi uygun buldum.
Yazıda sık sık adalet mefhumuna vurgu yapılmış. Ama içeriği boş bırakılmış. Adalet denilince ne anlamamız gerektiğini de vuzuha kavuşturmazsak söylediklerimizden ne demek istediğimiz tam olarak anlaşılmaz.
Çünkü her kelime gibi adalet kelimesi de aşınmış, aşındırılmış, bağlamından koparılmış kelimelerimizdendir.
ADALET = Hakk kanunlarına uygunluk.
Herkese hakkını vermek ve layık olduğu muameleyi yapmak. Haksızları terbiye etmek. Zulüm etmemek. İnsaf.
anlamına gelmektedir.
Adalet kelimesinden türeyen
Mâdelet = adaletli olmak
Adalet kelimesinin kökeni olan
Dâd. = Cenab-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah'ın emrini icra etmek.
anlamına gelmektedir.
Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet adalet; hak sahibine hakkını vermektir. Menfi adalet de haksızları zalimleri te'dip ve terbiye , ta'zip ve tecziye etmektir.
Fatih Sultan Mehmet adalet hakkında şöyle der :
Adalet; bu dünyada bedahet derecesinde ihâtası vardır. Çünkü her şeyin istidat lisaniyle ve ihtiyac-ı fıtrî lisaniyle ve ıztırar lisaniyle Fâtır-ı Zülcelâl'den istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat'i vardır. İkinci kısım menfidir ki: Haksızları terbiye etmektir. Yâni, haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise; çendan tamamiyle şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat, o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyâne-i ta'zib, gayet âli bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat'i ile gösteriyor.
Hakk'ın çizmiş olduğu hududullaha muvafık olmayan her hüküm adaleti değil zulmü tervic eder.
Yani adalet meşruiyetini Hakk'tan almalıdır ki zulme inkılab olmasın.
Günümüz meclisleri meşruiyetlerini Hakk'tan değil Hakk'ın yarattığı Haliklardan (yaratılmışlardan) alması hasebiyle Meclisteki vükelanın hevalarından münezzeh olamaz.
Furkan suresi 43 ncü ayet-i kerimede
أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا
"Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?"
buyurulmaktadır.
Meclisteki vükela meşruiyetini Hakk'tan değil de halktan alması ve çıkardığı yasalarda da hevalarını (yani kendi istek/arzu/tutkularını) ön planda tutmaları ve Hakk'a tetabukiyetine hiç dikkat etmemeleri nedeniyle adaleti ve Hakkı tesis etmeleri asla mümkün olamaz.
Hakk'a istinad etmeyen yasalarla hüküm veren mahkemelerin de adil olmaları ve Hakkı ihkak etmeleri asla mümkün olamaz.
Hükümetler de aynen mahkemeler gibi Hakk'a istinad etmeyen yasalarla icra edecekleri iş ve işlemlerde adil olmaları ve Hakk üzere karar verme ve uygulamaları asla mümkün olamaz.
Zincirleme birbirini etkileyen etkenler.
Çünkü temeli çürük. Adalet mefhumuna bakış mantalitesi sakat ve dürbüne tersinden bakmakta. Hakk'a istinad etmemekte.
Temeli çürük olmakla çatısı da haliyle çürük.
Yani mülk Hakk'a dayalı bir adaletten mahrum olmakla temelinden sarsılmış durumdadır.
Dolayısıyla böylesi çarpık bir mantaliteye sahip bir adaletten (!) sızlanma ve şikayet asla eksik olmaz.
Böylesi bir yapıda da asla barış ve huzur tesisi asla mümkün olamaz.
Saygı ve Selamlar
Yunus kavik