15 Temmuz 2008 Salı günü Ankara, Bilkent Otel ve Konferans Merkezi’nde Dışişleri tarihinde ilk kez Türkiye’nin dünyadaki bütün Büyükelçileri davet olunmak suretiyle önemli bir toplantı yapıldı. Toplantının adı: “Büyükelçiler Konferansı” Dışişleri Bakanı Ali Babacan Büyükelçiler Konferansının açış konuşmasını yaparak gündemde yer alan hususlara değindi. Konferansa ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulundu.
ANEKDOTLAR:
Konu hakkında bir irdeleme, inceleme ve değerlendirme yapmadan önce Bakan ne dedi? Başbakan’ın günler önce ‘büyük bir atılım-açılım içindeyiz” bir hafta içinde bütün Türk Büyükelçileri Ankara’da toplanacak. Dünyayı sarsacak boyutta gelişmeler olacak!” anonsu ile duyurduğu ‘Türkiye’nin bütün Büyükelçilerinin katıldığı bu konferansın sebebi hikmeti ne idi? Önce Bakan’ın konuşmasını ana hatları ile bir gözden geçirelim.
KONFERANSIN AMACI:
“Dünyanın dört bir yanına yayılan 103 Büyükelçilik ve Daimi Temsilcilikte görev yapan Misyon Şeflerimiz bu vesileyle bir araya gelmiştir. Bu vesileyle belki yıllarca birbirini göremeyen, birbirlerinden doğrudan haber alamayan arkadaşlarımız da bu defa burada görüşme fırsatını bulmuş oldular. *Bu konferansı düzenlemekteki temel amacımız, hem kendileriyle serbest bir tartışma ortamında, odaklı bir görüş alışverişine ve istişareye imkân sağlamak, hem de çeşitli konularda merkez ve dış teşkilatlarımız arasındaki eşgüdümü daha etkili ve daha verimli kılmaktır.
Türkiye, tarihi, coğrafi, kültürel ve jeopolitik konumu itibarıyla dünyada dış politika gündemi en yoğun ülkelerden birisidir. Dört gün sürecek olan Konferans sırasında, Bakanlık olarak yakından izlediğimiz tüm önemli konulara ilişkin ayrıntılı görüşmeler ve istişareler yapacağız. Konferans, (milli) dış politikamızın uygulayıcıları olan Büyükelçi ve Daimi Temsilcilerimize, görevleri sırasında edindikleri bilgi birikimi, deneyim ve perspektifleri diğer meslektaşlarıyla paylaşmaları imkânını sağlayacaktır. Bu konferansın her sene devam edecek bir geleneğe dönüşmesini gönülden arzu ediyorum.”
HATIRLATMA:1, Dünyanın gelişmiş demokrasileri ve yerleşik hukuk devletlerinde bakanlık ve hükümetten müstakil bir “Büyükelçiler Yüksek Konseyi” vardır. Bu konsey öyle bir yapıda organize olmuştur ki (Rusya örneği) bütünüyle hükümetten bağımsız olarak istişâri toplantılarını kendi özgün kuralları ve asırlar boyu istikrarla sürdürülen sarsılmaz-değişmez “milli politikalarının müzakeresi” doğrultusunda yapar. Hükümetler ancak ve sadece, alınan karar ve planlanan uygulamalarda ‘geleneksel milli politikalarda’ her hangi bir sapma eğilimi gördüğü takdirde konsey kararlarına müdahale eder. Aksi taktirde, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere benzer devletlerde olduğu gibi: “Dış politikanın bütünüyle milli mefküre, resmi idealler ve ikinci ve üçüncü ülkeler nezdinde menfaatlerin korunması, yayılması, sürekli ve kalıcı kılınması yönünde” geliştirilmesi zorunludur. Bu konseylerin çok önemli bir görevi de: Dış politika (harici misyon) gibi hayati bir alana sızmaları önlemek, Dışişleri teşkilâtında çok sağlam, imanlı-şuurlu (İsrail, İtalya, Yunanistan, ABD, İngiltere vb.) onurlu-sorumlu-dürüst, temsil-temayüz (müzakere) kabiliyetini haiz asli unsur (soydan milli) mükemmel dil, yüksek deha, ilim-irfan ve mutlak-samimi, temiz-özgün vatanseverlikle maruf ve mücehhez “gerçek şahsiyetlerin” yer ve görev almasına dikkat eder.
SORUN: Bizde dışişleri mesleği monşerlere münhasır olarak bilinir. Monşerler, her ne kadar bir “büyükelçiler konseyi” yok ise de, aslında var gibi hareket ederler ve aralarına soy, boy, inanç ve kan olarak Müslüman Türk, (gerçek) Kürt (Ermeni, Rum ve Yahudi asıllı kripto değil) dahil olmaması için ellerinden gelen her türlü önlemi alırlar. Bu nedenle Dışişleri 1937’ den bu yana milli menfaatleri korumaktan aciz, mütekabiliyetten bilerek bihaber, zevk-safa, israf-masraf, oyun-eğlence ve Arap ülkelerinde içki partisi verecek kadar gafildir. Görev ifa ettikleri ülkelerde Türk Kültür Merkezleri açmazlar, Türk Okul ve lobileri kurmazlar.
DİPLOMATLIK MESLEĞİ: (Bakan devamla)
Diplomasi mesleği boşlukta icra edilmemektedir. Uluslararası ilişkilerin, çevremizde ve dünyamızda olup bitenlere ilgisiz ve kayıtsız biçimde, genel ve makro eğilimleri göz ardı eden bir yaklaşımla sağlıklı biçimde yürütülmesi mümkün değildir. Bu nedenle, sözlerimin başında, Türkiye’yi de yakından ilgilendiren genel dünya koşulları hakkında kısaca bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
SON KÜRESELLEŞME DALGASI:
Halen, son küreselleşme dalgasının etkilerinin olanca keskinliğiyle yaşandığı bir zaman diliminden geçmekteyiz. Küreselleşme her şeyden önce ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılığı eşi benzeri görülmemiş ölçüde artırmış durumdadır.
Aynı zamanda uluslararası ekonomik sorunlar, domino etkisiyle hemen tüm ülkelerde zincirleme sonuçlara yol açmaktadır.
Buna paralel olarak, dünyanın ekonomik ağırlık merkezinin de giderek Batı yarıküreden Doğu yarıküreye doğru hareket etmekte olduğunu izliyoruz. Uluslararası sistemin gelecekteki yapısına ilişkin belirsizliklerin de günümüzdeki tartışmalara damgasını vurmaya devam ettiğini görüyoruz. 21. yüzyılda dünyanın gidişatı kimilerine göre “çok kutuplu” kimilerine göre de “kutupsuz” bir sisteme geçiş yönündedir. Her halükarda, şekillenmekte olan sistem içinde, herhangi bir ülkenin sistemin tümü üzerinde tek başına hegemonyaya sahip olamayacağı anlaşılmaktadır.
ADİL VE UZUN ÖMÜRLÜ İLİŞKİLER:
Bu yüzyılda uluslararası ilişkilere hâkim olacak yeni sistemin adı ne olursa olsun, adil ve uzun ömürlü olabilmesi için ne gibi özelliklere sahip olması gerektiği aslında bellidir. Bize göre, sağlıklı bir dünya düzeni, ancak çok taraflılık ve uluslararası meşruiyet temelinde kurulabilir. Şekillenmekte olan uluslararası sistem, insanlığı yeniden hasım kamplara bölmek yerine, ortak paydalar etrafında birleştirebilmelidir. Refahı eşit olarak yayabilen, insancıl ve barışçı bir dünya düzeninin kurulması yönünde aktif çaba harcamanın, gelecek nesillere karşı en büyük görevimiz olduğunu düşünüyorum.
BM GÜVENLİK KONSEYİ GEÇİCİ ÜYELİĞİ:
Ancak, bu denli büyük küresel hedeflere ulaşmanın yolunun, aynı derecede güçlü küresel mutabakatlar sağlanmasından geçtiği de açıktır. Böylesine sağlam bir uluslararası dayanışma ruhunu ise ancak çok taraflı kuruluşlar ateşleyebilir.
Halen bu sistemin bayrak gemisi de (BM) Birleşmiş Milletlerdir.”
NOT: Daha önce Türkiye DP-Menderes döneminde bu kurulda geçici üyelik yapmış ve dünya barışına çok önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak: İçinde yaşadığımız konjonktür Türkiye için “geçici üyelik” değil; “DAİMİ ÜYELİĞİ” gerekli ve zorunlu kılmaktadır.
Hedef geçici üyelik değil; bunun bir geçiş süreci olarak kullanılması kaydı şartıyla her ne pahasına olursa olsun mutlaka Daimi Üyelik olmalıdır.
***
Türkiye önümüzdeki birkaç ay içinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçildiği takdirde, barış ve refahı küresel kılmaya yönelik çabalarında işte bu idealden, bu yaklaşımlardan güç alacaktır.
Güvenlik Konseyi’ne seçildiğimiz takdirde izleyeceğimiz hareket tarzı konusunda biraz daha ayrıntı vermekte ben bu noktada fayda görüyorum. Bunlar aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası kamuoyuna açık taahhütleridir. Konsey’de temsil edilme hakkını kazandığımız takdirde özellikle şu hususlarda faal bir tutum içerisinde olacağız:
BM ‘GEÇİCİ ÜYELİĞİNDE’ HEDEFLER:
• BM, Birleşmiş Milletler reform sürecine destek vererek, kuruluşun uluslararası alanda daha etkin kılınması yönünde çaba harcayacağız.
KATKI: Kuruluşun uluslar alanda daha adaletli, eşitlikçi; ABD ve Rus güdümünden kurtarılmış, bütün üye ülkelerin ortak karar organı haline getirilerek demokratikleştirilmesi.
• BM, Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri çerçevesinde, 2015 yılına kadar dünyada yoksulluğun azaltılması ve onunla bağlantılı sorunların çözümüne yönelik uluslararası çabalara katkılarımızı daha da artıracağız.
KATKI: Dünyada doğal-ekolojik dengenin bilinçli bir kararlılıkla korunması, servet ve kaynak kullanımında adaletin sağlanması, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun en kısa sürede kapatılması; tüm dünyada barış, karşılıklı saygı-anlayış, adalet ahlakı ve hukukun hakim unsur haline getirilerek ‘küresel emperyalizmin” bencillik-çıkarcılık, filli işgal, gasp ve sömürü gibi insanlık dışı eylem ve tasarruflarına son verilerek; BM, NATO ve Globelleşme hareketinin “temel KÜRESEL ADALET unsurlarına” dönüştürülmesi…
• Uluslararası siyasi krizleri çıkmadan önlemeye çalışacak, bunun mümkün olamadığı durumlarda uyuşmazlıkların, güce başvurulmaksızın, barışçı yollardan çözümü yönünde canla başla çalışacağız.
KATKI: BM adına imiş gibi uluslar arası bir yalan, iftira ve fakat aslında küresel işgal ve ihtirasın zebunu olarak ABD tarafından vaki Afganistan ve Irak işgallerinin kayıtsız-şartsız derhal kaldırılmasına; AB’nin benzer sömürü-işgal politikalarına son verilmesine; özellikle de: Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 5 daimi üyesi ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in insan hakları ve evrensel adalet ilkelerine uymalarının sağlanması, İran'ın nükleer programıyla ilgili olarak dünya standartları bağlamında bir politikaya geçilerek işgal amaç ve hedefinden derhal vazgeçilmesi; Üye ülkelerden Çin, “Doğu Türkistan Sincan-Uygur Türk bölgesini terk etmediği ve yerel halkın hürriyet ve bağımsızlığını derhal tanımadığı taktirde BM Güvenlik Konseyi Daimi üyeliği ve BM üyeliğinden ihracının talep ve temini için çok ciddi ve kararlılıkla gayret göstermesi,
DİNLER ARASI DİYALOG:
• Hem toplumların içinde hem de ülkeler arasında görülebilen yabancı düşmanlığı, ırkçılık, ayrımcılık, hoşgörüsüzlük, aşırıcılık ve şiddet gibi tehlikeli eğilimlerle mücadelenin ön saflarında yer alacağız, farklı kültürler ve dinler arasında yeni diyalog kapıları açılmasına gayret edeceğiz.
TESPİT: Bizzat AB, ABD ve Çin ırkçılık zanlısı ve suçlusudur. Srebzenitsa, Karabağ, Irak, Afganistan ve Darfur katliamları ve soykırımından dolayı BM’de suçlular arasında yer almaktadır. ABD hariç olmak üzere AB ülkeleri ve Çin’de çok yoğunluklu bir asimilâsyon baskısı yaşanmaktadır. Önce teşkilatın kendi içinde vuzuh, adalet ve insani boyut kavramını hazmetmezi gereği vardır.
AYRICA: “Dinler Arası Diyalog” söylemi vahiy kaynaklarına dayalı evrensel hukuk, genel ahlâk, insani boyut ve bilgi tolumu esas ve ilkelerine, yani bilişme aykırıdır. Bu neden ve “Watikan’ın bir asimilasyon, dönüştürme-yozlaştırma-çürütme ve soykırım planı” olması hasebiyle kabul ve telaffuzu kabil değildir. Türkiye sadece “kültürlerarası diyalog” gibi ilmi disiplinler üzerine oturmuş; Gerçek bir medeniyet, barış ve anlayış projesine taraf olabilir.
DÜNYA BARIŞI:
• Dünyamızın aslında ne kadar küçük ve korumasız olduğu gerçeğinin daha iyi anlaşılması ve çevre (ekolojik) koruma bilincinin yayılması yönünde çaba göstereceğiz. Tabiatıyla, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi çatısı altında küresel sorunların çözümüne katkıları bu alanlarla sınırlı kalmayacaktır. Güvenlik Konseyi üyeliğinin bize yükleyeceği tüm sorumlulukların gereğini layık veçhile (adaletle) yerine getireceğimizden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Bilindiği gibi, Türkiye, Birleşmiş Milletler çatısı altında dünyanın çeşitli köşelerinde yürütülen barışı koruma ve destekleme operasyonlarına da, uzun yıllardır çok önemli katkılar sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler’e bu desteğimiz, imkânlarımız ölçüsünde daha da artırılarak önümüzdeki dönemde de devam ettirilecektir.
TESPİT: Bu katılımlar şu düzeyde (ne yazık ki) barışı koruma amaçlı değil; sadece ve yalnızca Amerika, İsrail, İngiltere ve topyekün emperyalizmin çıkarlarını koruma yönündedir. Bu istikametin düzeltilmesi ve insanlık davasına tevcihi Türkiye’nin görevi olmalıdır.
Güvenlik alanında NATO ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na (AGSP) katkılarımızı da, önem atfettiğimiz ilkeler temelinde sürdüreceğiz. NATO İttifakı, Türkiye’nin güvenlik ve savunma politikalarının önemli bir unsuru olmaya devam edecektir. İttifak’ın “açık kapı” politikası çerçevesinde üyelik kıstaslarını karşılayan yeni üyelerle genişlemesini sürdürmesinin, Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenlik ve istikrarına olumlu etkiler yapacağı kanaatindeyiz. Öte yandan, Türkiye NATO ile AB arasında işbirliğinin derinleştirilmesine de önem vermektedir. Ancak, bu ortaklığın verimli olabilmesi için, NATO’nun AB üyesi olmayan üyelerinin, daha önce sağlanan mutabakatlar doğrultusunda AGSP karar mekanizmalarına etkin katılımlarının sağlanması da gerekmektedir. Bu yöndeki çabalarımız önümüzdeki dönemde de kararlılıkla sürdürülecektir.
KATKI: TSK’ da’da diğer BM orduları gibi “resmi din subayı” (Tabur imamları) ile din ve moral subayı kadrolarının (1960’a kadar uygulandığı üzere) tekrar ihdası mutlak bir zaruret ve amaç olarak benimsenmeli; Orduda dinsiz-imansız, ateist ve pagan irticanın kökü kazınarak, asla ve kesinlikle “uluslar arası menfur bir tarikat olan” masonluk ve lions-rotary kulüpleri gibi alt yapı kuruluşlarının örgütlenerek yuvalanmasına asla izin verilmemelidir.
TÜRKİYE’NİN AB ÜYELİĞİ:
Türkiye’nin AGSP’ye etkin katılımı konusu, Avrupa Birliği’ne katılım sürecimizle de yakından bağlantılıdır. Bu bağlamda halen yaşanan sıkıntıların temelinde, NATO ve AB’nin Avrupa ölçeğindeki üyelik profilleri büyük ölçüde örtüştüğü halde, bir NATO üyesi olarak Avrupa’nın güvenliğine önemli katkılarda bulunmaya devam eden Türkiye’nin halen AB dışında olması yatmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin AB’ne tam üyeliğinin mümkün olan en kısa sürede (bağlanma biçiminde değil, eşit-adil haklar ve hukuk normları çerçevesinde) gerçekleşmesi, başka alanlarda sağlayacağı sayısız yararlara ilaveten, Transatlantik bölgesinin güvenliğinin pekiştirilmesi anlamında da ilgili tüm tarafların menfaatine olacaktır.
***
Bu vesileyle, devlet politikamız haline gelen AB’ne tam üyelik hedefimizde herhangi bir sapma olmadığını ve bu yönde aynı kararlılıkla çaba göstermeye devam ettiğimizi de özellikle vurgulamak istiyorum.
AÇIKLAMA: AB’ye “tam üyelik hedefi” bir devlet politikası olmaktan çıkmıştır. Zira “devlet politikası” halkoyu veya referandum yoluyla onaylanmış hususlar için geçerli olup; Bu güne kadar Türkiye hükümetleri bu yola başvurmaktan şiddetle kaçınmışlardır. Şu veya bu şekilde ülkemizi AB’ye katma arzusu sadece bazı siyaset kurumları ve bir takım hükümetlerin politikası olmaktan ileri gitmemiştir.
TÜRK MİLLETİ’NİN;
AB KONUSUNDA VERİLMİŞ BİR KARARI YOKTUR.
Bununla birlikte, Avrupa Birliği’nin Türk kamuoyu nezdindeki algılamasının son birkaç yıl zarfında önemli ölçüde yıpranmış olduğu ve halkımıza bu konuda yeniden güven aşılanmasının ertelenemeyecek bir ihtiyaç haline geldiği herkesin malumudur. Bu konuda en büyük görev de Avrupa Birliği’ne düşmektedir. AB konusunda kamuoyumuzun bazı temel beklentileri var: Bunlardan birincisi bu süreçte Türkiye’ye karşı ayrımcılık ve farklı muamele yapılmamasıdır. İkincisi de Türkiye’nin üyeliği konusunda AB ülkelerinden gelen mesajların tutarlı ve teşvik edici nitelikte olmasıdır.
AB Komisyonu’nun devam eden müzakere sürecindeki desteğinden dolayı memnun ve müteşekkiriz. Ancak bu desteğin üye ülkelerce Zirve kararlarına da net biçimde yansıtılması gerekir. “Ahde vefa” ilkesi bir anlaşmanın tüm taraflarını bağlayan temel bir hukuk kuralı ise, AB liderlerinin Birliğin Türkiye ile kurumsal ilişkilerinde bu ilkeye uygun hareket etmelerini beklemek en tabii hakkımızdır.
Şimdiye kadar sayısız vesilelerle fiilen göstermiş olduğumuz üzere, bu süreçte Türkiye üzerine düşeni yapacak ve reformlarını sürdürecektir. Hükümetimizin bu konudaki kararlılığında en ufak bir değişiklik yoktur. Esasen, yapılan reformların büyük bir kısmı, uzunca bir geçmişi olan modernleşme projemizin devamı niteliğinde olup, halkımızın da talep ve beklentilerini yansıtmaktadır. Kesintisiz sürdürülecek olan reform sürecinin sonunda Türkiye’nin ulaşacağı standartların, bugün Avrupa’da tam üyeliğimize karşı görünen çevrelerin kullandıkları söylemlerin büyük bir kısmını geçersiz hale getireceğinden ve tam üyelik yolumuzu açacağından kuşku duymuyorum.
KATKI: Türkiye AB sürecinde çok büyük ve telafisi imkânsız kayıplara maruz kalmış olup; Bunların başında Kıbrıs ve GB antlaşması gelmektedir. Ayrıca, AB ülkemizin iç politikasına ALENEN müdahale etmekte, kültürel çürüme ve yozlaşmayı desteklemekte, örtülü bir psikolojik savaş yürütmek, anarşi-terör ve tedhiş unsurlarına yardım ve yataklık etmek gibi çok büyük bir uluslar arası suç işlemek suretiyle: Milli birlik ve ulusal bütünlüğümüze zarar veren teşebbüs ve kalkışmalarda bulunmakta, terör suçlularını mülteci statüsünde kabul ederek ülkemize karşı kullanmaktadır.
Bu, kabul edilemez bir düşmanca tutumdur.
TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ:
Türk-Amerikan ilişkileri hem ikili düzeyde, hem de İttifak sistemi içinde köklü bir geçmişe, kapsamlı bir amaç ve çıkar ortaklığına (acaba!) ve sağlam bir jeopolitik zemine dayanmaktadır. Bu ilişkilerin daha geniş kapsamlı bir şekilde ekonomik, teknolojik, sosyal ve kültürel alanda zenginleştirilmesi gerekmektedir. Son dönemlerde PKK terör örgütü ile mücadelede gerçekleştirilen işbirliği (!!!) ve elde edilen olumlu sonuçlar, Türk-Amerikan ilişkilerine önemli açılımlar kazandırmıştır.
Türkiye’nin, AB üyeliğine giden yolda küresel sistemdeki ağırlığını daha da artırabilmesi için, kendi çevresinde istikrarlı bir barış ve güvenlik kuşağı kurması ve bunu giderek genişletmesi gerektiğinin de bilincindeyiz. Esasen Türkiye, çevresindeki gelişmeleri izlemek ve tepki vermekle yetinmemekte, sorunların çözümüne yönelik somut adımlar atmakta ve yapıcı politikalarını yeni ve özgün açılımlarla sürdürmektedir.
BÖLGESEL ETKİNLİK VE KÜRESEL AKTÖR?...
İzlediği etkin politikalar sayesinde, Türkiye, son yıllarda bölgesel uyuşmazlıkların çözümüne yönelik diplomatik faaliyetler bakımından bir “merkez” olmaya başlamıştır. Lübnan’daki siyasi krizin aşılmasından, Filistin-İsrail görüşmelerine, Pakistan-Afganistan diyaloğunun geliştirilmesinden Suriye ile İsrail arasında aracılı görüşmelerin tekrar başlatılmasına kadar bir dizi konuda proaktif çabalar harcamaktayız. Türkiye, bölge ülkeleri için güvenilir bir ortak olduğunu sayısız vesilelerle kanıtlamıştır. Kazandığımız bu güven sayesinde, sorunların çözümünde bir “kolaylaştırıcı” rol üstlenmekte ve olumlu sonuçlar da almaktayız. Bölgesel ve küresel barışa katkılarımız bu anlayış temelinde devam edecektir. Az sayıdaki ülke ile aramızda mevcut “stratejik ortaklık” ilişkisine ilaveten, bölgesel düzeyde de stratejik işbirliği süreçleri başlatmaktayız.
Bölgesel ortaklarımız da Türkiye’nin uluslararası alanda etkin roller üstlenmesine önem vermekte ve bunu fiilen de göstermektedirler. Nezdinde “Daimi Gözlemci” statüsüne sahip olduğumuz Afrika Birliği Örgütü’nün bu yılın başındaki toplantısında Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etmesi bunun somut bir örneğidir. Körfez İşbirliği Konseyi üyesi 6 ülke ile bir stratejik diyalog mekanizmasını da ayrıca başlatıyoruz. Keza, Asya kıtasının en etkili bölgesel kuruluşu haline gelmekte olan Şanghay İşbirliği Örgütü ile de daha yakın bir çalışma ilişkisi içine girmek istiyoruz.
TESPİT: Türkiye’nin asıl hedefi “AVRASYA TÜRK BİRLİĞİ” olmak zorundadır.
ANCAK; Bu ve bundan önceki hükümetler, Türkiye için tek yol, nihai alternatif ve hedef olan bu projeyi ‘kendi iç platformlarında bile” dile getirmekten çekinmekte, tarihin ve tabiatın bahşettiği ve devletimize Osmanlı’dan miras olan bir vecibeyi hayata geçirmekten imtina etmekte ve adeta korkmaktadırlar. Neden?...
BALKANLAR MESELESİ:
Türkiye’nin, ortasında yer aldığı Balkanlar, Karadeniz, Güney Kafkasya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerine yönelik yakın ilgisi, önümüzdeki yıllarda da devam edecektir.
Bu bölgelerde önemli siyasi ve ekonomik girişimlere öncülük etmiş olan Türkiye, akrabalık ilişkileriyle de bağlı olduğu komşu ve yakın coğrafyalarda oynamakta olduğu yapıcı rolü önümüzdeki yıllarda daha da güçlendirmek arzusundadır. Bu çerçevede, bağımsızlık süreçlerinden itibaren kendilerine güçlü destek sağladığımız Orta Asya Cumhuriyetleriyle işbirliğimize yeni bir ivme kazandırılması da hedeflerimiz arasındadır.
KATKI: Türkiye’nin öncelikli hedefi, başta Batı Trakya, Bulgaristan, Romanya ve eski Yugoslavya toprakları olmak üzere Türk ve Müslümanlara yönelik ayrımcılık, mezalim, haksızlık ve hukuk gasplarını önlemek suretiyle tam mütekabiliyeti sağlamak olmalıdır. Yani, Türkiye de yaşayan azınlıklar hangi hak ve hukuka sahip ise, ilgili ülkelerde yaşayan soy ve boy kardeşlerimizde aynı hak ve hukuka sahip olmak zorundadırlar.
***
Aksi takdirde Türkiye ülkesinde yaşayan yabancılara; Ülkelerinde Türk vatandaşlara uygulanan hukuk ve hareket tarzını uygulama hakkını kullanacaktır. Evrensel hukukun sağladığı Mütekabiliyet hakkı budur. Şu hale nazaran AB, toprakları üzerinde yaşamakta olan yaklaşık 4.5- 5 milyon civarındaki Türk’e asimilasyon uygulamaktan derhal vazgeçmek, TC’ de kendi ülke vatandaşlarına tanınan bütün hakları tanımak; Yunanistan ve Bulgaristan ise ülkelerinde mukim Türklere, “Türkiye’de Rum-Yunanlılara tanınan” bütün hakları tanımak zorunda ve durumundadır.
KIBRIS POLİTİKASI:
Kıbrıs Türk halkının güvenlik ve refahının sağlanması ve Doğu Akdeniz’de denge (güvenlik) ve istikrarın korunması, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının iki ana stratejik hedefini oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulmak için yapılacak girişimlere Birleşmiş Milletler’in yerleşmiş parametreleri çerçevesinde desteğimizi sürdüreceğiz. Komşularımız arasında ilişkilerimizin problemli olduğu tek ülke olan Ermenistan ile ilgili olarak da ilişkilerde inisiyatif alan taraf konumumuzu sürdüreceğiz. Attığımız adımlar karşılık gördüğünde ilişkilerimizi arzu edilen seviyelere çıkarmak için çaba göstermeye devam edeceğiz.
TESPİT: Türkiye’nin bir Kıbrıs sorunu yoktur. Sorun yaratan Yunanistan ve AB’dir. Türkiye istediği her an Londra-Zürich ve Garanti antlaşmasında yer alan haklarını kullanmak suretiyle KKTC’ni ilhak etmek veya Kıbrıs’ın tamamı üzerinde hak iddia ederek adayı bir bütün olarak topraklarına katma hakkına sahiptir. Zira, şu halde Lozan antlaşmasının ilgili hükmü çiğnenmiş ve bahusus mezkür antlaşmalar da yok sayılmak istenmektedir. Bu aleni bir kötü niyet, işgal, ilhak ve tasallut izharıdır. Türkiye “Kıbrıs’ın” tamamı üzerindeki tarihi, tabii ve yasal haklarını saklı tıtacaktır.
DIŞ POLİTİKA DA HEDEFLER:
Dış politika alanındaki hedeflerimize ulaşabilmemiz, aynı zamanda Türkiye’nin hızlı ekonomik büyüme eğilimini korumasına ve küresel ekonomide ağırlığını artırmasına da önemli ölçüde bağlıdır. O nedenle ekonomik alandaki hedefleri en az siyasi alandaki hedefler kadar önemli ve öncelikli görüyorum.
Türkiye’nin küresel ekonomik sistem içindeki yerini pekiştirirken, aynı zamanda dışa açık olmanın getirebileceği bazı olumsuz (DÜŞMANCA) etkileri de en aza indirmeye çalışmamız gerekmektedir. Yeni küresel krizlerin çıkması durumunda, bu şokları en az zararla atlatmamıza imkân sağlayacak bir ekonomik yapıya sahip olmamız yaşamsal önemdedir. Bu da, Türkiye’nin yüksek katma değer üretebilen ve yüksek rekabet gücüne sahip bir ekonomi haline gelmesi ile mümkün olacaktır.
TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKA VİZYONU:
Esasen, ekonomik alanda önümüzdeki döneme ilişkin (Türkiye) vizyonumuz 2007–2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı’nda belirlenmiştir:
TESPİT: Türkiye’nin hedefi, doğal olarak “İnsani Boyut ve Bilgi Toplumudur”
Sadece “Bilgi Toplumu” safsatası değil. Zira ülkemiz kadim bir medeniyetin nihai evresi olup ana davası “insanlık âleminin huzur, barış, zenginlik-refah ve mutluluğudur”
Bu da Türkiye’yi, istikrar içinde büyüyen, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen ve AB’ne üyelik için uyum sürecini tamamlamış (?) bir ülke haline getirmektir.
DAHA UZUN VADEDEKİ HEDEFLER:
Daha uzun vadedeki hedefimiz ise, Türkiye’yi 2020’li yıllarda ekonomik alanda küresel bir güç konumuna yükseltmektir. Türkiye bunun için gerekli dinamizm ve insan kaynaklarına fazlasıyla sahiptir. Nitekim gerekli yapısal dönüşümleri sürdürmemiz ve istikrarı korumamız durumunda, Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıldönümü olan 2023 yılında Türkiye’nin, dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesi beklenmektedir.
DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ:
Dünya Ticaret Örgütü’ne 1995 yılından beri üye olan Türkiye, küresel ekonomiyle büyük ölçüde bütünleşmiş durumdadır. İkili ve bölgesel düzeylerde kurduğumuz ekonomik ilişkiler ağı da son yıllarda giderek genişlemektedir. Komşu ve yakın çevremizdeki ülkelerle ticaretimizin toplam dış ticaretimize oranı giderek artmaktadır. 1996 yılından beri Balkanlar-Kafkaslar-Orta Doğu üçgeni içinde yer alan 11 ülke ile Serbest Ticaret Anlaşmaları (STA) imzaladık. 14 ülke veya çok taraflı kuruluşla STA akdine yönelik girişimlerimiz de sürmektedir. Bunlar arasında KİK, MERCOSUR ve SACU gibi önemli bölgesel kuruluşlar da bulunmaktadır. Bu çerçevede, 2010 yılına kadar kurulması öngörülen Avrupa-Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesinin de, bölgesel ekonomik ilişkilerimize yeni bir ivme kazandırabileceğini düşünüyoruz. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün bölge ülkeleri arasında oluşturduğu yeni dinamiklerin ve sinerjinin de bu olumlu tabloya eklenmesi mümkündür.
EKONOMİK VE SİYASİ REFORMLAR:
Kuşkusuz Türkiye’nin son beş yılda gerçekleştirmekte olduğu ekonomik ve siyasi reformlar, Türkiye’nin dışarıda görünürlüğünü çok değiştirmiştir. Özellikle siz büyük elçilerimiz, bunu bulunduğunuz ülkelerde yakından izlemektesiniz. Türkiye, dünyanın dört bir köşesinde artık bir başarı örneği olarak anılmakta ve pek çok ülkede, pek çok çevrede takdirle karşılanmaktadır. Siyasi reformlar ekonomik reformları, ekonomik reformlar ise siyasi reformları desteklemektedir. Bunların her ikisinin de paralel bir şekilde ilerliyor olması son derece önemlidir. Türkiye’nin iyi işleyen bir demokrasi haline gelmesi, Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda uluslararası standartlara ulaşmamız, hukukun üstünlüğü ilkesinin Türkiye’de gerçek anlamda egemen olması aynı zamanda ekonomik geleceğimizin de garantisini oluşturan temel unsurlardır. Türkiye, geçen yıl sonu itibarıyla ulaştığı 659 milyar dolarlık milli gelirle dünyanın 17. büyük ekonomisidir. Avrupa Birliği’ne üye olmuş olsaydı Türkiye, bugün Avrupa Birliği’nin 6. büyük ekonomisi olacak idi. Bunun dünyanın dört bir köşesinde, sizler tarafından, Büyükelçilerimiz tarafından da sık sık vurgulanması ve Türkiye’nin ekonomik başarılarının da özellikle gündeme getirilmesi ülkemiz açısından kuşkusuz önemlidir.
GELENEKSEL EKONOMİK VE SİYASİ İLİŞKİLER:
Yine bu süreçte Avrupa, ABD ve komşu ve yakın ülkelerle geleneksel ekonomik ve siyasi ilişkilerimize kuşkusuz büyük değer vermekteyiz ve bu bağları daha da güçlendirmek istiyoruz. Bununla birlikte, özellikle ekonomik alandaki hedeflerimize ulaşabilmek için sadece kendi yakın coğrafyamızla yetinmememiz ve hem ufkumuzu hem de menzilimizi genişletmemiz gerektiği de açıktır. Bu nedenle, şimdiye kadar aramızdaki işbirliği potansiyelinin tam olarak değerlendirilemediği coğrafyalara yönelik açılım politikalarımız da sürecektir. Ancak bunlar AB’nin ve transatlantik bağlarımızın alternatifi değil, tamamlayıcı boyutudur.
***
“BRIC” ülkeleri olarak da ifade edilen Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin, ekonomik potansiyelleri bakımından halen tüm dünyanın ilgisini çeken ülkelerdir. Özellikle, günümüzün en hızlı büyüme oranına sahip gelişen ülkesi durumundaki Çin, gerek büyük iç pazarı, gerek cezbetmekte olduğu dış yatırımlar ve kendi dış yatırımları itibarıyla küresel ekonominin de itici güçlerinden birisi haline gelmiştir. Bu çerçevede, Çin ve Türkiye’nin aralarındaki ekonomik işbirliğini derinleştirmelerinin her iki ülkenin de menfaatine olacağı kanısındayım. Bu yıl Rusya en büyük ticaret ortağımız haline gelmiştir. Karşılıklı yatırımlardaki hızlı artış ve inşaat sektörümüzün Rusya’daki başarıları, bu ülke ile ekonomik ilişkilerimizin ne kadar derinleştiğini de göstermektedir.
HİNDİSTAN VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ:
Keza, bilgi teknolojilerindeki uzmanlığı ve eğitimli insan potansiyeliyle dikkat çeken Hindistan’la Türkiye arasında çeşitli alanlara yayılan daha yakın bir işbirliği tesisinde de büyük yarar vardır. Gerek Şubat ayında Hindistan’a yaptığım ziyaret, gerek akabinde yapılan ikili temaslar bu kanımızı daha da pekiştirmiştir. Nitekim bu ülkeye yapılan açılımların karşılıkları da hızlı bir şekilde alınmaya başlamıştır.
TÜRKİYE-JAPONYA İLİŞKİLERİ:
Buna ilaveten, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olma özelliğini koruyan Japonya ile ilişkilerimize de büyük önem veriyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızın Haziran ayında bu ülkeye yaptıkları ziyaret, Japonya’nın da daha üst düzeyde bir işbirliğine istekli ve hazır olduğunu bize göstermiştir. Küresel ölçekte faaliyette bulunan belli başlı Japon firmalarının Türkiye’nin coğrafi avantajlarından daha etkili biçimde yararlanma arzusunda olduklarını bu ziyaret sırasında müşahede ettik. Bu çerçevede, özellikle yatırım ve teknoloji transferi gibi alanlarda işbirliğini giderek artırmayı hedefliyoruz.
YENİ BÜYÜKELÇİLİKLER:
Önümüzdeki dönemde Hindistan ve Brezilya’daki temsilciliklerimizin sayısını, kurulacak yeni Başkonsolosluklarla daha da artırmayı öngörüyoruz.
Ayrıca, bölgeyle ilişkilerimize atfettiğimiz önem çerçevesinde, Latin Amerika’da yeni Büyükelçilikler açılmasına da karar vermiş bulunmaktayız.
AÇILIM POLİTİKALARI:
Açılım politikalarımız içinde Afrika’ya da özel bir önem veriyoruz.
2002–2007 döneminde dünya ortalamasının üzerinde büyüyen Afrika kıtasıyla ekonomik ve ticari ilişkilerimize yeni bir ivme verilmesi için zaman ve zeminin uygun olduğunu düşünüyoruz. Hedefimiz, 2007 sonunda 13 milyar dolara ulaşmış olan kıtayla toplam ticaret hacmimizi 2012 yılına kadar 50 milyar doların üzerine çıkarmaktır. Önümüzdeki birkaç yıl içinde Afrika kıtasında açacağımız 15 yeni Büyükelçilik bu süreci daha da hızlandıracaktır. Kısa vadede ise, gündemimizdeki öncelikli bir konu bir ay sonra İstanbul’da yapılacak birinci “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi”dir. Afrika ile ilişkilerimizde bir kilometre taşı olarak gördüğümüz bu Zirvenin başarısına da büyük önem vermekteyiz. 53 ülkenin temsil edilmesini beklediğimiz bu zirveye çok sayıda devlet başkanı ve hükümet başkanı davet edilmiştir. Türkiye-Afrika ilişkilerinde bir ilk niteliği taşımaktadır.
YOKSULLUK SORUNU:
Dünyada tarımı, sanayileşmeyi ve küresel ticareti geliştirme yönünde kaydedilen tüm ilerlemelere rağmen, yoksulluk büyük bir sorun olmaya devam etmektedir. Yeryüzündeki en yoksul 2,6 milyar insan, dünya nüfusunun yüzde 40’ını oluşturuyor. Bunun sağlıklı bir tablo olduğunu herhalde kimse iddia edemez.
ANCAK! Dünyada yoksulluğun başıca nedeni yolsuzluktur. Türkiye olarak bunu çok iyi biliyor, izliyor ve gözlüyoruz. Mensubu olmaktan onur ve iftihar duyduğumuz İslâm, hüküm (yönetim bilimi) konusunda hikmeti (adalet ve hukuku) öngörmektedir. Dolayısıyla bu gün için bizce insanlığın en büyük sorunu “insanı yaşat ki devlet yaşasın” veya “insan için devlet” felsefesinden bütünüyle uzaklaşılmış ve bilumum küresel tasarruf ve teşebbüslerin ilâh, silâh ve ilâç tüccarlığı ile insanlığın ahlaksızca sömürülmesi, soyulması ve “çok küçük bir azınlığın”; Milyarlarca insanın “kene gibi” kanını-canını, malını-mülkünü, varını-yoğunu gasp ve irtikabı üzerine odaklandığını görmekteyiz.
Bu vahim bir felaketin habercisidir.
Devletlerin insan hakları, adalet, hak-hukuk ve demokrasi’den uzaklaşması insanlığın hayrına değildir. Kaldı ki; iki dünya mahkemesinden biri olan (AİHM) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi siyasallaşmış, LAHEY YÜKSEK ADALET DİVANI ise atıl ve muattal bir hale düşerek işlevini yitirmiştir.
ÖNERİ: Türkiye, AİHM ve Lahey Adalet Divanı’nın ilga edilerek, tüm dünyayı şamil ve bütün devlet “YÜKSEK MAHKEMELERİNİN” taraf olacağı yeni, rasyonel ve objektif bir “DÜNYA MAHKEMESİNİN” kurulmasından yanadır. Zira dünyanın, her zamankinden daha çok “şimdilerde” bir ADALET kapısına ihtiyacı vardır.
İNSANİ YARDIMLAR:
Türkiye’nin en az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere resmi ve özel düzeylerde sağlamakta olduğu insani ve kalkınma yardımları her yıl düzenli biçimde artmaktadır ve kamu ile özel sektör yardımlarımızın toplam miktarı 2007 yılı sonu itibarıyla yaklaşık 3 milyar dolar olmuştur. Türkiye, bu çerçevede, En Az Gelişmiş Ülkelerin geleceklerini şekillendirecek insan kaynaklarını geliştirmeye yönelik eğitim ve istihdam odaklı yardım projeleri yürütmektedir.
YÜKSELEN “DONÖR” ÜLKE TÜRKİYE:
Gerek nakdi olarak sağladığımız insani ve kalkınma yardımları, gerek gelişmekte olan ülkelerde yaptırdığımız okul, hastane ve sağlık merkezi gibi altyapı tesislerinin sayısındaki kayda değer artışlar, artık uluslararası sınıflandırmalarda Türkiye’yi “yükselen donör ülke” haline getirmiştir. Şu hususu özellikle vurgulamak isterim ki, En Az Gelişmiş Ülkelerle ilişkilerimiz zaman içinde sınırlı, kısa vadeli ve dar görüşlü hedeflere endeksli değildir.
Amacımız kurmakta olduğumuz tüm yeni ortaklıkları kalıcı, istikrarlı ve uzun soluklu kılmaktır.
YENİ DIŞ POLİTİKA PERSPEKTİFİ:
Önümüzdeki yıllarda dış politika gündemimizde ağırlığı giderek artacak olan bir başka konu da küresel ısınma ve sonuçlarıdır. Türkiye, içinde bulunduğu yarı-kurak iklim kuşağı dolayısıyla, küresel ısınmanın olumsuz sonuçlarından ilk planda etkilenebilecek ülkeler arasında yer almaktadır. Tahminlere göre, mevcut küresel ısınma eğiliminin sürmesi halinde insanlığın ciddi var oluşsal sorunlarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır.
Türkiye, sanayileşmesini sürdürmekle birlikte, yüzde 1’in altındaki payıyla dünyadaki karbon salımları listesinde oldukça alt sıralardadır. Buna rağmen, yerkürenin geleceğiyle ilgili olumsuz tahminler, bizim için de ciddi bir endişe kaynağıdır.
Öngörülen felaket senaryolarının önlenmesinde istisnasız her ülkeye görev düştüğünün bilincindeyiz. İşte bu anlayışla, Kyoto Protokolü’ne katılma kararını aldık.
***
Küresel ısınmanın sonuçları bağlamındaki bir diğer gerçek de, tatlı su kaynaklarının öneminin önümüzdeki on yıllarda giderek artacağıdır. BM Çevre Programı yetkilileri, mevcut tüketim eğilimlerinin tasarruf lehine değişmemesi halinde, 2025 yılında dünyadaki üç kişiden ikisinin susuzluk sorunuyla karşı karşıya kalacağını belirtmektedirler.
Bu sonucun önlenebilmesi, suyun korunması ve idaresi konusunda dünyada kolektif bir bilincin hâkim kılınabilmesine bağlıdır.
Bu bakımdan, önümüzdeki yıl Mart ayında İstanbul’da düzenlenecek ve binlerce uzmanı bir araya getirecek olan 5. Dünya Su Forumu’na da büyük önem atfetmekteyiz. Bunun İstanbul’da yapılacak olması, çevreyle olan konuların önemli bir gündem maddesini teşkil ettiği bu günlerde tüm dünyanın ilgisini kuşkusuz İstanbul üzerinde yoğunlaştıracaktır.
KÜLTÜLER ARASI İLİŞKİLER:
Eskiden pek önemsenmeyen kültürler arasındaki ilişkilerin durumu ve gidişatı, şimdi dünya gündeminin en üst sıralarına yerleşmiştir. Dünya’da kültürler ve inanç sistemleri arasında işaretleri şimdiden görülen kutuplaşma yeni tehlike ve tehditleri gündeme getirebilecektir. Bunun önlenmesinde Türkiye, başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı doğal avantajlarla merkezi bir rol oynayacak durumdadır.
STRATEJİK ÖNEM:
Coğrafyamız ve tarihi arka planımız itibarıyla, Batı’da kodifiye edilen ve kurumsallaştırılan evrensel değerleri Doğu’ya, Doğu’nun kültürel zenginliklerini ve bazı alanlardaki hassasiyetlerini de Batı’ya ulaştırmak gibi önemli bir misyona sahibiz. Bu çerçevede, Türkiye, değişik kültür ve inanç sistemleri arasında, farklılıklar yerine ortak noktaları ön plana çıkaran, karşılıklı saygıyı kurumsallaştıran ve “ötekileştirme” yi “empati” ile ikame eden yeni bir paradigmanın yerleştirilmesine gayret etmektedir.
MEDENİYETLER İTTİFAKI:
Türkiye ve İspanya’nın öncülüğünde kurulan Medeniyetler İttifakı Girişiminin İkinci Forum Toplantısının 2009 Nisan ayında Türkiye’de yapılacak olması, bizim açımızdan hem önemli bir fırsat, hem de bu çabalarımızın başarı ve etki derecesini ölçmemize imkân sağlayacak bir sınama niteliğindedir.
Bu bakımdan, söz konusu Forumun temel mesajları üzerinde şimdiden düşünmemizde yarar olduğu kanaatindeyim.
DOSTLAR GRUBU:
Başbakanımız Sayın Recep Tayip Erdoğan ile İspanya Başbakanı Sayın Zapatero’nun eş başkanlığında başlatılan ve bütün dünyada geniş yankı bulan bu girişim artık bir BM girişimi haline gelmiştir. “Dostlar Grubu” adıyla bir grup kurulmuştur ve anılan grup üyeleri listesine konuyla ilgilenen ülkeler ve uluslararası kuruluşlar kaydolabilmektedir. Şu anda 80’in üzerinde ülke ve uluslararası kuruluş Medeniyetler İttifakı’nın “Dostlar Grubu” içerisinde yerini almıştır. En son Madrid Forumu’na 45 ülkenin Bakanı katılmıştır.
Önümüzdeki dönemde, Nisan 2009’da düzenleyeceğimiz İstanbul’daki Foruma ise, çok daha yoğun bir katılım bekliyoruz.
KÜLTÜRLER ARASI DİYALOG:
Türkiye bu konuyla bağlantısı bulunan diğer uluslararası çalışmalara da etkin biçimde katılmaktadır.
Son olarak Mayıs ayında Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen “Kültürlerarası Diyalog Beyaz Kâğıdı” nın hazırlanmasına önemli katkılarda bulunduk.
Keza, İslam Konferansı (İKO) Örgütü’nün kuruluşundan bu yana ikincisi olan, Yeni Şartı’nın, demokrasi, şeffaflık, insan hakları, hukukun üstünlüğü, (Hukuk Devleti) hesap verilebilirlik ve cinsiyet eşitliği gibi (İslâmi) evrensel değerleri daha iyi yansıtacak bir içerik kazanmasında Türkiye’nin harcadığı yoğun çabaların önemli rol oynadığının da özellikle altını çizmek isterim. 57 ülkenin ortaklaşa kabul etmiş olduğu bu “Yeni Şart” aslında, İslam Konferansı Örgütü ülkelerinin önümüzdeki dönemde belki kendi içlerinde yaşayacağı değişim süreçlerine Türkiye’nin katkısını da somutlaştırmıştır. Bu gelişmeler, aslında insanlığı birleştiren noktaların ayıran noktalardan çok daha önemli ve fazla sayıda olduğunu da göstermektedir.
KÜLTÜREL ALANDA DIŞ POLİTİKA:
Kültürel alanda dış politikamızın önceliklerinden biri de yurtdışındaki Osmanlı/Türk kültür mirasının korunmasıdır. Buna paralel olarak, çeşitli şiveleriyle dünyada yaklaşık 200 milyon kişinin konuştuğu Türk dilini küresel bir iletişim aracı haline getirme yönünde çaba harcamalıyız. Diğer ülkelerde açılacak Türk kültür merkezleri, araştırma enstitüleri, Türk kürsüleri ve okullar bunun kilometre taşlarını oluşturacaktır. Yoğun çabalarımız sonunda İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi önemli bir fırsattır. Tanıtım alanında belki en çok ağırlık vermemiz gereken konu turizmdir. Ülkemizi ziyaret eden turistler bizim fahri kültür elçilerimizdir. Ülkemizi daha fazla turist ziyaret ettikçe, Türkiye’nin bazı ülkelerde haksız biçimde maruz kaldığı yanlış imaj sorunu da zaman içinde kendiliğinden gündemden düşecektir.
SORUN: Ülkemiz yoğun bir psikolojik savaş ve ajitasyon bombardımanına maruzdur.
Ülkemiz ve halkımız insani-bilimsel, kültürel ve geleneksel değerlerimiz ile kadim medeniyetimiz cihetiyle bir büyük tehdit ve taciz altındadır. Türkiye de masonlar devleti içten çökertme faaliyeti yaparken, misyonerler halkımızın dinini değiştirmek; Din değiştirmeyenleri ise çürütmek-yozlaştırmak, bunun yanı sıra zaman içinde Türkleşmiş Ermeni, Rum ve Yahudi unsurlarını “ana dil, etnik kimlik, ırk, dil, din, inanç ve mezhepler bağlamında” vahim bir ayrışma, dağılım ve çözülüm uygulamaları yapmaktadırlar.
Buna mukabil AB, coğrafyasında yaşayan Türklere asimilasyon uygulamakta, din, dil, ibadet ve ibadethane hürriyetini kısıtlamakta; Anadil ile konuşmayı yasaklamakta, ülkemize sürekli masonik unsurlar ve misyonerler göndermesine karşın Türk-Müslüman din adamları ile “İrşat Görevlilerinin” sınırdan geçmesine bile izin verilmemektedir.
OYSA: Mütekabiliyet mutlak bir hukuk ilkesi olup; Özenle itibar etmeyenler, tam bir ciddiyet, cesaret, azim, irade ve kararlılıkla uygulamayanlar ya sinsi düşman, kripto, ajan veya provokatördürler. AB bu şekilde tek taraflı çalışmakta, ülkemize çifte standart uygulamakta ve kendisini bu hususta haklı, Türkiye’yi haksız görmektedir.
Bu nedenle Türkiye’nin AB politikasının mutlaka yeniden gözden geçirilmesi, katılma tarihi ve “TAM ÜYELİK” konusunda kesin tavır ve tarih istenerek, derhal halkoyuna yani AB için referanduma gidilmesi zorunlu hale gelmiştir.
TURİZM STRATEJİSİ:
Esasen Türkiye’nin dünya turizm pazarındaki payı da gittikçe büyümektedir. Nitekim 2007 yılında 21 milyondan fazla turist ağırladık ve turizm gelirleri bakımından dünyada 7. sıraya yükseldik. Bu yıl ise 25 milyonun üzerinde turisti Türkiye’ye çekmeyi hedeflemiş durumdayız. Öngördüğümüz turizm seferberliğinin başarısında, dış temsilciliklerimizin de önemli rol oynayacağını bu vesileyle vurgulamak istiyorum.
***
YURTDIŞINDA YAŞAYAN VATANDAŞLARIMIZ:
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızı bulundukları ülkelerle Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin en sağlam teminatı, kültürel alanda doğal bir dostluk köprüsü ve ekonomik alanda da işbirliğini derinleştiren aktörler olarak görmekteyiz. Ancak vatandaşlarımızın çoğu zaman kendilerinden kaynaklanmayan önemli sorunlarının da bulunduğu göz ardı etmemeliyiz.
Bunların temelinde, çoğunlukla kültürel unsurların yattığı da bir gerçektir.
AVRUPA’DA YAŞAYAN TÜRKLER:
Buna paralel olarak, nüfus artış oranları abartılmak veya düpedüz yanıltıcı veriler kullanılmak suretiyle, Avrupa’daki göçmen toplulukları hakkında bazı endişe ve korkuların suni biçimde körüklenmekte olduğunu da biliyoruz. Bu süreçte, ne yazık ki, göçmen toplulukların, sık sık, iç siyasi tartışmaların veya seçim kampanyalarının da önemli unsurlarından biri haline getirildiğini görmekte ve bunu üzüntüyle karşılamaktayız. Objektif, dürüst araştırmalar aslında Avrupa’daki göçmen kitlelerle ilgili vehimlerin son derece yersiz olduğunu da ortaya koymaktadır.
UYUM SORUNLARI:
Bu meyanda, Türkiye olarak biz, vatandaş ve soydaşlarımızın çalıştıkları veya vatandaşlığına geçtikleri ülkelere başarıyla uyum sağlamalarına, katılımcı bir anlayışla toplumsal yaşamın tüm alanlarında etkin roller üstlenmelerine büyük önem vermekteyiz. İçinde yaşadıkları toplumun dilini iyi konuşan, çalışan, üreten, istihdam yaratan, vergi veren, yasalara saygılı bireyler olarak Avrupa’da yaşayan vatandaş ve soydaşlarımızın Avrupa kültürüyle uyumlu olduklarını her vesileyle göstermeleri büyük önem taşımaktadır. Bunu yaparken benliklerinin ayrılmaz parçası olan öz değerlerini de korumak kuşkusuz onların en doğal haklarıdır.
KONSOLOSLUK HİZMETLERİ:
Çağdaş teknolojileri etkili biçimde kullanarak konsolosluk hizmetlerinin sürat ve kalitesinin artırılması, yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik politikamızın temel hedefleri arasındadır. Konsolosluk hizmetlerini büyük ölçüde elektronik ortama aktarmış bir ülke olarak bu alanda öncü rol de oynamaktayız. Ancak, sistemin veriminin artırılabilmesi bakımından, “e-konsolosluk” ve “konsolosluk çağrı merkezi” gibi imkânların vatandaşlarımızca daha yaygın biçimde kullanımının teşviki konusunda dış temsilciliklerimizce yeni bir hamle yapılmasında da doğrusu yarar görmekteyim. Bu çerçevede, yurtdışında okuyan Türk gençlerini de, öğrenimlerini tamamladıktan ve belirli bir iş tecrübesi edindikten sonra Türkiye’ye dönmeleri konusunda teşvik etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin kalkınma modelinin, sanayi-sonrası dünyasının gerekleriyle uyumlu hale gelmesi ve bilgi toplumuna dayanabilmesi için, dışarıya doğru “beyin göçü”nü tersine çevirmemiz şarttır. Esasen çalışabilir nüfusumuzun oranının yüksekliği, toplumun genç ve eğitimli olması ve insan kaynaklarımızın zenginliği, AB katılım sürecinde de en büyük avantajlarımız arasındadır.
SORUN: Komşu ülkeler bile yerel ve genel seçimler dahil Büyükelçilik, Konsolosluk veya Temsilcilikleri yoluyla oy kullandırmakta, “seçme ve seçilme hakkı” ile demokrasi ve hukuk ilkelerinin tahakkukuna çok büyük bir önem vermektedirler. Dünyanın dört bir yanında yaşayan 7-8 milyon civarındaki Türk vatandaşları bu haktan neden yararlandırılmamakta ve “Gümrük Kapılarına gelme zorunluluğu” gibi insanlık dışı, aykırı, caydırıcı ve pahalı, çok yakışıksız ve ahlaksız bir muameleye maruz bırakılmaktadırlar.
“Demokratik Temsil” vatandaşlık görevi-seçme ve seçilme hakkı-hürriyeti bakımından bu çok büyük bir engeldir. ACİL bir sorundur. Hukuken ve teknik olarak derhal halledilmesi imkân dâhilindedir. Bakan’ın açıkladığı iletişim ve bilişim ağı çerçevesinde bu sorun derhal çözülebilir. Umarız 2009 seçimlerinde gümrük kapısı işkencesi son bulur.
GÜNÜMÜZDE GELENEKSEL DİPLOMASİ KAVRAMI:
Günümüzde geleneksel diplomasi kavramı da önemli bir değişim ve dönüşüm içindedir. Uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde, teknik bilgi ve uzmanlaşma giderek artan bir önem kazanmaktadır. Öte yandan, son yıllarda, hükümetten hükümete temasların yanısıra, sivil toplum kuruluşları, akademik merkezler, kanaat önderleri ve medya gibi faktörlerin de uluslararası ilişkilerin önemli unsurları arasına girdiğini hepimiz biliyoruz. Diplomasi sanatının bir yandan kapsamı genişler ve aktörlerinin sayısı artarken, diğer yandan da uygulanma biçim ve yöntemlerinin çeşitlendiği bu ortamda, Dışişleri Bakanlığı olarak bizim de değişen koşullara hızla uyum sağlamamız zorunludur. Son yıllarda, insan kaynaklarının geliştirilmesi, uzmanlaşma, bilişim teknolojilerinin etkili biçimde kullanılması ve hizmette verimliliğin artırılması gibi alanlarda önemli adımlar attık ve çok önemli projeleri uygulamaya koyduk. Bu atılımlar devam edecektir. Bakanlığımın tüm mensupları, iletişim teknolojilerinden derinlemesine yararlanmayı, çalışma alışkanlıklarının ayrılmaz bir parçası haline getirmelidirler.
SAPTAMA: Burada memnuniyetle müşahade olunmaktadır ki, bizim (mns) 2007 yılı içinde “BELDE” Gazetesinde yayınlanan “Dışişleri” ve “Dış Politika” konusunda yayınlanan proje bazlı makalelerimiz dikkatle incelenmiş, değerlendirilmiş ve dikkate alınmıştır. Umarım iş bu araştırma, inceleme ve değerlendirme çalışmamız da aynı önem ve değer izafe edilerek uygulamaya konulur. Zira bu çalışma “Toplumsal esaslı dış politika stratejilerine ilişkin” nadir belgelerden bir olarak mutlaka literatüre geçecektir.
TOPLUM ESASLI DIŞ POLİTİKA VE SİVİL TOPLUM:
Diplomasinin toplum sathına yayıldığı günümüzde, Büyükelçilerimizin, geleneksel diplomatik temaslara ilaveten, bulundukları ülkede kamuoyunun ve sivil toplumun nabzını yakından tutmaları büyük önem kazanmıştır. Bu anlayışla, tüm Misyon Şeflerimizin, hükümet dışı kuruluşlar, akademik çevreler, medya ve şirketlerle Türkiye’deki karşıtları arasında sağlıklı iletişim ve temas kanalları açılmasında birer “katalizör” ve “kolaylaştırıcı” olarak hareket etmelerini bekliyoruz.
TESPİT: Ülkemizdeki STK olgusu, uygulama-faaliyet biçimi (milli siyaset) ışığında ve analitik bir yaklaşımla incelenmeli, değerlendirilmeli ve dış-güdüm faktörüne bakılmalıdır.
Bu husus, özellikle AB kamuoylarına yönelik uzun soluklu tanıtım kampanyamızın başarısı bakımından da vazgeçilmez niteliktedir. Sivil toplum diyaloğunun geliştirilmesinin, AB katılım sürecimizin de üç temel ayağından biri olduğu hatırlandığında, konunun aciliyeti ve önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
DİPLOMASİNİN TEMEL GÖREVİ:
Diplomasimizin temel görevlerinden biri de, Türkiye’yi, gelecekte uluslararası alanda meydana gelmesi muhtemel gelişmelere karşı bilinçli kılmak ve hazırlamaktır. Bu çerçevede, önümüzdeki 5–10 yıllık vadeye ilişkin somut perspektif ve hedeflere sahip olmamız, izleyeceğimiz yol haritasına ışık tutacak analitik çalışmalara ağırlık vermemiz büyük önem taşımaktadır.
***
DIŞ POLİTİKADA EN ÖNEMLİ HEDEF: AB
Biraz önce de değindim gibi, Avrupa Birliği’ne tam üyelik, ülkemiz açısından dış politikada en öncelikli hedef olma özelliğini önümüzdeki yıllarda da koruyacaktır.
Türkiye’nin katılım sürecinin önüne çıkarılabilecek engellerin bertaraf edilmesi ve diğer üyelerle “eşit koşullarda” tam üyeliğimizin zamanlıca gerçekleştirilmesi, çabalarımızı yoğunlaştıracağımız temel bir alandır.
Bu çerçevede, katılım süreci içinde olduğumuz Birliğin, gelecek on yıl içinde nasıl bir yapıya dönüşeceği sorusu da Türkiye açısından kritik önemdedir.
Dolayısıyla, diplomasimizin, dikkat ve enerjisinin önemli bir bölümünü bu konuya hasretmeye devam etmesi önemlidir.
TÜRKİYE’NİN BARIŞ, GÜVENLİK VE İSTİKRARI:
Dış politikamızın önümüzdeki yıllarda da değişmeyecek temel amaçlarından biri de, Türkiye’nin barış, güvenlik ve istikrarının güçlendirilmesi, bunlara dışarıdan yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin önceden saptanarak bertaraf edilmesidir. Özellikle terör örgütü PKK ile mücadelemiz kararlılıkla sürdürülecektir. Terör örgütünün sadece fiziki saldırı imkânları değil, nereden gelirse gelsin mali kaynakları da yok edilmelidir.
TERÖR, TEDHİŞ VE DIŞ TEHDİTLERLE MÜCADELE:
(Anarşi. Terör ve tedhiş örgütü) PKK’yla mücadele ederken komşumuz Irak’ın iç barış ve istikrarı ile toprak bütünlüğünün korunması gibi hususlara da özel önem atfetmeyi sürdüreceğimizin altını çizmek isterim. Bu bağlamda, komşumuz Irak’ın yeniden yapılanma süreci içinde önümüzdeki yıllarda ne yönde bir evrim geçireceği konusu sadece Türkiye açısından değil, tüm bölgenin istikrarı bakımından da büyük önem ve hassasiyet taşımaktadır. Irak’ın bu süreçte, ülkedeki tüm grupların hak ve menfaatlerini gözeten bir uzlaşma kültürünü geliştirmesini, iç dengelerini istikrara kavuşturmasını ve güvenlik tüketen değil, üreten bir ülke haline gelmesini hayati önemde görüyoruz.
ENERJİ SORUNU:
Keza, dünyanın artan enerji ihtiyaçları çerçevesinde, (Doğal ve yapay) enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve güvenliğinin sağlanması zorunluluğu ve bu alanda yaşanabilecek krizler de, geleceğe yönelik tüm hesaplarımızda göz önünde tutmamız gereken bir faktördür. Hem kendi ihtiyacımız, hem de küresel enerji güvenliği bakımından enerji konusuna özel önem atfetmeye devam ediyoruz. Orta ve uzun vadedeki hedefimiz, enerji alanında Ceyhan Terminalini Avrupa’nın en büyük depolama ve aktarma istasyonlarından biri haline getirmektir. Mevcut ve planlanan çok sayıda boru hattı projesiyle bu yönde gerekli altyapı kurulmaktadır. Gündemdeki mega projelerden Nabucco Boru Hattı’nın bir an önce kuvveden fiile çıkarılması da başlıca hedeflerimiz arasındadır.
TEMEL ÖNCELİKLER:
Temel öncelikler bakımından özel dikkat gerektirecek konulara, önümüzdeki dönemde mutlaka dikkat etmemiz gerekmektedir. Afganistan’daki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Türkiye, Afganistan’da barış ve istikrarın sağlanması ve güçlendirilmesi için Afganistan’daki kardeşlerinin yanında olmaya devam edecektir. Öte yandan, Pakistan’daki gelişmeleri de yakından izlemekteyiz. Dost ve kardeş ülke Pakistan’ın istikrarlı ve güçlü olması hem içinde bulunduğu bölge açısından hem de dünya barışı açısından önem taşımaktadır ve bu konuda Pakistan’a olan desteğimiz güçlü bir şekilde devam edecektir.
Temel önceliklerden bahsederken, küresel ısınmanın yol açabileceği yeni sorunlara da burada değinmek istiyorum. Bu meyanda, iklim değişikliğine bağlı olarak mevcut su kaynaklarında ortaya çıkacak daralmalarla çevre koşullarındaki genel kötüleşmenin yakın çevremizde yeni çatışmaları tetiklemesi ve sınıraşan suç türlerinde artışa yol açması, güvenliğimize olası etkileri bakımından üzerinde ciddiyetle durmamız gereken bir olasılıktır.
Öte yandan, uluslararası sistemdeki yeni saflaşmaların Türkiye’ye olası etkilerinin yanı sıra, küresel ekonominin ağırlık merkezindeki kaymalar ve dünya ticaretinde yaşanabilecek iniş-çıkışlardan dış ticaretimizin ne yönde etkileneceği gibi hususlar da, orta ve uzun vadede dış politikamızı meşgul edecek konular arasındadır.
KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ FIRSATLAR:
Türkiye’nin bir yandan küreselleşmenin getirdiği fırsatlardan etkili biçimde yararlanırken, diğer yandan da giderek güçlenmesi beklenen bölgeselleşme eğilimini dikkate alarak, yakın çevresiyle ilişkilerini daha da ilerletme arayışı içinde olması bir zorunluluktur. Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe paralel olarak, Türkiye’yi, hem yakın coğrafyasında hem de küresel ölçekte, üretim, yatırım, teknoloji, inovasyon, finans, enerji ve turizm gibi alanlarda bir merkez ülke haline getirmeyi amaçlamalıyız.
BÖLGESEL BARIŞ VE İSTİKRAR:
Bunun için bölgesel barış ve istikrarın da gerekli olduğunu biliyoruz. Ancak hızla değişen rekabetçi bir dünyada hiçbir ülke ekonomik atılım yapabilmek için siyasi alanda ideal koşulların oluşmasını beklemek lüksüne sahip değildir. Biz bu anlayışla, siyasi düzeyde sorun çözmeye, kriz yönetimine ve bölgesel istikrarı pekiştirmeye yönelik çabalarımızla, ekonomik alandaki hamlelerimizi eşzamanlı ve birbirine paralel biçimde yapmak durumundayız.
Ortaya koyduğum bu tablo ışığında, gerek merkez gerek dış teşkilatımızın, değişen dünya koşullarının gerekleri doğrultusunda, diplomasimizin etkinliğini daha da artırma yönündeki özverili çabalarını bundan sonra da aynı kararlılık ve maharetle sürdüreceklerinden kuşku duymuyorum.
TEŞEKKÜR: Bu duygu ve düşüncelerle, Konferansın, üretken, verimli, yeni bakış açılarını gündeme getiren ve geleceğe de ışık tutan canlı bir tartışma ve görüş alışverişi şeklinde cereyan etmesini diliyor, katılımınızdan dolayı hepinize teşekkür ediyorum. Yine diğer kuruluşlarımızı temsilen aramızda bulunan Sayın Müsteşarlarımıza ve diğer tüm yetkililerimize bu konferansın açılışına gösterdikleri ilgi ve burada bizlerle birlikte oldukları için de ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.
Önümüzdeki 4 günlük yoğun çalışma programının dış politikamıza, Türkiye’mize faydalı olmasını, yeni açılımlar sağlamasını gönülden diliyorum, teşekkür ediyorum.
SON SÖZ:
ANEKDOTLAR:
Konu hakkında bir irdeleme, inceleme ve değerlendirme yapmadan önce Bakan ne dedi? Başbakan’ın günler önce ‘büyük bir atılım-açılım içindeyiz” bir hafta içinde bütün Türk Büyükelçileri Ankara’da toplanacak. Dünyayı sarsacak boyutta gelişmeler olacak!” anonsu ile duyurduğu ‘Türkiye’nin bütün Büyükelçilerinin katıldığı bu konferansın sebebi hikmeti ne idi? Önce Bakan’ın konuşmasını ana hatları ile bir gözden geçirelim.
KONFERANSIN AMACI:
“Dünyanın dört bir yanına yayılan 103 Büyükelçilik ve Daimi Temsilcilikte görev yapan Misyon Şeflerimiz bu vesileyle bir araya gelmiştir. Bu vesileyle belki yıllarca birbirini göremeyen, birbirlerinden doğrudan haber alamayan arkadaşlarımız da bu defa burada görüşme fırsatını bulmuş oldular. *Bu konferansı düzenlemekteki temel amacımız, hem kendileriyle serbest bir tartışma ortamında, odaklı bir görüş alışverişine ve istişareye imkân sağlamak, hem de çeşitli konularda merkez ve dış teşkilatlarımız arasındaki eşgüdümü daha etkili ve daha verimli kılmaktır.
Türkiye, tarihi, coğrafi, kültürel ve jeopolitik konumu itibarıyla dünyada dış politika gündemi en yoğun ülkelerden birisidir. Dört gün sürecek olan Konferans sırasında, Bakanlık olarak yakından izlediğimiz tüm önemli konulara ilişkin ayrıntılı görüşmeler ve istişareler yapacağız. Konferans, (milli) dış politikamızın uygulayıcıları olan Büyükelçi ve Daimi Temsilcilerimize, görevleri sırasında edindikleri bilgi birikimi, deneyim ve perspektifleri diğer meslektaşlarıyla paylaşmaları imkânını sağlayacaktır. Bu konferansın her sene devam edecek bir geleneğe dönüşmesini gönülden arzu ediyorum.”
HATIRLATMA:1, Dünyanın gelişmiş demokrasileri ve yerleşik hukuk devletlerinde bakanlık ve hükümetten müstakil bir “Büyükelçiler Yüksek Konseyi” vardır. Bu konsey öyle bir yapıda organize olmuştur ki (Rusya örneği) bütünüyle hükümetten bağımsız olarak istişâri toplantılarını kendi özgün kuralları ve asırlar boyu istikrarla sürdürülen sarsılmaz-değişmez “milli politikalarının müzakeresi” doğrultusunda yapar. Hükümetler ancak ve sadece, alınan karar ve planlanan uygulamalarda ‘geleneksel milli politikalarda’ her hangi bir sapma eğilimi gördüğü takdirde konsey kararlarına müdahale eder. Aksi taktirde, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere benzer devletlerde olduğu gibi: “Dış politikanın bütünüyle milli mefküre, resmi idealler ve ikinci ve üçüncü ülkeler nezdinde menfaatlerin korunması, yayılması, sürekli ve kalıcı kılınması yönünde” geliştirilmesi zorunludur. Bu konseylerin çok önemli bir görevi de: Dış politika (harici misyon) gibi hayati bir alana sızmaları önlemek, Dışişleri teşkilâtında çok sağlam, imanlı-şuurlu (İsrail, İtalya, Yunanistan, ABD, İngiltere vb.) onurlu-sorumlu-dürüst, temsil-temayüz (müzakere) kabiliyetini haiz asli unsur (soydan milli) mükemmel dil, yüksek deha, ilim-irfan ve mutlak-samimi, temiz-özgün vatanseverlikle maruf ve mücehhez “gerçek şahsiyetlerin” yer ve görev almasına dikkat eder.
SORUN: Bizde dışişleri mesleği monşerlere münhasır olarak bilinir. Monşerler, her ne kadar bir “büyükelçiler konseyi” yok ise de, aslında var gibi hareket ederler ve aralarına soy, boy, inanç ve kan olarak Müslüman Türk, (gerçek) Kürt (Ermeni, Rum ve Yahudi asıllı kripto değil) dahil olmaması için ellerinden gelen her türlü önlemi alırlar. Bu nedenle Dışişleri 1937’ den bu yana milli menfaatleri korumaktan aciz, mütekabiliyetten bilerek bihaber, zevk-safa, israf-masraf, oyun-eğlence ve Arap ülkelerinde içki partisi verecek kadar gafildir. Görev ifa ettikleri ülkelerde Türk Kültür Merkezleri açmazlar, Türk Okul ve lobileri kurmazlar.
DİPLOMATLIK MESLEĞİ: (Bakan devamla)
Diplomasi mesleği boşlukta icra edilmemektedir. Uluslararası ilişkilerin, çevremizde ve dünyamızda olup bitenlere ilgisiz ve kayıtsız biçimde, genel ve makro eğilimleri göz ardı eden bir yaklaşımla sağlıklı biçimde yürütülmesi mümkün değildir. Bu nedenle, sözlerimin başında, Türkiye’yi de yakından ilgilendiren genel dünya koşulları hakkında kısaca bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
SON KÜRESELLEŞME DALGASI:
Halen, son küreselleşme dalgasının etkilerinin olanca keskinliğiyle yaşandığı bir zaman diliminden geçmekteyiz. Küreselleşme her şeyden önce ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılığı eşi benzeri görülmemiş ölçüde artırmış durumdadır.
Aynı zamanda uluslararası ekonomik sorunlar, domino etkisiyle hemen tüm ülkelerde zincirleme sonuçlara yol açmaktadır.
Buna paralel olarak, dünyanın ekonomik ağırlık merkezinin de giderek Batı yarıküreden Doğu yarıküreye doğru hareket etmekte olduğunu izliyoruz. Uluslararası sistemin gelecekteki yapısına ilişkin belirsizliklerin de günümüzdeki tartışmalara damgasını vurmaya devam ettiğini görüyoruz. 21. yüzyılda dünyanın gidişatı kimilerine göre “çok kutuplu” kimilerine göre de “kutupsuz” bir sisteme geçiş yönündedir. Her halükarda, şekillenmekte olan sistem içinde, herhangi bir ülkenin sistemin tümü üzerinde tek başına hegemonyaya sahip olamayacağı anlaşılmaktadır.
ADİL VE UZUN ÖMÜRLÜ İLİŞKİLER:
Bu yüzyılda uluslararası ilişkilere hâkim olacak yeni sistemin adı ne olursa olsun, adil ve uzun ömürlü olabilmesi için ne gibi özelliklere sahip olması gerektiği aslında bellidir. Bize göre, sağlıklı bir dünya düzeni, ancak çok taraflılık ve uluslararası meşruiyet temelinde kurulabilir. Şekillenmekte olan uluslararası sistem, insanlığı yeniden hasım kamplara bölmek yerine, ortak paydalar etrafında birleştirebilmelidir. Refahı eşit olarak yayabilen, insancıl ve barışçı bir dünya düzeninin kurulması yönünde aktif çaba harcamanın, gelecek nesillere karşı en büyük görevimiz olduğunu düşünüyorum.
BM GÜVENLİK KONSEYİ GEÇİCİ ÜYELİĞİ:
Ancak, bu denli büyük küresel hedeflere ulaşmanın yolunun, aynı derecede güçlü küresel mutabakatlar sağlanmasından geçtiği de açıktır. Böylesine sağlam bir uluslararası dayanışma ruhunu ise ancak çok taraflı kuruluşlar ateşleyebilir.
Halen bu sistemin bayrak gemisi de (BM) Birleşmiş Milletlerdir.”
NOT: Daha önce Türkiye DP-Menderes döneminde bu kurulda geçici üyelik yapmış ve dünya barışına çok önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak: İçinde yaşadığımız konjonktür Türkiye için “geçici üyelik” değil; “DAİMİ ÜYELİĞİ” gerekli ve zorunlu kılmaktadır.
Hedef geçici üyelik değil; bunun bir geçiş süreci olarak kullanılması kaydı şartıyla her ne pahasına olursa olsun mutlaka Daimi Üyelik olmalıdır.
***
Türkiye önümüzdeki birkaç ay içinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçildiği takdirde, barış ve refahı küresel kılmaya yönelik çabalarında işte bu idealden, bu yaklaşımlardan güç alacaktır.
Güvenlik Konseyi’ne seçildiğimiz takdirde izleyeceğimiz hareket tarzı konusunda biraz daha ayrıntı vermekte ben bu noktada fayda görüyorum. Bunlar aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası kamuoyuna açık taahhütleridir. Konsey’de temsil edilme hakkını kazandığımız takdirde özellikle şu hususlarda faal bir tutum içerisinde olacağız:
BM ‘GEÇİCİ ÜYELİĞİNDE’ HEDEFLER:
• BM, Birleşmiş Milletler reform sürecine destek vererek, kuruluşun uluslararası alanda daha etkin kılınması yönünde çaba harcayacağız.
KATKI: Kuruluşun uluslar alanda daha adaletli, eşitlikçi; ABD ve Rus güdümünden kurtarılmış, bütün üye ülkelerin ortak karar organı haline getirilerek demokratikleştirilmesi.
• BM, Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri çerçevesinde, 2015 yılına kadar dünyada yoksulluğun azaltılması ve onunla bağlantılı sorunların çözümüne yönelik uluslararası çabalara katkılarımızı daha da artıracağız.
KATKI: Dünyada doğal-ekolojik dengenin bilinçli bir kararlılıkla korunması, servet ve kaynak kullanımında adaletin sağlanması, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun en kısa sürede kapatılması; tüm dünyada barış, karşılıklı saygı-anlayış, adalet ahlakı ve hukukun hakim unsur haline getirilerek ‘küresel emperyalizmin” bencillik-çıkarcılık, filli işgal, gasp ve sömürü gibi insanlık dışı eylem ve tasarruflarına son verilerek; BM, NATO ve Globelleşme hareketinin “temel KÜRESEL ADALET unsurlarına” dönüştürülmesi…
• Uluslararası siyasi krizleri çıkmadan önlemeye çalışacak, bunun mümkün olamadığı durumlarda uyuşmazlıkların, güce başvurulmaksızın, barışçı yollardan çözümü yönünde canla başla çalışacağız.
KATKI: BM adına imiş gibi uluslar arası bir yalan, iftira ve fakat aslında küresel işgal ve ihtirasın zebunu olarak ABD tarafından vaki Afganistan ve Irak işgallerinin kayıtsız-şartsız derhal kaldırılmasına; AB’nin benzer sömürü-işgal politikalarına son verilmesine; özellikle de: Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 5 daimi üyesi ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in insan hakları ve evrensel adalet ilkelerine uymalarının sağlanması, İran'ın nükleer programıyla ilgili olarak dünya standartları bağlamında bir politikaya geçilerek işgal amaç ve hedefinden derhal vazgeçilmesi; Üye ülkelerden Çin, “Doğu Türkistan Sincan-Uygur Türk bölgesini terk etmediği ve yerel halkın hürriyet ve bağımsızlığını derhal tanımadığı taktirde BM Güvenlik Konseyi Daimi üyeliği ve BM üyeliğinden ihracının talep ve temini için çok ciddi ve kararlılıkla gayret göstermesi,
DİNLER ARASI DİYALOG:
• Hem toplumların içinde hem de ülkeler arasında görülebilen yabancı düşmanlığı, ırkçılık, ayrımcılık, hoşgörüsüzlük, aşırıcılık ve şiddet gibi tehlikeli eğilimlerle mücadelenin ön saflarında yer alacağız, farklı kültürler ve dinler arasında yeni diyalog kapıları açılmasına gayret edeceğiz.
TESPİT: Bizzat AB, ABD ve Çin ırkçılık zanlısı ve suçlusudur. Srebzenitsa, Karabağ, Irak, Afganistan ve Darfur katliamları ve soykırımından dolayı BM’de suçlular arasında yer almaktadır. ABD hariç olmak üzere AB ülkeleri ve Çin’de çok yoğunluklu bir asimilâsyon baskısı yaşanmaktadır. Önce teşkilatın kendi içinde vuzuh, adalet ve insani boyut kavramını hazmetmezi gereği vardır.
AYRICA: “Dinler Arası Diyalog” söylemi vahiy kaynaklarına dayalı evrensel hukuk, genel ahlâk, insani boyut ve bilgi tolumu esas ve ilkelerine, yani bilişme aykırıdır. Bu neden ve “Watikan’ın bir asimilasyon, dönüştürme-yozlaştırma-çürütme ve soykırım planı” olması hasebiyle kabul ve telaffuzu kabil değildir. Türkiye sadece “kültürlerarası diyalog” gibi ilmi disiplinler üzerine oturmuş; Gerçek bir medeniyet, barış ve anlayış projesine taraf olabilir.
DÜNYA BARIŞI:
• Dünyamızın aslında ne kadar küçük ve korumasız olduğu gerçeğinin daha iyi anlaşılması ve çevre (ekolojik) koruma bilincinin yayılması yönünde çaba göstereceğiz. Tabiatıyla, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi çatısı altında küresel sorunların çözümüne katkıları bu alanlarla sınırlı kalmayacaktır. Güvenlik Konseyi üyeliğinin bize yükleyeceği tüm sorumlulukların gereğini layık veçhile (adaletle) yerine getireceğimizden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Bilindiği gibi, Türkiye, Birleşmiş Milletler çatısı altında dünyanın çeşitli köşelerinde yürütülen barışı koruma ve destekleme operasyonlarına da, uzun yıllardır çok önemli katkılar sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler’e bu desteğimiz, imkânlarımız ölçüsünde daha da artırılarak önümüzdeki dönemde de devam ettirilecektir.
TESPİT: Bu katılımlar şu düzeyde (ne yazık ki) barışı koruma amaçlı değil; sadece ve yalnızca Amerika, İsrail, İngiltere ve topyekün emperyalizmin çıkarlarını koruma yönündedir. Bu istikametin düzeltilmesi ve insanlık davasına tevcihi Türkiye’nin görevi olmalıdır.
Güvenlik alanında NATO ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na (AGSP) katkılarımızı da, önem atfettiğimiz ilkeler temelinde sürdüreceğiz. NATO İttifakı, Türkiye’nin güvenlik ve savunma politikalarının önemli bir unsuru olmaya devam edecektir. İttifak’ın “açık kapı” politikası çerçevesinde üyelik kıstaslarını karşılayan yeni üyelerle genişlemesini sürdürmesinin, Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenlik ve istikrarına olumlu etkiler yapacağı kanaatindeyiz. Öte yandan, Türkiye NATO ile AB arasında işbirliğinin derinleştirilmesine de önem vermektedir. Ancak, bu ortaklığın verimli olabilmesi için, NATO’nun AB üyesi olmayan üyelerinin, daha önce sağlanan mutabakatlar doğrultusunda AGSP karar mekanizmalarına etkin katılımlarının sağlanması da gerekmektedir. Bu yöndeki çabalarımız önümüzdeki dönemde de kararlılıkla sürdürülecektir.
KATKI: TSK’ da’da diğer BM orduları gibi “resmi din subayı” (Tabur imamları) ile din ve moral subayı kadrolarının (1960’a kadar uygulandığı üzere) tekrar ihdası mutlak bir zaruret ve amaç olarak benimsenmeli; Orduda dinsiz-imansız, ateist ve pagan irticanın kökü kazınarak, asla ve kesinlikle “uluslar arası menfur bir tarikat olan” masonluk ve lions-rotary kulüpleri gibi alt yapı kuruluşlarının örgütlenerek yuvalanmasına asla izin verilmemelidir.
TÜRKİYE’NİN AB ÜYELİĞİ:
Türkiye’nin AGSP’ye etkin katılımı konusu, Avrupa Birliği’ne katılım sürecimizle de yakından bağlantılıdır. Bu bağlamda halen yaşanan sıkıntıların temelinde, NATO ve AB’nin Avrupa ölçeğindeki üyelik profilleri büyük ölçüde örtüştüğü halde, bir NATO üyesi olarak Avrupa’nın güvenliğine önemli katkılarda bulunmaya devam eden Türkiye’nin halen AB dışında olması yatmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin AB’ne tam üyeliğinin mümkün olan en kısa sürede (bağlanma biçiminde değil, eşit-adil haklar ve hukuk normları çerçevesinde) gerçekleşmesi, başka alanlarda sağlayacağı sayısız yararlara ilaveten, Transatlantik bölgesinin güvenliğinin pekiştirilmesi anlamında da ilgili tüm tarafların menfaatine olacaktır.
***
Bu vesileyle, devlet politikamız haline gelen AB’ne tam üyelik hedefimizde herhangi bir sapma olmadığını ve bu yönde aynı kararlılıkla çaba göstermeye devam ettiğimizi de özellikle vurgulamak istiyorum.
AÇIKLAMA: AB’ye “tam üyelik hedefi” bir devlet politikası olmaktan çıkmıştır. Zira “devlet politikası” halkoyu veya referandum yoluyla onaylanmış hususlar için geçerli olup; Bu güne kadar Türkiye hükümetleri bu yola başvurmaktan şiddetle kaçınmışlardır. Şu veya bu şekilde ülkemizi AB’ye katma arzusu sadece bazı siyaset kurumları ve bir takım hükümetlerin politikası olmaktan ileri gitmemiştir.
TÜRK MİLLETİ’NİN;
AB KONUSUNDA VERİLMİŞ BİR KARARI YOKTUR.
Bununla birlikte, Avrupa Birliği’nin Türk kamuoyu nezdindeki algılamasının son birkaç yıl zarfında önemli ölçüde yıpranmış olduğu ve halkımıza bu konuda yeniden güven aşılanmasının ertelenemeyecek bir ihtiyaç haline geldiği herkesin malumudur. Bu konuda en büyük görev de Avrupa Birliği’ne düşmektedir. AB konusunda kamuoyumuzun bazı temel beklentileri var: Bunlardan birincisi bu süreçte Türkiye’ye karşı ayrımcılık ve farklı muamele yapılmamasıdır. İkincisi de Türkiye’nin üyeliği konusunda AB ülkelerinden gelen mesajların tutarlı ve teşvik edici nitelikte olmasıdır.
AB Komisyonu’nun devam eden müzakere sürecindeki desteğinden dolayı memnun ve müteşekkiriz. Ancak bu desteğin üye ülkelerce Zirve kararlarına da net biçimde yansıtılması gerekir. “Ahde vefa” ilkesi bir anlaşmanın tüm taraflarını bağlayan temel bir hukuk kuralı ise, AB liderlerinin Birliğin Türkiye ile kurumsal ilişkilerinde bu ilkeye uygun hareket etmelerini beklemek en tabii hakkımızdır.
Şimdiye kadar sayısız vesilelerle fiilen göstermiş olduğumuz üzere, bu süreçte Türkiye üzerine düşeni yapacak ve reformlarını sürdürecektir. Hükümetimizin bu konudaki kararlılığında en ufak bir değişiklik yoktur. Esasen, yapılan reformların büyük bir kısmı, uzunca bir geçmişi olan modernleşme projemizin devamı niteliğinde olup, halkımızın da talep ve beklentilerini yansıtmaktadır. Kesintisiz sürdürülecek olan reform sürecinin sonunda Türkiye’nin ulaşacağı standartların, bugün Avrupa’da tam üyeliğimize karşı görünen çevrelerin kullandıkları söylemlerin büyük bir kısmını geçersiz hale getireceğinden ve tam üyelik yolumuzu açacağından kuşku duymuyorum.
KATKI: Türkiye AB sürecinde çok büyük ve telafisi imkânsız kayıplara maruz kalmış olup; Bunların başında Kıbrıs ve GB antlaşması gelmektedir. Ayrıca, AB ülkemizin iç politikasına ALENEN müdahale etmekte, kültürel çürüme ve yozlaşmayı desteklemekte, örtülü bir psikolojik savaş yürütmek, anarşi-terör ve tedhiş unsurlarına yardım ve yataklık etmek gibi çok büyük bir uluslar arası suç işlemek suretiyle: Milli birlik ve ulusal bütünlüğümüze zarar veren teşebbüs ve kalkışmalarda bulunmakta, terör suçlularını mülteci statüsünde kabul ederek ülkemize karşı kullanmaktadır.
Bu, kabul edilemez bir düşmanca tutumdur.
TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ:
Türk-Amerikan ilişkileri hem ikili düzeyde, hem de İttifak sistemi içinde köklü bir geçmişe, kapsamlı bir amaç ve çıkar ortaklığına (acaba!) ve sağlam bir jeopolitik zemine dayanmaktadır. Bu ilişkilerin daha geniş kapsamlı bir şekilde ekonomik, teknolojik, sosyal ve kültürel alanda zenginleştirilmesi gerekmektedir. Son dönemlerde PKK terör örgütü ile mücadelede gerçekleştirilen işbirliği (!!!) ve elde edilen olumlu sonuçlar, Türk-Amerikan ilişkilerine önemli açılımlar kazandırmıştır.
Türkiye’nin, AB üyeliğine giden yolda küresel sistemdeki ağırlığını daha da artırabilmesi için, kendi çevresinde istikrarlı bir barış ve güvenlik kuşağı kurması ve bunu giderek genişletmesi gerektiğinin de bilincindeyiz. Esasen Türkiye, çevresindeki gelişmeleri izlemek ve tepki vermekle yetinmemekte, sorunların çözümüne yönelik somut adımlar atmakta ve yapıcı politikalarını yeni ve özgün açılımlarla sürdürmektedir.
BÖLGESEL ETKİNLİK VE KÜRESEL AKTÖR?...
İzlediği etkin politikalar sayesinde, Türkiye, son yıllarda bölgesel uyuşmazlıkların çözümüne yönelik diplomatik faaliyetler bakımından bir “merkez” olmaya başlamıştır. Lübnan’daki siyasi krizin aşılmasından, Filistin-İsrail görüşmelerine, Pakistan-Afganistan diyaloğunun geliştirilmesinden Suriye ile İsrail arasında aracılı görüşmelerin tekrar başlatılmasına kadar bir dizi konuda proaktif çabalar harcamaktayız. Türkiye, bölge ülkeleri için güvenilir bir ortak olduğunu sayısız vesilelerle kanıtlamıştır. Kazandığımız bu güven sayesinde, sorunların çözümünde bir “kolaylaştırıcı” rol üstlenmekte ve olumlu sonuçlar da almaktayız. Bölgesel ve küresel barışa katkılarımız bu anlayış temelinde devam edecektir. Az sayıdaki ülke ile aramızda mevcut “stratejik ortaklık” ilişkisine ilaveten, bölgesel düzeyde de stratejik işbirliği süreçleri başlatmaktayız.
Bölgesel ortaklarımız da Türkiye’nin uluslararası alanda etkin roller üstlenmesine önem vermekte ve bunu fiilen de göstermektedirler. Nezdinde “Daimi Gözlemci” statüsüne sahip olduğumuz Afrika Birliği Örgütü’nün bu yılın başındaki toplantısında Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etmesi bunun somut bir örneğidir. Körfez İşbirliği Konseyi üyesi 6 ülke ile bir stratejik diyalog mekanizmasını da ayrıca başlatıyoruz. Keza, Asya kıtasının en etkili bölgesel kuruluşu haline gelmekte olan Şanghay İşbirliği Örgütü ile de daha yakın bir çalışma ilişkisi içine girmek istiyoruz.
TESPİT: Türkiye’nin asıl hedefi “AVRASYA TÜRK BİRLİĞİ” olmak zorundadır.
ANCAK; Bu ve bundan önceki hükümetler, Türkiye için tek yol, nihai alternatif ve hedef olan bu projeyi ‘kendi iç platformlarında bile” dile getirmekten çekinmekte, tarihin ve tabiatın bahşettiği ve devletimize Osmanlı’dan miras olan bir vecibeyi hayata geçirmekten imtina etmekte ve adeta korkmaktadırlar. Neden?...
BALKANLAR MESELESİ:
Türkiye’nin, ortasında yer aldığı Balkanlar, Karadeniz, Güney Kafkasya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerine yönelik yakın ilgisi, önümüzdeki yıllarda da devam edecektir.
Bu bölgelerde önemli siyasi ve ekonomik girişimlere öncülük etmiş olan Türkiye, akrabalık ilişkileriyle de bağlı olduğu komşu ve yakın coğrafyalarda oynamakta olduğu yapıcı rolü önümüzdeki yıllarda daha da güçlendirmek arzusundadır. Bu çerçevede, bağımsızlık süreçlerinden itibaren kendilerine güçlü destek sağladığımız Orta Asya Cumhuriyetleriyle işbirliğimize yeni bir ivme kazandırılması da hedeflerimiz arasındadır.
KATKI: Türkiye’nin öncelikli hedefi, başta Batı Trakya, Bulgaristan, Romanya ve eski Yugoslavya toprakları olmak üzere Türk ve Müslümanlara yönelik ayrımcılık, mezalim, haksızlık ve hukuk gasplarını önlemek suretiyle tam mütekabiliyeti sağlamak olmalıdır. Yani, Türkiye de yaşayan azınlıklar hangi hak ve hukuka sahip ise, ilgili ülkelerde yaşayan soy ve boy kardeşlerimizde aynı hak ve hukuka sahip olmak zorundadırlar.
***
Aksi takdirde Türkiye ülkesinde yaşayan yabancılara; Ülkelerinde Türk vatandaşlara uygulanan hukuk ve hareket tarzını uygulama hakkını kullanacaktır. Evrensel hukukun sağladığı Mütekabiliyet hakkı budur. Şu hale nazaran AB, toprakları üzerinde yaşamakta olan yaklaşık 4.5- 5 milyon civarındaki Türk’e asimilasyon uygulamaktan derhal vazgeçmek, TC’ de kendi ülke vatandaşlarına tanınan bütün hakları tanımak; Yunanistan ve Bulgaristan ise ülkelerinde mukim Türklere, “Türkiye’de Rum-Yunanlılara tanınan” bütün hakları tanımak zorunda ve durumundadır.
KIBRIS POLİTİKASI:
Kıbrıs Türk halkının güvenlik ve refahının sağlanması ve Doğu Akdeniz’de denge (güvenlik) ve istikrarın korunması, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının iki ana stratejik hedefini oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulmak için yapılacak girişimlere Birleşmiş Milletler’in yerleşmiş parametreleri çerçevesinde desteğimizi sürdüreceğiz. Komşularımız arasında ilişkilerimizin problemli olduğu tek ülke olan Ermenistan ile ilgili olarak da ilişkilerde inisiyatif alan taraf konumumuzu sürdüreceğiz. Attığımız adımlar karşılık gördüğünde ilişkilerimizi arzu edilen seviyelere çıkarmak için çaba göstermeye devam edeceğiz.
TESPİT: Türkiye’nin bir Kıbrıs sorunu yoktur. Sorun yaratan Yunanistan ve AB’dir. Türkiye istediği her an Londra-Zürich ve Garanti antlaşmasında yer alan haklarını kullanmak suretiyle KKTC’ni ilhak etmek veya Kıbrıs’ın tamamı üzerinde hak iddia ederek adayı bir bütün olarak topraklarına katma hakkına sahiptir. Zira, şu halde Lozan antlaşmasının ilgili hükmü çiğnenmiş ve bahusus mezkür antlaşmalar da yok sayılmak istenmektedir. Bu aleni bir kötü niyet, işgal, ilhak ve tasallut izharıdır. Türkiye “Kıbrıs’ın” tamamı üzerindeki tarihi, tabii ve yasal haklarını saklı tıtacaktır.
DIŞ POLİTİKA DA HEDEFLER:
Dış politika alanındaki hedeflerimize ulaşabilmemiz, aynı zamanda Türkiye’nin hızlı ekonomik büyüme eğilimini korumasına ve küresel ekonomide ağırlığını artırmasına da önemli ölçüde bağlıdır. O nedenle ekonomik alandaki hedefleri en az siyasi alandaki hedefler kadar önemli ve öncelikli görüyorum.
Türkiye’nin küresel ekonomik sistem içindeki yerini pekiştirirken, aynı zamanda dışa açık olmanın getirebileceği bazı olumsuz (DÜŞMANCA) etkileri de en aza indirmeye çalışmamız gerekmektedir. Yeni küresel krizlerin çıkması durumunda, bu şokları en az zararla atlatmamıza imkân sağlayacak bir ekonomik yapıya sahip olmamız yaşamsal önemdedir. Bu da, Türkiye’nin yüksek katma değer üretebilen ve yüksek rekabet gücüne sahip bir ekonomi haline gelmesi ile mümkün olacaktır.
TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKA VİZYONU:
Esasen, ekonomik alanda önümüzdeki döneme ilişkin (Türkiye) vizyonumuz 2007–2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı’nda belirlenmiştir:
TESPİT: Türkiye’nin hedefi, doğal olarak “İnsani Boyut ve Bilgi Toplumudur”
Sadece “Bilgi Toplumu” safsatası değil. Zira ülkemiz kadim bir medeniyetin nihai evresi olup ana davası “insanlık âleminin huzur, barış, zenginlik-refah ve mutluluğudur”
Bu da Türkiye’yi, istikrar içinde büyüyen, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen ve AB’ne üyelik için uyum sürecini tamamlamış (?) bir ülke haline getirmektir.
DAHA UZUN VADEDEKİ HEDEFLER:
Daha uzun vadedeki hedefimiz ise, Türkiye’yi 2020’li yıllarda ekonomik alanda küresel bir güç konumuna yükseltmektir. Türkiye bunun için gerekli dinamizm ve insan kaynaklarına fazlasıyla sahiptir. Nitekim gerekli yapısal dönüşümleri sürdürmemiz ve istikrarı korumamız durumunda, Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıldönümü olan 2023 yılında Türkiye’nin, dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesi beklenmektedir.
DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ:
Dünya Ticaret Örgütü’ne 1995 yılından beri üye olan Türkiye, küresel ekonomiyle büyük ölçüde bütünleşmiş durumdadır. İkili ve bölgesel düzeylerde kurduğumuz ekonomik ilişkiler ağı da son yıllarda giderek genişlemektedir. Komşu ve yakın çevremizdeki ülkelerle ticaretimizin toplam dış ticaretimize oranı giderek artmaktadır. 1996 yılından beri Balkanlar-Kafkaslar-Orta Doğu üçgeni içinde yer alan 11 ülke ile Serbest Ticaret Anlaşmaları (STA) imzaladık. 14 ülke veya çok taraflı kuruluşla STA akdine yönelik girişimlerimiz de sürmektedir. Bunlar arasında KİK, MERCOSUR ve SACU gibi önemli bölgesel kuruluşlar da bulunmaktadır. Bu çerçevede, 2010 yılına kadar kurulması öngörülen Avrupa-Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesinin de, bölgesel ekonomik ilişkilerimize yeni bir ivme kazandırabileceğini düşünüyoruz. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün bölge ülkeleri arasında oluşturduğu yeni dinamiklerin ve sinerjinin de bu olumlu tabloya eklenmesi mümkündür.
EKONOMİK VE SİYASİ REFORMLAR:
Kuşkusuz Türkiye’nin son beş yılda gerçekleştirmekte olduğu ekonomik ve siyasi reformlar, Türkiye’nin dışarıda görünürlüğünü çok değiştirmiştir. Özellikle siz büyük elçilerimiz, bunu bulunduğunuz ülkelerde yakından izlemektesiniz. Türkiye, dünyanın dört bir köşesinde artık bir başarı örneği olarak anılmakta ve pek çok ülkede, pek çok çevrede takdirle karşılanmaktadır. Siyasi reformlar ekonomik reformları, ekonomik reformlar ise siyasi reformları desteklemektedir. Bunların her ikisinin de paralel bir şekilde ilerliyor olması son derece önemlidir. Türkiye’nin iyi işleyen bir demokrasi haline gelmesi, Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda uluslararası standartlara ulaşmamız, hukukun üstünlüğü ilkesinin Türkiye’de gerçek anlamda egemen olması aynı zamanda ekonomik geleceğimizin de garantisini oluşturan temel unsurlardır. Türkiye, geçen yıl sonu itibarıyla ulaştığı 659 milyar dolarlık milli gelirle dünyanın 17. büyük ekonomisidir. Avrupa Birliği’ne üye olmuş olsaydı Türkiye, bugün Avrupa Birliği’nin 6. büyük ekonomisi olacak idi. Bunun dünyanın dört bir köşesinde, sizler tarafından, Büyükelçilerimiz tarafından da sık sık vurgulanması ve Türkiye’nin ekonomik başarılarının da özellikle gündeme getirilmesi ülkemiz açısından kuşkusuz önemlidir.
GELENEKSEL EKONOMİK VE SİYASİ İLİŞKİLER:
Yine bu süreçte Avrupa, ABD ve komşu ve yakın ülkelerle geleneksel ekonomik ve siyasi ilişkilerimize kuşkusuz büyük değer vermekteyiz ve bu bağları daha da güçlendirmek istiyoruz. Bununla birlikte, özellikle ekonomik alandaki hedeflerimize ulaşabilmek için sadece kendi yakın coğrafyamızla yetinmememiz ve hem ufkumuzu hem de menzilimizi genişletmemiz gerektiği de açıktır. Bu nedenle, şimdiye kadar aramızdaki işbirliği potansiyelinin tam olarak değerlendirilemediği coğrafyalara yönelik açılım politikalarımız da sürecektir. Ancak bunlar AB’nin ve transatlantik bağlarımızın alternatifi değil, tamamlayıcı boyutudur.
***
“BRIC” ülkeleri olarak da ifade edilen Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin, ekonomik potansiyelleri bakımından halen tüm dünyanın ilgisini çeken ülkelerdir. Özellikle, günümüzün en hızlı büyüme oranına sahip gelişen ülkesi durumundaki Çin, gerek büyük iç pazarı, gerek cezbetmekte olduğu dış yatırımlar ve kendi dış yatırımları itibarıyla küresel ekonominin de itici güçlerinden birisi haline gelmiştir. Bu çerçevede, Çin ve Türkiye’nin aralarındaki ekonomik işbirliğini derinleştirmelerinin her iki ülkenin de menfaatine olacağı kanısındayım. Bu yıl Rusya en büyük ticaret ortağımız haline gelmiştir. Karşılıklı yatırımlardaki hızlı artış ve inşaat sektörümüzün Rusya’daki başarıları, bu ülke ile ekonomik ilişkilerimizin ne kadar derinleştiğini de göstermektedir.
HİNDİSTAN VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ:
Keza, bilgi teknolojilerindeki uzmanlığı ve eğitimli insan potansiyeliyle dikkat çeken Hindistan’la Türkiye arasında çeşitli alanlara yayılan daha yakın bir işbirliği tesisinde de büyük yarar vardır. Gerek Şubat ayında Hindistan’a yaptığım ziyaret, gerek akabinde yapılan ikili temaslar bu kanımızı daha da pekiştirmiştir. Nitekim bu ülkeye yapılan açılımların karşılıkları da hızlı bir şekilde alınmaya başlamıştır.
TÜRKİYE-JAPONYA İLİŞKİLERİ:
Buna ilaveten, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olma özelliğini koruyan Japonya ile ilişkilerimize de büyük önem veriyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızın Haziran ayında bu ülkeye yaptıkları ziyaret, Japonya’nın da daha üst düzeyde bir işbirliğine istekli ve hazır olduğunu bize göstermiştir. Küresel ölçekte faaliyette bulunan belli başlı Japon firmalarının Türkiye’nin coğrafi avantajlarından daha etkili biçimde yararlanma arzusunda olduklarını bu ziyaret sırasında müşahede ettik. Bu çerçevede, özellikle yatırım ve teknoloji transferi gibi alanlarda işbirliğini giderek artırmayı hedefliyoruz.
YENİ BÜYÜKELÇİLİKLER:
Önümüzdeki dönemde Hindistan ve Brezilya’daki temsilciliklerimizin sayısını, kurulacak yeni Başkonsolosluklarla daha da artırmayı öngörüyoruz.
Ayrıca, bölgeyle ilişkilerimize atfettiğimiz önem çerçevesinde, Latin Amerika’da yeni Büyükelçilikler açılmasına da karar vermiş bulunmaktayız.
AÇILIM POLİTİKALARI:
Açılım politikalarımız içinde Afrika’ya da özel bir önem veriyoruz.
2002–2007 döneminde dünya ortalamasının üzerinde büyüyen Afrika kıtasıyla ekonomik ve ticari ilişkilerimize yeni bir ivme verilmesi için zaman ve zeminin uygun olduğunu düşünüyoruz. Hedefimiz, 2007 sonunda 13 milyar dolara ulaşmış olan kıtayla toplam ticaret hacmimizi 2012 yılına kadar 50 milyar doların üzerine çıkarmaktır. Önümüzdeki birkaç yıl içinde Afrika kıtasında açacağımız 15 yeni Büyükelçilik bu süreci daha da hızlandıracaktır. Kısa vadede ise, gündemimizdeki öncelikli bir konu bir ay sonra İstanbul’da yapılacak birinci “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi”dir. Afrika ile ilişkilerimizde bir kilometre taşı olarak gördüğümüz bu Zirvenin başarısına da büyük önem vermekteyiz. 53 ülkenin temsil edilmesini beklediğimiz bu zirveye çok sayıda devlet başkanı ve hükümet başkanı davet edilmiştir. Türkiye-Afrika ilişkilerinde bir ilk niteliği taşımaktadır.
YOKSULLUK SORUNU:
Dünyada tarımı, sanayileşmeyi ve küresel ticareti geliştirme yönünde kaydedilen tüm ilerlemelere rağmen, yoksulluk büyük bir sorun olmaya devam etmektedir. Yeryüzündeki en yoksul 2,6 milyar insan, dünya nüfusunun yüzde 40’ını oluşturuyor. Bunun sağlıklı bir tablo olduğunu herhalde kimse iddia edemez.
ANCAK! Dünyada yoksulluğun başıca nedeni yolsuzluktur. Türkiye olarak bunu çok iyi biliyor, izliyor ve gözlüyoruz. Mensubu olmaktan onur ve iftihar duyduğumuz İslâm, hüküm (yönetim bilimi) konusunda hikmeti (adalet ve hukuku) öngörmektedir. Dolayısıyla bu gün için bizce insanlığın en büyük sorunu “insanı yaşat ki devlet yaşasın” veya “insan için devlet” felsefesinden bütünüyle uzaklaşılmış ve bilumum küresel tasarruf ve teşebbüslerin ilâh, silâh ve ilâç tüccarlığı ile insanlığın ahlaksızca sömürülmesi, soyulması ve “çok küçük bir azınlığın”; Milyarlarca insanın “kene gibi” kanını-canını, malını-mülkünü, varını-yoğunu gasp ve irtikabı üzerine odaklandığını görmekteyiz.
Bu vahim bir felaketin habercisidir.
Devletlerin insan hakları, adalet, hak-hukuk ve demokrasi’den uzaklaşması insanlığın hayrına değildir. Kaldı ki; iki dünya mahkemesinden biri olan (AİHM) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi siyasallaşmış, LAHEY YÜKSEK ADALET DİVANI ise atıl ve muattal bir hale düşerek işlevini yitirmiştir.
ÖNERİ: Türkiye, AİHM ve Lahey Adalet Divanı’nın ilga edilerek, tüm dünyayı şamil ve bütün devlet “YÜKSEK MAHKEMELERİNİN” taraf olacağı yeni, rasyonel ve objektif bir “DÜNYA MAHKEMESİNİN” kurulmasından yanadır. Zira dünyanın, her zamankinden daha çok “şimdilerde” bir ADALET kapısına ihtiyacı vardır.
İNSANİ YARDIMLAR:
Türkiye’nin en az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere resmi ve özel düzeylerde sağlamakta olduğu insani ve kalkınma yardımları her yıl düzenli biçimde artmaktadır ve kamu ile özel sektör yardımlarımızın toplam miktarı 2007 yılı sonu itibarıyla yaklaşık 3 milyar dolar olmuştur. Türkiye, bu çerçevede, En Az Gelişmiş Ülkelerin geleceklerini şekillendirecek insan kaynaklarını geliştirmeye yönelik eğitim ve istihdam odaklı yardım projeleri yürütmektedir.
YÜKSELEN “DONÖR” ÜLKE TÜRKİYE:
Gerek nakdi olarak sağladığımız insani ve kalkınma yardımları, gerek gelişmekte olan ülkelerde yaptırdığımız okul, hastane ve sağlık merkezi gibi altyapı tesislerinin sayısındaki kayda değer artışlar, artık uluslararası sınıflandırmalarda Türkiye’yi “yükselen donör ülke” haline getirmiştir. Şu hususu özellikle vurgulamak isterim ki, En Az Gelişmiş Ülkelerle ilişkilerimiz zaman içinde sınırlı, kısa vadeli ve dar görüşlü hedeflere endeksli değildir.
Amacımız kurmakta olduğumuz tüm yeni ortaklıkları kalıcı, istikrarlı ve uzun soluklu kılmaktır.
YENİ DIŞ POLİTİKA PERSPEKTİFİ:
Önümüzdeki yıllarda dış politika gündemimizde ağırlığı giderek artacak olan bir başka konu da küresel ısınma ve sonuçlarıdır. Türkiye, içinde bulunduğu yarı-kurak iklim kuşağı dolayısıyla, küresel ısınmanın olumsuz sonuçlarından ilk planda etkilenebilecek ülkeler arasında yer almaktadır. Tahminlere göre, mevcut küresel ısınma eğiliminin sürmesi halinde insanlığın ciddi var oluşsal sorunlarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır.
Türkiye, sanayileşmesini sürdürmekle birlikte, yüzde 1’in altındaki payıyla dünyadaki karbon salımları listesinde oldukça alt sıralardadır. Buna rağmen, yerkürenin geleceğiyle ilgili olumsuz tahminler, bizim için de ciddi bir endişe kaynağıdır.
Öngörülen felaket senaryolarının önlenmesinde istisnasız her ülkeye görev düştüğünün bilincindeyiz. İşte bu anlayışla, Kyoto Protokolü’ne katılma kararını aldık.
***
Küresel ısınmanın sonuçları bağlamındaki bir diğer gerçek de, tatlı su kaynaklarının öneminin önümüzdeki on yıllarda giderek artacağıdır. BM Çevre Programı yetkilileri, mevcut tüketim eğilimlerinin tasarruf lehine değişmemesi halinde, 2025 yılında dünyadaki üç kişiden ikisinin susuzluk sorunuyla karşı karşıya kalacağını belirtmektedirler.
Bu sonucun önlenebilmesi, suyun korunması ve idaresi konusunda dünyada kolektif bir bilincin hâkim kılınabilmesine bağlıdır.
Bu bakımdan, önümüzdeki yıl Mart ayında İstanbul’da düzenlenecek ve binlerce uzmanı bir araya getirecek olan 5. Dünya Su Forumu’na da büyük önem atfetmekteyiz. Bunun İstanbul’da yapılacak olması, çevreyle olan konuların önemli bir gündem maddesini teşkil ettiği bu günlerde tüm dünyanın ilgisini kuşkusuz İstanbul üzerinde yoğunlaştıracaktır.
KÜLTÜLER ARASI İLİŞKİLER:
Eskiden pek önemsenmeyen kültürler arasındaki ilişkilerin durumu ve gidişatı, şimdi dünya gündeminin en üst sıralarına yerleşmiştir. Dünya’da kültürler ve inanç sistemleri arasında işaretleri şimdiden görülen kutuplaşma yeni tehlike ve tehditleri gündeme getirebilecektir. Bunun önlenmesinde Türkiye, başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı doğal avantajlarla merkezi bir rol oynayacak durumdadır.
STRATEJİK ÖNEM:
Coğrafyamız ve tarihi arka planımız itibarıyla, Batı’da kodifiye edilen ve kurumsallaştırılan evrensel değerleri Doğu’ya, Doğu’nun kültürel zenginliklerini ve bazı alanlardaki hassasiyetlerini de Batı’ya ulaştırmak gibi önemli bir misyona sahibiz. Bu çerçevede, Türkiye, değişik kültür ve inanç sistemleri arasında, farklılıklar yerine ortak noktaları ön plana çıkaran, karşılıklı saygıyı kurumsallaştıran ve “ötekileştirme” yi “empati” ile ikame eden yeni bir paradigmanın yerleştirilmesine gayret etmektedir.
MEDENİYETLER İTTİFAKI:
Türkiye ve İspanya’nın öncülüğünde kurulan Medeniyetler İttifakı Girişiminin İkinci Forum Toplantısının 2009 Nisan ayında Türkiye’de yapılacak olması, bizim açımızdan hem önemli bir fırsat, hem de bu çabalarımızın başarı ve etki derecesini ölçmemize imkân sağlayacak bir sınama niteliğindedir.
Bu bakımdan, söz konusu Forumun temel mesajları üzerinde şimdiden düşünmemizde yarar olduğu kanaatindeyim.
DOSTLAR GRUBU:
Başbakanımız Sayın Recep Tayip Erdoğan ile İspanya Başbakanı Sayın Zapatero’nun eş başkanlığında başlatılan ve bütün dünyada geniş yankı bulan bu girişim artık bir BM girişimi haline gelmiştir. “Dostlar Grubu” adıyla bir grup kurulmuştur ve anılan grup üyeleri listesine konuyla ilgilenen ülkeler ve uluslararası kuruluşlar kaydolabilmektedir. Şu anda 80’in üzerinde ülke ve uluslararası kuruluş Medeniyetler İttifakı’nın “Dostlar Grubu” içerisinde yerini almıştır. En son Madrid Forumu’na 45 ülkenin Bakanı katılmıştır.
Önümüzdeki dönemde, Nisan 2009’da düzenleyeceğimiz İstanbul’daki Foruma ise, çok daha yoğun bir katılım bekliyoruz.
KÜLTÜRLER ARASI DİYALOG:
Türkiye bu konuyla bağlantısı bulunan diğer uluslararası çalışmalara da etkin biçimde katılmaktadır.
Son olarak Mayıs ayında Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen “Kültürlerarası Diyalog Beyaz Kâğıdı” nın hazırlanmasına önemli katkılarda bulunduk.
Keza, İslam Konferansı (İKO) Örgütü’nün kuruluşundan bu yana ikincisi olan, Yeni Şartı’nın, demokrasi, şeffaflık, insan hakları, hukukun üstünlüğü, (Hukuk Devleti) hesap verilebilirlik ve cinsiyet eşitliği gibi (İslâmi) evrensel değerleri daha iyi yansıtacak bir içerik kazanmasında Türkiye’nin harcadığı yoğun çabaların önemli rol oynadığının da özellikle altını çizmek isterim. 57 ülkenin ortaklaşa kabul etmiş olduğu bu “Yeni Şart” aslında, İslam Konferansı Örgütü ülkelerinin önümüzdeki dönemde belki kendi içlerinde yaşayacağı değişim süreçlerine Türkiye’nin katkısını da somutlaştırmıştır. Bu gelişmeler, aslında insanlığı birleştiren noktaların ayıran noktalardan çok daha önemli ve fazla sayıda olduğunu da göstermektedir.
KÜLTÜREL ALANDA DIŞ POLİTİKA:
Kültürel alanda dış politikamızın önceliklerinden biri de yurtdışındaki Osmanlı/Türk kültür mirasının korunmasıdır. Buna paralel olarak, çeşitli şiveleriyle dünyada yaklaşık 200 milyon kişinin konuştuğu Türk dilini küresel bir iletişim aracı haline getirme yönünde çaba harcamalıyız. Diğer ülkelerde açılacak Türk kültür merkezleri, araştırma enstitüleri, Türk kürsüleri ve okullar bunun kilometre taşlarını oluşturacaktır. Yoğun çabalarımız sonunda İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi önemli bir fırsattır. Tanıtım alanında belki en çok ağırlık vermemiz gereken konu turizmdir. Ülkemizi ziyaret eden turistler bizim fahri kültür elçilerimizdir. Ülkemizi daha fazla turist ziyaret ettikçe, Türkiye’nin bazı ülkelerde haksız biçimde maruz kaldığı yanlış imaj sorunu da zaman içinde kendiliğinden gündemden düşecektir.
SORUN: Ülkemiz yoğun bir psikolojik savaş ve ajitasyon bombardımanına maruzdur.
Ülkemiz ve halkımız insani-bilimsel, kültürel ve geleneksel değerlerimiz ile kadim medeniyetimiz cihetiyle bir büyük tehdit ve taciz altındadır. Türkiye de masonlar devleti içten çökertme faaliyeti yaparken, misyonerler halkımızın dinini değiştirmek; Din değiştirmeyenleri ise çürütmek-yozlaştırmak, bunun yanı sıra zaman içinde Türkleşmiş Ermeni, Rum ve Yahudi unsurlarını “ana dil, etnik kimlik, ırk, dil, din, inanç ve mezhepler bağlamında” vahim bir ayrışma, dağılım ve çözülüm uygulamaları yapmaktadırlar.
Buna mukabil AB, coğrafyasında yaşayan Türklere asimilasyon uygulamakta, din, dil, ibadet ve ibadethane hürriyetini kısıtlamakta; Anadil ile konuşmayı yasaklamakta, ülkemize sürekli masonik unsurlar ve misyonerler göndermesine karşın Türk-Müslüman din adamları ile “İrşat Görevlilerinin” sınırdan geçmesine bile izin verilmemektedir.
OYSA: Mütekabiliyet mutlak bir hukuk ilkesi olup; Özenle itibar etmeyenler, tam bir ciddiyet, cesaret, azim, irade ve kararlılıkla uygulamayanlar ya sinsi düşman, kripto, ajan veya provokatördürler. AB bu şekilde tek taraflı çalışmakta, ülkemize çifte standart uygulamakta ve kendisini bu hususta haklı, Türkiye’yi haksız görmektedir.
Bu nedenle Türkiye’nin AB politikasının mutlaka yeniden gözden geçirilmesi, katılma tarihi ve “TAM ÜYELİK” konusunda kesin tavır ve tarih istenerek, derhal halkoyuna yani AB için referanduma gidilmesi zorunlu hale gelmiştir.
TURİZM STRATEJİSİ:
Esasen Türkiye’nin dünya turizm pazarındaki payı da gittikçe büyümektedir. Nitekim 2007 yılında 21 milyondan fazla turist ağırladık ve turizm gelirleri bakımından dünyada 7. sıraya yükseldik. Bu yıl ise 25 milyonun üzerinde turisti Türkiye’ye çekmeyi hedeflemiş durumdayız. Öngördüğümüz turizm seferberliğinin başarısında, dış temsilciliklerimizin de önemli rol oynayacağını bu vesileyle vurgulamak istiyorum.
***
YURTDIŞINDA YAŞAYAN VATANDAŞLARIMIZ:
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızı bulundukları ülkelerle Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin en sağlam teminatı, kültürel alanda doğal bir dostluk köprüsü ve ekonomik alanda da işbirliğini derinleştiren aktörler olarak görmekteyiz. Ancak vatandaşlarımızın çoğu zaman kendilerinden kaynaklanmayan önemli sorunlarının da bulunduğu göz ardı etmemeliyiz.
Bunların temelinde, çoğunlukla kültürel unsurların yattığı da bir gerçektir.
AVRUPA’DA YAŞAYAN TÜRKLER:
Buna paralel olarak, nüfus artış oranları abartılmak veya düpedüz yanıltıcı veriler kullanılmak suretiyle, Avrupa’daki göçmen toplulukları hakkında bazı endişe ve korkuların suni biçimde körüklenmekte olduğunu da biliyoruz. Bu süreçte, ne yazık ki, göçmen toplulukların, sık sık, iç siyasi tartışmaların veya seçim kampanyalarının da önemli unsurlarından biri haline getirildiğini görmekte ve bunu üzüntüyle karşılamaktayız. Objektif, dürüst araştırmalar aslında Avrupa’daki göçmen kitlelerle ilgili vehimlerin son derece yersiz olduğunu da ortaya koymaktadır.
UYUM SORUNLARI:
Bu meyanda, Türkiye olarak biz, vatandaş ve soydaşlarımızın çalıştıkları veya vatandaşlığına geçtikleri ülkelere başarıyla uyum sağlamalarına, katılımcı bir anlayışla toplumsal yaşamın tüm alanlarında etkin roller üstlenmelerine büyük önem vermekteyiz. İçinde yaşadıkları toplumun dilini iyi konuşan, çalışan, üreten, istihdam yaratan, vergi veren, yasalara saygılı bireyler olarak Avrupa’da yaşayan vatandaş ve soydaşlarımızın Avrupa kültürüyle uyumlu olduklarını her vesileyle göstermeleri büyük önem taşımaktadır. Bunu yaparken benliklerinin ayrılmaz parçası olan öz değerlerini de korumak kuşkusuz onların en doğal haklarıdır.
KONSOLOSLUK HİZMETLERİ:
Çağdaş teknolojileri etkili biçimde kullanarak konsolosluk hizmetlerinin sürat ve kalitesinin artırılması, yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik politikamızın temel hedefleri arasındadır. Konsolosluk hizmetlerini büyük ölçüde elektronik ortama aktarmış bir ülke olarak bu alanda öncü rol de oynamaktayız. Ancak, sistemin veriminin artırılabilmesi bakımından, “e-konsolosluk” ve “konsolosluk çağrı merkezi” gibi imkânların vatandaşlarımızca daha yaygın biçimde kullanımının teşviki konusunda dış temsilciliklerimizce yeni bir hamle yapılmasında da doğrusu yarar görmekteyim. Bu çerçevede, yurtdışında okuyan Türk gençlerini de, öğrenimlerini tamamladıktan ve belirli bir iş tecrübesi edindikten sonra Türkiye’ye dönmeleri konusunda teşvik etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin kalkınma modelinin, sanayi-sonrası dünyasının gerekleriyle uyumlu hale gelmesi ve bilgi toplumuna dayanabilmesi için, dışarıya doğru “beyin göçü”nü tersine çevirmemiz şarttır. Esasen çalışabilir nüfusumuzun oranının yüksekliği, toplumun genç ve eğitimli olması ve insan kaynaklarımızın zenginliği, AB katılım sürecinde de en büyük avantajlarımız arasındadır.
SORUN: Komşu ülkeler bile yerel ve genel seçimler dahil Büyükelçilik, Konsolosluk veya Temsilcilikleri yoluyla oy kullandırmakta, “seçme ve seçilme hakkı” ile demokrasi ve hukuk ilkelerinin tahakkukuna çok büyük bir önem vermektedirler. Dünyanın dört bir yanında yaşayan 7-8 milyon civarındaki Türk vatandaşları bu haktan neden yararlandırılmamakta ve “Gümrük Kapılarına gelme zorunluluğu” gibi insanlık dışı, aykırı, caydırıcı ve pahalı, çok yakışıksız ve ahlaksız bir muameleye maruz bırakılmaktadırlar.
“Demokratik Temsil” vatandaşlık görevi-seçme ve seçilme hakkı-hürriyeti bakımından bu çok büyük bir engeldir. ACİL bir sorundur. Hukuken ve teknik olarak derhal halledilmesi imkân dâhilindedir. Bakan’ın açıkladığı iletişim ve bilişim ağı çerçevesinde bu sorun derhal çözülebilir. Umarız 2009 seçimlerinde gümrük kapısı işkencesi son bulur.
GÜNÜMÜZDE GELENEKSEL DİPLOMASİ KAVRAMI:
Günümüzde geleneksel diplomasi kavramı da önemli bir değişim ve dönüşüm içindedir. Uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde, teknik bilgi ve uzmanlaşma giderek artan bir önem kazanmaktadır. Öte yandan, son yıllarda, hükümetten hükümete temasların yanısıra, sivil toplum kuruluşları, akademik merkezler, kanaat önderleri ve medya gibi faktörlerin de uluslararası ilişkilerin önemli unsurları arasına girdiğini hepimiz biliyoruz. Diplomasi sanatının bir yandan kapsamı genişler ve aktörlerinin sayısı artarken, diğer yandan da uygulanma biçim ve yöntemlerinin çeşitlendiği bu ortamda, Dışişleri Bakanlığı olarak bizim de değişen koşullara hızla uyum sağlamamız zorunludur. Son yıllarda, insan kaynaklarının geliştirilmesi, uzmanlaşma, bilişim teknolojilerinin etkili biçimde kullanılması ve hizmette verimliliğin artırılması gibi alanlarda önemli adımlar attık ve çok önemli projeleri uygulamaya koyduk. Bu atılımlar devam edecektir. Bakanlığımın tüm mensupları, iletişim teknolojilerinden derinlemesine yararlanmayı, çalışma alışkanlıklarının ayrılmaz bir parçası haline getirmelidirler.
SAPTAMA: Burada memnuniyetle müşahade olunmaktadır ki, bizim (mns) 2007 yılı içinde “BELDE” Gazetesinde yayınlanan “Dışişleri” ve “Dış Politika” konusunda yayınlanan proje bazlı makalelerimiz dikkatle incelenmiş, değerlendirilmiş ve dikkate alınmıştır. Umarım iş bu araştırma, inceleme ve değerlendirme çalışmamız da aynı önem ve değer izafe edilerek uygulamaya konulur. Zira bu çalışma “Toplumsal esaslı dış politika stratejilerine ilişkin” nadir belgelerden bir olarak mutlaka literatüre geçecektir.
TOPLUM ESASLI DIŞ POLİTİKA VE SİVİL TOPLUM:
Diplomasinin toplum sathına yayıldığı günümüzde, Büyükelçilerimizin, geleneksel diplomatik temaslara ilaveten, bulundukları ülkede kamuoyunun ve sivil toplumun nabzını yakından tutmaları büyük önem kazanmıştır. Bu anlayışla, tüm Misyon Şeflerimizin, hükümet dışı kuruluşlar, akademik çevreler, medya ve şirketlerle Türkiye’deki karşıtları arasında sağlıklı iletişim ve temas kanalları açılmasında birer “katalizör” ve “kolaylaştırıcı” olarak hareket etmelerini bekliyoruz.
TESPİT: Ülkemizdeki STK olgusu, uygulama-faaliyet biçimi (milli siyaset) ışığında ve analitik bir yaklaşımla incelenmeli, değerlendirilmeli ve dış-güdüm faktörüne bakılmalıdır.
Bu husus, özellikle AB kamuoylarına yönelik uzun soluklu tanıtım kampanyamızın başarısı bakımından da vazgeçilmez niteliktedir. Sivil toplum diyaloğunun geliştirilmesinin, AB katılım sürecimizin de üç temel ayağından biri olduğu hatırlandığında, konunun aciliyeti ve önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
DİPLOMASİNİN TEMEL GÖREVİ:
Diplomasimizin temel görevlerinden biri de, Türkiye’yi, gelecekte uluslararası alanda meydana gelmesi muhtemel gelişmelere karşı bilinçli kılmak ve hazırlamaktır. Bu çerçevede, önümüzdeki 5–10 yıllık vadeye ilişkin somut perspektif ve hedeflere sahip olmamız, izleyeceğimiz yol haritasına ışık tutacak analitik çalışmalara ağırlık vermemiz büyük önem taşımaktadır.
***
DIŞ POLİTİKADA EN ÖNEMLİ HEDEF: AB
Biraz önce de değindim gibi, Avrupa Birliği’ne tam üyelik, ülkemiz açısından dış politikada en öncelikli hedef olma özelliğini önümüzdeki yıllarda da koruyacaktır.
Türkiye’nin katılım sürecinin önüne çıkarılabilecek engellerin bertaraf edilmesi ve diğer üyelerle “eşit koşullarda” tam üyeliğimizin zamanlıca gerçekleştirilmesi, çabalarımızı yoğunlaştıracağımız temel bir alandır.
Bu çerçevede, katılım süreci içinde olduğumuz Birliğin, gelecek on yıl içinde nasıl bir yapıya dönüşeceği sorusu da Türkiye açısından kritik önemdedir.
Dolayısıyla, diplomasimizin, dikkat ve enerjisinin önemli bir bölümünü bu konuya hasretmeye devam etmesi önemlidir.
TÜRKİYE’NİN BARIŞ, GÜVENLİK VE İSTİKRARI:
Dış politikamızın önümüzdeki yıllarda da değişmeyecek temel amaçlarından biri de, Türkiye’nin barış, güvenlik ve istikrarının güçlendirilmesi, bunlara dışarıdan yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin önceden saptanarak bertaraf edilmesidir. Özellikle terör örgütü PKK ile mücadelemiz kararlılıkla sürdürülecektir. Terör örgütünün sadece fiziki saldırı imkânları değil, nereden gelirse gelsin mali kaynakları da yok edilmelidir.
TERÖR, TEDHİŞ VE DIŞ TEHDİTLERLE MÜCADELE:
(Anarşi. Terör ve tedhiş örgütü) PKK’yla mücadele ederken komşumuz Irak’ın iç barış ve istikrarı ile toprak bütünlüğünün korunması gibi hususlara da özel önem atfetmeyi sürdüreceğimizin altını çizmek isterim. Bu bağlamda, komşumuz Irak’ın yeniden yapılanma süreci içinde önümüzdeki yıllarda ne yönde bir evrim geçireceği konusu sadece Türkiye açısından değil, tüm bölgenin istikrarı bakımından da büyük önem ve hassasiyet taşımaktadır. Irak’ın bu süreçte, ülkedeki tüm grupların hak ve menfaatlerini gözeten bir uzlaşma kültürünü geliştirmesini, iç dengelerini istikrara kavuşturmasını ve güvenlik tüketen değil, üreten bir ülke haline gelmesini hayati önemde görüyoruz.
ENERJİ SORUNU:
Keza, dünyanın artan enerji ihtiyaçları çerçevesinde, (Doğal ve yapay) enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve güvenliğinin sağlanması zorunluluğu ve bu alanda yaşanabilecek krizler de, geleceğe yönelik tüm hesaplarımızda göz önünde tutmamız gereken bir faktördür. Hem kendi ihtiyacımız, hem de küresel enerji güvenliği bakımından enerji konusuna özel önem atfetmeye devam ediyoruz. Orta ve uzun vadedeki hedefimiz, enerji alanında Ceyhan Terminalini Avrupa’nın en büyük depolama ve aktarma istasyonlarından biri haline getirmektir. Mevcut ve planlanan çok sayıda boru hattı projesiyle bu yönde gerekli altyapı kurulmaktadır. Gündemdeki mega projelerden Nabucco Boru Hattı’nın bir an önce kuvveden fiile çıkarılması da başlıca hedeflerimiz arasındadır.
TEMEL ÖNCELİKLER:
Temel öncelikler bakımından özel dikkat gerektirecek konulara, önümüzdeki dönemde mutlaka dikkat etmemiz gerekmektedir. Afganistan’daki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Türkiye, Afganistan’da barış ve istikrarın sağlanması ve güçlendirilmesi için Afganistan’daki kardeşlerinin yanında olmaya devam edecektir. Öte yandan, Pakistan’daki gelişmeleri de yakından izlemekteyiz. Dost ve kardeş ülke Pakistan’ın istikrarlı ve güçlü olması hem içinde bulunduğu bölge açısından hem de dünya barışı açısından önem taşımaktadır ve bu konuda Pakistan’a olan desteğimiz güçlü bir şekilde devam edecektir.
Temel önceliklerden bahsederken, küresel ısınmanın yol açabileceği yeni sorunlara da burada değinmek istiyorum. Bu meyanda, iklim değişikliğine bağlı olarak mevcut su kaynaklarında ortaya çıkacak daralmalarla çevre koşullarındaki genel kötüleşmenin yakın çevremizde yeni çatışmaları tetiklemesi ve sınıraşan suç türlerinde artışa yol açması, güvenliğimize olası etkileri bakımından üzerinde ciddiyetle durmamız gereken bir olasılıktır.
Öte yandan, uluslararası sistemdeki yeni saflaşmaların Türkiye’ye olası etkilerinin yanı sıra, küresel ekonominin ağırlık merkezindeki kaymalar ve dünya ticaretinde yaşanabilecek iniş-çıkışlardan dış ticaretimizin ne yönde etkileneceği gibi hususlar da, orta ve uzun vadede dış politikamızı meşgul edecek konular arasındadır.
KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ FIRSATLAR:
Türkiye’nin bir yandan küreselleşmenin getirdiği fırsatlardan etkili biçimde yararlanırken, diğer yandan da giderek güçlenmesi beklenen bölgeselleşme eğilimini dikkate alarak, yakın çevresiyle ilişkilerini daha da ilerletme arayışı içinde olması bir zorunluluktur. Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe paralel olarak, Türkiye’yi, hem yakın coğrafyasında hem de küresel ölçekte, üretim, yatırım, teknoloji, inovasyon, finans, enerji ve turizm gibi alanlarda bir merkez ülke haline getirmeyi amaçlamalıyız.
BÖLGESEL BARIŞ VE İSTİKRAR:
Bunun için bölgesel barış ve istikrarın da gerekli olduğunu biliyoruz. Ancak hızla değişen rekabetçi bir dünyada hiçbir ülke ekonomik atılım yapabilmek için siyasi alanda ideal koşulların oluşmasını beklemek lüksüne sahip değildir. Biz bu anlayışla, siyasi düzeyde sorun çözmeye, kriz yönetimine ve bölgesel istikrarı pekiştirmeye yönelik çabalarımızla, ekonomik alandaki hamlelerimizi eşzamanlı ve birbirine paralel biçimde yapmak durumundayız.
Ortaya koyduğum bu tablo ışığında, gerek merkez gerek dış teşkilatımızın, değişen dünya koşullarının gerekleri doğrultusunda, diplomasimizin etkinliğini daha da artırma yönündeki özverili çabalarını bundan sonra da aynı kararlılık ve maharetle sürdüreceklerinden kuşku duymuyorum.
TEŞEKKÜR: Bu duygu ve düşüncelerle, Konferansın, üretken, verimli, yeni bakış açılarını gündeme getiren ve geleceğe de ışık tutan canlı bir tartışma ve görüş alışverişi şeklinde cereyan etmesini diliyor, katılımınızdan dolayı hepinize teşekkür ediyorum. Yine diğer kuruluşlarımızı temsilen aramızda bulunan Sayın Müsteşarlarımıza ve diğer tüm yetkililerimize bu konferansın açılışına gösterdikleri ilgi ve burada bizlerle birlikte oldukları için de ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.
Önümüzdeki 4 günlük yoğun çalışma programının dış politikamıza, Türkiye’mize faydalı olmasını, yeni açılımlar sağlamasını gönülden diliyorum, teşekkür ediyorum.
SON SÖZ:
Türk siyasetinin temel unsurlarından biri dış politikadır.
Nasıl ki; İç siyasetin temel unsurları Milli İktisat, Milli Eğitim ve Milli Savunma ise, Dış politikanın Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı doğrultusunda: Büyük Türk Medeniyeti’nin ileri, çağdaş versiyonu ve Büyük Önder’in “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” emrinin banisi, dahası Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olması sıfatıyla dış politikaya “MİLLİ SİYASET” bağlamında çok büyük bir önem ve değer atfetmezi zorunlu olup; TC’nin doğası gereği budur.
ŞU KADAR Kİ: Türk dışişleri teşkilâtı % yüz Türk-Müslüman, Osmanlıca okuma-yazma bilen, yanı sıra görevlendirildiği ülkenin diline-dinine vakıf üstün insanlar ve yüksek şahsiyetlerden oluşturulmak mecburiyetindedir.
(*) Bu makale Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın 15.07.2008 tarihli “Büyükelçiler Konferansı”nı (Bilkent Otel ve Konferans Merkezi) açış konuşması“sorunsal analiz” bazında inceleme, yorum, katkı ve değerlendirme çalışmasıdır. MNS, Ankara: 18.07.2008
Nasıl ki; İç siyasetin temel unsurları Milli İktisat, Milli Eğitim ve Milli Savunma ise, Dış politikanın Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı doğrultusunda: Büyük Türk Medeniyeti’nin ileri, çağdaş versiyonu ve Büyük Önder’in “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” emrinin banisi, dahası Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olması sıfatıyla dış politikaya “MİLLİ SİYASET” bağlamında çok büyük bir önem ve değer atfetmezi zorunlu olup; TC’nin doğası gereği budur.
ŞU KADAR Kİ: Türk dışişleri teşkilâtı % yüz Türk-Müslüman, Osmanlıca okuma-yazma bilen, yanı sıra görevlendirildiği ülkenin diline-dinine vakıf üstün insanlar ve yüksek şahsiyetlerden oluşturulmak mecburiyetindedir.
(*) Bu makale Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın 15.07.2008 tarihli “Büyükelçiler Konferansı”nı (Bilkent Otel ve Konferans Merkezi) açış konuşması“sorunsal analiz” bazında inceleme, yorum, katkı ve değerlendirme çalışmasıdır. MNS, Ankara: 18.07.2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder