26 Eylül 2009 Cumartesi

KEHANET-İŞARET; EMANET VE VASİYET !...

SON BAŞVEKİL
Mustafa Nevruz SINACI
Zaten O’ndan sonra (millet iradesini temsil) anlamı ve özelliğini yitiren makama baş-bakanlık, atama yoluyla mekâna tensip olunana da baş-bakan adı verilmiştir!...
Olması gereken de buydu.
Zira o güne kadar vekillerini bizzat seçen millet; dolayısıyla kendi Baş Vekil’ini de kendisi seçmiş oluyordu.
Yani, devlet idaresinde ‘millet iradesi’ hâkimdi.
Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları daha dürüst, namuskâr ve demokrattı.
Ülkemizde (kuvvetler birliği ilkesi olmasına rağmen) daha güçlü, hâkim ve hükümran bir “adalet sistemi”, adalet ahlâkı ve hukuk vardı. Vergiler bu kadar çeşitli ve karmaşık değil, çok azdı. Hükümet insan odaklı olarak, millet için çalışır, deli dumrul gibi (doğalgaz, elektrik, su, petrol ürünleri, iletişim ve bilişim) vergi almaz; gasp ve irtikap eder gibi ticaret yapmazdı..
Sonra gerici, mürteci ve yobazların devirme (devrim) ve çökertme tuzağına düşüldü.
Son Baş Vekil Adnan Menderes ile bazı vekilleri Zorlu ve Polatkan, adına, utanmadan ve hicap etmeden mahkeme denilen, çadır tiyatrolarında “emredildiği gibi” katledilmelerine karar kılındı. TC tarihinin en insanlık dışı ve nefreti calip, sözde yargıçları, hem bu karara ve hem de tiyatro süresince devam eden “hırsızlar kervanı” isimli yalan, iftira ve furya’ya (radyo programına) ortak oldular. Neticeten idam ve infazlarla birlikte ülkemizin üstüne adeta bir mezar toprağı serpildi ve mâkus talih hükmünü icra etmeye başladı…
O, (Baş Vekil Adnan Menderes) bu kahpe tuzak ve kalleş ihanetin sebep ve hikmetini, zanlı ve suçlularını çok vazıh (açık) bir işaret ve atiye dair kehanetle tespit ve sevgili milletine idamından önceki son mektubuyla açıklayıp, ilân etti. Duyurdu.
Nerede? Nasıl mı?..
Malum idamlar bütün dünyada el ayak çekildikten sonra, yani sabaha karşı yapılır.
Sebebi gayet basittir: Gündüz infazları halkta taşkınlıklara meydan verir. Olayın dehşetinden etkilenenler, sağa sola saldırıp bazen başka ölümlere yol açabilirler.
Ama O’nun ki öyle olmadı.
Adeta millete meydan okurcasına, alçakça, sinsice ve haince, üstelik bir ikindi vakti gizlice, gözlerden ırak ve gönüllerden uzak, ıssız bir ada da ağır-ağır darağacına doğru yola çıkarıldı. (Polatkan ve Zorlu için de aynı yöntem uygulandı)
Şehâdet makamına vardığında, son sözlerini yazmak için kâğıt kalem istedi.
Ufak bir not kâğıdı uzattılar önüne.
Başladı yazmaya.
Kendini iyi ifade etmesiyle tanınan son Başvekil, darağacının gölgesinde o kâğıt parçasına adeta bir demokrasi manifestosu döktürecekti.
Artık, Allah (CC)’dan başka kimseden korkusu kalmamıştı.
Zaten önce de Allah’tan başka kimseden korkmazdı.
Ölümden öte yol var mıydı sanki?
Başladı yazmaya.
Dünyaya sağlığında bıraktığı son belgenin “eski yazı” dediğimiz Osmanlıca olması ve hiçbir imla hatası ve cümle düşüklüğü içermeden yazılması çok düşündürücüdür.
Demek ki, ölümü bile arzulayacak noktaya getirilebiliyormuş insan.
Gerektiğinde ona, bir sevgiliye koşar gibi de koşulabiliyormuş…
İlk satıra şöyle yazdı:
“Adnan Menderes’in idamından evvel son sözleri...”
Sonra düşüne, düşüne yazmaya devam etti:
“Sizlere dargın değilim.
Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler (elinde olduğunu ve gerçekte kimler) tarafından idare edildiğini biliyorum.
Onlara da dargın değilim.
Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
‘Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir.’
İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok.
Ancak; Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman (!) efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?
Şunu da söyleyeyim ki, “milletçe kazanılacak adalet-hukuk, hürriyet ve demokrasi mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine de (1950’de olduğu gibi) kurtarabilirdim” lâkin dirimden korkmayacaktınız.
Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir.”
O, son Başvekil’di. Umur-u devlet’di. Erbap-ı faziletti.
Hak âşığı, adalet, hukuk, demokrasi ve millet sevdalısı idi..
Bu uğurda başını verdi…
“Demokrasi Şehidi” mertebesine yükseldi. Efsaneleşti, destanlaştı ve milletim mâşeri vicdanında taht kurdu.
Hukuk’un yüzkarası ve Türk hukukçularının ebedi utancı yassı-ada mahkemelerinin zulüm, ağır tahrik ve hakaretleri karşısında ezilmiş, tükenmiş, adeta canlı cenazeye dönmüş Menderes’in dimağı, son mesajında alevlenmiş, millet düşmanlarını işaret ve ifşa etmiştir..
Özellikle irticalî konuşmalarında zaman-zaman edebî bir haz kazanan zengin üslubu, bu işaret ve ifşaatında, Osmanlıcanın nâmütenahi manâ derinliğine sahipti..
O, her tür taklit, zorlama, dayatma ve uydurukçuluktan uzak, Milli ve doğal’dı.
Bu dil zenginliği ve mana derinliğine mümasil (emsal) bir örnek…
İşte 1 Mayıs 1960 tarihli radyo konuşmasından birkaç cümle:
“Çok partili hayat birtakım müşkülata rağmen devam edip yerleşmekte... Ve her memleket meselesini milletin rey ve iradesiyle halletme veya yönlendirme şuuru vicdanlarda yerleşmekte ve kökleşmektedir... Fakat memleket bütün bu güzel ve müspet manzaraları ile göze gelmiş gibi, feleğin kahrı şeametli [uğursuz] bir nefes gibi üstünde dolaşmakta, sanki zehirli bir çöl rüzgârı gibi onun güzel renklerini soldurmaya çabalayarak esmekte...
Ne için sevgili vatandaşlarım?
Bu kin, bu husumet, bu ihtiras, bu kıskançlık ne için kurutucu bir çöl fırtınası gibi bu güzel vatanın üstünde estirilmek istenmekte?”
Sahi, ne içindi bütün bunlar?
Memleketin üzerinde estirilmek istenen bu zehirli çöl rüzgârları kimin eseriydi?
Daha da önemlisi, “silahların gölgesinde yaşayan efendiler” den kimler ve hangi güçler kastedilmekte idi? CHP’liler ve İnönü mü acaba? Yoksa Derin devlet mi? Yahut iddia olunduğu gibi ABD veya bazılarının iddia ettiği gibi hâkimiyetini ABD’ye kaptırmış olmanın telaşıyla harekete geçen İngiltere öncülüğündeki Avrupa mı?
Mektubun dikkat çekici cümlelerinden birisi, Türkiye’deki “hürriyet mücadelesi”nin er geç kazanılacağına ilişkin vurgudur.
Menderes’in hürriyet mücadelesine başlama tarihi olarak verdiği 17 yıl evveli, 1944: “Türk milliyetçilerine zulüm ve işkence dönemine” tekabül eder. Hakeza, Eylül 1945’te CHP’den ihraç edilmeden önceki yoğun muhalefet günleri de hatırlanır..
Çünkü O, Şükrü Saraçoğlu kabinesine güvensizlik oyu veren 7 muhaliften biridir.
‘Geç kaldınız, geç. Benim başımı asıl o zaman alacaktınız’, diyerek; idam sehpasının eşiğinde yazdığı mektupla, şahsı ve milletine yönelik dâhili ve harici husumet, ezeli kin ve derin düşmanlığın odağında İsmet İnönü olduğunu tüm dünyaya açıklar.
‘Silahların gölgesinde yaşayan efendi’ ve ‘1950’de kurtardım’ dediği işte odur.
İktidara geldiklerinde paçası tutuşan İnönü’ye ‘devri sabık” yaratmayacakları, yani “Atatürk’ün vefatından 1950’ye kadar aralıksız olarak yapılan soygun, vurgun, rüşvet, iltimas, yolsuzluk, yalan-talan ve suiistimalin üstüne gitmeyecekleri” konusunda teminat veren Bayar ve Menderes, İnönü’yü iğrenç bir rezillik, ihanet töhmeti ve mâhkumiyetten kurtarmışlardır.
Bakmayın siz İnönü ve İnönücülerin ‘aslında paşa Menderes’in idam edilmesini son dakikaya kadar istemedi’ yavelerine. Çünkü Bedii Faik’in de ustaca yakaladığı gibi, İnönü O’nun idamını son dakikaya kadar değil, “son dakikada” istememiştir. Ama zaten o son dakikada kimsenin (ABD Başkanı’nın bile) idamı önleyecek gücü kalmamıştı ki!
Zamanlaması tek kelimeyle harikaydı İnönü’nün...
Vatan, millet, demokrasi, hak-hukuk ve adalet delisi rakibinden kurtulmayı arzu etmiş ama şeytani bir kurnazlıkla son dakikada harekete geçerek üzerindeki şaibeyi de temizlemek istemişti. Sahte hüzün ve riyakârca bir teessürle ‘Ne yapayım, gördünüz, elimden gelen bu kadardı’, diyerek de işin içinden sıyrılmayı becermişti.
Mektup devam ediyor:
“Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.”
Yoksa bir kehanet karşısında mıyız?
Ölüsü değil, ruhu, gün gelecek “birbirinden kötü taklitler sahte demokratlar ve yeni Menderes’ler olarak ortaya çıkan Demirel, Ecevit, Özal ve Recep dâhil” özellikle ve bilhassa (şimdilerde AKP ile tarihen örtüşen) CHP olmak üzere; 27 Mayıs artığı cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini siyaset meydanlarında sandığa gömerek silip süpürmeyecek midir?
Ve bugün CHP, AKP ve şeriklerinin ensesindeki nefes, Türk halkının gönlünden hâlâ silinmeyen Menderes’in ruhu; Kadim Demokrat Parti’nin ‘siyasette uyguladığı “fazilet” mücadelesi değil midir?
Lütfen hatırlayınız!.. Cumhuriyeti kuran ve O’nu Türk Milletine, “ebed müddet” yaşatılması kayıt ve şartıyla armağan eden Mustafa Kemâl ATATÜRK ne demişti?
CUMHURİYET FAZİLETTİR
Dolayısıyla bu son anından damıtılmış kehanet pekâlâ tutmuş, yıllar sonra İstanbul’a nakledilen aziz nâşı bile on binleri sokağa dökmeye yetmiştir. Dahası: Asıl çıkan kehanet, (ihtilalden sonra dostları tarafından bile komik bulunan) Menderes’in “Bütün bir millet arkamdan geliyor” sözleri olmuştur.
NETİCE OLARAK:
“Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü (46 ruhu, DP’nin dava, mana ve misyonu) ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi (hepinizi) silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir” Sözlerine dikkat edin!...
Bu sözler; Elli yıldır tecelli eden kehanet, Türk milleti’ne vasiyet ve emanettir.
Son atılım, cür’et ve açılımlar gösteriyor ki: “Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma (psikolojik, biyolojik, kimyasal, sosyal-kültürel savaşa maruz) ve dehşetli bir abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın, kaldırmanın ve tasalluttan kurtulmanın tek hukuki ve demokratik yolu seçim, yani sandıktır.
Artık “kader sandığını kurmanın” ve tıpkı “beyaz ihtilâlde olduğu gibi” Yeter!... Söz Milletindir… diye haykırmanın zamanı gelmiştir. Son çare: ‘ya zalim'e, zulme ve ihanete karşı tek parti olarak birleşmek’ veya yapılacak ilk seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla "27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini" sandığa gömerek; Vatan, Millet, Devlet, Demokrasi ve Cumhuriyet’i kurtarmaktır.

Emanet: “Türkiye Cumhuriyeti” ,
Vasiyet:
Hürriyet, adalet, demokrasi, hak, mutlak eşitlik ve hukuk…
Metodoloji ve strateji: Siyasette Fazilet Mücadelesi;
İyi, namuslu, demokrat ve dürüst; İlkeli, onurlu ve sorumlu olan kazansın.
"bir mektup ve yorum"
Sayın Sınacı;
Gerçekleri ifade eden duygulu, düşündürücü ve yol gösterici yazılarınız okudum.
Nasıl sonuçlanacağı belli olmayan ve bilinmeyen zorluklara doğru hızla yol almaktayız. Öyle bir noktaya gelmiş bulunmaktayız ki; Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı olma yolundadır.
Siyasî iktidarın ihtirasları ve adâletsizlikleriyle varlıklı kesimlerin hasislikleri ve merhametsizlikleri, bu gidişe yardımcı olmaktadırlar.
Miletimizin idraki yerindedir; ama, vefasızlığı da had safhadadır. Milliyetçiliğin (millî değerler) suç, vatana ve millete hizmet etmenin aptallık olarak kabul edildiği bir ortam yaratıldığı için, bu acı gidişe tavır koyanların sayısı azdır. Toplumun kıymet hükümleri değiştiği için de; ahlâk ve fazilet erbabı dışlanmış ve eşkiya baş tacı edilmiştir. Ülkenin kaderine hükmeden kesimler için ise; paranın üstündeki yazı, geçerli tek hedef ve değer olarak kabul edilmiştir. Öyle bir noktaya gelindi ki:
Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşturulduğu için; ülkenin ve milletin kaderine yalancılar, hırsızlar ve ahlâksızlar hükmeder hale geldi.
Bu durum karşısında nasıl bir yol açılacağını, gerçekten merak ediyorum.
Tarihin en eski efendisi olan necip milletimiz için bir izmihlâl söz konusu olamayacağına göre; acaba, bir mucize, ne zaman zuhur edecektir? Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı, İstanbul

25 Eylül 2009 Cuma

ERMENİSTAN AÇILIMI VE TARİHİ GERÇEKLER !...

HAYASIZCA BİR RİYÂKÂRLIK
Mustafa Nevruz SINACI
Her meselede olduğu gibi ‘Ermenistan’la ilişkiler’ ve kapıların açılması konusunda da çok isabetsiz, ilkesiz, onursuz, sorumsuz, tavizkâr bir tutum ve ağılıksız hareket tarzı seçildi.
Bir cihan İmparatorluğu koskoca Osmanlı bakiyesi Türkiye, tarihi bir değeri olmayan çete devleti, terör hamisi, yalancı, müfteri, hain ve küstah Ermeni karşısında küçük düşürüldü.
Hatırlarsanız Recebin iktidarıyla birlikte önce 40-50 bin civarında Ermeni’nin, kaçak olarak Türkiye’ye girmesi teşvik edildi. Devlet buna göz yumdu. Sonra Gürcistan-Ermenistan arasında açılı bütün kapılardan; Soykırım şehitlerinin kemiklerini sızlatan “alçak ve kancıkça” kan üzerinden ticaret yapıldı. Yapılıyor… Dahası sürmekte olan Karabağ işgaline rağmen, tek taraflı taviz ve ivaz içeren protokol imzalandı. Öz kardeş Azerbaycan aldatıldı, rencide edildi, kandırıldı; Korku ağır bastı, menfaat hırsı ve çıkar galip geldi. Sonuçta Azeriler satıldı.
Bu ahlâksız tasarruf şerefli, onurlu ve soylu Türk Millet iradesinin eseri değil;
Millete rağmen işlenmiş, tarihi bir suçtur.
Evet, “suçtur” çünkü Türk geleneği ve yerleşik Hukuk-u Düvelde (uluslar arası hukuk kurallarında) mutlak mütekabiliyet ve mütekabiliyette kesin suratta adalet şarttır. Misilleme durumunda BM anayasası 51 madde uygulanır. Mukabele-i bil-misil meşru bir hak olup; Bu konularda ancak, “vatan hainleri” göz yumucu, taviz ve ivazkâr olur!..
Şimdi de, Ekim veya Kasım ayında kapının açılması bekleniyor. Dolayısıyla tarih, belgeler ile yaşanmış gerçekler ve geleceğe ışık tutan olaylar, çok ciddi, ilkeli, onurlu-sorumlu ve kesinlikle mütekabiliyet esasına uygun hareketi zorunlu kılar. Kaldı ki, umur-u hükümet buna mecburdur. Aksi takdirde “vatana ihanet suçu” işlenmiş olur.
BİR İBRET VE HAKİKAT VESİKASI (*)

“Ermenistan katliamı üzerine gönülden ve vicdanen inandığım gerçekler hakkındaki safiyâne düşüncelerimi tekrar söylüyorum. Bu olayları asla onaylamadığımı ifade etmezsem Allah beni affetmez. Olayların küstahça abartıldığını kanıtlarıyla ispat ettim. Zaten hafifletici şartlar kendilerini savunmaktadır. Türkiye’nin kemirici kurtları, profesyonel gammazlar ve iftiracılar, zengin ve fakirlerin tüm varlıklarını kendilerine akıtan, tüm Hıristiyan âlemini Türk vatanı aleyhine kışkırtan ve Yunanlarla birlikte her fırsatta mezalim yapanlar Ermenilerdir.
Lövantenler hiçbir ülkede ve devirde Türklere iftira eseri, bu kadar ustaca ve yüzsüzce icra edilmemiştir. Bunu, Hıristiyan sıfatını kullanıp istismar ederek dar kafalı binlerce Katolik nezdindeki itibarları sayesinde yapmışlardır. Doğu ülkelerine baktığımızda, bizdeki çok nahif ve cahilin din fanatizmiyle, Katolikliğin en büyük düşmanı Ermeniler ve Ortodokslar lehine davrandığını gülümseyerek görürüz.
Hâlbuki zavallı Türkler, aksine, bizim için hoşgörünün bizzat kendisi olmaktan asla vazgeçmediler..Yine, ciddî insanların, kelimelerin ne anlama geldiklerini bilmelerine rağmen, Türklerin bize ihanet etmiş oldukları iddiasında boş yere inat ettiklerini tekrar söyleyeyim.
Ancak, ihanet etmenin birinci şartı, bir söz verilmiş olmasını icap ettirmez mi ? Oysa Türkler bize ne vaat ettiler ve bize ne borçlular, rica ederim? Biz onları Mısır’da İngilizler, Tripoli’de İtalyanlar, Balkanlarda Bulgarlar ve Yunanlar karşısında (ve daima en haksız biçimde hareket ederek) yalınız bırakmadık mı? Gerçekten onlar üzerinde ne hakkımız var?
Nihayet, Rus devinin ağır pençesi altında ezilmenin ve İstanbul’u kaybetme tehlikesi karşısında yapayalnız kaldıklarını görünce, vatanlarını kurtarmak için ümitsizce Almanya’nın yardımını kabul ettiler. Onların yerinde başkası olsaydı öyle yapmazdı?
Türkiye üzerine çullanmış Avrupa’nın aç gözlü politikalarına hizmet etmek üzere tam vaktinde ortaya çıkan “Ermenistan katliamları”nı özellikle şüpheyle karşıladım. İlk bakışta sözde Maraş katliamı son derecede “beklenmedik” geliyor bana. Türkler, Avrupa’nın pusuya yatarak kötü niyetle onları kolladığı bir sırada bu infazları yapacak kadar akılsız mıydılar?
Bu nedenle bilgi sahibi olmaya çalıştım. Ve işte, çok ciddî Fransız kaynaklarından edindiğim bilgiler:” (*) Türk dostu Pierr Loti’nin mektubu. (Devamı ve tamamı yarın)
PİERRE LOTİ’NİN KALEMİNDEN…
Mustafa Nevruz SINACI
Öncelikle, bizde ne yaparlarsa yapsınlar, cahil kitleler tarafından daima hakaret edilen ve en kötü ithamlara maruz kalan zavallı Türklerin yerine bir an kendimizi koyalım.
Mütarekenin hemen akabinde, kendilerine bırakılan son derecede sâkin Kilikya’ya, arkalarında topçu bataryaları ve işgal malzemesi taşıyan İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin girişi (ki, bu asla inkâr edilemez bir olaydır) karşısındaki öfke dolu şaşkınlıklarını tasavvur edelim. Ve bu olay, İzmir’in katliamcı ve kundakçı Yunan çetelerinin, her şeyi ateşe ve kana bulamak amacı taşıyan istilasıyla çakışmaktaydı. Dünyada hangi ülke kendisini son gücüyle müdafaa etmeden buna tahammül edebilir?..
Bu da yetmezmiş gibi birliklerimizin önünde, kudurmuşçasına saldıran Fransız giysili Ermeni çeteleri.. Peki neden Fransız üniforması içindeydiler? Neden: Bazı müttefiklerimizin Türklerin bize duyduğu sevgiyi nefrete dönüştürmek ve sevgili Fransa’mızın doğuda asırlarca uğraşarak kazandığı önceliği kapmaktı.
Ermeni lejyonu olarak isimlendirilen bu çetelerin Köylere salındıklarında Türk halkı üzerinde vahşice hırslarını tatmin etmeye başladıklarında neler yaptıkları tahmin edilebilir. Başlangıçtan itibaren, onların Adana ve Haçin gibi şehirlerde düzeni kurmalarıyla ve sözde görevlendirilmelerinden ve Fransız üniformalarının ihsan ettiği dokunulmazlıktan aldıkları cesaretle en aşağılık içgüdülerine tam yol verdiler. Yağma, ırza tecavüz, cinayet ve yıkımlar, Türk köyleri art arda kesintisiz olarak yakıldı, yıkıldı. Haçin’de yüzlerce Müslüman inanılmaz işkencelerle katledildi ve sakat bırakıldı. Uzun süren sürgünlerden dönen zavallı Türk esirler katledildiler ve hayâsızca parçalanan cesetleri günlerce açıkta bırakıldı.
Dünyanın en eski kentlerinden olan Maraş yoğun top ateşiyle bombalanarak kırıntı haline getirildi. Antep ve Onria kentlerinde Ermeni lejyonları, gene Fransız üniforması içinde, dehşet verici suçlar işledi. Olaylar öylesine trajik bir hal aldı ki, Fransız askerî makamları, maalesef kamuya açıklanmayan teferruatlı raporları Paris’e gönderdiler.
Sonuçta kitle halinde ayaklanan Türk halkı sonunda silâhlandı. Her iki tarafa da bir çok yaralı ve ölüye malolan çatışmalar bunu takip etti. Ermeniler öldü ama çok daha fazla Müslüman, Yunan ve yaklaşık 200 Fransız da hayatını kaybetti. Ama bir tek Ermeni bile katledilmedi. Gerek Latin, gerekse Gregoryen ve Katolik ruhban sınıfı tarafından gönderilen telgraflar bunu doğruluyor. Bu durumda ben, Maraş’ta Ermenilerin katledilmesi hikâyesinin Fransız karşıtı davaların en büyüğüne hizmet etmek amacıyla uydurulmuş riyakârlıkların en hayâsızcası olduğunu iddia etme cesaretini gösteriyorum. Zaten, ihtimal dâhilinde olmasa da, yanlış bilgilendirilmiş olmam durumunda müttefikler arası bir soruşturma komisyonunun olay yerine gönderilmesinin rica ediyorum.
Bu isteklerini avaz, avaz haykırarak bildiren Türkler ile beraberim. Bitirirken, bir olayı istisnaî ciddiyetle ve çok üzülerek anlatmak zorunda olduğuma inanıyorum: Çatışmalarda yer alan Fransızlar, bizden ölenlerin İngiliz top mermileriyle vurulduklarını beyan ettiler. Bu bazı Kürt keskin nişancılarının İngilizler tarafından silâhlandırıldıkları izlenimini vermektedir. Bu durumu bizzat İngilizlere ihbar ediyorum. Çünkü biliyorum ki, başkentte iyiler ve dürüstler vardır ve onlar öncülerinin durdurulamaz emperyalizminden ilk öfkelenenler olacaklardır.”
NOT: Bu mektup, Fransız bilim adamı ve akademisyen Pierre Loti’nin 1920 yılında, Paris’te yayımlanan “L’Est de Paris” isimli gazetedeki makalesi. Bilâhare yazar bu makaleyi 12 Nisan 1920 tarihinde Paris’ten postaya vererek dönem askerî Müze müdürü Ahmet Muhtar Paşa’ya göndermiştir. Mektubun Galata Postanesi’ne varış tarihi 18.04.1920’dir.
Son söz: Halkın hafızası nisyan / unutmakla malul olabilir. Fakat milli hafıza (devlet) daima diri olmak, iyi bilmek, hata yapmamak, milli menfaatleri gözetmek ve mütekabiliyet ilkelerine mutlaka uymak zorundadır. Zira Cumhuriyet nesillerinin fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür’dür. Kamu vicdanı asla!.. Vesayeti, hıyaneti ve düşman dayatmasına boyun eğecek kadar zaafla malul, aşağılık hainleri affetmez...

15 Eylül 2009 Salı

AÇILIM, AÇLIK, AFET VE FELAKET
Mustafa Nevruz SINACI
İstanbul ve havalisinde vuku bulan yağış, büyük bir rahmet, bolluk ve berekete vesile olacakken; Yönetici rolünde halkı temsil ettiği sanılan, sözde ilim-itina, basiret ve beka sahibi “hizmet özürlüler” sayesinde tam bir doğal afet ve felâkete dönüştü.
Ortaya çıkan fotoğraf, yıllar süren ihmal, kronik yolsuzluk ve suiistimali resmediyor.
Birinci dereceden suçlular: Belediye Başkanı, Vali ve Emniyet Müdürüdür. Şu an için müstafi (istifa etmiş) tutuklu veya asgari “soruşturmanın selameti yönünden” açıkta olmaları gerekirken; Tam tersine, üçü de makam ve memuriyette berdevam!... Hayret ki ne hayret!..
İstanbul Cumhuriyet Savcıları ne vakit sorumluluk iktisap edecekler acaba?
Sonra; Rahmeti felâkete dönüştüren imalat, inşaat, izin, ruhsat ve tasarruf sahiplerinin silsile yoluyla sıgaya çekilmesi şart. Alenen “nitelikli hırsız’, soygun-vurgun, yağma takımı, kardeş-yoldaş ve şürekâ adalete hesap vermek, bedel ödemek ve ceza çekmek zorundadır.
Sakarya, Gölcük (Marmara) ve Düzce depremlerinin dosyaları şimdi mutlaka açılmalı, suçların hesabı sorulmalı, diyet ve tazminat alınmalı ve suçlar asla cezasız kalmamalıdır.
Kalırsa “DEVLET” yok hükmünde, işgal ve tasallut altına alınmış demektir.
Nitekim bunun emareleri varit. Hele şu tabloya da bir bakınız.
Açlıktan bayılan üniversite öğrencileri:
Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Necla PUR, insanın kanını donduran açıklamalar yapıyor. Diyor ki; “Öğrenciler açlıktan derste bayılıyor. Büyük bölümü Anadolu’dan gelen öğrenciler günde bir öğün yemek yiyebiliyor. Günde 1.5 liraya yemek alamayanlar da var. On kadar öğrenci derste fenalaşıp, bayıldı. Doktor, çocukların açlıktan, halsizlikten bayıldıklarını söyleyince, yönetim öğrencilere çorba dağıtmaya başladı. Onlar da çorbaya avuç avuç kıtır ekmek doldurup yiyorlar”
Sözün bittiği yer burası olsa gerek!... Devlet üniversiteleri bu halde...
Öğrencilerden haraç gibi harç alan devlet nerede?..
İşte, sanal ekonominin acı sonuçları ve sahte siyasetin ürettiği kişi başına milli gelir 10.000 dolar yalanı. ‘Türkiye büyümüş insanlar zenginleşmiştir’ söylemi iflas etmiş bir yalan, masal, hayal ve kâbustur. Gerçekte açlık, yokluk ve yoksulluk örümcek ağı gibi bütün ülkeyi sarmakta, insanlarımız lâ ilâç-sadakaya muhtaç durumlara düşmektedir.
Ancak, halkı sadakaya muhtaç eden zalim, pervasız, zaafla malul cahil zihniyet: “Bize halk oy verdi, destek oldu” demekte. Bu yaman çelişkinin bir izahı olsa gerek. Ama yok1.. Bir yanda yalan­-talan, diğer tarafta açlık, yokluk, muhtaçlık durumu. Oy verenlerin çoğunluğu şimdi işsiz, pişman ve perişan. Lâkin anketlerde hâlâ birinci sıradalar. Acep halkımız “idrak, bilinç” melekesini mi yitirdi. Kur-an da: 'Gözleri var, görmezler; kulakları var duymazlar' diye tanımlanan taife bizim halkımız mı acaba?

SOKRAT’DAN BİR AÇILIM:
“Bencillik yolsuzluğu, yolsuzluk yoksulluğa doğurur. Bencilliğin hâkim olduğu yerde yolsuzluk, yolsuzluğun hükümranlığında yoksulluk kaçınılmazdır. Ancak, her iki halde de sorumlu politikacıdır. Halkı ve kendini iyi tanımayan politikacı.. Bu “kendi” kavramı, sahip olunan erdemleri gösterir. Erdemlilik Sokrates’in etik ve politik anlayışında belirleyici rol oynar. Güç bilginin/erdemin emrinde olmalıdırlar. Çünkü: Erdem zenginliklerden gelmez, ama tüm zenginliler erdemden gelir.” (*)
TC’yi yönetenler ve yönetmeye talipler; Etnik referansları Türk, inanç pınarları İslâm ise siyaseti fazilet olarak ifa ederler; Azınlıklar Sokrates’in “erdemlilik” kuramını esas alır. Koza-kripto, aslen münkir ve nesebi gayrisahih olanları kanun ve kurallar ırgalamaz. Erdemli ve faziletli de değildirler. Onlar, bütün kötülüklerin anası, sorumlusu ve suçlularıdır!..
Düşünün hele. 50 yıldır açılımlar niçin afet, açlık ve felâket nedeni olmaktadır.
(*) Sokrates; Louis-Andre Dorion; s. 62)
HAİN TUZAK 6-7 EYLÜL
Mustafa Nevruz SINACI
Türk milletinin “tarih şuuru ve milli hafıza” oluşumunu önleyen, engelleyen dâhili bedhahların (iç düşman-ajan provokatör) amaç ve foyaları şimdilerde bir, bir açığa çıkmakta; Kin, kir, kan, irin kokulu menfur emel ve ihanet zihniyeti deşifre olmaktadır..
17 bin yıldır bu kutsal topraklarda yerleşik atalarımız için “Türkler 1071’de Anadolu’ ya geldiler” diye dayatarak elli yıldır “düşmanca” açılım ve atılımlar sergileyen; .
1938 karşıdevrimi ile Atatürk’ün Güneş Dil, Türk ve Tarih tezlerini çöpe atan;
1944-1945’lerde Türk, Türkçü ve milliyetçi kıyımı yapan;
1945’de ABD-SSCB antaktı ile Türkiye’yi “Yenidünya düzeni” temelinde vahşi kapitalizm ve “küresel emperyalizm”in jandarması BM ve NATO kıskacına itekleyen;
Tam 8 ihanet, isyan ve provokasyon tertibinden sonra 27 Mayıs’ı tezgâhlayan; 1963’den itibaren de; Lozan da öngörüldüğü biçimde “TC’yi AB’ye tam üye yapmaya değil, sömürge olarak bağlamaya” yeltenen menfur art niyet işte bu zihniyettir..
Bu bağlamda Londra-Zürich ve Garanti antlaşmalarına rağmen Kıbrıs’ı AB’ye peşkeş çekerek, bir ihanet sürecini başlatan ve bu süreçte KKTC’ni tasfiye ve Rum’a teslime uğraşan dönme, devşirme, koza-kripto ve sabetay uzantı orada; Devleti, mahiyeti meçhul açılım’larla zaaf, halkı açlık, yoksulluk ve maceraya sürükleyen şaibe kesimi de burada iş başında…
Ve, sene-i devriyesi münasebetiyle süreçten bir kesit:
6-7 EYLÜL 1955
6-(7) Eylül olayları aynı zihniyetçe plânlanarak kurulmuş hain bir tuzaktır.
Olay, “çok bilinmeyenli bir denklem” düzeninde tertiplenmiş ve tam kıvamın gelince tetiklenmiştir. Hakkında yazılanların %90’ı yalan-yanlış, uydurma, iftira-tefrika veya hamasi iddia ve masum savunmalardan ibaret olup; Hadise, kurulu hukuk düzenini, devletin istikbal, istiklâl, istikrar ve itibarını sarsıp, sabote etmeye ve DP’yi töhmet altına sokmaya yöneliktir.
Yani 1955, 6 Eylül’ünde yaşanan hadiseler tesadüf değil, hain bir tuzak ve tertiptir.
Şöyle ki: Malum ve menfur zihniyet, dâhili-harici bedhahlar ve sonradan ortaya çıkan Ermeni, Yunan ve Rus istihbarat örgütlerinin dahli ile teşekkül eden kumpas önce Kıbrıs görüşmelerini takibe alınır. Bu arada Sivas, Kastamonu, Erzincan, Trabzon ve Tunceli gibi şehirlerde vaki çalışmalarla yaklaşık on-bin kişiden oluşan “bindirilmiş kıtalar” hazırlanır.
Diğer taraftan tertibin Selanik ayağı, MAH imajı verilerek kurulur.
Başbakanı Adnan Menderes’in “Kıbrıs’taki kardeşlerimiz umumi bir tecavüz tehlikesi ile karşı karşıyadır” mesajı “kıvam” olarak algılanır. Legal Provokatörler “Kıbrıs Türk’tür (KTC)” ile “İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği (İYOTB)” aktive olur. Akabinde, Kıbrıslı Türkler tarafından 4 Eylül’de Londra’da düzenlenen gösterilerle start verilir.. 5 Eylül günü Taksim’de büyük bir kalabalık toplanarak, kitlesel bir gövde gösterisi gerçekleştirilir.
Bu sırada projenin Yunanistan (Selanik) ayağı sabotaj hazırlıklarını ikmal eder.. Aynı saatlerde şehir dışında yoğun bir hareketlilik vardır. “İstanbul’u gezmek” üzere kamyonlar ve trenlerle yağmacılar olay mahalline doğru hızla intikal ettirilmektedirler. Eresi gün iyice gerilen ortam ve oluşan kıvamda Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı bir saldırı vuku bulur (!) Vakıa saat 13.00 de radyodan verilince ihanet fitili ateşlenir.

İstanbul Ekspres ikinci baskısında saldırıyı manşetten verir. Gazete o gün 290 bin basar. Buna paralel olarak ajan provokatör KTC, İYOTB ve malum zihniyetçe yönlendirilen yağmacılar, hepsi tek tip sopa, balta ve kazma gibi aletlerle donatılıp, Taksim’de toplanarak İstiklal Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçirilirler. Ve 6 Eylül günü saat: 24’e kadar olanlar olur.
Sonuçta binlerce yağmacı ertesi gün çaldıklarıyla yakalanır. Örgüt bağlantıları, tertip, tuzak ve olayların plânlı saldırı (provokatif başkaldırı) olduğu mahkeme safahatıyla anlaşılır.
Gerçek Suçlu Kim? 27 Mayıs ve ‘Yassı-ada” mahkemeleri ile hadiseyi devlet ve DP aleyhine kullanan “PROGROM” jurnalcileri, yandaş-yoldaş kesimler ve malum zihniyet!..

3 Eylül 2009 Perşembe

BAĞIMSIZ YARGI, TARAFSIZ ADALET…
Mustafa Nevruz SINACI
23 Ağustos 2009 Pazar günü Bodrum/Yalıkavak Marina-Anfi Tiyatrosu’nda yapılan “Bağımsız Yargı ve Tarafsız Adalet” Paneline konuşmacı olarak katılan Yargıtay Cumhuriyet Onursal Başsavcısı Vural Savaş, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Süheyl Batum, Gazeteci-Yazar Tuncay Mollaveisoğlu, Gazeteci-Yazar Uğur Civelek, Ekonomist Ümit Zileli;
BOL BOL ALKIŞ…
Ergenekon’u şiddetle tenkit ve tekzip ettiler, alkışlandılar,
AKP ve AKP hükümetinin icraatlarını eleştirdiler, alkışlandılar,
Bitmedi!.. Ulus devlet, lâik devlet, özgür halk ve tam bağımsızlık kavramlarını her telâffuz edişlerinde ve Atatürk devrimleri dile getirildikçe alkışlandılar…
Bana göre, panelistlerin ve onları alkışlayanların gözden kaçırdıkları gerçek:
Eleştirilmesi gereken “AKP değil, AKP’nin de temsil ettiği elli yıllık zihniyetti”…
Öyle ki, onlara göre, AKP iktidarda olmasa sorun kalmayacaktı..
OYSA!...
Panel’in ana konusu olan “Bağımsız Yargı ve Tarafsız Adalet” üzerinde pek fazla durulmadı. Panelde popülizmin ön plâna çıkışı, adalet ve hukuku geri plâna itti. Demek ki, panelistler ve katılımcılar için önemli olan hareket, heyecan ve desarj olmaktı. Bilim değil!.. Zaten salonun katılımcı yapısı, gelenlerin ilgi, dikkat ve konsantrasyon durumu, her hangi bir maç ortamında buluyor olmaktan farksızdı.
Buna karşın salonda son derece ciddi olanlar da vardı.
Örneğin “davetsiz misafir ve korsan katılımcı” Galip Baran…
Biz Kaç Kişiyiz, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile Cumhuriyet okurları (Cum-ok) tarafından düzenlenen ve yaklaşık 2000 kişinin katıldığı panele “O” davetli değildi. Mutadı veçhile “durumdan vazife çıkartarak” gelmiş olmalı idi. Bu defa çok önemli bir nedeni vardı. Zira Galip Baran bu Panel’e, Bilinç Üniversitesi’nin başlattığı ‘Yetmiş milyonluk ülke Türkiye’ Projesi’ni tanıtmak için katılmış bulunuyordu.
Göğsünde “Yurdu ve milleti özden çok sevme ilkesi” sırtında “Yetmiş milyonluk aile Türkiye” yazılı bir önlük giymiş olan Galip Baran, projeyle ilgili olarak hazırlanan “ayrıntılı bilgi ve tanıtım” dosyalarını panelistlere tek – tek elden verdi...
Konuşma aralarında, fırsat buldukça veya müsait oldukça, dosyaları şöyle bir gözden geçiren panelistler, Baran’ı ciddiye almamış olacaklar ki hiçbir tepki vermediler.
Diyelim ki, gerçekte “az ve öz olan” metinleri dikkatle okuyamadılar.
Okudular da, “çok öznel ve bilimsel olduğu için” anlayamadılar herhal.. Ya sonra!
Belki onlar da, salonda ve sokaktakilerin çoğu gibi, Baran’ın, tıpkı Salvador Dali, Plâton, Dijojen veya diğer dâhiler (Yunus Emre, Şems-i Tebrizi, erenlerden bir er) gibi ‘zararsız bir deli’ olduğuna hükmetmiş olabilirler..
AH KEŞKE!..
Keşke, dosyada yer alan ve tek, tek adlarına düzenlenmiş “Diğerkâmlık Andı”nı daha sonra olsun okusalardı. Panel günü davet edildikleri Bilinç Üniversitesi’nin Turgutris’deki bürosunu bir ziyaret etselerdi. Kurucu Rektör Galip Baran ve arkadaşları ile konuşsalardı.
Bürodaki arşiv ve “aksiyonlara ilişkin” belge ve bilgileri gözden geçirselerdi.
Bu koca-koca Prof.’lar, yakın zamanın büyük devlet ve bilim adamları.. Hiç olmazsa bu kadarcık bir zahmete katlansalardı; 70 milyon diğerkâm kişiden oluşan Türkiye’de, “polis, yasa, jandarma ve yargı”ya günümüzdeki kadar gerek kalmayacağını, “adalet ve hukuk”un sorun olmayacağını öğrenirlerdi.
Devletin büyük, büyük sorunlarıyla ilgili devasa şöhrete sahip bu dev adamlar;
Ne yazık, “gerçek hukuk ve evrensel adalet” ile yüzleşme fırsatını kaçırdılar…
***
GÖNÜLLERDE Kİ BAŞBAKAN
Mustafa Nevruz SINACI
Devlet biçiminde organize toplumlarda, iki sınıf çok önemlidir.
Biri Ulema... Alimler, yani aydınlar, insanlara ışık tutan, aydınlatan ve yol gösteren mürşid-i kâmiller, kanaat önderleri, bilim adamları, “öğreten ve eğitenler” sınıfı..
İkincisi: Ümera, amirler, “idare edenler” anlamında yönetici sınıf.
Toplumsal imtizaç (karşılıklı saygı, anlayış ve barış) sağlamlık, huzur, refah ve istikrar bu iki sınıfın “ehil” olmasına ve görevlerini “ehliyet ve liyakatle” yapmalarına bağlıdır.
Güncel anlamda namuslu, dürüst, ahlâklı, ilkeli-onurlu ve sorumlu Prof’lar ulema;
Aynı özelliklere sahip olmakla; Objektif bilim, adalet, hukuk ve hak kavramını bizzat nefsinde yaşayan, adeta bir ibadet gibi uygulayan, cüzdanına değil, ilim, irfan ve vicdanına kulak veren; Rüşvet, iltimas ve suiistimale kesinlikle meyletmeyen, şerefli, soylu, haysiyet ve karakter sahibi: Muhtar, Belediye Başkan ve Encümeni, Vali ve maiyeti, Milletvekili, Bakan, Başbakan ve Cumhurbaşkanından oluşan geniş kitle ümera....
Meselâ ulemadan bir kimse, ümera (amirler, idare edenler) lehine yalan söyler, aykırı hüküm verir, yağcılık ve yalakalık yaparsa; onun hükmü “kelp” yani köpekliktir. Hatta kuduz veya saldırgan olmayan munis ve muhlis bir köpek ondan daha memnu, muteber ve şereflidir.
Seçilmiş veya atanmış yöneticilerden; İnsanlar arasında adalet, hakkaniyet ve hukuk’u gözetmeyen, karar ve tasarrufatını halkla müşavere ve mutabakat esasına göre yapmayan; Hüküm de ‘adalet, hak, hukuk ve hikmet’ gözetmeyen, Zahirde İslâm ve insan sanılsa da, gerçekte domuz, sırtlan, kene veya çakal hükmündedir. Çünkü aydın, amir ve idarecilerin görevi: adalet’le dosdoğru çalışmak; Hak yolunda yürüyerek halka hizmet etmektir.
Her Asil bunu böyle bilir ve bu miyar üzre “gönlünde şöyle bir başbakan” yatar.
HALKIN GÖNLÜNDE YATAN BAŞBAKAN
Kendi yararından çok başkalarını düşünmeli, halka yararlı olmaya çalışmalı, halkın iyiliği için elinden geleni esirgemeyen birisi, Eş deyişle, diğerkâm bir kişi olmalı. Tıpkı sokaktaki insanların Galip Baran’a “Keşke herkes senin gibi olsa, keşke sen başbakan olsan” dedikleri gibi; Ahlakın övdüğü ve ahlaklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklere; ahlaken iyiye yönelik, ruhsal yetkinliğe sahip bir insan, erdem sahibi varlık;.. Her türlü tartışmanın dışında, üstünde bir düşünce, inanışa ve temel bilgiye sahip, bir başka deyişle, ilkeli bir insan olmalı.
İnanmak size zor gelebilir, ama ben kanlı canlı ‘nadirden’ bir varlıktan;
Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı, milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda başlattığı, ‘okul dışı eğitim’ olarak tanımladığı çalışmaları yaparken, kendini tanıyan, yurdunu ve milletini özünden çok sevmeyi öğrenen, yasa bağımlısı olan, “Bilgi Çağı”nı yaşarken “iklim değişikliği”nden sorumlu “Muasır Medeniyet”i aşarak, “Bilinç Çağı”nı idrak etmiş, bu süreçte edindiği “tecrübi bilgi” ile Bilinç Üniversitesi’ni kurmuş, kendisini bu Üniversitenin “Baş- amelesi” olarak tanımlayan, Bodrum’un Turgutreis Beldesi’nde yaşayan, insanların kendisinden farkında olmasalar bile çok şeyler öğrendikleri Galip Baran’dan, Galip Hoca’dan söz ediyorum.
Evet, insanlar O’na; “keşke sen başbakan olsan, ya da başbakan da senin gibi olsa” diyorlar ya; İşte ben Galip Hoca’yı; yalnız hakkında yazılanlardan, ya da yazdıklarından değil, çalışmalarını izleyerek, gözleyerek tanıyanlarla görüşerek, tanımayanların anlattıklarını dinleyerek halkın içinde tanıdım.
Abarttığımı düşünecek olanlara, Hoca’yı yaşadığı ortamda, Turgutreis’te tanımalarını öneririm. Galip Hoca’yı zaten tanıyanlara ve tanıdıktan sonra, “haklıymışsın” diyenlere, bana hak verenlere, soruyorum:
“Bu ülkenin, namuslu-dürüst-demokrat, ilkeli, onurlu, erdemli ve sorumlu, ilimle amel eden vekâleten amir ve aydınları ile Galip Baran gibi diğerkâm bir Başbakanı olsa nasıl olur?”

1 Eylül 2009 Salı

SANCAK-I ŞERİF ÇIKARTILDI
Mustafa Nevruz SINACI
‘Türk Subayına Destek’ isimli grupta yayınlanan habere göre; (*)
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, Türk Silahlı Kuvvetlerinin şeref, onur, erdem, ilke, azim, irade ve zaferlerini temsil eden bütün ‘SANCAK’ lar 30 Ağustos 2009 Pazar günü (bugün) Ankara’ da ‘Zafer Bayramı’ törenlerine katılmak üzere toplanmıştır.”
TÜRK ORDUSU’NDA SANCAK
Türk Ordu geleneklerine göre Sancak,
Koruma ve kollama görevini üstlenmiş tüm silahlı kuvvetler için vatan;
Hürriyet, adalet, hâkimiyet ve tam bağımsızlık;
Cumhuriyet, adil devlet ve demokrasi için teminat,
Asker kişi için namus, yüksek ahlâk ve icabında şehâdet demektir.
İşte, böyle aziz ve kadim bir temsil, temayüz timsali Sancak…
Askerlik yapanlar iyi bilirler, Sancak nöbeti nöbetlerin en şereflisi ve en zorudur.
Herkes Sancak nöbeti tutmak ister ama tutamaz. Sancak’a gelebilecek en ufak bir zarar sadece nöbeti tutan askerin değil, ilgili birlikteki tüm personelin ceza almasına sebep olur.
Osmanlı döneminde olağanüstü durum, savaş halleri ve dâhilde isyanları bastırmak üzere Sancak-ı Şerif ortaya çıkartılır ve Cuma Hutbelerinde mihraba bayrak asılırdı.
BÜYÜK ÖNEM VE ANLAMI VAR !..
Son Milli Güvenlik Kurulunun ardından yapılan Basın açıklamasında Türk Silahlı Kuvvetlerinin “açılım ile ilgili görüşmelere” destek verdiği ifade edilmiş fakat Genelkurmay Başkanlığı tarafından bu ifade doğrulanmamış, sessiz kalma yolu tercih edilmiştir. .
Esas itibarıyla Milli Güvenlik Kurulunda Silahlı Kuvvetler görüş, öneri ve endişelerini dile getirir; Ancak, toplantı nedeniyle yapılan basın açıklamasında Türk Silahlı Kuvvetlerinin fikri, eğilim ve görüşleri açıklamaz.(!)
Bu durumda Türk Silahlı Kuvvetleri sessizliğini ‘Şeref ve Namus’ timsali Sancakları ile 30 Ağustos günü; “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez” olmak üzere bozuyor.
Sancak’ların bir arada toplanması “anlayanlar için” çok şey ifade etmektedir.
Ayrıca açmaya ve açıklamaya gerek yok!..
Özellikle, “Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC’ deki tüm Askeri Birliklerde bulunan Sancak’lar Genelkurmay Başkanlığında törenlere katılmak üzere toplanmış ve sıkı bir şekilde muhafazaya alınmıştır” deniliyor…
ÖZEL GRUP NOT’U:
“Bugüne kadar siz değerli üyelerimize hep doğru bilgiler verdik. Bu bilgiyi tüm Türkiye’ de herkesten önce siz '' Türk Subayına Destek'' grubu üyeleri olarak siz öğreniyorsunuz. Bu gerçek bilgiyi arkadaşlarınızla paylaşın. Facebook ortamında ilk paylaşan siz olun.
Böylece: ‘inatla aymazlık, gaflet, delalet ve hatta hıyanet içerisinde bulunanların’ bazı şeyleri anlamayanların anlamalarını, algılamalarını sağlayalım.
NE MUTLU TÜRK’ ÜM DİYENE,
NE MUTLU TÜRKÜM DİYEBİLENE,
NE MUTLU TÜRK’ LÜĞÜ İLE ÖVÜNENE!”
"Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hâttâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! Mustafa Kemal Atatürk"
30 Ağustos “ZAFER” Bayramınız Kutlu Olsun…
(*) Bu makalede işlenen konuya dair Haber: ‘Türk Subayına Destek’ grubuna ait olup; Ağustos ayı’nın son haftasında yayınlanmıştır.
***
DEMOKRATİK AÇILIM

VE TAZMİNAT HAKLARI
Mustafa Nevruz SINACI
Terör ve tedhiş’in ‘insanlığın huzuru ve dünya barışı için’ bedeli çok ağır surette ve mutlaka ‘muhatapları’ bulunarak ödettirilmek zorundadır. Aksi takdirde, maruz kalınan terör ve tedhişe devlet zaafla malul-mağlup, millet mağdur ve perişan olmuş demektir.
Bakınız, ABD, Libya’nın 1988’de 270 kişinin öldüğü PanAm uçağını düşürmesi, 1986’da Almanya’da bir diskoya sabotaj ve 1988’te bomba konan bir uçağın İskoçya’nın Lockerbie kasabası üzerinde infilakı sonucu çoğu Amerikalı olan 400 kurban arasında paylaşılmak üzere 1.5 milyar dolar ödemesi ve terörü kınaması sonucu, Libya ile arasındaki ilişkileri normalleştirdi. Yani ancak terör zararları tazmin ve telâfi edildikten sonra....
Bunun başka yolun yok. Almanya ve Fransa da aynı yola başvurdu.
Yakın tarihlere ait İsrail-Filistin, ABD-İran ve daha yüzlerce örnek var..
Dünyada dış destek veya kaynaklı terör odakları bu yolla kurutuldu. Bedelleri misliyle ödettirilerek alındı. Başta İngiltere, İspanya, Fransa ve Almanya olmak üzere, mevcut terör örgütlerinden hiç biri; Örneğin PKK gibi 50 küsur devlete yayılmış ve dayanmış değil!...
Dahası art niyetli bir AB dayatması, yanlış algılama, zaaf ve hukuk bilgisi noksanlığı sonucu 17.7.2004 tarihli 'Terör ve Terörle Müc.’den Doğan Zararların Karşılanması Kanunu' devletin başına belâ edilerek iddiacılara milyonlarca TL ödeme yapıldı.
Yalnızca Diyarbakır'da 70 Milyon YTL terör tazminatı dağıtıldı
AİHM birçok davada, bu yasayı nimet göstererek bazı başvuruları reddetti. Dışişleri Bakanlığı da, valiliklere bir yazı gönderip,
AİHM' de bu yasa ile sağlanan olumlu havanın sürmesi için terör tazminatları ödenirken halka kolaylık sağlanmasını ve katı bir bürokratik işlemden vazgeçilmesini istemişti.
GELELİM ESAS MESELEYE:
Bilindiği üzere Türkiye 1968’den itibaren ‘dış kaynaklı’ anarşi ve teröre maruzdur.
Önceleri Alman ve Fransız desteğinde Suriye, Lübnan ve Ermenistan kullanıldı.
Sonra 27 Ocak 1973’de ASALA belâsı çıktı. Asala 15 Ağustos 1984’de PKK’ya iblâğ olduktan sonra 23.11.1986’ya kadar hain saldırılarını sürdürdü. Örgüt, Ermeni diasporasınca alenen desteklendi, himaye edildi. Diasporalar ise, Ermeni hükümetinin resmi bir bakanlığı tarafından sevk-idare, tedvir ve organize olunmaktadır. Halen de durum aynıdır.
Ayrıca, BM Anayasasının açık ve emredici “men-i müdahale” hükümlerine rağmen, başta ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Yunanistan ve Rusya olmak üzere yaklaşık 50 ülke terör örgütüne yardım ve yataklık etmiştir. Bu ilişki, açık destek ve yataklık binlerce olay ile sabittir. ABD ve AB resmen fail durumundadır. İşin garibi, gerçekte birer tasallut, gasp ve terör devleti olan Amerika, Rusya ve Çin’in baskısıyla olsa gerek, öncelikle İran ve pek çok İslâm ülkesi ile bazı Türk Cumhuriyetlerinde dahi PKK büroları ve soykırım anıtları vardır.
Yani, tıpkı yakın tarihin isyanları gibi, bu terör de dış güdümlü ve dış kaynaklıdır.
Sonuçta: Türkiye; 1968 ve/veya 1984’den bu yana uğradığı trilyon dolarları bulan maddi + manevi travma, zarar, kayıp ve hasar’a ait münhasır tazminatı; Ulusal ve uluslar arası bütün yargı olanaklarını sonuna kadar kullanarak tahsil ve tazmin etme hakkına sahiptir..
En son KKTC ile Güney Kıbrıs çetesi arasında vaki ve Louzidiu meselesi dahil tam bir siyasi kurum olan AİHM yoluyla tazmin, tahsil ve telâfi komedisine bakın!.. PKK’nın BM Anayasasının 51.ve diğer amir hükümleri aleyhine Kuzey Irak’ta konuşlandırıldığı ve mezkür 50’yi aşkın devletten beslendiği gerçeğini görün. Örgüt yapısının büyük bölümünün Ermeni, Rum-Yunan, Abd, Alman ve sair lejyonerden oluştuğunu ve içinde az sayıda “Ermeni kökenli Kürt” bulunduğunu da dikkate alın..
Ve ey hükümet!.. Ey terörden zarar gören halk!.. Ve, Ey Şehit aileleri haydi!..
Demokratik açılımın amacı mademki barış, anlayış ve huzuru tesistir; Önce bunun temel şartı / ana unsuru DİYET’LER ödensin. Tamir-telâfi, tahsil ve tazmin süreci başlasın. Eğer, TC açılım’a icbar edilmiyorsa, MİLLETİN zararını tazmin ve tahsile mecburdur.