30 Haziran 2008 Pazartesi

SİYASET BİLİMİ, HUKUK VE KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ'NİN ANALİZİ

YÖNETİM BİLİMİ VE
KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ’NİN ANALİZİ

Mustafa Nevruz SINACI
Devlet idaresi bakımından yönetim bilimi ‘hür-özgür ve hükümran ülkelerde’ adalet ve hukuk ilkesi üzerine kuruludur. Buna göre: Devleti insan kurmuştur. Kuruluş amacı: Hak kavramı ve adalet ilkesi çerçevesinde bir iştirak ve işbölümü-işbirliğini tesis ve buna mütedair yasaları ikame ve sistemi idame ettirmektir. Sistemde imkân ve fırsat eşitliği esastır. Ayrıca, yasalar önünde kimsenin bir başka kimseye nazaran bir üstünlüğü söz konusu bile olamaz.
Binlerce yıldır böylece yürüyüp giden Türk idare sistemi dönem itibarıyla müthiş bir duyarsızlık, sorumsuzluk, kaygısızlık ve daha da vahimi; Muhtemelen kasıtlı ve art niyetli bir entelektüel cehalet, sorumsuzluk, şuur-bilinç kaybı veya bazı dahili bedhahlar ile bunların doğal uzantıları olan dış güçler güdümünde vahim bir “körler ve sağırlar” diyalogu ile dumura uğramış, kaotik bir bunalım ve kriz içine sürüklenmiş bulunmaktadır..
Bu bağlamda (bazı istisnalar hariç) genel yapı ve kurulum bağlamında mükemmel bir Anayasa göz ardı edilmekte, kanunlar hukuk kavramının dışında cebri yaptırım gücü olarak algılanmakta ve bu mantıkla sorumsuzca uygulanmaktadır. Üstüne üstlük zaten de başta vekil adı verilen atanmışlar dâhil olmak üzere çok geniş bir kitle yasal ve anayasal ‘dokunulmazlık ve sorumsuzluk” zırhı gibi bütünüyle insanlık ve çağdışı bir koruma kalkanı kapsamına büründürülmüştür. Hattâ (çok acil, önemli ve zorunlu haller dışında 1924-1950 döneminde hiç görülmeyen) bir (Anayasayı yapan halk’a rağmen) Anayasa değişikliği adeti ihdas olunmuş bulunmaktadır. Bunun ne kadar doğru-yerinde ve gerekli olduğu da tartışılmadan…
Rezaletin kamuflajı uğruna objektif bilim, adalet ahlâkı, bağımsız ve tarafsız hukuk, kelimelerin kavgası ve kavram kargaşasına getirilerek kurban edilmekte; Topluma “aydın” yakıştırmacası ile lanse edilen köşe başı Donkişotları, yıllardır ülkemizde alenen uygulanan gizli işgal, psikolojik savaş ve provokatif taktiklere paralel muadil hayali hedefler yaratmakta ve düşman adına kılıç sallamaktadırlar.
Tahribatın hedefi yalnız kutsal insan unsurumuz değildir. Bilakis;
Bu defa Anayasa, hak-adalet, hukuk, ahlâk, iktisat, siyaset, eğitim, bilim, kültür, milli-manevi değerler ve savunma…
Milli refleksler dâhil, bütün değerlerimiz bir-bir yok edilme tehdidine maruzdur.
Kullanılan argüman ise “kuvvetler ayrılığı” (!) ilkesidir.
ÖNCE ANAYASAYA BİR BAKALIM:
Yasama Yetkisi: “Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” (mad:7) Yürütme (icra) Yetkisi ve Görevi: “Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” (mad:8) Yargı Yetkisi: “Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” (mad: 9)
EGEMENLİK: “Kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. (mad: 6)
EŞİTLİK: “Herkes dil-ırk-renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din-mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. (mad:10)
ANAYASANIN BAĞLAYICILIĞI VE ÜSTÜNLÜĞÜ:
Anayasa hükümleri, “yasama”, “yürütme” ve “yargı” organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan “TEMEL HUKUK” kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz. KRİTER: Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için, onun ihtiyacını görebilmek ve onun kudretini takdirde ehliyet sahibi olmak birinci şarttır. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1927)
ANALİTİK GERÇEK VE UYGULAMA:
1.Yasama yetkisi: Parti (sulta ve saltanat) sahipleri adına parlamentoya aittir.
2.Yürütme yetkisi: Anayasa, kanunlar ve kuvvetler ayrılığı ilkesine rağmen sadece ve yalnızca başbakan tarafından yerine getirilmekte…
3.Yargı yetkisi: Ancak başvuru halinde veya masraf ödendiğinde kullanılabilmektedir.
4.Egemenlik “iktidar partisine”, parası, torpil ve gücü olana aittir.
5.Anayasa: Millete sorulmadan sürekli değiştirilmekte, vakti zamanında çok sağlam ve mukavim bir kurulum, kuvvet ve ihanete karşı mukavemete malik olması cihetiyle “delme ve değiştirme girişimleri sonuç vermediğinden” acilen ve derhal ilgası düşünülmektedir.
6.Eşitlik: Çok eski bir mefhum olarak hafızalardaki yerini özlemle korumaktadır.
7.HUKUK: Adalet kavramı ile birlikte tebahur ettirilmiş, buharlaştırılmıştır.
8.KRİTER: Kaynağı her ne olursa olsun (sorulmaz) para’dır. Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı yargıya ve binlerce Cumhuriyet Savcısına rağmen ‘bir toplumsal travma’ biçiminde tarif ve tavsif edilmektedir.
Büyük Türk Medeniyeti yerine, tefessüh etmiş AB uygarlığı revaçtadır.
Şimdi, yaşanan gerçekler ile millet iradesi çerçevesinde yapılması gerekenlere bakınız!
Türkiye Büyük Millet Meclisinde usul, esas ve ahlâka uygun olarak millet tarafından belirlenmiş bir tek milletvekili bile yoktur? Var sayılabilecek olanların hiçbiri millet adına hareket etmemekte ve Anayasanın 7. maddesinin amir hükmüne uygun olarak ‘bütün hak ve yetkilerini’ tefessüh etmiş ‘parti sahibi sultasının’ elinden kurtaramamaktadır?
Bağımsız Milletvekilliğinin hiçbir hükmü, etkinliği ve gücü kalmamıştır.
Yürütme yetkisi TBMM üzerinde vesayet ihdas etmiştir; Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Adalet Bakanı yoluyla yargı; Siyasi atamalar nedeniyle de Anayasa mahkemesi siyasi baskı altındadır. Diğer yüksek yargı (mahkeme) başkanları ile Cumhuriyetin savcı ve Baş Savcıları işle YCB Savcısı her vesile ile hukukun bağımsızlığından dem vurmakta, lâkin kuvvetler ayrılığının doğal gereği olan “tarafsızlıktan” söz edememektedirler.
Bu bağlamda ‘muktedir olmak’ iktidar tarafından tüm kuvvetlere mutlak sahip olmak biçiminde algılanmakta ve uygulanmaya çalışılmakta; Anayasa Mahkemesi üyelerinin dahi 4 yıllığına hükümetçe atanması gereği dile getirilmektedir.
PEKİ;
Adalet ve hukuk aynı zamanda mutlak eşitlikçilik ve “bağımsızlık” değil midir?
Yukarda özellikle yazdığım TC’nin kurucusu Atatürk’ün vecizesi ile Anayasanın amir hükümleri doğrultusunda “Yargı-Yasama-Yürütme” sadece ve yalnızca “millet adına” tam bir eşitlik, adalet ahlakı ve hukuk perspektifinde halka hizmet etmek zorunda mıdır?
YOKSA!..
Adalet, eşitlik ve hukuk bağlamında (kendi alanlarında en dürüst saydam ve şeffaf bir organizasyonla) milletin huzur, güvenlik, zenginlik ve mutluluğu için çalışmak mıdır?
********
İKTİDAR, MEŞRUİYET VE ADALET
Mustafa Nevruz SINACI
Daha önce yine bu sütunlarda yayınlanan “Nedir bu kuvvetler ayrılığı ve ne değildir” başlıklı makalemizde irdelediğimiz kuvvetler ayrılığı 61 Anayasası ile kuvvetler birliği yerine (sözde) ikame edilmiş olup; Gerekçesi itibarıyla devletin daha sağlıklı, ağırlıklı ve adaletli; Vatandaş hakları ve hukuk normlarına uygun bir zeminde yürütümünü esas almıştır.
Yani açıklanan hedef: Hukuki meşruiyet ve adalettir.
Oysa zamanla sistemin, amaçlanan iyi niyetin ötesinde farklı bir gelişme gösterdiğini, yasal (meşru erk, Anayasal güç) kavramının dışına taştığını ve birbirlerini denetleyen onurlu ve sorumlu kurumlar-kuvvetler yerine iktidarı ve iktidar (devlet) nimetlerini paylaşma ve / veya yekdiğerini yıpratma, ikame etme biçimine iblağ etmeye yöneldiği görülmüştür.
Halk partisi zihniyetinin amacı zaten bu idi, amaçlandığı biçimde de tahakkuk etmiştir.
Zaten şikâyetin kaynağı da zihniyet değişikliğinden kaynaklanmaktadır.
Pek çok konuda CHP ile anlaşan ve uzlaşan iktidar AB zorlaması sonucu bu kere fikir ayrılığına düşmüş ve kıyamet oradan kopmuştur. Aslında CHP ile AKP’nin istediği modeller arasında ciddi bir fark yoktur. Burada bizim açıklayacağımız ve 82 Anayasasının ruhunda var olan “özerk” veya birbirinden bağımsız ve yekdiğerini denetleyen “kuvvetler ayrılığı” ne CHP veya ne de AKP tarafından istenmemektedir.
Dolayısıyla bu durum doğal olarak yargıda (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yönetim ve yürütümünde) siyasallaşma-kutuplaşma, adalet ve objektif hukuktan uzaklaşma gibi hayli kronik sorunlara yol açmış, HSYK sistemi ile birlikte gelen memnuniyetsizlik, baskı, korku, görevden alma-alınma endişesi, sürgün ve sindirme teşebbüsleri nedeniyle hızlı bir yozlaşma ve erozyona neden olmuştur…Sebep yargı ipinin ucunun siyasete (yürütmeye) bağlanmasıdır. Oysa kuvvetlere birliğinde bile tek bağımlılık yasama idi.
Görülüyor ki; 1961 kuvvetler ayrılığını 1924’den de geriye çekmiştir.
Ki, bunun hukuki adı: Tek kuvvet ve tek iktidar (sulta) ve tasalluttur.
Daha açık bir deyimle şeklen hukuk ve şeklen yasama.
SONUÇ: Lider (parti sahibi-sulta-vesayet) tasallutunda halktan kopuk, kitle dışı aleni dikta ve despotize siyaset kurumları, iktidarın şahsında AB güdümüne teslimiyet. Dahası talihsiz GB Antlaşması kapsamında hükümranlık hakkından ödün… Şimdiyse sürecin adeta bir parçası biçim kapatma davası. Meselenin özü aynı: Kuvvetler ayrılığı ilkesinin Anayasa, yürürlükteki yasa, adalet ve hukuk sistemi dışına çekilmek suretiyle uğradığı travma.
AÇILAN KAPATMA DAVASI
Hiç kuşkunuz olmasın ve kaygı duyulmasın ki; sanılan ve söylenenin aksine Ak Parti kapanırsa kesinlikle bölünmeyiz. Aksine AKP bölünürken adalet ve hukuk sistemi uygulanıp yerleşeceği için milletçe bütünleşip devleti güçlendirebiliriz. Sürece ilişkin kesite bir bakalım:
AKP, YCBS’nın kapatma istemine karşı hazırladığı savunmasını 30.4.2008’de genel başkanı RTE imzası ile Anayasa mahkemesi Başkanlığına sundu. İncelenirse görülecektir ki; savunma tamamen “bu davanın hukuki değil siyasi olduğu” hususunun ispat edilmesi üzerine kuruludur. Bir bakıma AKP savunma ile adeta altı yıldan beri yönettiği ülkemizde hukukun siyasallaştığını ispat etmeğe çalışmış, bir başka deyişle hukukun olmadığını ikrar ederek ülkeyi içine düşürdüğü durumu tasvir ederek mezkür savunması ile adeta hukuka “gelin beni kapatın” diye çağrıda bulunmuştur. İşte savunmadan birkaç çarpıcı cümle;
“Hukuk alanında keyfilik, kişisellik ve sübjektiflik, iddianamede görüldüğü üzere gerçeklikten uzaklaşmaya ve hukuk standartlarının örselenmesine yol açmaktadır. Hukuk alanında olguların doğru algılanamaması, çarpık bir okuma sonucu gerçeklerle ilgisi olmayan sonuçlara ulaşılmasının hepimiz için telafisi imkânsız zararlar doğuracağı açıktır.
Bu iddianame hukuk sisteminin en temel karakteri objektiflik, nesnellik, nedensellik ve rasyonelliğe dayanmamakta; en iyimser yaklaşımla bir algılama sorununun varlığını ortaya koymakta; Partimiz hakkında hazırlanan iddianame, baştan aşağı gerçekleri tersyüz eden, değerleri ve kavramları birbirine karıştıran, dahası koruyor gibi göründüğü ilkelere zarar veren ön yargılı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu iddianamenin gerçekte olup bitenle bir ilgisi bulunmamaktadır.
Bu dava maalesef ülkemiz ve milletimize ağır ekonomik-siyasi bedeller ödetebilecek bir süreci başlatmıştır. Davayla hukuk sistemimiz zarar görmektedir. Hukukun siyasallaştığı düşüncesi, vatandaşların hukuka karşı güven duygusunu zedelemekte; Demokrasimiz ülkemiz ve milletimiz zarar görmektedir. Siyasi-ekonomik istikrarın tahrip edilmesi ülkenin ve halkın fakirleşmesi demektir. Türkiye’ye onlarca yıl kaybettirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır. Davayla Devletimizin bütünlüğü zarar görmektedir” denilmekte.
Ancak sürece rağmen esasa müteallik Anayasa değişikliği, yeni Anayasa, hattâ baskın- erken bir seçim bile telâffuz edilebilmektedir. Bu adeta bir ‘meydan okuma’ ve haddini aşan güç gösterisidir. Amma adil değildir. Dolayısıyla iktidar partisi, gerçek güç ve kuvvetin adalet olduğunu bilmeli ve bu evrensel gerçeğin artık farkına vararak, hiç olmazsa şu andan itibaren hak-hukuk ve adalet yoluna girmelidir. Velev ki, bu yol hayırlara vesile olabilir!..”
Denilmekte, bunun yanı sıra iddiaların çoğunlukla gazete küpürlerine dayandırıldığı iddia olunmaktadır. Burada mevcut medya tarafından üzerinde durulmayan ve alınganlık gösterilmesi gerektiği halde itiraz konusu edilmeyen en önemli husus “gazete haberleri” yani, “küpür” konusudur. Zira, yasal süresi içerisinde tekzip olunmayan, dava edilmeyen ve yargı kararı ile nihayet bulmamış her haber Cumhuriyet Savcıları tarafından “İHBAR” kabul edilmek ve gereği mutlaka yapılmak zorundadır.
Burada hangi haberin tekzip edilip edilmediğine dikkatle ba0kmak lazımdır.
Aksi taktirde meselenin bir tarafı da dördüncü kuvvet olarak nitelenen medyaya hakaret ve tezyif niteliği arz eder.
Dava sürecinde bu hususun mutlaka dikkate alınması gerekir.
Çünkü iktidar icraatlarının meşruiyeti bakımından konu önemlidir.
********
ŞEKLEN “KUVVETLER AYRILIĞI” ESASEN DEĞİL!...
Mustafa Nevruz SINACI
Davanın açılması ile sonuçlanması ve sonuca ilişkin itiraz, şikayet ve yorumlar işi bambaşka bir mecraya sürükledi.
Bağımsız ve tarafsız Anayasa Mahkemesinin “itiraz üzerine” türban hakkında verdiği karar (objektif ve rasyonel hukuka aykırı) şekil şartına rağmen esasa girilmesi nedeniyle politik-ACI’larda büyük rahatsızlı yarattı.
Bu aslında (esasında) neden olduğu tartışmalardan ötürü bir rahatsızlık değil içten içe memnuniyet ve sevinç göstergesidir.
Karar mesnet gösterilerek eteklerdeki taşlar dökülmüş, demokrasi maskesi ardında her tür dikta özlemi dile getirilmek suretiyle mezkür partinin sözcüleri (Hasan Celal Güzel ve diğerleri) “Anayasa Mahkemesi üyeleri de iktidar tarafından atanmalıdır” denilebilmiştir.
Üstelik henüz gerekçesi dahi açıklanmamış bir karar hakkında bunca eleştirinin bir anayasa suçu olmasına rağmen…
Şimdi bu tavrın sebep ve gerekçelerine bir bakalım:
Genel kanaat “dava nedeni Anayasa değişikliği tasarısı ve yol açacağı kararın alt yapısı bizzat iktidar tarafından süreç içinde oluşturuldu, AİHM de pişirildi, sıkı bir işbirliği içinde oldukları AB plâtformlarında olgunlaştı, sonra (sözde) sorundan (!) yana ikiyüzlülük, çifte standart ve samimiyetsizlikle maruf işbirlikçiler bulunup (malumun ilamı niyetiyle) parlamentoya sevk edildiği…” biçimindedir.
Biliyorsunuz bizim parlamenter takımı millete vekil falan değil parti-sulta memurudur.
O nedenle “olmak” veya “olmamak” yasa tasarısı gibi bu metin de esasa girilmeksizin onaylanıverdi. Sonra CHP itiraz etsin ve Anayasa Mahkemesine gitsin diye hep birlikte adeta duaya duruldu. Teşebbüste sonuç baştan belliydi. Nitekim bazı çevreler, aynen yukarda beyan olunduğu gibi karara malumun ilamı dediler.
YA ANAYASA MAHKEMESİNE GİDİLMESEYDİ!...
İşte mesele budur.
Yüzdeli millet iradesi iddiaları tümüyle yalan.
TBMM genel kurul salonunda asılı “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” levhasına da kimsenin aldırdığı falan yok. Sadece istismar ve suiistimal ediliyor. Samimi olsalar önce 2820 Sayılı Siyasi Partiler ve Seçim kanunlarını demokratikleştirirler, ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlık yasalarını kaldırırlardır. Olmadı. Neden? Çünkü çok kritik bir oyun oynanıyor ve milletin gözü boyanıyor da ondan.
Geleceğe matuf hesaplar “cuk diye yerine” oturduğu için rol yapmayı sürdürüyorlar.
Maksat AB’ye bağlanma ve ABD paratoneri (partneri falan değil) olma sürecini ikmal.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esas ve ilkelerini (1924 Anayasası gibi) ilga; Mir Dengir Fırat’ın dediği gibi bir travma yaygarası ile hak, adalet, hürriyet, istiklâl-hâkimiyet ve demokrasiyi imha.
MHP’de tıpkı böyle yapmıyor mu?
Hem milliyetçi, hem AB’ci. Bu ne garabet?..
Dünyanın neresinde görülmüş hem milliyetçilik yapmak ve hem de milletler arası bir organizasyona katılmayı (bağlanmayı) savunmak!..
Sonuçta: Ülkemiz ve halkımız 27 Mayıs’la bindirilmiş bir alamete gidiyor kıyamete.. İşin nasıl’ına erbabı ile şöyle cevap verelim: (*)
Ülken ormanı, deniz ve kıyıları, toprağı-havası, suyu; Tüm vatandaşların, emeklilerin, çalışanların, kadınların, çocukların hakları şeklen korunuyor esasen değil.
Orta öğretimde 200 binden fazla öğrenci silah taşıyor, on öğrenciden biri çete üyesi, diğeri uyuşturucu bağımlısı. Ahlaksızlık ilkokullara kadar sinmiş. Dünyanın en kaliteli 500 üniversitesi arasında sondan 1-2’miz var. Yüksek Öğrenim sözde özerk, öz’de değil!. Eğitim Lions kulüpleriyle işbirliği içinde. Demek ki ülkede eğitim ve öğretim şeklen var esasen değil. Yargı şeklen bağımsız, tarafsız falan değil. Herkes kanun önünde usulen-şeklen eşit, yargılamada iddia ve savunma da öyle. Birçok yasa şekli, hukuka saygı esasen değil. Ülkede imkân ve fırsat eşitliği hayali esas-gerçek değil. Yolsuzlukta dünya birincisiyiz. Mücadele usulen var esasen değil. Dünyanın en zengin yüz kişisi arasında 28 zenginimiz var. Gelir dağılımda adalet ne şeklen mevcut, nede esasen.
AB, bizi alacağını şeklen söylüyorsa da, niyeti asla esasen değil. İdare edenlerimizde zaten şeklen girmeye çalışıyorlar, esasen ve gerçekten değil.
Doğal afet iş ve trafik kazalarında ölen insanlarımızın sayısı korkunç, bizde insan hayatına da, haklarına da şeklen kıymet veriliyor, esasen değil. Her masa ve makam ardında bir Atatürk resmi var. Lâkin Atatürk İlkeleri ve Türk İnkılâbına şeklen bağlılar esasen değil.
Ekonomi, “kurtuluş savaşı verdiğimiz” emperyalist düşman kontrolünde. Atatürk’ün iktisadi bağımsızlık olmadan hiçbir alanda bağımsızlık olmaz sözü hatırlandığında ülke olarak şeklen bağımsız olduğumuzu söyleyebiliriz esasen değil. Ülkede TBMM şeklen halk iradesini temsil etmekte, esasen ve özde değil. Millet-vekillerini seçemiyor, parti sahipleri belirliyor. Halkın oy verdiği parti meclise giremezse, istemediği parti güçlenerek meclise giriyor.
Sandık aşamasını geçtikten sonra vekiller milletin değil, sulta ve saltanatın emrettiğini yapıyorlar. Bu nedenle, halkın iradesini temsil etmeyen meclis iradesinden bahsetmek şeklen anlam ifade ediyor, esasen değil. Zaten bu ülkede demokraside şeklen var, esasen değil.
Görevi: Anayasa ile güvence altına alınan Laik, Demokratik Cumhuriyetimizin temel ilkelerini korumak olan Anayasa Mahkemesi iyi ki esasen vazife yapıyor şeklen değil.
FAKAT!.. Ya itiraz edilmeseydi Anayasa Mahkemesi ne işe yarardı? Acaba!..
YANİ: “Şeklen Kuvvetler Ayrılığı” mevcut. Esasen değil !...
ŞİMDİ SORALIM: Şeklen kuvvetler ayrılığının neresinde demokrasi var?
Eğer bir kuvvet (!) her hangi bir aykırılık halinde inisiyatif ve tasarruf kullanamaz ve aykırılığın def’i hususunda ağırlığını koyamazsa bunun neresi kuvvetler ayrılığıdır? Bu konu ileriki makalelerimizde daha da açılacak ve hukuki ayrıntılarına girilecektir. Cumhuriyet’in ilk ve orijinal biçimine iblağı (dönüşmesi) bakımından bu hususun tartışılmasına kuvvetle ve her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.
Şimdilik şu noktaya iyice yoğunlaşın lütfen.
“Ya CHP gidip dava açmasa ne olurdu?”
********
ŞEKLEN KUVVETLER AYRILIĞI; YARGIÇLAR VE SAVCILAR
Mustafa Nevruz SINACI
Günümüz Türkiye’sinde 150’liklerin affından, vatan haini kadrocuların devlette hâkim unsur haline getirilmesine; Bunlarında dönme-devşirme sabatay-ateist, mason ve misyonerleri devlet kadrolarına taşıma, Amerikan gönüllüleri ve AB provokatörleri ile sistematik tahkimle yozlaşmayı tırmandırma amaçlı sinsi-gizli, örtülü bir süreç vardır.
Özellikle 27 Mayıs kalkışma, millete ihanet ve isyan hareketi ile “Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbının 36 yıllık temel Ana-Yasası’nın bilerek ilgası” 1961 belgesinde “milli devlet” ilkesinin imhası ve üniter (parçalardan müteşekkil) devlet usulünün ihdası ile başlayan dönem bilinçli bir “Türklükten arınma, İslâm-ı dışlama, milli-manevi-ilmi, kültürel değerleri silme ve Amerikanlaşma” sürecidir; (Oysa, Cumhuriyet’in Atatürk dönemine ilişkin hiçbir belgesinde, bilumum ilke ve inkılaplar dahil olmak üzere bu mutasyona, Türk ve İslâm dışı jenerasyon ve dejenerasyona cevaz verecek tek bir karar, kanun ve belge yoktur.)
Buna rağmen “Lozan Antlaşması ila taban tabana zıt ve esastan aykırı bir pozisyonla” batılılaşma ve çağdaşlaşma gibi asılsız ve mesnetsiz gerekçelere dayalı menfur süreçte vaki ve hukuk-ahlâk (yetkisiz) dışı aflarla dürtülenen-beslenen psikolojik savaş, süratle güç kazanarak müthiş bir erozyon ve toplumsal travma nedeni olmuştur.
Sonuç: Sistematik yozlaşma duyarsızlık, sorumsuzluk, kaygısızlık, kasıtlı ve art niyetli bir entelektüel cehalet; Yahut şuur-bilinç kaybı veya bazı dahili bedhahlar ile bunların doğal uzantıları olan dış güçler güdümünde bir “körler ve sağırlar” diyalogu olup; 10 yılda devlet çivilerinin çıkması (1971) müteakip 10 yılda “tuz kokması” (1980) ile 28 Şubat revizyonu, kat edilen mesafenin sindirilmesine taalluk eden ince ayarlardır diye düşünülebilir.
ANCAK: 27 Mayıs utancına son vermek ve melanet bir kutlamayı (!) kaldırmak gibi yüksek bir mazhariyete mazhar 12 Eylül gerçekten Türk İnkılâbı taraftarı, Atatürkçü ve içten içe bir vatanseverlik motifine sahip olup 82 Anayasası olabildiğince bu motiflerle dokuludur. Bu nedenle çok şikâyet konusu olmuş ve sürekli delinme-değiştirilme gereği duyulmuştur.
Dolayısıyla 12 Eylül’ün mana ve muhtevası farklı bir durum ve konumda incelenmek zorundadır. Buna rağmen 12 Eylül sürecinde ülke AB’ye katılma mod’undan ‘bağlanma’ moduna geçirilmiştir. Anlaşılması zor olan mesele de budur. 95 GB Anlaşması ile egemenlik mülga oldu. Bağımsız adalet kavramı rafa kalktı, AB müktesebatı hür ve hükümran (TBMM) iradesinin üstüne çıktı. Hani, 27 Mayıs sözde Atatürk ilke ve inkılâplarını ihya gerekçesine sarılmıştı. Oysa tam tersini yaptı. Cumhuriyeti inkıtaa uğrattı ve 36 yıllık Atatürk anayasasını ilga etti. Yukarda da temas ettiğimiz gibi aleni bir Amerikanlaşma, batılılaşma ve milli hafıza silme operasyonu olarak tarihteki utanç verici yerini aldı.
Sanırım burada da benzere bir aldatmaca vardı veya sonradan tezgâhlandı.
Türk Milletinin bağımsız yargıçları buna sessiz kalma gafletini gösterdiler.
Cumhuriyetin savcıları alenen “vatana ihanet suçu” işleyen politik-acılara müdahale edemedi. TSK-Türk Ordusu “Milli Dava Kıbrıs’ın” pazarlık masalarında peşkeş çekilmesine katlandı. Süreçte vaki Anayasa değişikliklerinin büyük bir bölümü Türk hukukuna, din, adet, örf-töre ve geleneklerine (objektif hukukun temel dayanak-kaynak ve ilkelerine) aykırıdır. Buna rağmen Yargıçlar, C. Savcıları ve devletin istiklal ve istikbalini korumakla memur ve mükellef TSK-Ordu sessiz-sözsüz, inisiyatifsiz ve müdahalesiz kaldı.
NEDEN ?!...
Oysa Anayasa, Yargı Yetkisi “Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” (Md: 9) EGEMENLİK: “Kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. (Md:6) EŞİTLİK: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. (Md:10) Anayasanın Bağlayıcılığı ve Üstünlüğü: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan “TEMEL HUKUK” kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz.” Demiyor mu idi?
BUNA GÖRE: Anayasa da açıklanan ve tanımlanan kuvvetler ayrılığı ilkesinin şeklen değil esastan algılanması ve yukarda beyan edildiği üzere; Taraf Cumhuriyet Savcıları, yargıç ve TSK tarafından “ayrı ve bağımsız bir güç” (Milli denge unsuru-stabilizatör) görevinin icap ve gereklerine sadık kalınarak uygulanması halinde bu felaket yaşanmayacaktı.
Önleme ve önlem alma yolunda illâ birilerinin itiraz ve davası şart değildi.
Zira kuvvetler ayrılığı ilkesinin esası: Olağan ve doğal olarak yekdiğerini denetleme, bilumum tertip ve hukuk dışı teşebbüs karşısında asla; “fiili durumdan vazife çıkartmak” biçiminde değil, Anayasal bir hak, hukukun gereği ve asli bir hak olarak harekete geçmedir.
İlke şekli değil esasidir.
Esas “mutlak hukuk” şartını muciptir.
Yani: Doğrudan müdahale…
Yani birilerinin Anayasa Mahkemesi ve/veya yargıya şikâyeti ile değil…
Adı üstünde “kuvvetler birliği” değil; Kuvvetler ayrılığı.
Yani özellikle hukuk-yargı kurumu nevi-i şahsına münhasır ve bağımsız bir erk-uzuv olmakla Milli menfaat ve hukuka aykırılık hallerinde Yasama ve Yürütme nezdinde reddi icra, durdurma, olağan ve olağanüstü tedbir hak-karar ve yetkisin haiz bulunmak ve bunu hiç tereddüt etmeden kullanmak zorunda ve durumundadır. Kuvvetler ayrılığı kelimesi dahi bir karine olup; Yekdiğerinden bağımsız hareket ve yaptırımı “millet ve hukuk adına” zorunlu kılar. Bu fiil ve tasarruf, diğer kuvvetlerin her hangi bir müdahalesi olmaksızın müstakilen alınır ve gerektiğinde ülkenin güvenlik kuvvetleri ile birlikte uygulanır.
Şu kadar ki: Alınan karar, uygulanan tedbir ve (varsa) ikamesi hür ve hükümran Türk halkı ve Türkiye Cumhuriyetinin mutlak özgürlük, bağımsızlık, kamu-yurttaş/halk menfaati esas-baz alınmak durumunda meşrudur. Aksi takdirde Yasama ve Yürütmenin bu kere yine hukuki yollara başvurarak çözüm üretmesi (sorunlara hukuk içinde çözüm araması) gereklidir.
********
KAMU VİCDANI YARGI’DAN MÜŞTEKİDİR
Mustafa Nevruz SINACI
İnsanlık âleminin varlığı, devamlılığı sadece ve yalnızca objektif hukukun sağlamlığı, üstünlüğü ve sürekliliği ile mümkün ve kaimdir. Aksi takdirde ülkeler ve insanlar üzerinde haksızlık, gasp-irtikap, darp zulüm ve işkence galip gelir. Bunu önlemenin tek ve yegâne yolu hukuk’u hâkim, sürekli-sürdürülebilir ve daim kılmaktır.
Adalet ahlâkı ve hukuku daim (sürekli ve sürdürülebilir) kılmanın yolu: Çok sağlam, mukavim, değişmez, değiştirilemez sarsılmaz bir ilke olan: “Kanunlar Anayasaya, Anayasalar İnsan’a, insan haklarına ve yasa önünde tam eşitlik hakkı ve kavramına asla aykırı olamaz” kaidesidir. Bu kaide bire bir TBMM duvarlarında yazılı ve vekillerin gözü önünde asılıdır.
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir…”
Yani bu emir: “Devlette en büyük kuvvet millettir. Millet bu “sevk-idare ve yönetme” kuvvet ve kudretini ‘hiçbir baskı ve yönlendirmeye maruz bırakılmaksızın’ kendi özgür irade, hüküm ve kararı ile seçtiği “MİLLET-VEKİLLERİ” vasıtasıyla kullanır anlamını taşır.
Aksi takdirde millet-halk “YARGI” (hak ve hukuk) gücünü “Cumhuriyetin Savcıları, Hâkimler (Yargıçlar), Ordu ve güvenlik (kolluk) kuvvetleri marifetiyle kullanma hak, yetki ve selâhiyetini haizdir. Burada “YÜRÜTME-icra” sadece-yalnızca bir “devlet sekreteryası” veya muhasebatı-saymanlığı görevinin sahibi olup; Bilumum icraatını milletin ana-yasası, yasa ve diğer hukuk mevzuatına uygun olarak yerine getirmek zorundadır.
Eğer ilk (orijinal) şekle, Anayasanın bütünü itibarıyla mana ve muhtevasına bakarsanız ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin; TC’nin bütün usul-esas ve unsurları ile mükemmel bir “hukuk devleti” bağlamında tertip olunduğunu (bazı istisnalar hariç) açıkça görürsünüz.
Buna göre: Anayasa temel kanundur. Kanunların ANASI, insan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve hukukun mâbedidir. Bu anlamda millete gidilmeden ve milli mutabakat olmadan zırt-pırt delinemez-değiştirilemez. Anayasayı değiştirme yetkisi yasama veya yürütmenin değil bizatihi milletin hakkıdır.
Dolayısıyla yasama tarafından çıkartılacak hiçbir kanun anayasaya, vatandaş hakları, kamu-millet menfaati ve bireysel hukuka aykırı olamaz. Hiçbir kişi, kurum veya teşekkül ‘kanunlarla tanımlanmamış’ ve Anayasaya uygunluk kesbetmeyen bir hak iddia ve ihdas edemez. Yerleşik hukuka aykırı siyasi veya şahsi bir inisiyatif kullanamaz. Keza aykırı bir fiil, edinim-temlik yahut tasarrufta bulunamaz.
Bulunursa ne olur?
Anayasayı korumak ve uygunluğu denetlemekle memur ve mükellef kurum-kuvvet Yargı derhal müdahale eder ve “Hukuk Dışı” teşebbüsü durdurur.
Burada asla bir kurum, kişi, siyasi parti veya organın başvurusu beklenemez. Bu gibi suçlar “meşhut” (takip ve şikâyete bağlı) değildir. Polis-Cumhuriyet Savcısı ve Yargıç dâhil “doğrudan müdahaleyi” zorunlu kılar.
Yargının teşebbüse geçmesi, resen müdahalesi, hüküm kurması, inisiyatif koyması ve tasarruf kullanması için: Yasa çıkarma bağlamında bir hazırlık ve meclise sevk; Görev ihmali, gasp-irtikap ve suiistimal konusunda ihbarlar, yasal süresi içinde tekzip ve dava olunmamış gazete-medya haberleri ve uygulamadan doğan aksaklık ve haksızlıklar yeterlidir.
Türk Milleti’nin “medeni siyaset geleneği”, 1924-1961 ve 1982 Anayasası dahil hak ve hukuk bağlamında emir budur. Kamu ve halk yararı taşımayan bir fiil ve tasarruf ‘her nereden gelirse gelsin’ acilen ve derhal müdahaleyi icap ettirir. Yargının yetki alanı (suç işlenmesi-cürüm halinde) doğal olarak devletin bütün alan, kişi, kurum ve kuruluşlarını kapsar. Yasama ve yürütme için de bu durum aynıdır. Şu kadar ki; Adalet ve hukukun sağlıklı-düzenli ve sürekli bir biçimde işleyebilmesi için Devlet Denetleme Kurulu dâhil olmak üzere; Bütün teftiş ve denetim kurullarının da yargı erk’i içinde yer alması zorunludur. Yargı’nın icra mekanizması iç güvenlik kuvvetleridir.
Bu anlamda ‘YARGI” fiilen, resmen ve hukuken Anayasa, hak ve halktan yana taraf; Yasama ve Yürütmeye karşı ise tarafsız ve bağımsızdır. Yani: Yargı Yüce Türk milleti, adalet kavramı ve milli hukukun ilkelerini korumak, kollamak, sürekli kılmak ve ‘her ne pahasına olursa olsun’ (diğer kuvvetlere nazaran) hukukun mutlak hakimiyet ve üstünlüğünü sağlamak zorunda ve durumunda olup; Devletteki yeri, tarihi ve anayasal görevi itibarıyla yasama ve yürütme karşısında tam bağımsız bir özelliğe sahiptir. İleri demokrasilerde ve yerleşik hukuk devletlerinde olduğu gibi (örnek: TSK örgütlenmesi ve yönetim biçimi) kendi içinde ‘kendi örgüt ve yönetim yapısını” nevi-i şahsına münhasır ve siyasetten bütünüyle bağımsız bir biçimde (tepede Anayasa Mahkemesinde birleşmiş (ve bağlı) olmak koşuluyla) oluşturmak hakkına sahiptir. Yani:
1.Cumhuriyet Savcıları Milli Konseyi;
2.Yargıçlar Konseyi, biçiminde örgütlenmesi ve bilumum yasal-sosyal-özlük hak ve hukukunu Anayasa ve (1111 sayılı kanun gibi) kendine özgü bir kanun kapsamında yapması gerekir. Aslında mevcut ve mer-i anayasa buna müsaittir. Mevcut, mer-i ve uygulanan haliyle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Anayasa, adalet ahlakı ve hukuk sistemine taban tabana zıt ve aykırıdır. Zira, yürütme yargıyı asla hüküm ve tasarruf altına alamaz.
Nitekim TBMM’nin bir ‘İÇTÜZÜĞÜ’ vardır, Yargıç ve Savcıların da bu olmalıdır.
Elbette icra’nın, Yürütme’nin de…
Mesele: Varlık nedeni, kuruluş ilke, usul ve esasları doğrultusunda “tam bir adalet, hakkaniyet-eşitlik, dürüstlük ve şeffaflık-saydamlık çerçevesinde; devletin hakiki sahibi olan millet iradesinin devlet idaresinde ilkeli, onurlu-sorumlu ve erdemli bir biçimde temsil edilmesidir. Bu anlam ve bağlamda sadece ve yalnızca “kürsü masuniyeti ile mukayyet olmak” koşuluyla Millet-Vekillerinin; münhasıran-mutlaka “görev alanı ve kapsamı ile sınırlı olmak” şartıyla Yargıç ve Savcılar için “Dokunulmazlık” ihdas ve idamesi hukukidir.
Ancak bu hukuk kesinlikle ve asla “asli unsur ve gerçek efendi” millete-halka rağmen her hangi bir imtiyaz-ayrıcalık ve ‘memurin muhakemat kanunu” gibi kitlesel-sınıfa özel ve genel dokunulmazlık ihdasını ve/veya şu an itibarıyla olanı kabul etmez, edemez..
ŞİMDİ ESASA GEÇİYORUM: Her ne kadar şu an için örgüt ve yasa yapısı yukarda arz, beyan ettiğim gibi değilse de; Kifayet ettiği kadarıyla Yargı-Yargıçlar (Hakimler) ve Cumhuriyet Savcıları bu bağlamda görevlerini ifa ve icra ettiler mi? Kesinlikle “HAYIR” İllâ bir şikayet, itiraz ve başvuru beklediler. Neden?
Bir hukuk Profesörü’nün deyimi ile “kör tuttuğunu yapar, devlet soyulup soğana çevrilir, seçimlere her türlü hile karıştırılır, adalet ve hukuk alenen iğfal edilir, saltanat ve sulta icra olunur, karşılıklı aklama-paklama işlemleri milletin gözünün içine baka-baka ifa edilir, hakkında 2500 küsur yıl hapis istenen bir zanlı yüce divanda beraat edebilir, Mecliste aklanabilir iken…. 40 yıldır adalet ve hukuk, Yargıçlar. Savcılar ve güvenlik neredeydi?
EFENDİLER! Yargı, adalet ve hukukun (esasında yasama ve yürütme dâhil olmak üzere) görevi (gerçekten mevcut ve görevlerini müdriklerse eğer) sokaktaki başıboş köpekten, susuzluktan kıvranan sahipsiz bitkiye, oradan dağdaki çobana kadar herkesten ve her şey den haberdar (sessizlerin sesi-kimsesizlerin kimsesi) olmak, her kesin ve her kesimin hakkını ve hukuku korumaktır. Bu şikâyetle değil, takiple-sahiplikle olur.
********
ŞİMDİ GÖREV: ORDU’YA DEĞİL; YARGI’YA VE SAVCIYADIR !...
Mustafa Nevruz SINACI
Konuyla ilgili bu altıncı makale ve her halde adalet ahlakı, siyaset ve yönetim bilimi bakımında muğlak bir kavram veya anlaşılmayan bir taraf kalmadı. Bahse konu beş makale ile Cumhuriyet, Demokrasi, İnsan Hakları, Adalet, laiklik ve hukukun temin, tesis ve kalıcı (sürdürülebilir) bir biçimde ikame ve idamesine dair dayanak, kaynak ve mesnet adına her ne varsa; Peş peşe kamuoyuna açıkladık. Bu güne kadar açıklanan ve yayınlanan makalelerimiz yeterli ve gerekli kamuoyu oluşmasına kâfi geldi. Esasen değil-şeklen Kuvvetler Ayrılığı, bağlamında Yargıçlar (Hâkim) ve Savcıların durumu ile gerçeğin bütün çıplaklığı ile ortaya çıkması sonucu kamu vicdanında yaratılan derin kuşku, ürküntü, güvensizlik ve rahatsızlık alenen ortaya çıktı ve bütün kesimlerce bilindi.
Ve elbette bu yayınlarımız yankı buldu.
Dikkatler Ordu’dan Yargı’ya çevrildi.
Zaten Anayasa Mahkemesinin ilk Cumhurbaşkanlığı seçiminde uygulanması gereken karar yeter sayısı (CHP’nin itirazı üzerine açılan dava) hakkındaki dava ile akabinde vuku bulan türban kararı sonucu aynı tepki ortaya konulmuştu:
“BU BİR YARGI DARBESİDİR!…”
Sanki CHP dava açmasaydı “şeklen” yetki sahibi sanılan ve böylece de olması için defalarca Anayasa değişikliği yapılan Yüksek Mahkeme müdahil olabilecekti. Ne mümkün. Bu sebeple iktidar “hukuk mücadelesine taraftar” muhalefete de tahammülsüz. Bunun neresi demokrasi peki? Son 48 yılın hikayesine baktığınızda daha neler görürsünüz!..
Mesela, şu Millet-Vekili ve “demokrasinin vazgeçilmez” siyaset kurumları konusu çok daha dikkat çekici. Meselenin en can alıcı, kronik ve kritik tarafı milletin yıllardır “muhtar” hariç vekil falan seçmediğidir. Günümüz Politik-ACI’larına bu utanç yeter de artar bile…
İşin daha garip ve acayip bir yanı da; Son 50 yılda parlamentoda görev icra eden sözde milletvekili (!) çoğunluğunun hukuk formasyonlu olmasıdır. Avukat, hakim-yargıç, noter vs.. Hiç bu durum dikkatlerini çekmedi mi? Gözlerinin önünde yıllarca devlet de halk da soyuldu. Krizler ve skandallar birbirini izledi. Akamete uğrayan araştırma ve soruşturma komisyonları; Sözde Lider nam parti-sulta, saltanat sahiplerinin oturup birbirlerini aklamaları. Bütün halk için tek taraflı istifa müessesesinin TBMM’de onaya bağlı tutulması. İmtiyazlar, ayrıcalıklar ve yüz karası dokunulmazlıklar. Asıl millet yolsuzluk, yoksulluk ve açlıktan kıvranırken üst üste karar altına alınan kıyaklar. Halka sorulmadan AB-D uğruna, aklama-paklama uğruna yapılan Anayasa değişiklikleri. Hapiste mevkuf terörist mahkümların vekil seçtirilmesine kadar uzanan bin türlü rezalet. Daha neler, neler…
Ona rağmen devletin çivisi çıktı. Yolsuzluk da ayyuka, yoksulluk tabana vurdu.
Birileri aşağıdaki gibi ve buna benzer yorumlar yaptılar.
"...Cumhuriyet, bir dava ve misyon yani biçimlendirmeye reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Onun, Hukuki bünyedeki çelişkileri yok etmeye yönelmiş bir devrim hareketi olarak tezahürü bundandır. Ortaya getirdiği “kuvvetler birliği” ilkesiyle, egemen iradeyi, belirlenebilir ve itaat edilebilir bir güç makamına oturtmaya yönelmesi de bundandır. Cumhuriyetin başlangıçtaki ilkesi ve eğilimi buydu. Ve sonuçta milletin egemenliğinin, “bila kayd-ü şart” olması ilkesini l924 Anayasasına dercettirmişti.
Ama ne yazık ki, l960 yılında milletin egemenliğinin kayıtsız ve şartsız tahakkukunu sakıncalı gören bir gurup öğretim üyesi rehberliğindeki bürokrat bir zümre, milli egemenliğin tek tecelligahı olan TBMM yerine devlet fonksiyonlarını, eş düzeyde yetkili organlar eliyle, biri diğerinin işlemesini durdurabilecek (ya da milli iradenin gerçek anlamda tam tecellisini engelleyecek) pozisyonda çeşitli özerk organlara dağıtarak, Tanzimatvari kuvvetler ayrılığı ilkesini yeniden ve daha usturuplu bir biçimde bünyeye sokmuştur. Böylece, nazarî olarak değilse bile pratikte, millet egemenliğini, çözümsüzlüğün ve istikrarsızlığın frenleyici aracı haline getiren bir hukuk platformu oluşturulmuştur. Bunu da ne tuhaftır ki, ilk Cumhuriyet devrimine ve devrimcisine bağlılık iddiasıyla sunabilmişlerdir. Tıpkı Tanzimat’ta padişaha ve İslam’a sadakat beyanında bulunup da onların etkinliklerini yok eden Islahatçılar gibi...
Aslında l96l anayasası, Cumhuriyeti kuran iradenin hukuk alanındaki çözüm ve düzenleme tarzı ile, l924 Anayasasının şekillendirdiği Cumhuriyetin o gün ki niteliklerini yok eden ve Tanzimat’ı çağrıştıran, yeni bir deneme niteliğindeydi..Tanzimat dönemini tarafsız bir gözle görenler, bu günkü olayların o dönemle olan benzerliğini hemen fark ediverirler."(*)
Ve daha pek çok yorum ve yaklaşımlar.
Ama gerçek şu ki: Sonuçta herkes “Orduyu göreve çağırarak” sözünü noktalıyordu.
İşte yanlış olan bu:
DOĞRUSU:
Tabana vurmuş bu kaotik ve karmaşık sıkıntının artık Orduyla değil; Yargıya, adalet, hukuk ve Savcıya ihtiyacı vardır. Sorun ancak hukuk’un çözebileceği derece girift bir sarmal’ a dönüşmüştür. Büyük İskender ve asker tarafından bir kılıç darbesi ile çözülmesi kabil (Gordion-kördüğüm) sınırı çoktan aşılmış ve geçilmiş bulunmaktadır. Zira neredeyse üçte biri suçlu, takipli ve zanlı durumuna düşmüş bir ülkede askerin yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Son 48 yılda ülkemiz bir suç batağına sürüklenmiş, ilişkiler iç içe girmiş, yolsuzluk, yalan-talan ve suiistimal tam bir sarmal haline gelmiştir.
Yakalanan suçlular arasında zaman-zaman Emniyet Müdürleri, Yargıçlar, Savcılar ve generaller bile bulunabilmektedir. Belediye başkanı, genel müdür, müdür ve şef cabası.
Şu hale nazaran: Sorun hukukidir ve ortada ağır bir hukuk suiistimali vardır.
Ancak, bunun faili bütünüyle hukukçular veya kurumsal bağlamda yargı değil; O’nu var gücüyle kontrol altında tutmaya, adalet ve hukuktan uzaklaştırmaya ve siyasallaştırmaya çalışan yasama ve yürütmedir.
İşin ucu yasama ve yürütmeye, siyasi partiler ve bunlar üzerinde etkin unsur haline dönüşen uluslar arası Mason tarikatı, dönme-devşirme ve sabetaylara kadar dayanmıştır. Esas sorun buradadır. Yıllardır varit iddialara, yazılan yüzlerce kitap ve belgelere göre Atatürk’ün katili masonlardır. 27 Mayıs kalkışması ile Atatürkçülüğün katili de… Bu kaosa sürüklenen ülke de bu menfur unsurların payı büyüktür.
Öyle ise yargının temel kriterleri milli hukuk normları, adalet ahlakı, Atatürk ilkeleri, Türk İnkılabı ve Türk Medeniyetinin sarsılmaz usul ve esasları olmak zorundadır.
Adli makam ve mercilerde bütün bilgi, belge ve dosyalar mevcut olmakla; İşe önce: (siyasi parti kapatmaları dahil) resmen tekzip edilmemiş gazete haberlerinden başlanmalı ve süreç teftiş-denetim kurulu raporları ve halktan gelecek ihbar ve şikayetlerle derinleştirilip, mal edinim, yasa dışı iktisap, yolsuzluk ve çete soruşturmaları ile sürdürülüp sonuna kadar (bütün alan-kurum ve sektörleri kapsayacak biçimde) devam ettirilmelidir.
Bunun yapılabilmesi ve başarılması halinde görün bakın ülke çarçabuk nasıl düzeliyor.
Bu, bütün Savcılar, milletin mahkemeleri ve yargıçlar için kaçınılmaz bir vazifedir.
Üstelik, son derece haklı, hukuki, adil ve demokratik.
Buyurun bütün Yargıçlar ve Savcılar iş başına..

YARGI SADECE "GÖREVİNİ YAPSIN" YETER!...
ŞERAİT'İN KESTİĞİ PARMAK ACIR MI? ELBETTE ACIMAZ.
(*)Kaynak: http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=431&Itemid=52

Hiç yorum yok: