UYARI
VE ARMAĞAN
Mustafa Nevruz
SINACI
Öncelikle ifade etmek ve altını
çizerek belirtmek gerekir ki; 12 Haziran 2011, 24. cü dönem (parlamenter atama
/ belirleme usulü) milletvekili (!) genel seçimleri, tam bir ucube, rezalet;
hak, adalet ve hukuk cinayeti, utanç verici bir skandal olarak tarihe
geçmiştir.
Şimdi,
hiçbir partinin ön seçim yapmadığı.; Asli, insani, hukuki ve anayasal hak olan
“vekilini bizzat belirleme, önerme ve seçme” imkân, fırsat ve iradesinin alenen
gasp edilerek, seçmenlerin “Noter gibi” kullanıldığı antidemokratik bir
belirlemenin ürünü; Hükmen atama yoluyla tayin edilip millete cebren ve hile
ile tasdik ettirilen kimselerle Anayasayı ilga, devleti dönüştürme ve milleti
motive etmeye kalkışmak, en azından bir insanlık suçudur.
İşte,
mevcut ve mer-i politik-ACI’ların, nice umur-u devlet ehli, asli unsur ve
hakiki hüküm sahibi millete rağmen onursuzca, sorumsuzca ve pervasızca iştigal
ettiği cürüm budur. Üstelik milletin “muhalefet görevi” verdiği partiler,
parlamenterler, adalet cihazı ve hukukun üstünlüğünü korumakla memur ve
mükellef kurum sorumlularının gözünün içine baka baka..
Özellikle
ve şu hale nazaran; Mevcut Anayasa ve hukuk nizamını korumakla mükellef hali
hazır Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın kırmızıçizgisi tarzında deklare
edilen: “Yeni anayasanın kriteri insanlık onuru olmalıdır” biçimindeki sözleri;
Adeta bu onursuzluk ve sorumsuzluğu meşrulaştırılma girişimi gibi
algılanmıştır.
Bu
vesileyle “dönem açısından” fevkalâde önemli ve değerli bir çağrı; Daha açık
bir deyimle, “mevcutların muhtaç olduğu uyarı, ilim, tarih ve fikri armağan”
mahiyeti arz eden; 14., 15., 19. ve 20. dönem Denizli Milletvekili, TBMM
(Emekli) Başkan Vekili ve Türk Parlamenterler Birliği (TPP) Onursal Başkanı
Hasan Korkmazcan’ın 23 Nisan Egemenlik (özgürlük) ve Çocuk Bayramı’nda
yayınladığı, “Sayın Milletvekilim” diye büyük bir edep, hâya ve tevazu ile
başlayan “açık mektubu”nu ilgi, bilgi ve dikkatlerinize sunuyorum.
“Sayın Milletvekili'm,
TBMM’nin
93. Açılış Yıldönümü’nde, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mızın sonsuza kadar
kutlanması dileğimle sevgi ve saygılarımı sunarım. Yıllardır ülke yönetimiyle
ilgili görüş ve düşüncelerimi parlamenter dostlarıma iletmeyi, Türk Demokrasi
Tarihi’nin önemli bir bölümünü – 1956‘dan itibaren gazeteci, 1969’dan itibaren
parlamenter olarak – izlemiş olmanın bana yüklediği bir görev saydım. Bugün de
aynı duyarlılık ve duygularımla bazı değerlendirmelerimi size sunmak istiyorum:
Öncelikle
Milletvekili kimliği konusundaki inancımı bir kere daha belirtmeliyim: “Her bir
milletvekili, şerefli yemin metninin bağlayıcılığıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün önde gelen güvencesi olma
sorumluluğunun bilincindedir. Milletvekilinin, seçiliş şartları ve seçilme
beklentilerinin oluşturduğu tüm zorluklara karşın, TBMM’nin kahramanlık ruhuna
ve yemin onuruna bağlılığı her türlü sadakat duygusunun önünde gelir.” Daha
önceki yazılarımda size ilettiğim bu anlayışı bugün de aynen koruyorum.
Başka
bir siyaset anlayışının etik temelden yoksun olduğuna inanıyorum.
Toplumumuz,
günümüzde anlamlandırmakta ve yorumlamakta güçlük çektiği bazı kaygılarla karşı
karşıyadır. Kaygılar giderek derinleşmekte, belirsizlikler birer bunalım
kaynağına dönüşmektedir. Binlerce yılın birikimi olan ortak ilke ve değerlerimizin
aşınmasına yol açan bir yönetim anlayışıyla mı yönetiliyoruz? İktidar odakları
bu gidişin planlayıcısı mı, uygulayıcısı mı, seyircisi mi?.. Bu gelişmeler bazı
çevrelerin dayatmalarının kaçınılmaz sonucu mudur? Bazı iktidar yöneticilerinin
ülke-dünya dengelerindeki temel algılamaları bir yenilmişlik değerlendirmesine
mi dayanmaktadır? Belgeli tarihi binlerce yıl olan Türk Devleti’nin yalnız
kendisi için değil, komşuları ve diğer ülkeler için de savunduğu egemenlik ve
bağımsızlık esasına dayalı, karşılıklı saygı ile yürütülen dış ilişkiler
ilkeleri hangi zorunluluklarla gölgelenmektedir? Bazı uluslararası kuruluşlar,
devletler ve bunların temsilcileri mütekabiliyet ve kendi yükümlülüklerine eş
zamanlı sadakat ilkelerini, söz konusu Türkiye olunca neden kolayca ihmale
yeltenmektedirler?”
“Müttefikimiz ülkelerle mevzuat
birliğimize rağmen asker gönderme ve kabulde neden farklı usuller uyguluyoruz?
Yürütme ve yargının uygulamalarında Anayasa’ya, kanunlara ve özellikle hukuk
devletinin temel ilkelerine aykırılıklar zaman zaman tersinden bir sıkıyönetim,
olağanüstü hal veya kriz yönetimi anlayışıyla mı yaygınlık kazanmaktadır?
Devletin kanun hâkimiyetini, kamu düzenini, kamu güvenliğini ve hukuk istikrarını
sağlama görevi hangi anayasal yetkiye dayanarak belirsizlik süreçlerine
sokulabilmektedir?
Türkiye, Anayasa
metninin yargıçlarla yazıldığı tek hukuk devleti, Cumhurbaşkanı statüsünün
seçim yerine yasa yorumlarıyla gerçekleştiği tek cumhuriyet olma durumuna nasıl
sürüklenmiştir? Bu sorular ve benzerleri birçoğuna katıldığım, bizzat tespit
ettiğim ve somut örnekleri çokça yaşanan olaylardan doğmuştur. Sorunları yeni
sorunlarla perdelemek, müsaadeli düşmanlıklarla gerilimler, sahicileştirilmiş
başarılarla zaferler sahnelemek bazı güçlerin yönetme ve yönlendirme metodu
olsa dahi, bizim ülkemizin insanlarının irfanını doyurmamaktadır.
Durum
başka türlü olsaydı, güç sahiplerinin gücü arttıkça alkışlamakta gönülsüz, güç
sahibine yaklaşanları değersizleştirmekte aceleci davranmazdı.
Milletimiz tarihte hep kendi azim ve
kararıyla yol almıştır.
Türk Milleti 93 yıldan beri de
huzuru ancak, TBMM’nin devlet idaresinde millet iradesini etkin olarak
uygulatabildiği dönemlerde bulmuştur. Kaygı, huzursuzluk ve bunalımlar işlerin
TBMM’nin etki, gözetim ve denetimi dışına çıktığı veya öyle algılandığı
süreçlerde doğmuştur. Günümüzde TBMM’yi yasa yapma, yasaların uygulamalarını
denetleme, halkı bilgilendirme ve halkın taleplerini siyasi alana taşıma
konularında sıradanlaştıran kaynağı belirsiz oldubittiler, toplumda karşılığını
puslu bir ortam ve yön duygusunu yitirmişlik olarak bulmaktadır.
Ülkemizdeki puslu ortam bir yandan
siyasi, sosyal ve etik bunalımı beslerken, diğer yandan marazi ve sapkın bir
anlayışla Türk düşmanlığı zemininde buluşanların (ki bunlar herhangi bir
milliyete bağlanamazlar, zira milliyetçi her ulusa saygılıdır; hatta kendi
ırklarını üstün görme maluliyeti taşıyan ırkçılardan bile değildirler, ırkçılar
hiç olmazsa başkalarının direktifiyle değer düşmanlığı yapmazlar) ölçüsüz
taleplerle ortaya dökülmesine yol açmaktadır… Yeni Haçlılık’ın kanlı araçları
olan EOKA, ASALA ve PKK gibi örgütlerin lobilerine dayananlar adeta kamu
yetkileri kullanmaktadırlar.
Türkiye sanki bir savaş kaybetmiş,
Türk milleti sanki kayıtsız şartsız teslim olmuş, Türk devleti sanki yeniden
kuruluyormuş gibi Anayasa taslaklarının propagandası yapılmaktadır. İkinci
Dünya Savaşının kayıtsız şartsız teslim olan mağlupları Almanlar, İtalyanlar ve
Japonlar bile bu kadar ahlaksız tekliflere muhatap kılınmadılar. Galipler,
yendikleri, hem de insanlık dışı ırkçı uygulamalarla suçladıkları Almanlar’ın,
İtalyanlar’ın ve Japonlar’ın Milli adlarını Anayasa’dan çıkarmalarını istemek
cüretini göstermediler.
Galip işgalcilerin yazdığı Alman
Anayasası Madde:116 vatandaşlığı “Alman Kavmiyeti” bağlantılı olarak hükme
bağlamıştır. İtalyan Anayasası Madde: 51/2 “Etnik İtalyanlık”ı bile
vatandaşlığa bağlamıştır. “Güneşin Oğlundan” insan kimliğine dönüşen Japon
imparatoru Hirohito bile işgalcilerin yazdığı Anayasa’yı 3 Kasım 1946 günü yeni
bir Anayasa olarak değil, “Japon
İmparatorluk Anayasası’nın DEĞİŞİKLİĞİNİ yayınlıyorum” ibaresiyle yürürlüğe
koymuştur. Gerçekleri örtmekte sınır tanımayanlar Osmanlı Devleti’nin yapısı ve
kimliği hakkında da tarihi inkâr etmektedirler. Osmanlı Devleti Aliyesi Kadim
Asya İmparatorlukları’nın ve Selçuklular’ın devamı olarak milli, merkezi ve
üniter bir devlet anlayışını hayata geçirmiştir.
1876 Anayasası’nın Osmanlı kimliğini
esas alan hükümleri içindeki 18. Madde’de: “Hidamatı
devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan Türkçeyi bilmek
şarttır” ibaresi yer almaktadır.”
“Aynı şekilde 57. Madde’de “Heyetlerin (Heyeti Ayan ve Heyeti Mebusan)
müzakeratı lisan-ı Türki üzere cereyan eder” hükmü yer almaktadır. 68.
maddede “Osmanlı tebaası olmayan, ecnebi
hizmetinde olan ve Türkçe bilmeyenlerin” heyetlere seçilemeyeceği hükme
bağlanmış, yeniden aday olabilmek için “Türkçe
okumak ve mümkün mertebe yazmak şart olacaktır” hükmü yer almıştır.
Bu
gerçekleri görmezlikten gelenlerin tarih tahrifatçılığı tescillenmiştir.
Bir
başka tarih yalanı da Türklük kavramının 1924 Anayasasıyla ihdas edildiği
iddiasıdır. Halbuki TBMM 1-2 Kasım 1922 tarihli kurucu Anayasa hükmündeki 308
numaralı kararında “Birkaç asırdır saray
ve Bab-ı Âli’nin cehalet ve salahati yüzünden devlet azim felaketler içinde
müthiş bir surette çalkalandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu
bir anda Osmanlı İmparatorluğu’nun müessis ve sahibi hakikisi olan Türk Milleti
Anadolu’da hem harici düşmanlarına karşı kıyam etmiş, hem de o düşmanlarla
birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan saray ve Bâb-ı Âli aleyhine
mücadeleye atılarak TBMM ve onun hükümet ve ordularını biteşkil harici
düşmanlar saray ve Bâb-ı Âli ile fiilen ve müsellehan ve malum müşkilât-ı
şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidale girişmiş ve bugünkü halâs gününe
vasıl olmuştur. Türk milleti saray ve Bâb-ı Âli’nin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu isdar ederek onun birinci maddesi ile hâkimiyeti Padişahtan alıp
bizzat millete ve ikinci maddesi ile icrai ve teşrii kuvvetleri onun yed-i
kudretine vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, sulh akti gibi bütün
hukuk-ı hükümraniyi milletin nefsinde cem eylemiştir. Binaenaleyh; o zamandan
beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve millî bir
Türk Devleti yine o zamandan beri Padişahlık merfu olup yerine TBMM kaim
olmuştur.” ibarelerini tarihe silinmez harflerle kazımıştır.
Batıda
bazı sapkın çevrelerde görülen ırkçılığı Türk Milliyetçiliği’ne yöneltmek
aşağılık bir işbirlikçiliktir. Türk Milliyetçiliği’ni ırkçılıkla suçlamak bir
nefret suçudur ve milleti tarih içinde aşılan geri yapılara doğru çözme
amaçlıdır. Türk Devleti’nin kimliğini tartışanlar, yönleri emperyalizmin
Sevr’ine ve 1071 Bizans’ına dönük olanlardır. Ayetleri eksilterek, Hadis’lere
ekleme yaparak bu gerçekler örtülemez, olsa olsa sahiplerini kutsalların
tahrifçisi yapar.
Milletimiz
kaygı ile izlediği ve bilinç ile kaydettiği her türlü hukuksuzluğun hesabını
elbette soracak kararlılığa sahiptir. Milletteki kaygının temel sebeplerden
biri, kendi hukuk dışı konumları tescillenenlerin TBMM üyelerini de aynı gayrı
meşru zemine çekme gayretleridir.
TBMM’nin
Anayasa değişikliği yapma yetki ve sınırları TC Anayasası’nda açıkça
belirlenmiştir. TBMM elbette yeminlerine onurla bağlı üyeleri eliyle yasama
organını kendi meşruiyetini çiğneyecek konuma düşürmeyecektir.
1971’de
Anayasanın 147. Maddesi’ni bizzat kaleme alan, Partilerarası Anayasa
Komisyonu’nun başkanı olarak, şanlı TBMM’nin değerli üyelerinin milletin
verdiği kutsal yetkiye hiçbir gücü ortak etmediğinin ve kendi tercihlerini
hukuk çizgisinden asla taşırmama kararlılığının tanığıyım.
Milleti
şerefle temsil edenlerin kopamayacakları öncelikli ilke, yeminlerine
sadakattir.
Bunun
yerine getirilmediği süreçlerde, vatandaşın millet, ülke ve devletine sadakati
devreye girer.
Sizlerin
de yüce Türk Milleti’nin beklediği gibi TBMM’nin tarihsel bilincini gelecek
kuşaklara şerefle aktaracağınızdan kimse şüphe edemez.
Bu
kutlu günde başta TBMM’nin kurucusu ve ilk başkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
olmak üzere ebediyete uğurladığı bütün millet temsilcilerini rahmetle anıyorum.
Yaşayan bütün parlamenterlerimize esenlikler diliyorum.
En
yürekten saygılarımla,” …//…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder