ABD-AB VE SINIR ÖTESİ (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Sağduyu sahibi, aklıselim, uyanık, basiret ve beka sahibi müteyakkız, Türkiye sevdası ile dolu, konjonktürü dikkatle izleyen gazeteci-yazarlar; Bu gün için yaşanan vahim gerçeği korkusuzca ortaya koymaya başladılar. Artık işin saklanacak-gizlenecek tarafı kalmadı. Uzun süredir millet de anladı ve bildi ki; Türkiye büyük bir kırılma noktasına itilmiş ve uçurumun ta kenarına kadar sürüklenmiştir. Bu hakikatle yüz yüze olan, her şeyi en ince ayrıntılarına kadar bilen ve fakat ses çıkartmayan, farkında değilmiş gibi davranan sadece hükümet ve siyasettir. Aslında günümüz siyaseti ve sözde aydınları bu konuda pek de masum sayılmazlar.
Aksine, sırtlarında yıllar önce uygulama imkânı hasıl olmuş bir projeye engel olmanın vebalini ve sorumluluğunu taşımaktadırlar. “Aldatan Put ve Pusudaki İhanet” konulu yazım yayınlandıktan sonra bir hayli olumlu tepki aldım. Bir tanesi, benim hassasiyetime ve yakın zamanda kaçırılan önemli fırsatlara dair açıklamalarıma şöyle cevap vermiş:
Adı bende mahfuz okuyucumun mektubu aynen şöyledir:
“15-16 yıl önce Kuzey Irak'a Özal'ın girmek isteğine karşı çıkan şuursuz devlet ve yönetim anlayışının oluşturduğu kaosu hatırlayınız. O zaman dünya kamuoyu Türkiye'nin (ilk kez!) lehinde idi ve Körfezdeki Irak işgaline karşı savaşı merhum Özal tetiklemişti. Petrol Boru Hattı'nı keserek Irak'a ambargoyu başlatan Özal'ı dinlemeyen, anası Kürt olduğu için onu da Kürt sayan ve ilk kez Misak-ı Millî sınırlarına doğru yürümeyi savunmasını doğru veya inandırıcı bulmayan asker-sivil aydınlarımızın (!) özellikle de basınımızın oluşturduğu hadım siyaseti çok putları canlandırmıştır. O yüzden, askeri göreve çağıran bütün tavırların bir ayağı kaygan zemindedir. Çünkü askerin ne istediğini bizzat askerler bile bilmemektedir. Tezkere çıktıktan sonra ‘Başbakanın Bush'la görüşmesini bekleyeceğiz!’ diyen Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak şu sorunun cevabı verilmediği sürece Kuzey Irak'a yapılacak her harekat başarısız kalmaya mahkum; tıpkı 25 harekatla bir sonuç alamadığımız gibi...
Siz Genelkurmay Başkanı'na sorulacak şu sorunun cevabını alabilirseniz, o cevap üzerine bir kitap bile yazmaya değer: ‘Seçim öncesinde, Milli Güvenlik Kurulu'nda gündeme getirmediğiniz halde, Harp Okulları'nda yaptığınız konuşmada neden Kuzey Irak'a girmeliyiz dediniz? Bu konuşmada söylediğiniz, 'Kuzey Irak'a girince PKK'dan başka Peşmerge ve ABD ile de bir iş tutacak mıyız?' sözlerinin ne anlama geldiğini Türkiye'de kimse değerlendirmedi, ama ABD'li bir askeri gözlemci aynen şöyle dedi: "Bu sözlerden anlaşılan şu ki, Türk Genel Kurmay Başkanı "Kuzey Irak'a girmeliyiz!" dedikten sonra bu mülahazaları serdettiğine göre, o bölgeye girmek istemiyor, ama iç politika malzemesi olarak kullanıyor." Bunları sizin de tuhaf bulduğunuzu sanıyorum. Fakat hepsinin bir anlamı olmalı...
Kısacası, Genel Kurmay Başkanı'ndan sonra kim Kuzey Irak'a girelim dediyse, ya bu iç politikaya alet oldu, yahut da hamasi duygularına mahkum haline geldi... Sınırın bu yanını kontrol altına alamayan Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak pek çok soru varken, "Daha ne bekliyor ASKER ?.." diye sormak bence çok anlamsız.
Gelen yüzlerce eleştiri ve öneri arasından, özellikle bu maili sizlerle paylaşmak isteyişimin nedeni şu: Evet Türkiye 1991-92 yıllarında çok büyük bir nimet ve fırsatı kaçırmış ve o zamanki rivayetlere göre, günün Genelkurmay başkanı, başta donanım eksikliği olmak üzere bazı nedenler ileri sürmek suretiyle harekâta karşı çıkmıştı. Bunun bedeli binlerce şehit ve milyarlarca dolar oldu. Oysa, o gün mevcut donanımla bu harekât pekalâ başarılabilir ve şu an tepemizde asılı demoklesin kılıcı bertaraf edilebilirdi. Dolayıyla bu hadisenin ve çok daha sonraları örgüt kongreleri toplandıkça ve belirli mevsimlerde 8000-9000’e yakın militan Kandil kamplarında bir araya geldikçe neden gereği yapılmadı ? Bütün bunlar sorgulanması ve cevap aranması gereken sorulardır.
Ancak, bu sorulara cevap vermek bir yana 25 veya 40 yıllık geçmişi ve bu geçmiş içinde eşkıyanın nereden nereye geldiğini, hangi dahili ve harici kaynaklardan beslendiğini dahi tam olarak sorgulamak mümkün olamamıştır. Gerçek şu ki, tehdit hep büyüye gelmiştir.
TÜRKİYE KİMLERLE SAVAŞIYOR ?
Aslında, bu bağlamda “savaş” ve “bölücü örgüt” terimlerini asla kullanmamak gerek. Zira, savaşın muhatabı aleni düşman ve hukuken var olan bir devlettir. Bu kelimeleri özellikle uluslar arası plâtformlarda ve Irakla ilişkilerde kullanmaktan özenle kaçınmak şarttır. Aksi taktirde salt bu terminoloji dolayısıyla bir takım baskılara ve flebisit taleplerine muhatap olunması ihtimali mevcuttur. Şu hale nazaran muhatap unsurdan sadece “eşkıya” ve “çeteler” olarak bahsetmek mümkündür. Mamafi daha açık ve anlaşılır olması bakımında biz sadece bu araştırma ile sınırlı kalmak koşuluyla bu kelimeleri kullanmaktayız. Devam edelim.
Türkiye kimlerle savaşıyor ? dedik...
Bu soru, şu günlerde herkese sorulmalı.
Millet vahametin tam anlamıyla farkına varmalı.
Zira, Türkiye şu anda başta ABD olmak üzere AB ve OECD üyesi tam 28 ülke ile fiili savaş halindedir. Bu husus bizzat Cemil Çiçek tarafından Adalet Bakanlığı zamanında açıklanmış, aslında yıllardır bilinen ve belli olan bir gerçektir.
Ordu bizim ordumuz. Askerler bizim evlâtlarımız ve kardeşlerimiz. Dahası, hepimiz Türk’üz ve askeriz. Bu bizim atadan ve soydan mesleğimiz. Adaletin, hakkın, hakikatin ve hukukun askerleriyiz biz. Ve dahası biz; Cumhuriyetiz, Demokrasiyiz, Lâiklik ve İnsanca, mertçe, dürüstçe, adalet ve barış içinde yaşamanın yer yüzündeki temsilcileriyiz.
Biz bir hukuk devletiyiz.
Ordumuz Türk ve Atatürk ordusudur.
Bizim ordumuzda lânetli pavyon paşaları, ABD-NATO ve AB kulu-kölesi, yeminli, biatlı dönme, devşirme, mason ve misyoner tohumları yok. Olanlar varsa eğer, bunlar Türk milletinin emrinde ve hizmetinde olamazlar !... Temizlenmeleri ve tasfiyeleri gerekir.
ABD-AB namına ihtilal yapanlar, "NATO" ya sadakat yemini edenler ve "Ours boy" unvanını alanlar asla ve kesinlikle damarlarında “asil kan” akanlar değildirler ve olamazlar da.
Gelin; Doğruya doğru, eğriye eğri, yanlışa yanlış deme cesaret ve cüretini gösterelim.
Mesele, büyük önder Mareşâl Mustafa Kemal ATATÜRK’ün "Ya askerlik ya siyaset" diyerek gösterdiği yoldan gitmeyenleri, sorumsuz olduğu halde milletin kendilerine emanet ettiği silahları millete göstererek siyaset yapanları teşhir etmek, bazı suiniyet ve sızmalara dikkat çekmektir.
Allah için konuşun, 25 yıl savaş mı olur? Tüyü bitmemiş yetimin hakkı ve bu çilekeş halkın, el emeği ve göz nuru olan 500 milyar dolar nasıl sokağa atılır ? Ülkeyi baştan başa üç kez imar ve ihya etmeye kâfi büyük bir servet böyle nasıl hovardaca harcanabilir ?
Hani, 12 Eylül öncesinde bu ülkede çok yaygın bir anarşi ve terör vardı.
Kalleş baronlar kardeş kavgasını tahrik etmiş ve binlerce masum ve müsemmanın alçakça, haince kanına girmişlerdi. 12 Eylül günü askeri müdahale oldu. Anarşi ve terör bir günde bıçakla kesilir gibi kesildi. Bu neydi ? Bir tesadüf mü ? Yoksa mucize mi ? O gün pek alâ muktedir olanlar ondan sonra 25 yıldır hangi stratejiyi geliştirdi ? ve bu 25 yılda güvenlik meselesinde sözde sivil iktidarların gücü ve etkinliği ne oldu ?
Ülke çıkarlarını düşünenlerle, bir yerlere savrulup milletin başında boza pişirenleri ayıralım..
Açık ve net sormak gerek !
Sincan'da İsrail tel’in edildi diye, sokaklarda tank dolaştıran, o Şubat bülbülü, İsrail muhibbi Çevik Bir beyefendi ve avanesi şimdi nerelerde.. Milletin cebinden kaç para alır. Nerelerde yatar, nerelerde kışlar ?
Koskoca 25 yıl ve 500 milyar dolar !...
Sivil siyaset veya ordu, kabahat veya ihmal kimde ise mutlaka hesap vermelidir.
Ve, daha da önemlisi bu trajikomik hikâye burada bitmeli, bitirilmelidir.
ANCAK ! GERÇEKLER AÇIKLANARAK
Fazla söze gerek yok. Irak'ın kuzeyi Türk jetleri tarafından hallaç pamuğu gibi atılıyor.
Başbakan İngiltere'den, ardından da ABD'den sınır ötesi operasyon onayı almak için koşuşturuyor. Kendi ellerimizle palazlandırdığımız Irak'ın kuzeyine en sonunda ekonomik yaptırımlar uygulanması kararı istemeyerek de olsa çıkıyor. Açıkça sınır ötesi tehdit olmasına karşın NATO kollarını kavuşturmuş, olanları seyrediyor.
Her ne kadar uluslar arası bir barış ve güvenlik örgütü olsa bile, cari konsepti itibarıyla NATO, adeta ABD’nin emrine girmiş; Bunun yanı sıra AB çıkarlarını koruma kaygısına düşmüş ve tıpkı Bosna-Hersek’te olduğu gibi, Irak’ın nahak yere işgaline de seyirli kalmıştır. Şu halde, BM veya NATO’dan her hangi bir konuda sağlıklı karar beklemek olanaksızdır.
İşte bu ortamda hâlâ Türkiye K. Irak’a sınır ötesi operasyon yapsın mı – yapmasın mı tartışmaları dinliyoruz. Sınır ötesi operasyonu istemeyenler bölgenin bataklık olduğunu ve TSK'nin bu bataklığa batma tehlikesi olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa 1 Mart tezkeresi öncesi TSK'nin ABD kuvvetleriyle birlikte mutlaka Irak'a girmesi savunuluyordu. O zaman, hele de Saddam döneminde Irak'ın kuzeyinin de güneyinin de bataklık olduğu biliniyordu.
BİR MART TEZKERESİ
Aslında doğru olan bir Mart tezkeresini kabul etmek ve tam bir devlet ciddiyeti içinde uygulamaktı. Ben kişisel olarak 1 Mart tezkeresinin geçmesinden yana olanlardandım. Şimdi de hâlâ aynı düşüncemi koruyorum. Çünkü koşullar ve belgeler çok iyi düzenlenmişti. ABD Türkiye'ye girerse bir daha çıkmaz, gibi sözler söylendi. Kesinlikle öyle bir durum mümkün değildi. Bunların hepsi efsaneydi. Hani, bilmeden fikir üretme var ya. Aynısı yapıldı. Bunları çok aydınlarımız da maalesef yapıyor ve bu ülkeye çok da zarar veriyorlar.
Nitekim o tarihte Türkiye, hissiyattan uzaklaşıp Genelkurmayın yapmış olduğu o çok mükemmel anlaşmalara uygun biçimde oraya girseydi, bugün Irak'ın kuzeyindeki bu (PKK) ve benzeri sıkıntılar, karşımızda önemli bir ulusal güvenlik sorunu olarak durmayacaktı.
Onun dışında bunun ülkemize daha başka getirileri de olacaktı.
Tamam, demokratik bir ülkeyiz. TBMM'nin kararı öyle çıktı.
Ona da saygı duymaktan başka söyleyecek sözümüz yok.
Ancak, bugün yine sınır ötesi operasyona karşı çıkanlar var. Ben buna katılmıyorum. Irak'ın kuzeyi TSK için asla bir bataklık olmaz. Bunu düşünmek bile abestir, yanlıştır. Zira, ne Türkiye Cumhuriyeti dünün devleti ne de TSK dünün silahlı kuvvetleridir. Dolayısıyla TSK bu konuda fevkalade olgun bir noktaya ulaşmış durumdadır. TSK bir avuç eli kanlı PKK' lı katil sürüsünün karşısında bataklığa saplanmış konumuna kesinlikle düşmez. Düşebileceği de söylenemez. Bu türlü konuşanlara şüphe ile bakmak gerekir.
Dahası, şu anda TSK komuta kademesinde yukarda “bir zamanlar için” tanımladığımız “ABD-AB namına ihtilal yapan, "NATO" ya sadakat yemini eden ve "Ours boy" unvanı alan ve damarlarında akan kan şüpheyi calip” kimseler değil; Yürekten bir samimiyet ve sadakatle askerlik mesleğine bağlı, Türk inkılâbı ve Atatürk ilkelerine sahip ve saygılı; Varlığını Türk milleti ve devletinin devamlılığına adamış askerler vardır.
Bu Allah’ın bir lütfudur.
Kıymeti-kadri bilinmeli terör belâsına “şimdi” mutlaka son verilmeli, keza, 25 yıldır bunu sürüncemede bırakan ve anarşi üzerinden rant sağlayanlara hesap sorulmalı, muaheze edilmeli ve bedel ödettirilmelidir. Evet, bedel ödemek değil, bedel ödetmek zamanıdır. Çünkü millet zaten bu güne kadar çok büyük bir bedel ödemiş bulunmaktadır.
Terörle mücadele
Şimdi, bazı provokatif kesimler ve AB uzantısı akredite medya tarafından bu düzenli bir savaş değil, asimetrik bir savaş olması nedeniyle tehlike var, deniliyor... Maksat : TSK’nın sınır ötesi harekâtını önlemek ve menfur amaçlarını adım adım gerçekleştirmektir. Elbette karşı taraf o alçakça saldırılarını yapacak. Bu saldırılar karşısında TSK kayıplar verebilir. Bu, terörle savaşın doğasında var. Özellikle de bu tür bir savaşta kayıpları önlemek, düşünüldüğü kadar komutanların ya da liderlerin elinde değildir. Çünkü terörle mücadele ediyorsunuz.
Karşınızdaki, onurlu bir devletin erdemli bir ordusu değil.
Karşınızdaki, güya sizinle savaştığını söyleyen çeteler. Bunlar herhangi bir ahlaki, insani ya da yasal bir kurala bağlı değiller. Üstelik aralarında dünyanın bütün milletlerinden fırsat düşkünleri ve maceraperestleri var. Elebaşıları ve militanlarının kahir ekseriyeti ise Ermeni asıllı ve ASALA kökenli. Sanıldığı gibi Kürt unsuru falan yok karşınızda. Üstelik bunlar ahlâken düşük marksist ve leninist ideolojiye mensup bir güruh. İslâm’la veya insanla bağdaşır yanları yok. (devam edecek)
Ama siz TSK olarak insani kurallarla, uluslararası hukuk kurallarıyla, kendi ülkenizin hukukuyla bağımlısınız. Dolayısıyla işin zorluğu doğasında. Tabii ki tek bir insanımızın akan kanı bizim için çok değerlidir. Ama bu ülke savunulmak zorunda. Bu ülkeyi savunmasız bırakırsak, onun bunun arzusuna göre yol alacak hale getirirsek o zaman neyimizi koruyabiliriz? Bunu bir sormak lazımdır.
Pskolojik savaş birimleri yok edildi
Onun bunun arzularından kastınız nedir?
Bugünlerde özellikle TBMM çatısı altında bazı sesler çıkıyor. "Başka çözüm bulmak lazım", diyorlar. Tamam, başka çözüm bulmak lazım da karşınızda eli silahlı bir terör örgütü var. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu terör örgütüne, "Gel kardeşim, masaya oturalım. Pazarlık edelim. Ben sana biraz vereyim. Sen de biraz fedakârlık yap. Şu işi bir orta çizgide halledelim" mi demeli?
Talabani de aynı şeyi teklif etmedi mi?
O zaman Türkiye Cumhuriyeti bunu kabul mü edecek? Başından beri Abdullah Öcalan 'ın talebi de oydu. Daha sonra İmralı'dan avukatları aracılığıyla aynı mahiyette birçok mesaj gönderdi. Murat Karayılan 'ın, Osman Öcalan 'ın, hepsinin talepleri bu oldu.
Bugün bu talepleri Irak'ın kuzeyindeki o lider bozuntuları, aşiret reisleri seslendiriyorlar. Onların ne, kim olduklarını biz çok iyi biliyoruz. Bu son 30 yıla yakın zaman içinde bir de oradaki insanları Türkiye Cumhuriyeti besledi. Saddam zamanında ekmekleri yokken ekmeklerini verdi.
ABD'nin Irak'ı işgal etmesiyle ortaya çıkan Irak'ın kuzeyindeki Kürt bölgesine bizim işadamları yatırımlar yaptı. Okul, hastane, konut, devlet daireleri, havaalanı inşa ettiler. Hatta petrol bile çıkardılar. Türkiye'den oraya hepimizin bildiği gibi inanılmaz ucuz fiyattan elektrik veriliyor. Yani Türkiye orayı kalkındırdı. Peki, hangi amaçla o bölge palazlandırıldı, gelip bizim insanlarımızı vursunlar diye mi?
Bu tür komşu ülkelere yönelik faaliyetlerin mantıklı izahları olabilir. "Bu ülke insanları bize dost olsun. Karınları doysun ki başka yerlere göç edip oralarda rahatsızlık yaratmasınlar. Ben onlara kendi evlerinde belli bir hayat standardı sağlayacak biçimde yardımcı olayım. Bir yandan paramı kazanayım, bir yandan da bu yardımı yapayım" diye hükümetler bu yönde karar alabilirler.
Ama bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sizin sorunuz çok geçerli. Acaba bu Türkiye açısından akıllıca bir davranış mı, yoksa değil mi? Şu geldiğimiz aşamada, Barzani ve Talabani'nin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne böylesine kafa tutacak cesareti bulup "Size bir Kürt kedisini bile teslim etmeyiz" gibi abuk subuk, ne idüğü belirsiz beyanlarda bulunacakları bir noktaya geldiyse Türkiye, kendimize şunu sormalıyız: "Bu katkılar devam etmeli midir?"
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu geçen gün, "Ulusal güvenliğin söz konusu olduğu bir yerde artık kâr, ekonomi hesabı yapılmaz. Onu yaptığınız zaman ihanetin içinde olursunuz" dedi. Onun üzerine çeşitli iş çevrelerinden Hisarcıklıoğlu'na hücumlar var. Kıyısından köşesinden mazeret üretip halkın gözünün önüne alacalı bir resim koyma gayreti içindeler. Devletin elinde askerden önce kullanabileceği başka kozlar da var. En azından bunları kullanırsınız.
Bir de PKK'nin kaçırdığı sekiz asker konusu var. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir terör örgütüyle pazarlık masasına oturabilir mi?
Bunu da psikolojik propaganda amaçlı kullanıyorlar. Çok iyi baktıklarını söylüyorlar. Meğer ne kadar insancıllarmış. "Türkiye isterse teslim şartlarını konuşuruz" diyorlar.
Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti terör örgütüyle masaya oturacakmış. İş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, bu teröristlerin o şekilde konuşmasına muhatap olacak noktaya geldi. Askeri adımlar atılıyor. Bu şehitler boşuna verilmiyor. Ama bizim güvenlik güçlerimiz teröristle savaş veriyorlar. Terörle savaşın ekonomik, siyasal, sosyal, psikolojik boyutları vardır.
Bana göre psikolojik harekât konusunda devletimiz hemen hemen sıfır noktasındadır. Bizim öyle bir birimimiz yok. Yetişmiş kadrolarımızın olduğunu da pek sanmıyorum. Bu hükümetin işidir.
Bu işle ilgili bir zamanlar devletin ilgili kurumları vardı. Ama AB'nin talebiyle o kurumlar, birimler külliyen bitti. O şartlar nasıl kondu, nasıl oldu? Akıl ermez bir iştir.
Bir zamanlar Barzani ve Talabani sözüm ona düşmanken iki kere onları birbirlerinin tuzağına düşmekten TSK kurtarmadı mı?
Öbürünün tuzağına düşmesin diye aldık adamı, helikopterle başka yoldan götürdük. TSK bütün bunları yaptı. Ama gerek Talabani'nin gerekse de Barzani'nin ne kadar kaypak, ne kadar dönek, ne kadar sözüne güvenilmez yaratıklar olduklarını TSK'den daha iyi hiç kimse bilemez.
Üstelik Talabani, Sovyetler Birliği döneminde Sovyet yanlısıydı. Parti üyelerine "Yoldaşlarım" diye hitap ediyordu. Barzani ABD'ciydi. Ama günün birinde baktık ki Talabani, ABD köstebeği çıkmadı mı?
ABD ajanı olduğu ortaya çıkınca epeyce hayret eden olmuştu, diye hatırlıyorum.
ABD'nin gizli gündemleri
PKK dörde ya da beşe bölündü. Öcalan'ın artık etkisi kalmadı. Bir kısmı Barzani ve takımının etkisi altına girdi, deniyor. Bunlar sonuçta peşmerge. Bunlar bu kadar modern silahları nasıl bulabiliyorlar?
Bu terör örgütü diğer odakların desteği olmadan tek başına ayakta duramaz. Ne yazık ki bunun arkasında buna payanda, destek olan, ona bütün bu söylediklerinizi sağlayan ya da kendisinin bir şekilde sağlamasına göz yuman unsurlar var.
Kimdir bu unsurlar?
İsterseniz yakından uzağa doğru gideyim. En yakında olanlar Barzani-Talabani ikilisi, Irak'ın kuzeyindeki oluşumlar. Bir yandan da dünyaya ve bize, "Biz otonom bir yönetimiz. Yönetimin başkanı da var. Bağımsız da olabiliriz" diyorlar. Ben geçen yıl özel temsilcilik görevindeyken Irak'ın kuzeyinden benimle temas halinde olan bir kişi 2007'nin ajandasını getirdi.
Ajandanın en son iki sayfasını kapsayacak biçimde Büyük Kürdistan haritası vardı. Bu haritaya Mersin ve benim memleketim olan Sıvas, yukarıda Kars da dahildi. Aynı haritanın şeklinde rozetler yapmışlar. O kişi bana, "Bu rozetten bütün peşmergelerin, hatta çocukların bile yakalarında var" dedi. Bunlar çocuklarına hedef olarak bu haritayı gösteriyorlar.
Şu anda Irak'ın kuzeyindeki büyük güç ABD. ABD'nin bilgisi dışında bunları nasıl yapabilirler?
Şu andaki konjonktürde aksini düşünmek mümkün değil. Benim bilebildiğim kadarıyla ABD'nin Irak'ta, Ortadoğu'da, bir kısmını henüz açıklamadığı, ama bir kısmını da açıkladığı ileriye yönelik bazı projeleri var. Açıkladığı projelerden birisi de BOP.
Zaten bizim Başbakan da BOP'un eşbaşkanı olmakla övünmüyor mu?
Ümit ederim neyin ne olduğunu ya da olmadığını çok iyi kavramışlardır. Ama benim anlayabildiğim kadarıyla BOP henüz daha ABD'nin düşündüğünün tam şekliyle ortaya konmuş ya da bizlere deklare edilmiş değil. Benim anlayabildiğim kadarıyla BOP onların kafasında net. Ama o kafalarındaki net şekli bize anlatmış değiller.
Şimdilik göründüğü kadarıyla bölge ülkelerine demokrasi getirilecek, Türkiye bunlara model olacak, ama bunun olabilmesi için Türkiye'nin biraz ılımlı İslama kayması lazım. Anlayamadığım, ılımlı ya da sıcak İslam nasıl oluyor? Bizim bildiğimiz İslam İslamdır. Yarı demokrasi, yarı şeriat, ikisini de idare ediverin. Nasıl idare edilebilir? Onu bir türlü kafamda canlandırabilmiş değilim. Laiklik ilkesinin olmadığı yerde demokrasiden söz edemezsiniz.
Peki, bu peşmerge takımı TSK'nin mevzilendiği noktalarla ilgili bu kadar isabetli haberalma bilgilerine nasıl ulaşabilirler?
Öncelikle bunun hesabını vermesi gerekenler demin sözünü ettiğim Irak'ın kuzeyindeki kişiler. Ondan sonra Irak yönetimi geliyor. Ama bugün Irak yönetimi acınacak halde.
Geçenlerde bir Iraklı yetkilinin, "Biz egemen bir ülkeyiz. Sınırlarımıza müdahale ettirmeyiz" türünden bir beyanını okudum. Doğrusu buna bir hayli güldüm. İşgal altındaki, bir ucundan bir ucuna ABD askerinin kol gezdiği bir ülke nasıl egemen olur? Onu da çözebilmiş değilim. O durumdaki bir yönetimden özellikle bu terör örgütüyle ilgili olarak fazla bir şey bekleyemezsiniz.
Esas terör örgütüyle ilgili yapabilecekleri olup da yapmayanlar var. Bunların başında tabii ki ABD geliyor. Onun yanında da AB ülkeleri... Bunların yapabilecekleri şeyler vardı; halen var, ama yapmadılar. Şimdi, "Yapalım, edelim" gibi bazı beyanlar var. Bilmiyorum. Sonucunu görmedikçe inanmam mümkün değil.
Ben diyorum ki: "Benim dostum olduğunuzu söylüyorsanız, böyle bir terör belasıyla mücadelemde bana katkı sağlayacak, yardımcı olacak bazı şeyleri yapma yeteneğine sahipseniz, ama bunu yapmaktan kaçınıyorsanız o zaman benim gözümde siz benim yanımda değil, o teröristin yanındasınız."
PKK denilen eli kanlı örgüt Türkiye'ye bu kadar kapsamlı harekât yapabiliyor, canını böylesine yakabiliyorsa arkasında çok belirgin güçler vardır. Bu güçler de bellidir.
Türkiye'de demokrasi oyunu oynanıyor
Peki, ya AB?
Onunla ilgili söylemem gerekenleri söylemek istemiyorum. İçim bu konuda çok dolu. Ben biliyorum ki o Avrupa ülkelerinin uyuşturucuya kurban verdikleri her genç insanın kanında PKK'nin kanlı elleri var. Çünkü o uyuşturucunun oralara ulaşmasında en büyük taşıyıcı örgüt PKK. Bu durum kendilerine defalarca bildirilmesine rağmen hâlâ ülkelerinde, başkentlerinde PKK'nin işyerleri serbestçe çalışıyor. Hâlâ Brüksel'deki Grande Place'ın etrafında PKK'nin sekiz-on tane döner dükkânı var. PKK'ye para kesiyorlar. Önlerinde PKK bayrakları sallanan bütün büroları açık. Kendilerine Interpol listesinde arananların isimleri bildirilmiş. Adresi, her şeyi belli. Buna verilen cevap: "Benim ülkemde, yasalarıma aykırı bir şey yapmıyorlar." Bundan sonra da bu insanlar uçağa bindirilip serbestçe Irak'ın kuzeyine gidebiliyorlar. Bunu Öcalan'ın yakalanma süreci içindeki seyahati sırasında da gördük. Bu ülkelerin insanlarıyla ilgili hiçbir sorunum yok. Ama oralardaki yönetimler ne yazık ki böyle bir kasıtlı aymazlığın içinde. Türkiye'yi adam yerine koymuyorlar; talebine aldırış bile etmiyorlar. Benim anlayabildiğim kadarıyla onların Türkiye üzerinde başka hesapları var.
Ne gibi hesapları var?
AB süreci içinde Ermeni meselesini halledin, Kıbrıs sorununu çözün gibi dayatmalarla karşılaştık. Bunlar Kıbrıs'ın Rum kesimini büyük törenlerle AB'ye tam üye yaptılar. Bu ne biçim bir mantıktır? Demek ki bunlar Kıbrıs sorununun çözümünü arzu etmiyorlar. Yunanistan'ı da AB'ye ucuz ve basit bir biçimde aldılar. Çünkü Türkiye'ye Ege sorununu çözmesi söyleniyor, ama Yunanistan'a neden söylenmedi? Yunanistan'dan Kıbrıs sorununu çözmesi neden istenmedi? Demek ki tam anlamıyla riya ve çifte standart içindeler. Sonra çok yanlış bir kanı var. Batılılar, içimizdeki beşinci kol faaliyetleri ya da psikolojik savaş unsurları bunu pompaladılar, sanıyorum. Medyamızın bir kısmı da zaman zaman buna alet oldu. Halkta sanki o bölgenin insanlarının tamamı PKK'yi destekliyor gibi bir düşünce yarattılar. Orada halkımızın büyük çoğunluğu vatanını seven insanlardır.
Ama Güneydoğu'da oyların hemen tamamı AKP'ye ve DTP'ye gitmedi mi?
Oynadığımız bu demokrasi oyununu bir an önce sonlandırmak ve doğru dürüst bir demokrasi uygulamasına başlamak zorunluluğumuz var. PKK gelsin, mezradaki vatandaşın kafasına Kalaşnikof'u dayasın, "Bu mezradaki oyların birisi bile o işaretten başka partiye giderse hepinizi yarın akşam halledeceğiz" desin. O vatandaş ne yapacak? Oralarda her mezranın, her köyün başına asker, korucu koymanız mümkün değil. Dolayısıyla o insanlar oralarda zorunlu olarak istenen yere oy vereceklerdir, veriyorlar da. Başka çareleri yok. Bana göre o oyların çok önemli bir kısmı bu şekilde sağlanmıştır. Ondan sonra da TBMM'de demokrasi oyununu oynamaya başlarsınız.
ABD, Saddam'ı teröre destek veriyor diye yakaladı ve idam ettirdi. Türkiye açısından baktığınızda bu durum Barzani için de geçerli değil mi?
Bana göre Türkiye'ye karşı işlenmiş suç bakımından Öcalan'dan pek farklı değil. Yaptıkları yanına kâr kalmamalı. Bir şekilde cezalandırılması gerekiyor. Marmara Denizi'nde adamız boldur. Hayırsız var, Yassıada var.
Türkiye NATO'nun bir üyesi. NATO tüzüğünün 4. ve 5. maddeleri var. Bir NATO üyesine dışarıdan gelen ve güvenliğini tehdit eden saldırılar karşısında NATO üyelerinin harekete geçmeleri gerekiyor. Sizce NATO hâlâ neden harekete geçmiyor? NATO bir açıklama yaptı. Sanıyorum bütün AB'nin görüşü de o noktada. "Bu, Türkiye'nin iç meselesidir" diyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder