Mustafa Nevruz SINACI
Evrensel insan haklarının en temel ve en vazgeçilmez şartı yaşama hakkıdır. Yaşama hakkı ve yaşatma görevi kutsaldır. İnsanlar bu hakkı doğuşları ile birlikte elde ederler. Diğer bir anlamda ‘hak’ fıtrattan/yaradılıştandır. Var olan teoriler itibarıyla irdelersek; İnsan hakları, adalet, doğrusal (namuslu, dürüst, onurlu-erdemli-sorumlu) yaşam ve hukuk düşmanı, küresel emperyalizm ve orijini vahşi kapitalizmin fikir babası; Dinsiz, ahlâki değer ve formasyondan yoksun, ateist Charles Robert Darwin (12.02.1809–19.04.1882), İbrani-Yahudi asıllı İngiliz doğa bilimci. “İnsan dahil tüm canlı türlerin doğal seçilim (evrim) yoluyla oluştuğu” (maymundan geldiği) tezini ileri sürer. Veya; Thomas Hobbes’in “İnsan insanın kurdudur” (homo homini lupus) biçimindeki “insanların bencil, zalim ve kötü” olduğunu iddia eden fenomenle tanımlandığı gibi, vahiy kaynaklarının kutsallık izafe ettiği “insan” ı bir değer olmaktan çıkartan mutasyon esaslı sanal teoriler üretilmiş olmakla; (1) Bu iddia, ileri sürüm ve sözde bilimsel kurulumlar; Dünyada ciddi bir taraftar kitlesi tarafından “mal bulmuş mağribi misal” bilinçsizce sahiplenilen ilim dışı tezler, insanı ruhsuz, anlamsız-amaçsız ve değersiz, hayvandan mütekemmil ‘makinize bir tür” olarak kabul ettiği için; Mesnetsiz, çürük, dayanaktan yoksun ilim-bilim dışı ve kinayeten insanlık düşmanlığına matuftur. Bu aykırı iddia ve felsefede “insanca yaşam biçimi” yerine, “hayvan altı hayat sürme” anlayışı hakimdir. Tapınak Şövalyeleri gibi, temelde satanizm, dehşet ve din-vahiy düşmanlığına dayalı bu teori: “Her bireyi hayvansal bir karakter” bazında kabul ve realize eden masonik odaklıdır. Bu teoremde ‘medeniyet’ yerine ‘uygarlık’ söylemi kullanılır. Esas doğru, vahiy kaynaklı ve orijinal “tartışmasız gerçek” teori ise: Yaradılıştır. Ki, evrensel değerlerin kahir ekseriyeti bu “inanç ve gerçek” üzerine kurulu olup; İnsani boyut, bilgi toplumu ve “medeni yaşamı” bu asli-soy değerler (madde ve manâ manzumesi, imtizacı) üzerinde yükselir. Diğerleri sadece anlamsız, biçimsel-maddi bir uygarlıktır. Dikkat ederseniz, teorilerden birinde ulviyet (kutsal insan) diğerinde sadece güç, kapital ve cins kavramına endeksli süfliyet-zillet (değersizlik-maddeyle mukayyet, sınırlı) manâ ve mefhum karşıtı bir niteleme hakimdir. Bir başka anlamda: Kendine, insana, paraya veya şeytana tapımcılık… İşte, sevgili ve değerli Hocam, ilmi-irfanı, saygınlığı Türk âlemini şamil Prof. Dr. İsa Kayacan’ın, yayına hazırladığı “Mezarlık Kültürü” isimli kitapla alâkalı olarak, tarafımızdan istedikleri makaleyi; Bu anlam, bağlam ve kapsamda incelemek gerekir diye düşünüyorum. ÖNCE YAŞAMA HAKKI Ancak, ‘yaşama hakkı’ en açık, berrak, somut ve net biçimde din ve vicdan hürriyeti bağlamında mütalâa olunur. Kısaca, her insan (birey) için “dilediği gibi inanma ve (özellikle) inandığı gibi özgürce bir hayat sürme” hakkını mucip kalıcı bir esasa dayanır. Bu doğal hak, insani boyut ve bilgi toplumu düzeyinde gelişmiş (örneğin: Osmanlı gibi) ileri ve bütün insanlık alemine örnek teşkil eden medeni bir toplumda diri-canlı kültürün ana öğelerinden biri haline gelmiştir. Zira; Darwin ve Hobbes’in iddialarının aksine, yer-dünya “ezeli” (sonlu) bir kütle, buna mukabil insan “ebedi” (sonsuz) kutsal bir yaşam formudur. İnsanlar için ölüm, sadece: “fiziki-dünyevi vücuttan, (farklı, bir sonraki boyutun yaşam biçimi olan) mikrodalga düzeyinde halogramik beden” boyutuna geçişten başka bir şey değildir. Bu gerçek Hazreti Adem atamızdan bu yana bilinmekte olup; Cenaze töreni, mezar (kabir) ve sair ritüeller bütünüyle ders, ibret, saygı, minnet ve şükran ifadesi olarak uygulanır ve sürdürülür. Bir yaşam biçimi (hayat felsefesi) ve sosyolojik vakıa olarak bu hak; İnsanlığın babası Adem’den son Peygambere kadar sistematik bir gelişim süreci izler. Özellikle İslâm dininin ‘tamamlayıcı ve bütünleyici’ inanç ve ibadet sisteminde en geniş biçimi ile tamamlanır. İslâm bununla da kalmaz, ölüm ve ölüm sonrasına ait sürece ilişkin anlamlar yüklenen, insanlarca sahiplenen, saygıyla uygulanan ve yıllardır sürdürülen çok farklı bir kültür öngörür. VE, MUKADDER OLAN ÖLÜM Her ne kadar “doğal bir boyut değiştirme” bile olsa, sonuçta bedensel bir değişim ve (beklenir) mutlak mukadder dönüşüm, “mikro-kozmos aracı-vücudu” terk söz konusu olduğu için, bu vakıa doğal olarak “Mezarlık Kültürü”nü doğurmuştur. Aslında bu kültür Adem’in oğulları Habil ve Kabil’le başlar. Çok bilinen bir hikâye olduğu için üzerinde durmayacağım. Mesele, topraktan olan ve topraktan gelen bölümün (vücudun) tekrar ana cevherine-özüne iblağ etmesinden (dönmesinden) ibarettir. Yaratılış, ilk ölüm, ilk cinayet ve ilk mezar… İşte ‘mezarlık kültürü’ buradan itibaren başlar. Ancak, başka meseleler de var. KÜLTÜR KAVRAMI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER Fakat, önce ‘kültür’ üzerinde kavram, anlam ve tanım olarak bir tespit yapmak gerek. Sosyolojik boyutta bu kavram, batılı bilimsel (!) çevrelerde çokça tartışılan, bilhassa gelenek ve görenekler bağlamında sistematik olarak yozlaştırılmaya, eritilmeye, çürütülmeye, basitleştirilmeye, küçümsenmeye ve güncel hayattan dışlanmaya çalışılan bir olgudur. Zira klâsik anlamda kültür bir bütündür. Sadece yaşam boyutunu değil, yaşam ötesini de kapsar. Oysa bu durum, ahlâken tefessüh etmiş, kapitalist-emperyalist batı (AB) ve emperyalizmin eli kanlı küresel jandarması ABD’nin politik amaçlarına (evrensel çıkarlarına) ters düşmektedir. Ana konumuz çerçevesinde aşağıda açıklanacağı üzere, mezkür topluluklar medeni olmaktan uzak, Atatürk’ün deyimi ile sadece uygar, madde bağımlısı, bencil, haris, Hobbes ruhlu ve sömürücüdürler. Genel olarak Doğu, fakat özellikle de Türk-İslâm kültürüne açıkça ve asırlar süren sinsi düşmanlıklarının (sosyokültürel fobi ve psikolojik savaş) nedeni budur. Dolayısıyla, kelimelerin kavgası ve kavram kargaşasının sessizce yaşandığı bu alanda, bilim otoriteleri tarafından ‘üzerinde mutabık kalınan’ resmi mercilerden onay almış tanımı burada açıklamakta ve müteakiben konu ayrıntılarına girmekte fayda var. (2) “KÜLTÜR”: Genelde, “var oluş ve yaradılıştan bu güne kadar; İnsan eli, fikri, fiili emeği, akıl ve melekeleriyle oluşturulan ve geliştirilerek günümüze kadar ulaştırılan; Davranış (yaşam) biçimi, değer, maddi manevi eser, bilim-teknoloji ve birikimin bütünü” ‘KÜLTÜR’ dür. Bu bağlamda Türk milleti, muhalif güçler ve insani bakımdan az gelişmiş unsurlar tarafından şiddetle nefret ve haset edilen, öfke ve kıskançlık duyulan yüksek bir kültür, insani siyaset, manevi değer ve medeniyetin asil sahibi, hadimi ve daimi muhafaza unsurudur. Bu kültür ve medeniyetin son halkası Atatürk, Türk inkılâbı ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti olarak şekillenir. Türk Milleti’nin özgün “milli” kültürü, Cumhuriyet adalet ve fazilet temeli üzerine kurulu, esas karakteri itibarıyla, ileri-çağdaş, modern ve katılımcı bir Demokrasiden yanadır. Gerçek Demokrasi: Medeniyet, adalet, mutlak eşitlik, ilim ve irfan ile bütünleşik ve özdeştir. Türk kültür ve medeniyetinde “Devlet insan için vardır. Kanunlar anayasaya, anayasa ise insana ve insan tabiatına aykırı olamaz. Hükümet; Millet iradesinin, devlet idaresinde tecelli biçimi olup; Hakimiyet, kayıtsız ve şartsız milletindir.”
Bütün kurum ve kuruluşları ile Devlet ve hükümetler halkın emrinde ve hizmetinde olmak ve bu hizmeti “kamu yararına” sürdürmek için vardır. Hakimiyet, hikmet ve meşruiyet bununla kaimdir. Seçilmiş veya atanmış olsun, bütün “Millet Memurlarının” Halka rağmen değil; “halk için ve halkla birlikte, millete hizmet etmesi”, devlet umuru, halkın refah, adalet, barış ve mutluluğu için çalışması şarttır. Türk Milleti Çalışkan, Zeki, İlkeli, Onurlu, Sorumlu, Namuslu, Faziletli ve Dürüst olmak; Aslına rücu etmek ve Asaleti’ne uyan bir yaşam biçimini benimseyip sürdürmek zorundadır.” Çükü devlet, insanların huzur ve mutluluğu için vardır. NEDEN BU KADAR AYRINTILI BİR TANIM? Şimdi, şöyle düşünebilirsiniz; “Konumuz ‘mezarlık kültürü’ oysa sen tuttun geniş bir çerçeve çizdin ve ortaya devasa bir fotograf koydun! Ne alâka?” Ebette ilgili ve önemlidir. Zira konuya, en can alıcı noktasından girmek istiyorum. Şöyle ki: İlk tapu senedimiz, Osmanlının en büyük mezarlığı olan Karacaahmet kabristanıdır. Tarihçi Necdet İşli Karacaahmet mezarlığı hakkında şöyle der: “Karacaahmet Osmanlı devleti’nin en büyük mezarlığı, bu iklimdeki ilk tapu senedidir. Mermer taşlarıyla âdeta mahşerdeki Osmanlı’yı hatırlatır. Servileri ve gravürlere yansıtılmış göz alıcı topoğrafyası, muhteşem manâ zenginliği ve olağanüstü güzelliği ile yerli ve yabancıları derinden etkiler ve büyüler. O, kuşlarıyla, böcekleriyle ve hiç eksilmemiş kedi ve köpekleriyle ayrı bir dünyanın göstergesi, Türk mezarlık kültürünün yaşayan en büyük abidesidir” der. Ancak, yıllardır Mezarlık kültürü yok ediliyor. Başta Muhteşem Karacaahmet olmak üzere Türk, İslâm ve Osmanlı mezar taşı ve mezarlık kültürü sistematik olarak yok edilmeye çalışılıyor. Her biri ayrı biri sanat eseri ve tarih belgesi olan, görülmek için yapılmış bulunan mezar taşlarını gözlerden gizlemek için Karacaahmet mezarlığı iki metre yüksekliğinde taş duvarlarla çevrildi; Hem de klâsik Osmanlı mimarîsi örneği küfeki tarihî mezarlık duvarları, aile sofa ve hazire duvarları da yok edilerek! TARİH KATLİAMI Yapılan düpedüz tarih katliamıdır. Hepsi ayrı birer değer olan Osmanlı mezar taşları günden güne yok ediliyor… Sergilenen fotoğraflar, acı gerçeğin birer belgesidir. Beş yıl, on yıl arayla yapılan tespitler, vahameti gözler önüne seriyor. Fotoğrafı bulunmayan, katalogu yapılmamış, ilmî parselâsyonu bile olmayan 50 hektardan fazla engebeli araziye sahip bu mezarlığın önce duvarlarla kapatılması, sonra da içeride fotoğraf çekiminin yasaklanması ilme ve akla; Türk kültür ve medeniyetine, hele hele ‘şeffaflığa’ hiç mi hiç uymaz… YÖN DEĞİŞTİREN KAÇAKÇILIK Yabancılar eskiden heykel başı kaçırıyorlardı; Son zamanlarda ise mezar taşlarının başlarını kaçırıyorlar. Pek çok tarihî mezar taşının birebir istampajı çok şükür elimizde. Yasa ne diyor?.. “Karacaahmet Mezarlığı dahilindeki eserler 2863 sayılı Eski Eserler kanunu’na tâbidir. Mezarlıkla ilgili işlemler, taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları koruma bölge kurulunun müsaadesine tâbidir. Zira burası, yeni kurulmuş bir mezarlık değil, altı asırlık bir mezarlıktır. Mezar taşı tahribi kanuna göre suçtur. Peki, yasanın bu hükmü işletiliyor mu? Ne yazık ki hayır!.. Fakat bu arada görülmemiş, duyulmamış, inanılması pek güç bir şey oldu: Mezarlıklarda fotoğraf çekilmesi de yasaklandı! Mezar taşları ve mezarlık kültürü ihtisas işidir. Uzmanlık meselesidir. Bu konuda akademik bir kuruluş veya eğitim müessesesi yoktur. Resmî işlemler, bu konuda ihtisası bulunmayan, dolayısıyla, bu konuda diploma sahibi olmayan kişilerce yürütülmektedir. Acilen kitabeler ve mezarlık kültürü üzerine kürsü veya enstitüler kurulmalı, mezarlıkların eksiksiz katalogları yapılıp devletçe yayımlanmalıdır. Özellikle Karacaahmet’te ve Anadolu hinterlandına yayılmış pek çok mezarlıkta Türk tarihinin önemli birçok vesikası toprak altında kırık-metruk hâlde bulunmaktadır. Dün dikili bulunan Reisülhattatîn Trabzonlu Ömer Vasfi Efendi’nin ve şair Enderunlu Vasıf Efendi’nin mezar taşları, niceleri gibi bu gün yerinde yoktur. Taşlardan hiç olmazsa kalanını kurtaralım. Mezar taşları müzelik ve sergilik objeler değildir… Mezar taşı toplamak, mezarların yerlerini kaybettirmektir. Mezar taşları, koleksiyonculara maledilemez, koleksiyon malzemesi olarak da kullanılamaz. Yapılması gereken ilk iş: Tarihi Mezar taşı tahribinden vazgeçmek, mezara saygı duymak, hürmet göstermek, “yeryüzünden ahrete açılan kapıları” özenle korumak ve toprağa verilene-ölene ait hukuku çiğnememek, çiğnetmemektir… AVRUPA VE DÜNYADAN ÖRNEKLER Yukarda bahse konu ettiğimiz muharref Hıristiyan, ateist, pagan ve materyalist evrim teorisini ağırlıkla yaşayan vahşi Batı da; “yaşlılar huzur evine, ölüler ‘huzur ormanlarına' felsefesini baz alan garip bir yaşam biçimi vardır. Burada konuyla ilgili bir haberi sizlerle paylaşmak istedim. Oldukça yakın tarihlere ait güncel haber şöyle: “3500 özel defin şirketinin çatı kuruluşu olan Alman Defin Birliği (DBD) yeni şartlara ayak uydurmaya çalışıyor.” Birlik başkanı Rolf Lichtner, cenazesini yaktıranların oranının her yıl katlanarak arttığını belirtti. Geçtiğimiz yıl cenazelerini yaktıranların oranının yüzde 44 olduğunu belirten Lichtner, bu oranın Almanya'nın Fransa, İtalya, İspanya gibi ülkeleri geçerek İngiltere'ye yaklaştığını gösterdiğini ifade etti. BDB verilerine göre, komşu Fransa'da ölülerin yakıldığı fırınlara (krematoryum) başvuranların oranı % 24, İngiltere'de % 68. Cenaze yakıldıktan sonra dört temel ihtimalin bulunduğunu belirten Lichtner, "Klasik toprağa vermenin yanı sıra külün deniz üzerinde serpilmesi, gizli bir yere gömülmesi veya güzel bir ormanda gömülmesi popülarite (!) kazanıyor." dedi. Lichtner'e göre gizli bir yere gömülmek isteğinin arkasında önemli sosyal problemler gizleniyor: "Avrupa'da insanlar birbirine yük olmaktan korkuyorlar, bu korku hayattayken de geçerli, ölümden sonra da. Fakir bir ailenin yaşlısı öldüğü zaman, mezarının bakımı akrabalarına ek masraf olmasın diye cenazesinin kimsenin bilmediği bir yere gömülmesini tercih edebiliyor. Bunların oranı % 8. Bunun bir başka versiyonu ise külün deniz üzerine serpilmesi, denizin tercih edilme oranı % 3. “Hıristiyanlıkta insanın mezarının olmaması caiz değil; Ancak toplumda dinî değerler aşındığı için mezarlık kültürü ve ahiret anlayışı da günden güne zayıflıyor, yok oluyor." 1990'lı yıllarda İsviçre'de ortaya çıkarak komşu ülkeler Almanya ve Fransa'ya hızla yayılan bir başka yenilik ise cenaze külünün ‘Huzur ormanına' gömülmesi. Avrupa genelinde patent edilmiş bu ‘icadın' mantığını Alman Friedwald (Huzur ormanı) şirketi sözcüsü Corinna Brod şöyle anlatıyor: "Yakılan cenaze mezarlığa değil, bir ağacının dibine gömülüyor. Kül kabı, zamanla kendiliğinden çözülen bir maddeden, genelde selülozdan yapılır. Naaş, ağacın kökleri tarafından emilir, böylece insanın ağaç suretinde yaşamaya devam ettiğine inanılır. Ağaç rezervasyonu yaptıranların yüzde 80'i bayan, en sevilen ağaç ise meşe." Dört senede 11 ‘huzur ormanı' kuran Friedwald şirketi hem yasalar ile hem kilise ile mücadele ediyor.
Gündeme oturan "huzur ormanları" ile ilgili olarak yapılan basın açıklamalarına göre, Protestan Kilisesi cenaze yaktırılmasını ne kınıyor ne de teşvik ediyor. Katolik Kilisesi ise krematoryumlara 1960'lı yıllardan beri müsaade ediyor; fakat tasvip etmiyor. Friedwald müşterileri arasında dindar insanların da bulunduğunu söyleyen Corinna Brod, "Bazı orman törenlerimize Katolik papazlar da katılır; Halbuki Kilise'nin idari kurulu bunu yasaklıyor. Katolik Akademisi bizi bir foruma davet etti." Yeni defin modasının sosyal sebeplerine de değinen Brod, "Batı'da kopuk aileler çoğaldı. Birbirlerinden yüzlerce, binlerce kilometre uzaklıkta yaşayan aile mensupları bile var. Bu şartlarda mezar bakımı problem olabiliyor. Bürokratik sebepler de var. Kanuna göre Almanya'da sadece bağlı olduğunuz belediyenin mezarlığında toprağa verilebilirsiniz. Halbuki birçok insan sevgilisiyle tanıştığı veya tatil yaptığı yerde mezar yaptırmak istiyor. Huzur ormanları hukuken mezarlık olmadığı için imkânlarımız geniş." diyor. TARİHTEN ÖRNEKLER “Mezarlık Kültürü” diğer ırk, millet, inanç ve kültürlere nazaran Türklerde Habil ve Kabil ile başlayan “gömme” (topraktan olanı tekrar) toprağa verme geleneğinin düzenli olarak sürdürülmesi biçiminde tezahür eder. Diğer kültür ve inançlarda gözlenen yakma, ıssıza terk, toplu imha ve (ateist, faşist, nazizm ve komünist rejimlerde rastlanıldığı gibi) hammadde olarak kullanma eğilimi (din değiştirenler hariç) asla ve hiçbir zaman olmamıştır. Aksini iddia eden batı tarihçileri ise yalancı, müfteri ve maksatlı olduklarından katiyen inanmamak gerekir. Zira, Türk milleti insanca (mütekâmil) yaşam biçimini var-oluşta mevcut orijinden itibaren alıp-günümüze kadar “medeniyet” idraki içinde geliştiren ve onurla taşıyan, (ahlâken ve fıtraten çok yüksek) bir millettir. Esas itibarıyla Türkler daima Müslüman şeraitini izlemiş, Tengri (Tanrı-Allah) anlayışı içinde benimsemiş, yaşamış ve zaman içinde zuhur eden Hak Peygamberlere biat etmekten de asla kaçınmamışlardır. Zaten bu, çok doğal bir süreçtir, olması gerekendir ve nihayet Hazreti Muhammed (SAV) ile noktalanarak hitam bulmuştur. Tarihi ve ilâhi bir gerçektir ki; Her din belirli bir dönemi münhasır olup, bütün peygamberler kendilerinden sonra gelecek şerait ve peygamberi mutlaka haber vermişlerdir. Bazı tarihçi ve Türkologlar tarafından ile sürülen “Şamanlık” ise asla bir din değildir. (3) Bu anlam ve bağlamda Türklerin İslâm Dini ile şereflendikleri 800 yıllarından geriye, MÖ 7.000 yıllarına kadar bilinen bir mezarlık kültürleri vardır. Bunlar yer-yer piramidik, (Orta Asya-Çin) dikilitaş, kitabe, yazıt, gömü, höyük vs. gibi formlarda gözlenir ve İslâm’dan itibaren çok zengin bir kültüre dönüşür. Ki bu çok farklı özel ve uzun bir inceleme konusudur. Gerçek şudur ki: Türk milleti daima arı-duru, saf-temiz, hakiki ve halis bir yol olan insanlık davasını, İslâm’ı, akıl, ilim-irfan, medeniyet ve vahiy yolunu sadakatle izlemişlerdir. (Bak: Zülkarneyn, Dede Korkut, Ergenekon ve Oğuz Kaan) GELELİM GÜNÜMÜZ VE ÜLKEMİZE Günümüzde ölünün defni İslami geleneklere göre gasil, kefenlenme, tabuta konma ve (mevtaya karşı kılınan) cenaze namazının ardından mezara konma şeklinde gerçekleştirilir. Gasil ve kefenleme sürecinde bölgelere göre bir takım mahalli adetler görülür. Bunlar bazı kokulu bitkilerin cennet kokusu inancıyla gasil suyuna konulması, kefene ayet ya da dua yazma biçiminde gözlemlenir. Ölünün defni uygulamalarının Anadolu coğrafyasına yansıması da yine zaman, mekân ve inanç coğrafyasının etkisiyle İslami unsurlar ağırlık göstermekle birlikte, yine bazı eski inanç ve uygulamaların devam ettiğini görmek mümkündür (Kalafat:90-102). Bu konudaki en eski kaynaklara Çin yıllıklarından ulaşılmaktadır. Eski ve Orta Asya Türklerinde ilk örnekler yine hükümdarların ölümlerinde karşımıza çıkar. Zira kaynaklara geçirilmiş olması bize bu törenlerin yapıldığı kişinin belli bir statüsü olduğunu gösteriyor. Türkler cenaze törenlerine önem verdikleri için ölümün gerçekleşmesinden sonraki yedi gün süreyle cenaze işlemlerinin hazırlığı için mevtayı bekletirlerdi. (Roux, 1999:61) Ancak bu süreden sonra cenaze töreni yapılır, törenin ilk hazırlığı ölünün ayrı bir yerde kurulan ölü çadırına taşınmasıyla başlardı. Bu konuda kaynaklar Atilla'nın cenaze törenini şöyle anlatmaktadır. "Cesedini büyük bir gösterişle, herkesin onu seyredebilmesi için meydana kurulan ipekten bir çadır içinde sergilediler" (Roux,). Bu bilgilere göre Göktürklerden herhangi birisi öldüğü zaman ölüyü çadıra korlar. Oğullar, torunları, akrabaları, atlar ve koyunlar keserler ve çadırın önünü sererler. Ölü bulunan çadırın etrafında at üzerinde yedi defa dolaşırlar. Kapının önünde bıçakla yüzlerini kesip ağlarlar. Yüzlerinden kan ve yaş karışık akar. Bu ritüeli yedi defa tekrarlarlar sonra muayyen bir günde ölünün bindiği atı, kullandığı bütün eşyayı ölü ile birlikte mezara gömerler. Defin gününde ölünün akrabaları, tıpkı öldüğü günde olduğu gibi, at üzerinde gezer ve yüzlerini keser, ağlarlar (İnan 2000:177,178). Türklerde cenaze töreni uygulaması esnasında ölü konmuş çadırın etrafında yedi defa dönme geleneğinin gezegenlerle ilgili olduğunu ve bunun bir inanç sistemi olduğuna kanaat getiren düşünürler vardır. Bu kimselere göre, kutsal olarak kabul edilen yedi rakamı yedi gezegenle bağlantılandırılmış olsa gerek. Zira bu görüş cenaze töreninden önce yedi gün bekleme olayını da aynı gerekçeye bağlamaktadır. Daire çizerek dönmelerinin, gezegenlerin hareketine benzemesi veya bunları hatırlatması nedeniyle konu astronomi ve astrobiyoloji ile irtibatlandırılmıştır. (Roux, 1999:246). Azerbaycanlı araştırmacı yazar Mireli Seyidov, bu paragraflarda anlatılan sahneleri farklı bir şekilde yorumlamaktadır. O ölü çadırının etrafına toplanan insanların matem tuttukları esnada onları yönlendirmek ve ölen şahsın hayatını tasvir etmek için ölen kişinin hayatı boyunca dönemlerine göre edinmiş olduğu arkadaşlarının meydana çıkıp onunla hangi dönemde arkadaşlık yapmışsa, o yıllar içerisindeki hatıralarını "pandomim" sanatçısı gibi icra ettiğini ve tasvirlerle onunla olan anılarını anlattığını ifade etmektedir. Bu bilgide ilginç olan, M. Seyidov'un bu durumu geleneksel Türk tiyatrosu olan orta oyunu'nun başlangıcı biçiminde yorumlanır. (Seyidov, 1989:342).
SONUÇ: Mezarlıklar (kabristanlar) yeryüzünün bir başka boyuta ve ahirete açılan kapıları, pencereleri; Yıllarca ruhumuzu taşıyan bedenlerimizin ebedi istirahatgâhı ve toprağa dönüşüm yerleridir. Özellikle Türk kültürü, İslâm dini ve insani boyutta mezarlıkların önem ve değeri çok büyüktür. Zira ceddine-atalarına (ölülerine) saygısı olmayanların yaşayanlara da saygısı yok demektir. Onlar ki, insanlığı bu güne taşıyanlar ve bütün yaşamlarını ati-istikbal, yeni nesiller uğruna (gerektiğinde) feda edenlerdir. Bunlar arasında gönül erleri, halk erenleri, tasavvuf büyükleri, kanaat önderleri, şehitler ve gaziler vardır. Fakat O’nlar her kim olurlarsa olsunlar neticede “yaşanan günün” temel, sebep, amil, yegâne unsur ve mimarlarıdırlar. Hattâ, onların çoğu ölü değil diridirler. Yaşayanlar gibi hürmete lâyık, muhabbeti mucip, ilham ve duayı mülzim mübarek mekan ve adreslerdir.
Dolayısıyla en eskisinden en yenisine kadar (dünyanın neresinde olursa olsun) bütün Türk mezarları, mezarlıkları, türbe ve yatır kabirlerinin özenle korunması, bakımlı ve temiz tutulması, kataloglarının yapılması ve ati (gelecek) ile mazi (geçmiş) arasındaki köprülerin, tüm aziz hatıralarla birlikte yaşatılması; İnsan olarak hepimizin görevi; İnsana saygı, ATA’ya şükran, kültür ve medeniyetimizin zorunlu gereğidir. Çok ilginç bir anekdotla konuyu bağlamak istiyorum. Şöyle ki; ATATÜRK’ÜN VASİYETİ VE ANITKABİR KONUSU Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk de her canlı gibi bir gün ölümü tadacağını çok iyi biliyordu. Bu Atatürk için de kaçınılmaz bir sondu. Dünyadaki hayatın hitamı anlamındaki ölüm, zaman-zaman Atatürk'ün de aklına gelirdi. Ölümü iç dünyasında hissettiği anlarda, düşünceleri sonsuzluğa yelken açardı. Tüm bedenini yine böylesi duyguların kapladığı bir sonbahar günü Atatürk, Ankara Orman Çiftliği'nin yanından geçerken, en yakın arkadaşı, Münir Hayri Egeli'ye; Hayata gözlerini kapattığı zaman defnedilmek istediği ebedi istirahatgâhının yerini ve aynı zamanda nasıl bir mezar istediğini de vasiyet etti. Atatürk'ün vasiyeti, şimdiki Anıtmezarının bulunduğu Anıttepe değildi. Arzuladığı, vasiyet ettiği mezar da, böyle büyük ve üstü kapalı bir mezar da değildi. Yüce Atatürk, daha mütevazi, üstü açık ve gelen geçenin yoğun olduğu Orman Çiftliği'ne defnedilmek istemişti. Atatürk'ün vasiyetini en yakın arkadaşlarından Münir Hayri Egeli'den dinleyelim: VASİYET VE EMANET “Mevsim sonbahardır. Ankara'da Orman Çiftliği'nde idare ortasındayız. Çiftlik müdürü Tahsin Bey, yanında Alman mimarı ile birçok yeni inşaat projeleri hakkında izahat veriyorlar. Çiftliğin büyütülmesi plânları ele alınıyor, sıra karşıdaki bir tepeciğe geldi. Orada bilmem hangi cins tavuklar için bir tesis yapılması düşünülmüş, Atatürk durdu, sonra 'olmaz, bu tepe için benim başka bir düşüncem var' dedi. Sonra bana döndü 'benim için nasıl bir mezar düşünüyorsunuz?' diye sordu. Hepimizin dili tutulmuştu, zannedersem Afet Hanım söze atıldı 'böyle güzel bir günde, böyle şeyler nasıl aklınıza geliyor?' gibi bir cümle söyledi. Atatürk, güldü. O gün bilhassa neşeli, yüzü sıhhat ışıklarıyla nurlanmıştı. 'Ölüm beşeriyetin değişmez kaderidir, marifet unutulmamaktır' dedi. Sonra uzun bir süre pencereden dışarı bakarak ilâve etti: 'Şu tepeye bana küçük ve güzel bir mezar yapılabilir, dört yanı ve üstü kapalı olmasın, esen rüzgârlar bana yurdumun her yanından haber getirir gibi kabrimin üzerinde dolaşsın, kapısına Gençliğe Hitabe'm yazılsın, o tepenin olduğu yer yol uğrağıdır, her geçen, her zaman dua okusun!...' Orada bulunan herkes susuyordu. Kimsenin bir kelime söyleyecek mecali kalmamıştı. Alman mimar da önüne bakıyordu. Atatürk 'Mamafih bütün bunlar benim fikrim. Türk milleti elbet bana münasip göreceği şekilde bir yer yapar' diyerek hüzünlü konuşmayı bitirdi. Aradan yıllar geçti o tepenin adı Hâtıralar Tepesi olarak öylece bomboş kaldı. Türk milleti ebedî atasına lâyık olduğu Anıtkabir'i dikti (!) Acaba, Hâtıra Tepesi'ne bir taş dikilip üstüne Gençliğe Hitabe'si yazılsa ne olurdu? Atatürk'ün vefatından sonra, nereye defin edileceği tartışma konusu oldu. Atatürk'ün aziz hatırasına yakışan bir anıtmezar yapılabilmesi için hükümet özel bir komisyon oluşturdu. Mezarın yeri ve biçimi konusunda karar verecek komisyon, yerli ve yabancı mimarlar, özel ve tüzel kurumların düşüncelerini aldı. Bu arada, o sıralarda yurdumuzda çalışan ve Ankara'nın ilk bayındırlık projesini yapan ünlü şehircilik uzmanı Prof. Jansen'e, yeni Büyük Millet Meclisi'nin mimarı Prof. Holzmeister'e, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mimarı Prof. Taut'a ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde Prof. Belling'e de başvuruldu. Yapılacak anıt mezar için, Çankaya, Etnografya Müzesi, Büyük Millet Meclisi'nin arkasındaki tepe (Kabatepe), Ankara Kalesi, Bakanlıklar (Milli Eğitim Bakanlığı için ayrılan arsa), Eski Ziraat Mektebi, Gençlik Parkı, Altındağ (Hıdırlıktepe), ve Gazi Orman Çiftliği gündeme geldi. Atatürk, Gazi Orman Çiftliğine defnedilmek istiyordu. Atatürk'ün vasiyetini bilenler, Anıtmezar'ın Gazi Orman Çiftliği'ne yapılmasını savundular. Çiftliğin yeşilliğini, gezi yeri oluşunu ve Atatürk'ün, kendisi tarafından kurulan bölgeye defnedilmesi halinde, yaşadığı zamana ait anılarının içinde mutlu olacağı savunuldu. Ancak, bu görüşe karşı olanlar da vardı. Karşı görüştekiler, Gazi Orman Çiftliğinin, gazinoları, bahçeleri ve türlü eğlence yerleri ile Ankara halkının belli başlı bir gezi yeri olduğuna dikkat çekerek; Atatürk'ü buraya gömmek, burada kaynayan neşeli hayatı söndürebilir. Gerçekten bir hayat kaynağı olan ve ölmüş sanılan bir ulusu canlandıran Atatürk'ün ölüsü, daha sessiz bir yere yatırılmalı. Çünkü Ata, Orman Çiftliği'ni bir mezarlık değil, bir dinlenme ve eğlence yeri olarak yaptırmıştı. Görüşünü savundu. Altındağ : Atatürk için düşünülen diğer bir yer ise bölgenin en yüksek tepesi olan Altındağ'dı. Tepe, şehrin her yerinden ve çok uzaklardan görünmesi bakımından bir anıt yapmaya elverişliydi. Ancak, Altındağ'ın çok dik tepe olması ve vatandaşın bu tepeye çıkmasının zorluğu göz önüne alınarak, Altındağ'dan da vazgeçildi. Atatürk gibi bir büyük devlet adamının şehrin ortasındaki bir tepeye gömülmesi, gelenek dışı görülerek Altındağ fikri de elendi. Ziraat Mektebi Atatürk'ün anıtmezarı için Ziraat Mektebi de düşünüldü. Ancak, yapılacak anıt, ne kadar büyük olursa olsun, tepeler arasında istenilen gösteriş, ululuk sağlanamayacağı düşüncesiyle sıcak bakılmadı. Tek sebep de bu değildi. Şehre de uzaktı. Ziraat Mektebi'ni isteyenler, Atatürk'ün Ankara'ya gelişini bir başlangıç olarak düşünmüştü. Oysa, ölümü, bir son değildi. Çünkü Atatürk, yeni Türkiye'yi ölmez değerler, düşünceler üzerine kurmuştu. Ölen, Atatürk'ün sadece 'fani vücudu' idi. O'nun ortaya koyduğu ilkeler, ölümsüzdü. Kabatepe : Anıtkabir için, yeni Büyük Millet Meclisi'nin arkasındaki Kabatepe de teklif edilmişti. Burayı ileri sürenlerin başında Büyük Millet Meclisi'ni yapan ünlü Mimar Prof. Holzmeister geliyordu.
Bu ünlü mimar, Atatürk'ün sağlığında Çankaya Köşkü'nü yapan sanatçılardan biriydi. Fakat Kabatepe fikri, komisyonda tutulmadı. Bakanlıklar Anıtmezar için o zamanlar, şimdiki Milli Eğitim Bakanlığı'nın bulunduğu arsa da düşünüldü. Komisyona, Anıtkabir'in bu arsaya kurulması da teklif edildi. Fakat bu yer, şehrin ortasında ve günlük hayatın en işlek bir alanı olduğu için uygun görülmedi. Ankara Kalesi Atatürk'ün anıtmezarı için, Ankara Kalesi de komisyonun üzerinde düşündüğü yerlerdendi. Burada yapılacak anıt, çok uzaklardan da görülebilirdi. Kale, başkentin sembolüydü. Kurtuluş Savaşı'nda Ankara Kalesi, halk türkülerine bile girmişti. Bundan başka, kale, şehrin tarih bakımından ünlü bir anıtıydı. Atatürk'ü bu tarih hazinesine yatırmak, O'nun yüce kişiliğine çok uygun düşerdi.Karşı düşüncede olanlar, Türk Ulusunun kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Atatürk'ün, yeni bir çağ açmış olan bir başkan olduğunu ileri sürüp; O, Türk Ulusunun geçmişinden çok geleceğini temsil eder. O'nun koyduğu ilkeler, gelecekte daha mutlu olmamız için yapacağımız işlerde bize ışık tutar. Bundan ötürü Atatürk'ü görevini tamamlamış tarihî, eski bir anıtın içine gömmek doğru değildir. O, tek başına bir değerdir. Başka bir tarihî desteğe ihtiyacı yoktur. düşüncesini savundu. Çankaya Atatürk için düşünülen diğer bir yer ise, Atatürk'ün, uzun yıllar oturduğu Çankaya'ydı. Çankaya, O'nun anıları ile doluydu. Ata, Çankaya'yı da çok severdi. O, Benim hatıralarımın yaşayacağı yer Çankaya' dır. sözünün bir vasiyet sayılmasını bile istedi.
Çankaya'yı isteyenler, Türk Ulusunun Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, daha sonraki inkılâpların plan ve programlarının burada hazırlandığına vurgu yaptı. Anıtkabir Çankaya'da yapılmalı; Ata'nın anıları canlı tutulmalıdır görüşü dile getirildi. Bu teklifi, birçok fikir adamları ve bu arada birçok yazar destekliyordu. Anıtkabir'in Çankaya'da yapılmasına karar verilmek üzereydi. Mithat Aydın, Rasattepeyi önerdi.
Anıtkabir'in kurulacağı yerin kesin olarak tespiti için Büyük Millet Meclisi'nde 17 kişilik bir üst komisyon kurulmuştu. Başbakanlıktaki komisyona, bu konuda gelen teklifler, dosyalar hâlinde düzenlenmiş, Büyük Millet Meclisi'ne gönderilmişti. Komisyon üyeleri, dosyaları incelemişti.
Anıtkabir'in ya Çankaya'da ya da Etnografya Müzesi'nin bulunduğu yerde kurulmasına karar verilmek üzereydi. Toplantıda Komisyon Başkanı Teklif edilen yerleri incelediniz. Üye arkadaşlar başka yerler de arayabilirler dedi. Anıtkabir Komisyonu üyelerinden Mithat Aydın, ileri sürülen yerlerin hiçbirini uygun bulmuyordu. Ertesi gün Ankara'nın birçok yerlerini bu amaçla gezdi, inceledi.
Aydın Milletvekili olan Yüksek Mühendis Mithat Aydın, otomobili ile çıkamadığı yerlere yayan tırmanıyordu. Etlik, Keçiören, Cebeci, Altındağ'ı gezdi. En son, o zamanlar üzerinde birkaç küçük yapı bulunan Rasattepe'ye çıktı. Bu tepe, şehrin ortasındaydı. Çevresi boştu. Burada yapılacak Anıtkabir, çok uzaklardan görülebilirdi. Mithat Aydın, komisyonun son toplantısında, Anıtkabir yeri olarak Rasattepe'yi önerdi. Tepenin özelliklerini anlattı. Fakat daha önce Çankaya üzerinde düşünce birliğine varmış olan üyeler, kararlarından dönmüyordu. Özgeevren'in, Türkiye'nin başkenti olan Ankara şehri, kollarını açmış Atatürk'ü kucaklamış olacaktır sözleri komisyonu ikna etti Aynı gün yapılan ikinci toplantıda, birçok üyeler söz aldı. En son Süreyya Özgeevren söz aldı. Rasattepe'nin Anıtkabir için çok elverişli özelliklerini anlattı ve sözlerini şöyle bağladı:
“Rasattepe'nin bunlardan başka bir özelliği daha vardır ki, hayali genişçe olan her kişiyi derin bir şekilde ilgilendirir sanırım. Rasattepe, bugünkü ve yarınki Ankara'nın genel görünüşüne göre, bir ucu Dikmen'de, öteki ucu Etlik'te olan bir hilal (yarımay)'in tam ortasında, bir yıldız gibidir. Ankara, hilalin gövdesidir. Anıtkabir'in burada yapılması kabul edilirse, şöyle bir durum ortaya çıkacaktır; Türkiye'nin başkenti olan Ankara şehri, kollarını açmış Atatürk'ü kucaklamış olacaktır. Atatürk'ü böylece bayrağımızdaki yarımayın (hilal) ortasına yatırmış olacağız. Atatürk, bayrağımızla sembolik olarak birleşmiş olacaktır! Ben bu açıklamayı, birçok aydın kişilere ve bu arada Hüseyin Cahit Yalçın'a da yaptım. Bu büyük fikir adamı, Atatürk'ün yatacağı yerin böyle açıklanmasında, gelecek nesilleri teşvik etmek bakımından büyük faydaların olacağını söyledi. Atatürk Anıtkabir'i için Rasattepe'ye oy verecek olanlar, Atatürk'e olan minnet borçlarını ödeme yolunu tutmuş olurlar!
Süreyya Özgeevren'den sonra İçel Milletvekili Emin İnankur söz aldı ve bir anısını anlattı. Emin İnankur, eski bir öğretmendi. Atatürk, onu çok severdi. Ata çok defa O'nu yanına alır, şehri birlikte gezerlerdi. Gene bir gezide yolları Rasattepe'ye düşmüştü. Atatürk, şehrin buradan seyrettikten sonra Emin İnankur'a dönmüş ve: Bu tepe ne güzel bir anıt yeri demişti. Emin İnankur'un ve Süreyya Özgeevren'in bu açıklamalarından sonra, Rasattepe'yi beğenenler çoğunluğu sağladı. Anıtkabir'in Rasattepe'de yapılması, çoğunlukla kararlaştırıldı. Karar, hükümete bildirildi. Rasattepe 15.6.1939'da bedeli ödenerek kamulaştırıldı.
DİP NOTLAR:
1) Thomas Hobbes’in söylediği insanların bencilliğini ve kötülüğünü anlatan sözün Latincesi: (orijinali) homo homini lupus 'tur. 17 inci yüzyıl filozoflarından Hobbes in felsefi sisteminin merkezinde yer alan doğal durum ya da doğa durumu teorisine dair bir cümledir bu. Doğa durumunda her insan bir diğeri için tehlikeli bir rakiptir. Bu da onları sürekli bir savaş durumuna sokar. İnsanı kendi haline bırakırsanız yani hiçbir egemen güce tabi kılmazsanız doğası onu götürse götürse buraya götürür, birbirinin kurdu olup birbirini yer durur demek istemektedir. Acaba doğa durumuna geri dönmektemiyiz sorusunu sormadan edemeyeceğimiz bir durumdur.
2) Bu tanım Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 15.Haziran.2000 tarih ve B034CB4060000 /2000-36 Sayılı resmi yazısı ile uygun görülmüş ve Ankara Valiliği Emniyet Müdürlüğünün 26.02.2000 tarih ve B.05.1.EGM.4.O6.12.02-D(2)06.37.73/00 (İnsan ve Kültür Ocağı Genel Başkanlığı).10865 sayılı onaylarına istinaden yayınlanmasına ve yayılmasına izin verilmiştir.
3) İslamiyet'ten önce Türklerin sahip olduğu ileri sürülen hakkında bir çok adlandırmalar bulunmaktadır. Bunlardan en yaygını "Şamanizm" adlandırmasıdır. Ancak ülkemizdeki Dinler Tarihi uzmanları tarafından bu tanım, yanlış bir adlandırma olarak kabul edilmektedir. Çünkü Şamanizm, din olarak insan hayatının tümünü ilgilendiren bir sistem olmayıp, sadece vecd, istiğrak, sihir, büyü ve tedavi, bir nevi ‘şifacılık’ sanatıdır. Bundan dolayı Şamanizm, insanların günlük hayatını ilgilendiren muayyen bir sistemin sadece küçük bir parçasıdır. Bundan başka, Şamanizm için çok yanlış bir niteleme ile "Eski Türk Dini" adlandırması da kullanılmaktadır. Bu da geçerli olamayan bir adlandırmadır. Çünkü, inancın eskisi veya yenisi söz konusu olamaz. İnançlar kaybolmaz, sadece bir takım motif değişmeleri içinde hayatlarını sürdürürler. Öyleyse, İslam öncesi Türklerin sahip olduğu dine ne ad verilmelidir? Görüşlerini burada özetlediğimiz bu dinler tarihçilerine göre, bu sisteme, tek tanrı "Gök Tanrı Dini" ya da "Geleneksel Tek Tanrı / Gök Tanrı İnancı" veya "Geleneksel Türk Dini" denmelidir. (Güngör, 1998:19-39; Günay-Güngör, 1998:33-44; Tanyu, 1980:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder