9 Nisan 2008 Çarşamba

"ULEMA VE ÜMERA" (Alimler ve Amirler)

ALİMLER VE AMİRLER
Mustafa Nevruz SINACI
Yani, Ulema (İlim-bilim, hikmet ve hakikat adamları, kanaat önderleri, aydınlar) ve Ümera (Amirler, seçim veya atama yoluyla halkı ve ülkeyi yönetmekle yetkili kılınan, görevli ve sorumlu olanlar) ilmi disiplin, vukuf, ehliyet ve liyakat sahipleri; Devletin ana-esas unsur, hayatiyet (devamlılık-sürdürülebilirlik) nedeni, hamiyet, hüküm, hikmet kaynaklarıdır.

Devlet adamlığı basiret (ileri görüş-öngörü), beka (devamlılık, kararlılık, denge, ilke ve istikrar) adalet ahlâkı, insan sevgisi, samimi dindarlık, merhamet duygusu, hukuka saygı ve; Özellikle Türk harsı itibarıyla “damarlarında akan asil kan” doğrultusunda Milli Devlete, Vatana, Toprağa, Bayrağa, kültürel miras, milli-manevi değerler ve en kutsal unsur olan İnsan a (yurttaşa) saygı ve sahiplik ile kaimdir. Bu nedenle Türk geleneğinde devlet adamı (amir) ‘ilimle amel eden’ ve milletin âlimleri tarafından onaylanan kimse olmak durumundadır. Zira, Türk-İslâm devletlerinde en sorumlu sınıf amirler ve âlimlerdir. Bunun, en başta gelen sebebi: Türk adının “Kâmil (olgun-fazıl-bilge) İnsan” anlamına gelmesidir. Bu nedenledir ki, Türk milleti bilinen ve belli olan tarih boyunca 101 devlet ve 13 İmparatorluk kurmuş; İnsan hakları, adalet ahlâkı, yüksek kültür, insani boyut-bilgi toplumu, yani, medeniyetin (insanca yaşamanın) banisi-hamisi ve timsali olmuştur. Türk; Madde ve mânanın imtizacıdır. Dolayısıyla “Türk Milletine amir” yönetebilmek; İleri görüşlü (basiret ve beka sahibi) olabilmek; Derin bir bilgelik, hoşgörü-tolerans, yüksek bir erdem, şahsiyet-haysiyet, ilkeli ve onurlu bir sorumluluğu zorunlu kılar. Öyle ki, Namuslu-dürüst, karar-prensip, istikrar-insicam ve imtizaç sahibi olmayan “gişi” den devlet adamı olmaz.
(Bak: Siyasetname)
Ayrıca, önderin “milli tarih ve milli hafıza” bilincine bihakkın vakıf olması şarttır. İşte, yolundan ve izinden gitmenin ne kadar önemli, zorunlu ve tartışılmaz olduğu kati karinelerle sabit büyük önder Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün hayatından çok önemli; Basiret ve bekayı simgeleyen, hayret ve ibreti mucip “gizemli” bir kesit: “1907 yılında Mustafa Kemâl arkadaşlarıyla birlikte, ülke sorunlarını müzakere ettiği çok özel bir toplantıda, bizzat kendisi tarafından önceden hazırlanan ilginç bir harita ortaya çıkartır ve hazır olanlara gösterir. Olayın şahitlerinin anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı Devleti’nin o zamanki sınırları ile uzak-yakın hiçbir ilgisi ve alâkası yoktur. Bu nedenle haritaya pek bir anlam veremezler. Zira, harita sadece Anadolu ve Trakya’yı kapsamaktadır. Oysa, toplantı günü hiçbir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki TC’nin haritasıdır. Haritada, bu günkü sınırlarımıza uymayan çok önemli bir ayrıntı vardır. O’ da, Atatürk’ün bizden ayrılmasını asla istemediği ve bir türlü buna razı olamadığı; Musul Vilâyeti (Kerkük ve havalisi) topraklarını da bu haritaya katmış olmasıdır. Mustafa Kemâl’in haritasında Hatay, 12 adalar, Batı Trakya (Selânik) ve Kıbrıs’ı da vardı. (Misak-ı Milli) Daha sonraları İstiklâl Savaşı kazanılınca, İsviçre de yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye bu toprakların bir kısmından vazgeçmek ve Kerkük’ten çıkan petrol haklarını satmak zorunda kaldı. Daha sonra vaki ilhak gayretleri ise (Hatay hariç) sonuç vermedi. Mustafa Kemâl geleceği bilme gücüne (basirete) sahip olmasaydı bu haritayı ta 1907 yılında çizmesi, dava arkadaşlarına göstermesi ve Misak-ı Milli sınırlarını daha o zamandan belirlemesi mümkün olabilir miydi ? Mezkür haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz II. Abdülhamit Osmanlı padişahı idi. O sıra, gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında gözü olan (bu günün AB’si) batılı ülkeler topyekün saldırıya geçmek için uygun bir zamanı ve zemini gözlemekte idiler.
Netekim, 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Osmanlı Devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da Ege’de ki 12 Adaları işgal ettiler. Arkasından Balkan savaşı koptu. Osmanlıların eski eyaletleri Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan sırtlarını Türk düşmanı Avrupa ülkelerine dayayıp kendi aralarında birleşerek saldırıya geçtiler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti İtalyanlar ile anlaşma yapmak zorunda kaldı ve bu durumda Trablusgarp’ı bırakmak mecburiyeti hasıl oldu. Bu sırada Balkan devletleri Edirne’ yi aldı. Daha sonra birbirlerine düşen bu devletlerin zafiyetinden yararlanan Osmanlı Edirne’ yi kurtardı. 1913 yılında imzalanan “Bükreş Anlaşması” ile tekrar Trakya’ya kadar çekilmek zorunda kalındı. Atatürk’ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylece gerçekleşmiş oldu. Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok topraklar kaybedilmiştir. Arkasından da Anadolu işgal edilince, düşmanın vahşet, mezalim ve soykırımına karşı başlatılmış olan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce TC’nin bu günkü Doğu sınırları çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin sınırlarının belirlenmesi izler. En sonunda düşmanın İzmir’den denize dökülmesi ile birlikte, TC’nin 1907’de Gazi Mustafa Kemâl tarafından, tam bir basiret ve ferasaetle (ile görüşle) çizilen haritadaki sınırları ortaya çıkar. Yaşanan benzer gizemli olaylar ve gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görmekteyiz. Ki, Mustafa Kemâl, olacakları önceden tahmin etmekte ve hattâ bilmekte idi. Bunun en büyük kanıtı yıllar öncesinden çizilmiş harita, Türk inkılâbının esasları, Atatürk ilkeleri, her biri bir ata sözü niteliği arz eden sözleri, vecizeleri, emanet ve vasiyetleri (Nutuk) değil midir ?” O’nun, günümüze ışık tutan, Türkiye’nin esasında izlemesi gereken gerçek politika ve doğru yolu aydınlatan şu sözü çok önemlidir: 29 Ekim 1930 tarihinde Cumhuriyet Bayramı kutlaması için Türkiye ye gelen Amerikalı Associated Pres muhabiri Miss Ring: Atatürk’e “Türkiye’nin ne zaman batılılaşacağını ve Amerikanlaşacağını” sorar. Atatürk’ten aldığı cevap aynen şudur: “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir, Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de batılılaşacaktır. Türkiye yalnız ÖZLEŞECEKTİR” (Abdullah Ataman, Özden-Sayı: 1909, 1-7 Nisan 2008)
Aynı basiret, bilgelik ve bekayı Osman bey’den Abdülhamit Han’a kadar olan süreçte de görürüz. Bu nedenle Osmanlı tam 623 yıl (6.2 asır) yaşamış ve bunun 1 Ocak 1734’e kadar olan 435 yılı Cihan devleti, insanlığın hamisi, adalet ahlâkı ve hukukun banisi, dünyanın tek ve yegâne küresel-evrensel gücü olarak geçmiştir. Dikkat edilirse Cihan devleti Osmanlı’nın duraklama devri safahattan mütevellit, gerileme devri ise adalet ve hukuk’tan sarfınazar (vaz geçme/dönme) ile sabittir. Çünki, adalet ve hukukun zail olduğu yerde devlet kalmaz. İnsan haklarına saygı duyulmaz. Hattâ insanlar öyle bir yozlaşma sürecine girer ki; İsteyen dahi hak ve hukukuna sahip olamaz. Yurttaşlarda onursuzluk, lâkaytlık ve sorumsuzluk başlar. Hak ve hukukuna sahibi olamayan kişi nedir? Cevap: “İnsan haklarını bilmeyenin (ve gerçek anlamda haklarını kullanmayanın) hakkı; Bir tutam ottur” (Abdülkadir Duru) SONUÇ: Şu vatanımız, öz ve ata toprağımız üzerinde kurduğumuz TC henüz 85 yıllık bir devlet. UTANIN biraz! Kurulalı bir asır bile olmadı. Bu ne hal? Haksızlık, adaletsizlik ve izmihlâl niye! Niçin ülkede hakkaniyet, adalet ve hukuk hakim değil? Hükümetler neden bu denli aciz, adil olmaktan uzak ve sorumsuz? Hani ilim, ahlâk, basiret ve beka sahiplerine ne oldu. Bu ülkede bir Atatürk daha doğuracak “ANA” kalmadı mı nedir? Damarlarımızda akan “asil kana” ne oldu ki, ille AB’li olalım diye keferenin peşine düşülür?
Şu, Afganistan, Irak, Bosna-Hersek, Kıbrıs, Karabağ, Darfur, Pakistan ve Filistin de yaşanan vahşet, mezalim, anarşi, terör-tedhiş, soygun ve soykırıma bakınız. Hepsinin ardında bu teraneleri sakız gibi çiğneyenler var. Başta AB üyeleri ve ABD olmak üzere, bütün küresel kapitalist-emperyalist güç odaklarının sözde ‘insan hakları, demokrasi, adalet ve hukuk adına’ giriştikleri işgal, işkence, gasp, tasallut ve soykırımla sarsılıyor insanlık.
DİKKAT EDİN! Ülkemiz, sırf bu “tefessüh etmiş AB” uğruna bu elim yok oluş, kaos ve katmerli sıkıntılara katlanmak zorunda bırakılıyor. Hani Ulema ve Ümera nerede ?..

Hiç yorum yok: