19 Ekim 2009 Pazartesi

“TARİH KOMİSYONU”
Mustafa Nevruz SINACI
Mesele, Revan’da oynanan Ermenistan-Türkiye maçıyla başladı gibi!..
Sonra, Bursa’da Türkiye-Ermenistan maçı…
“Açılım” kategorisine yeni eklenen Ermenistan’a kapı açılması ve normalleşme konusunda Halk Partisinin sahibi Deniz Baykal, bir ara ne dedi?
“Bu, konjonktürün zorunlu kıldığı, Türkiye’nin de gereğini yapma konusunda baskılara maruz kaldığı, doğrusu, mecbur edildiği bir konudur!...”
Demek ki Recebin “kamera istemem” feryadının sebebi bu olsa gerek.
İşin içinde iş, oyun, saklılık ve gizlilik var. Baykal işkillenmekte haklı,
Çünkü o’da, ‘gizliliğin nemenem melânet” olduğunu artık iyi biliyor.
Yani maç, durup dururken “Ermeni Açılımı”na dönmedi herhal…
Mesele, binlerce dönme, devşirmenin, bizzat infaz ettikleri, iyi vatandaş Hrant Dink’in cenazesinde “biz Ermeniyiz” diye haykırma “nedenlerine” kadar gidiyor.
Hatta, o kadar la da kalmıyor, çok öncesi bile var.
YOKSA; Takım ruhu, futbolun gücü, barış için spor falan hikâye.
Maç’tan anladığımız tek şey: Açıkça, mertçe, erkekçe ve dürüstçe oynandığında, sahada Türk kazanır. Türk düşmanları bunu çok iyi bildiklerinden, daima Türk’e ve Türkiye’ye karşı ikiyüzlü, içten pazarlıklı, kahpe ve kancıktırlar.
Anlayacağınız, takım çatıştırmaktan maksat bambaşka idi, olmadı.
Yani; “uşaklığı öğrenemeyen Türk” daima batının bir yerlerine batar.
Tarafların rakip takım dedikleri Türk çocukları, çok akıllı oynadı. Takımın oyun düzeni mükemmeldi. Bütün tertip ve teşebbüslere rağmen oyunculara müdahale etmek mümkün olmadı. Sonuçta senaryo ters tepti. İstenmeyen oldu. Türkiye kazandı. Aferin. En azından biz, tribünlerden gerçekleri gördük. Ve bir de baktık ki!...
“Ermeni protokolünde sınırların açılması yanında öyle bir hüküm var ki, tam rezalet. "Tarih Komisyonu" kurulmasıyla ilgili madde, Türk, Ermeni, İsviçre ve Fransız tarihçilerinin toplanmasını öngörüyor. "Türkler Ermenilere soykırım yaptı mı yapmadı mı" diye araştırıp bir karar verecek olan komisyon bu!. Tam komedi, rezalet, fecaet…
Türkiye baştan 3-1 mağlup.
Bir Frenk oyunu bu, frengili necis, kalleş ve iğrenç!..
Ermeni, İsviçreli, Fransız tarihçiler ‘Soykırım olmadı’ diye mi rey verecekler?
Bir kere bu ülkelerde demokrasi yok. Üstelik ‘Türkler Ermenilere soykırım yapmamıştır’ demek yasaktır. Aksi takdirde İsviçre ve Fransa mahkemeleri derhal hakkınızda cezai takibe girişir. TTK Başkanı Halaçoğlu için mahkeme tutuklama kararı vermedi mi? İsviçre ve AB'nin talebi üzerine AKP, Halaçoğlu'nu TTK Başkanlığı'ndan da attı. "Ermeni soykırımı yalandır" açıklaması yapan İP Genel Başkanı D. Perinçek de İsviçre Mahkemeleri tarafından mahkum edilmedi mi?...
Şu hale nazaran, AKP Hükümetinin "Tarih Komisyonu" kurulmasını öngören protokolü imzalaması çok vahim sonuçlara yol açacak bir hatadır. Bu, açıkça hain bir tuzak olup; mezkür komisyondan Türkiye aleyhine karar çıkacağı kesindir.
Karar çıktığı zaman da AKP’nin bu gaflet-dalalet eseri yahut bilerek, oyunun bir parçası sıfatıyla üstüne atladığı bu tuzakla Türkiye “soykırım yaptığını” kabul etmek zorunda kalacak ve Komisyon kararı Türkiye'nin soykırım yaptığını tescil edecektir.
Yani böylece, AKP sayesinde tüm dünya önünde mahkum edilmiş olacağız.
Çünkü AKP hükümetince imzalanan protokol (TBMM’de onaylanması halinde) gereği kurulmuş bir komisyon karar vermiş olacaktır... Kararla AKP sayesinde Türkiye köşeye sıkıştırılacak, sonra toprak ve tazminat talepleri peş peşe gelecektir.
Yani AKP tarafından açılan kapı doğrudan SEVR’e açılmaktadır biline.
***
MİLLİ DAVA DÜŞMANLIĞI
Mustafa Nevruz SINACI
Art arda gelen açılım bombardımanları medyada ciddi bir sersemliğe yol açtı.
Kafalar karıştı. İlkeler sarsıldı. Ezberler bozuldu.
Etnik kök, gerçek din, (fanatizm) örtülü nesep, gizli meşrep, kadim efendi, sözde ilke ve esaslar deşifre oldu.. Düğmeye basıldıktan elli yıl sonra şimdi mal meydanda. Her gün bir başka veçhesiyle (yönüyle) açılıp, saçılma sürüyor.
Beklenir süreçte öyle bir evre başladı ki, neticesi düşman başına.
Üstelik, namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu Türk vatandaşları ile hakiki, samimi, muttaki Müslümanlara karşı!... Hem de Ermeni’si, Rum’u, Yunan’ı, Yahudi’si dâhil AB ve ABD nam örgütlenmiş bilumum devletleşmiş suç örgütleri, kan emici kene ve vampirler ile…
Onlar, bütün dünyayı sarsan ‘küresel krizi’, soygun ve vurgunlarıyla yarattılar..
Çılgın hırs, ihtiras ve bencillikleri durmak, ateşle dolası karınları doymak bilmiyor.
Bil-umumu, fakir-fukara, garip-guraba üzerinden yat-kat, at-araba ve gemi sahibi oldu. Başta din tüccarlığı, misyon tacirliği, insanlık-hak, adalet ve hukuk istismarını meslek ve meşrep edindiler. Milletleri tahrik, istikrarı tahrip ve devletleri tarumar; İlâh, ilâç ve silâh ticaretinden devasa edinim, gasp ve irtikap, nitelikli dolandırıcılık ve soygunlar yaptılar.
İnsanlık, bu sinsi düşmanlık, derin kalleşlik, doyumsuz hırs ve ihtirasın bedelini çok ağır ödedi. Ödemeye devam ediyor ve “kendine gelmedikçe” de ödemeye devam edecek. Genelde küresel ısınma, açlık-yokluk, sefalet-cehalet, kuraklık, hastalık;
Özelde: Milli değer, şahsiyet-haysiyet ve karakter kaybı, kölelik ve uşaklıkla…
Yani bir nevi “domuz garibi” sürüler gibi..
Örneğin: Bizde milli tarih ve milli hafıza saldırıya uğradı,. Milli dava’lar alaya alındı, rencide edildi. Aslında izafi olan sosyoloji, psikoloji ve mantık bilimleri ile üzerinde en çok oynanan tarih (vakıa) ilmi, şüphe, şaibe, yalan-iftira ve tereddüt bulutlarıyla örtüldü.
Metafizik, tarikat ve tasavvuf menfur emellere alet ve istismar edildi.
Elli yıl öncesine kadar Mustafa Kemâl Atatürk’ün “Türk demek; Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene.” Vecizesi ayniyle söylenir, bütün yurttaşlar tarafından ‘mürşit ve düstur” kabul edilirdi. Sonra söz, önce sebep-hikmet, anlam ve dayanağından soyutlandı. Geriye, ihtiyat-tedbir ve yatırım maksatlı (strateji ve taktik gereği) “Ne mutlu Türk’üm diyene” bölümü kaldı.
Şimdi, “sen, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ dersen, öteki de‘ne mutlu Kürt’üm, Lazım, Arnavut’um diyene’ diyecektir. Bu nedenle söz dağdan taştan silinmeli, minarelere mahya olmamalı, her bir yerden kazınmalı... İlkokul öğrencilerine de sabahları “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” parçası söyletilip, öğretilmemeli. Bu tahrik ve bölücülüktür” diyorlar!...
OLUŞLAR YENİ “EMRİVAKİ” DEĞİL !...

Gerçekte bu öyle pek yeni bir olgu değil. Evveliyatı, kökleri var.
Bu nedenle, kasıtlı olarak yaratılan ‘kavram kargaşasını’ bir yana itip, olanlara ve olaylara bilimsel bakmalıyız. Tarih ne diyor? Doğa ne anlatıyor? Eşyanın tabiatı ne!...
Bunlar çok önemli. Çünkü: Huzur, istikrar ve insicam üzere olan bütün milletler “Milli Devlet” üzere vardır. Milli devletler ‘milli davalar ve milli idealler” temelinde yükselir.
Milletlerin tarih içinde ebed-müddet varlıklarını korumaları, milli davaları diri, sağlam ve canlı tutmaları, akılcı, cesur ve gerçekçi milli stratejilerinin olması ile mümkündür.
Yakın tarihimizin strateji üstatları Osmanlı idi.
Şimdilerde Osmanlı’nın yerini ABD ve AB aldı.
Japonya, Çin ve Rusya onlardan sonra gelmekte..
Üstelik, çağımızın küresel stratejileri, başta ekonomik (emperyalist-vahşi kapitalist), sosyal (önceden seçilen yaşam ve sömürge alanlarında meskun milletleri huzursuz, geçimsiz, daimi stres ve gerilim içine sürüklenircesine bir hayat, manâ, din, moral ve motivasyon olarak yozlaştırma), kültürel (hedef kitleyi milli değer, örf, adet, gelenek ve doğal-yerleşik yaşam biçiminden uzak bir deformasyona itme, kültür emperyalizmi ve psikolojik savaş yöntemleri kullanılarak yabancı dille eğitim yapılan kolejler açarak kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme) ve siyasal (iç dinamikleri deforme edip, millet iradesini hiçe sayacak, objektif süjeleri ortadan kaldırıp, milli hassasiyetleri gönüllü olarak yok edecek yöneticiler yetiştirmek…
BİLGİ ÇAĞI İSTİSMARCILARI!..
Özgür bilim, fazilet anlamında Cumhuriyet ve demokrasiye aykırı olarak;
“Bilim” sözcüğü ve “Bilgi Çağı” kelimelerini sıkça kullanarak!…
Ülke içinde uşaklar ve paraya tapan, zayıflık ve zaaflar ile malul ortaklar edinmek.
Siyasal, sosyal, dinsel ve ırkçı-bölücü, iş birlikçi akımlar yaratarak, ayrımcılık, anarşi ve terörü körüklemek. Küresel güç veya bunlara partner olmanın anlamı maalesef budur.
Diğer bir anlamda insanlık aleyhine hareket etmek ve faaliyet göstermektir.
Yukarda açıkladığımız sözde “büyük” strateji devleri işte böyle yapmakta, kirli oyunlar oyunlarla bu alanlarda, hukuk, ahlak ve insanlık aleyhine faaliyet göstermektedirler.
Başta ABD olmak üzere çoğunda, bu amaçla oluşturulan ve adına ting-teng denilen modern, kapsamlı, çok zengin ve büyük imkânlarla beslenen, desteklenen düşünce kuruluşları vardır. Bu tür düşünce kuruluşları hükümetler adına stratejiler ve senaryolar üretir;
Aynı zamanda bu senaryoların uygulanmasına nezaret edecek uzmanlar da yetiştirirler. TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ
Yani, senaryo içindeki gerçek görevleri toplum mühendisliği’dir.
Toplum Mühendisliği; Bir toplumu ezmenin, çok ucuz ve sorunsuz olarak iliklerine kadar soymanın, karın tokluğuna hayvan (eşek) gibi çalıştırmanın ve sömürmenin ileri, çağdaş ve modern adıdır. Maalesef buna da, insan hakları, adalet ve hukuka aykırı olmasına rağmen “meslek” denilmektedir.
Şu anda maksimum hızla hayata geçirilen ve uygulanan “yenidünya düzeni”, “küresel emperyalizm/yeni sömürgecilik), “NAFTA”, Dünya Bankası, IMF, Dünya ticaret merkezi ve ABD’nin “11 Eylül ikiz kule” olayları hep bir senaryo ürünü ve emperyalist güçler tarafından “haçlı (yağmacılık) ruhu ile üretilerek” üretilerek, insanlık aleyhine ve fakat belirli güruhlar lehine uygulanan, ağırlıklı, büyük stratejilerdir.
Burada “güruh” dan maksat: Herhangi bir din, inanç, mezhep yahut milliyet farkı gözetmeksizin, bütün dünyayı yönetmeye kalkışan ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen sözde “aile” bağlamında örgütlü mahlukat kast olunmaktadır. Ki, bunların en belirgin özelliği, hak, hukuk ve adalet düşmanı olmaları ve bütün inançlar bazında genel din tüccarlı (dinler arası diyalogculuk) yapmalarıdır.

***
MİLLİ DAVA (!) KIBRIS
Mustafa Nevruz SINACI
Türkiye, emperyalist bir devlet değildir.
Kuruluş ilkeleri ve ilk (1924) anayasası gereği emperyalizm karşıtıdır.
Gerçek, samimi ve tarihi politikaları da…..
Kaldı ki, dünyanın en büyük emperyalist devletlerine karşı verilen bir “kutsal savaş ve efsanevi direniş” sonucu kurulmuştur.
Bu manâdan mülheme olmak üzere adı: İstiklâl Savaşıdır.
İstiklâl Savaşı, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük strateji dehalarından biri ve O’nun önderliğinde Türk Milleti tarafından başarılmıştır.
Bu nedenle “dâhili ve harici” bedhahlara (gizli) düşmana karşı daima hazır ve nazır olmak Türk milletinin genlerinde vardır. Şiarımız: “Hazır ol cenge her daim, eğer istersen yurtta ve dünyada barış” ilkesidir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesinin hakiki manâ ve münderecetı ayniyle budur.
Nitekim “Kurucu ATA” M. Kemal Atatürk Türk genliğine emanet ve vasiyetinde: “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet'ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir..” emrini vererek, bilvesile milli cevherin öz, kaynak ve asıl dayanağını da belirtmiştir: “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kan’da mevcuttur” ..
Nedendir bu vasiyet?
“Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.
Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir.”
İŞTE SEBEP BUDUR!...
Lâkin Türkiye’de henüz strateji kurumları ve düşünce kuruluşları yoktur.
Çünkü hem varlıkları istenmez ve hem de hükümetler bunları desteklemez.
İç düşmanlar (dâhili bedhahlar) halkın asla ve hiçbir zaman, örneğin bir Kıbrıs gibi milli davalar gütmesini ve bunları sahiplenmesini istememişlerdir.
Aksine “milli” damgalı her şeye karşı çıkmışlar ve düşmanlık etmişlerdir.
Bunların başında: Milli Devlet, Milli Ordu ve Milli Anayasa gelir.
ANAVATAN’IN MİLLİ DAVALARI!...
Bu unsurlar 27 Mayıs isyanı ile anayasa ve cari mevzuattan kazınmıştır. Adları zoraki “milli” lâfzı içeren Milli Eğitim ile Milli Savunma bakanlıklarının isimlerini hiçbir zaman hazmedememişler; Bu kurumları içten çökertmek, milli-ilmi ve manevi değerlere karşı tahrip, tahkir, tezyif ve tekzip görevleri yaptırmak en büyük emelleri olmuştur. Bu sebepledir ki Milli Eğitim diplomalı binlerce hırsız, yolsuz, sahtekâr, anarşist ve terörist AB tarafından iftiharla himaye edilmektedir. Ordu içinde de, maalesef, uluslar arası Yahudi tarikatı olan masonluk, hırsızlık-yolsuzluk, rüşvet-iltimas, suiistimal ve asker aileleri bağlamında namussuzluk yer, yer mümkün vakıalar arasında yer almakta; namaz ictimaları, İslâmi yemin ve İmam kadroları kaldırılmış bulunmaktadır. Bunlar “Milli ordu ve Peygamber Ocağı” kavramlarına vurulmuş kahredici darbelerdir.
DAHİLİ İZOLASYONLAR!...
Netice itibarıyla Türk devleti ve siyaset hayatının derinlerine nüfuz etmiş “gayri milli unsurlar” Milli strateji üretmenin, milletçe “milletlerarası organizasyonlara” taraf olmanın, “bir dünya devleti gibi”, halkı zenginleştirecek, refah ve saadet içinde mutlu kılacak, adalet ve hukuk standartlarını evrensel bazda yükseltecek tarzda hareket etmenin de karşısındadırlar. Bunlar, genellikle dönme ve devşirmedir.
Türklüğü ve İslâm’ın yüceliğini idrakten aciz kalmışlardır.
Kimlik ve kişilik yoksunu olduklarından dolayıdır ki “partner”liğe bayılırlar.
İşte bunlar (dahili bedhahlar) nedeniyle zorunlu alanlarda basit güncel politikalar, yaşanan sorunlara karşı alternatif projeler ve çözüm önerileri üretebilecek milli ve mukavim AR-GE’ler bile henüz teşekkül ettirilememiştir..
Mevcutlar “sürgün yeri” olarak kullanılmaktadır.
Dışişleri teşkilâtı ise hâla “monşerlere” teslim.. Yani milli değildir!...
Bu nedenle AİHM sürekli aleyhimize çalışıyor, siyasi kararlar üretiyor ve TC’yi tüm dünya karşısında taciz ederek, küçük düşürüyor. Türk milleti ve evrensel hukuk’un en temel hak ve stratejisi “mütekabiliyet”, “mukabil hak”, “ecri misil”, “misilleme” ve “mukabele-i bil misil” gibi, hak, adalet ve hukuk’ betimleyen kavramlar Dışişlerinin lügatinde yok!...
Neden acaba? Yoksa biz hâkim ve hükümran “özgür” bir devlet değil miyiz?..
Yahut sorun, sadece “milli” meselesinden mi kaynaklanmakta? Oysa!...
Başta, GB antlaşması ile kaybedilme yoluna girilen Kıbrıs, 12 Adalar, (adalar hükümetler ve dışişleri bakanlıklarının gözü önünde) Lozan Antlaşmasına aykırı olarak silahlandırılmış, her bir adaya askeri yığınak yapılmış, Anadolu’yu rahatlıkla vurabilecek menzilde füze rampaları ve askeri hava alanları inşa edilmiştir. Hava sahası konusunda da Yunanistan pusudadır. Önü alınamadığı takdirde Türkiye açık denizlere çıkması engellenecek ve bir kara devletine dönüştürülecektir.
Hükümetler tam bir korkaklıkla bu MESELELERE KARŞI ses çıkartamamakta ve sözde barışı korumak adına olan bitene göz yummak gaflet ve dalâletini göstermektedirler. Kuzey Irak, Musul, Kerkük, Karabağ, Doğu Türkistan ve Kıbrıs’ın durumu ortadadır. Lütfen aşağıdaki (konuyla ilgili) örneği bir inceleyin.
Çok şeyin farkına varacaksınız.
Nasıl bir ateş çemberi içinde olduğumuzu açıkça göreceksiniz.
Bir şeyi daha tabii; Ülkemizi yıllardır yönetenlerin gaflet ve dalâletini...
Buyurun: Sadece yakın tarihi inceleyin yeter!...
MİLLİ STRATEJİ VE KIBRIS
Strateji ufkun ötesini görebilme (basiret ve feraset) sanatıdır.
Askeri Strateji: Askerlik mesleği bakımından, gelecekte bilinen-belli olan veya müstakbel düşmanlar tarafından, hesaplanan beklentiler dâhilinde yönelebilecek tehdit, tecavüz, tahdit (sınırlamalar) ve tehlikelerle mukabil hangi imkânlar, şartlar ve ihtimallerle karşı konulabileceğini iyi hesaplama ve uzağı görebilme ilmi ve sanatıdır.
Düşmanlara karşı mukabil tedbirler almak bu ilim sayesinde kabil olmaktadır.
Buna göre “strateji”elde mevcut imkânlarla en iyi sonuca ulaşmayı sağlayacak şekilde durumu yönlendirme ve yönetme kabiliyeti, öngörü, basiret ve beka sanatıdır.
Bu çerçevede; Atatürk’ün uzağı görme (basiret/öngörü) ve Askeri Strateji bakımından eşsiz bir deha, nadir bir komutan ve büyük bir devlet adamı olduğu her geçen gün biraz daha açığa çıkmakta ve bütün dünyada çok iyi anlaşılmaktadır.
Strateji ilimi ve sanatına yetenekleriyle sahip olmayanlar ülkeyi, ülke kaynaklarını, siyasi partileri, şirket ve dernekleri, kısaca halkı, hükümetleri ve orduları hakkıyla ve lâyıkıyla yönetemezler, yönetirlerse de başarılı olamazlar.
Türkiye’nin elli yıldır ufkun ötesini ve gerçekleri görebilenler tarafından değil;
Burnunun ucunu bile göremeyenler tarafından yönetilmeğe çalışıldığını, kaç yıldan beri “kördüğüm” haline getirilen Kıbrıs’ın durumu ve “milli davanın” kaybedilmek üzere olması açıkça göstermektedir.
ŞURASI UNUTULMAMALIDIR Kİ!..
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asli görevi olan ülkeyi “DAHİLİ VE HARİCİ” tehdit ve tehlikelere karşı koruma ve savunabilmesi, Kıbrıs’ın tamamen Türkiye’nin kontrolü altında ve bütünüyle hâkimiyetinde bulunması şartına bağlıdır.
***
AB PARANOYASI VE ATATÜRK’E SALDIRI
Mustafa Nevruz SINACI
AB, başta Ortlander raporu olmak üzere, belirli aralıklarla yaptığı açıklamaları veya değişik komisyonlarında yazılan raporları ile Atatürk’e saldırmayı, adeta sürecin bir parçası haline getirdi.
İlk saldırıdan tutun, bu ay vaki olan son saldırıya kadar, muhatap (hükümet) iktidar veya muhalefetten ses yok. Ciddi bir tepki yok. Tekzip talebi yok.
Ne kadar garip ve enteresan, ayıp ve utanç verici değil mi?
Bu saldırılar kapsamında; önce Atatürk resimlerinin indirilmesi istendi.
Şimdi de, Atatürk’ü koruma kanununun kaldırılmasını istiyorlar.
Onlar, kendilerine gerekli cevabın verilememesinin cesareti ile bu isteklerde bulunadursunlar, Ankara’nın Başkent oluşu kutlaması için Atatürk Heykeli etrafında toplananlar, karşılarında bambaşka bir Atatürk Heykeli buldular. Heykel bir gecede sararmıştı. Tarihi anıtı, bir oyuncak biblo gibi boyatanın gerçek sorumlusu bulunamadı.
Yaşadığımız kenti, toprakları, bu günlere nasıl geldiğimizi bilmiyoruz.
Her gün önünden geçtiğimiz yapıların değerini ve anlamını öğrenmiyoruz.
Meselâ, Birinci Meclis’in kurulduğu alanın (yani şimdiki Ulus Meydanı’nın) eski ismi ‘Hakimiyeti Milliye Meydanı’ idi. Meydanda yer alan Atatürk Heykeli, Y. Nadi’nin başlattığı bir kampanya ile, hazineden para almadan, halktan toplanan yardımlarla yapılmış ve 27. Kasım 1927 günü açılmıştır.
Heykel, Heinrich Krippel’in eseridir. Avusturyalı sanatçı Krippel, Atatürk Anıtları yapmak üzere 1925’de davet edilmiş ve 1938’e kadar 13 yıl boyunca Türkiye’de kalmıştır. Atatürk sanatçıyı köşkte konuk ederek poz vermiştir.
Gazi Mustafa Kemal “Sakarya” isimli atının üzerinde oturmakta ve Meclis binasına doğru bakmaktadır. Bu bakış şekli özel olarak tasarlanmıştır. Hırslı ve güçlü bir at olan Sakarya, Gazi’den komut beklemektedir. Her an dörtnala kalkmaya hazırdır. Alnı “aynalı” tabir edilen şekilde beyazdır. Ayaklarında da beyazlık vardır.
Heykelin çevresinde iki Mehmetcik, bir de Kuvayi Milliyeci kahraman Kara Fatma’yı simgeleyen bir kadın heykeli vardır. Elini güneşe siper eden Mehmetcik, Polatlı yönünden gelecek düşmanı gözlemektedir. Tüfeğinin kasaturası takılı olup, derhal süngü hücumuna kalkacak bir pozisyonda beklemektedir. Ayağında “tozluk” yerine, dizinden itibaren, delikli postalına kadar sekiz defa sarılmış “dolak” ı vardır.
Kara Fatma, omzunda bir top veya şarapnel mermisi taşımaktadır.
Kaide yüzlerinde rölyefler vardır. Birinde, kucağında bebeği ile yürüyen ve kağnıda taşıdığı top mermilerinin ıslanmaması için üzerine, bebeğinin mintanını serdiği “gerçek hayattan alınan” kompozisyon resmedilmiştir.
Heykelin açılışında figürü gören Atatürk’ün gözlerinin yaşardığı söylenir.
Heykel, Ulus Meydanı düzenlenirken 1956 yılında yerinden kaldırılarak on metre kadar Kızılay yönüne taşınmış ve oturduğu kaide biraz yükseltilmiştir.
Yarın önünden geçerken veya Ankara’ya geldiğiniz bir gün, heykele bir de bu gözle ve “görerek” bakın. Cumhuriyetin değerlerine ilişkin pek çok ip ucu bulacaksınız. Bulunduğunuz her yerde buna benzer ipuçları vardır. Yeter ki, bakın ve görün.
İşte AB’nin ve içimizdeki işbirlikçilerinin, Atatürk’e saldırmalarının ana sebebi, unutulmasını ve kaldırılmasını istedikleri Atatürk anı ve heykellerinden biri budur.
Ancak, Atatürk’ün eser, hizmet, ilke ve inkılâpları o kadar sağlam, emin, köklü ve mukavim ki, her biri adeta kök salmış bir şekilde, Türk Toprağı ve Türk Milletinin yüreğine dayanmış bulunmaktadır”
Kaynak: (Av.A.Erdem Akyüz, Hukukun Egemenliği Derneği Genel Başkanı)

Hiç yorum yok: