27 Ağustos 2011 Cumartesi

Türk Devlet geleneği, savcılar ve Somali............

TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE…
Mustafa Nevruz SINACI
O bir mümin, gerçek lider ve samimi dindardı..
            Genelde “Evrensel Hukuk” olarak tanımlanan, fakat gerçekte İslâm’ın yaşam biçimi ve doğrusal hayattan başka bir şey olmayan; Olağan, doğal, norm/normal kaide ve kuralların yazılı şekline kanun diyoruz. Kanunların dünya boyutunda, mutlaka özgür, hür ve örgütlü toplumlar tarafından hazırlanmış olanına da Anayasa!.. İnsani boyut ve medeni hukuk bağlamında kural: “kanunlar anayasa’ya, anayasalar da insan’a aykırı olamaz” hükmü esastır. Bunu “insan” olanlar bilir. Olmayan(hayvan)ların zaten bir hukuk, ahlâk, adalet ve bilim boyutu yoktur.
            Sonuçta: Kanunlar orijinal, objektif ve evrensel olmak zorundadır.
            Durumdan vazife çıkartılarak (kişiye özel) kanun yapılamaz.
            Kanunların mutlaka: Örf, adet, gelenek ve din temelinde oluşturulması şarttır.
Bu nedenle kanun koymak, kanunları korumak ve yaşatmak bizatihi ve doğrudan milletin hakkı ve millet memurları ile vekillerinin ödevidir. Aksi taktide, Herbert Hoover’in dediği gibi: “Kanunların tek koruyucusu, ‘oy çokluğuyla seçilmiş’ hükümetlerse, hukukun sonu gelmiş demektir!!!....”
            Cumhuriyet (milli devlet) olmanın temel şartı budur.
            [Bu nedenle, 27 Mayıs 1960’da Atatürk’ün (1924-28) Anayasası çöpe atılmış; Son Türk İnkılâbı, Atatürk ilke, eser, emanet, vasiyet ve hizmetlerine “RED” anlamında 1961 paçavrası yapılmış olup; Bu vesileyle Milli Devlet, Demokrasi, Adalet, Hukuk ve Cumhuriyet kesintiye uğratılmıştır. Bu olmazsa olmaz değerlerden büyük bölümü hâlâ devlete avdet etmedi.]   
Aksi takdirde bazı melânetten mazarrat kendini enâniyet aynasında temaşa gafletine düşmüş, şeamet erbabınca yürütülen (güya yönetilen) adının sonunda Cumhuriyet yazılı tertip ve teşekküllere “cumhuriyet” denilemez. Bunların zavallı halkı gasp-tasallut altındadır, zulme maruzdur ve kurtarılmaya muhtaçtır. Daha açık bir deyişle, mezkür halkı idare edenler meşru olmamakla; Adaletle idare etmeyenlere karşı, her türlü direniş caiz, meşru ve mubahtır.
Sonuçta ‘DEVLET” olmak zor iştir.
Dolayısıyla dünyada devlet olmayı ve yönetmeyi en iyi bilen de Türk’lerdir. 
            Türk devlet geleneğinin ana unsuru; Üzerinde şeref ve şanla yükseldiği tarihi temeli; Varlık (oluş) nedeni, hedef ve emeli kadim İslâm’dır. Daha açık bir deyişle yaklaşık 124 bin yıl önce, “Cennetten inerek” dünyayı şereflendiren ilk insan Hazreti Âdem ile birlikte vahiy olunan, yaşanmaya başlayan berrak hayat kaynağı, yüce din…
(Doğrusu Allah katında din İslâm’dır., Âl-i İmran/19)
            Hani Habil ile Kabil’e iyilik, yükseklik, erdem ve hikmeti gösteren, Cennetle Cehennem arasındaki farkı açıklayan; Evrensel bazda kısaca ‘insanlık davası’ dediğimiz haklılık, doğruluk ve dürüstlük, sağduyu (fr. Le Bon Sens) yolunu emreden vahiyler, buyruklar ve ışıklar kitabı…(Haklıların güçlülüğü meşru; Haksız, zalim ve hırsızların güçlülüğü gayrimeşru olup; İyi insan ve onurlu, sorumlu iyi vatandaş, ödül umudu ya da ceza korkusu olmaksızın iyidir. İnsan yalnız yaptığı kötülükten değil, yapabildiği halde yapmadığı iyilikten sorumludur.)
            Hâsılı kitap’ın “elif”i Hazreti âdem iledir.
            Gerçekte tek, ümmette “Hatem-ül Enbiya” son Peygamberlik ise nokta…
            İşte Namık Kemâl’in dediği gibi, Türk’ün devlet olması ve devlet kurmasındaki amâl ve efkâr, tüm insanlığın refah, saadet, güvenlik ve huzurudur. Bunun sebebi hikmeti adalet cihazı, adalet cihazının esası eşitlik ve ahlâk; Sürdürülebilirliğin teminatı Cumhuriyet Savcılarıdır.
            Sadece Türkiye’de Cumhuriyet Savcısı
            Osmanlı’da Savcılara “Müdde-i Umumi” denilirdi.
Türkiye Cumhuriyeti hariç bütün dünya da sadece “Savcı/İddiacı” denilir. Bizde, “Cumhuriyet Savcısı” denilmesinin çok özel bir önem, değer ve anlamı vardır. Kısaca, cumhur’un (halk’ın) sahibi olduğu devlet içinde “halk ve hak adına” her meselenin sahibi, sorumlusu, takipçisi ve iddiacısıdırlar.
            Yani: Cumhur halk,
            Cumhuriyet: Halkın kendi kendini idare etmesi,
            Cumhuriyet Savcısı: (ise) Halkın, kendi kendisini, doğrudan ve dolaylı olarak; Vekil tayin etmek suretiyle idare etme keyfiyetini, eylemini ifa ve icra sürecinde;. “Kendi vicdanları, asaleten temayüz etmiş yüksek şahsiyet, iffet ve karakterleri doğrultusunda, sadece ve yalnızca Yüce Yaratıcı, kamu yararı, kamu vicdanı, özgür ve evrensel bilim ışığında milletten yetki alan ve millet adına karar, hareket ve tasarrufatta bulunanlar…” demektir.
            Bu nedenle, Türk ve İslâm tarihinde olduğu ve bu gün medeni devletlerde uygulandığı üzere; Sadece ve yalnızca, “cemiyetin en asil, mutemet ve mütemayiz, keza asaleten nezahetini ispat etmiş” aile çocukları Avukat, Hâkim ve Savcı olabilir. Milletin selâmet, saadet, refah ve ‘yeryüzünde ebed-müddet’ var olma şartı için bu olmazsa olmaz bir şarttır. Hâttâ, 1960’a kadar Türkiye Cumhuriyetinde de özenle uygulandığı gibi; Asker, yüksek düzey polis ve mülkiye içinde bu esasın geçerliliği hayati zorunluluktur.
Zira bunlar “asli/asil unsurun”, (damarlarında asil Türk ve hakiki Müslüman kanı akan; Namuslu, dürüst ve demokrat vatandaşların) hakkı müktesebi ve görevidir.
***
CUMHURİYET’İN SAVCILARI
Mustafa Nevruz SINACI
Cumhuriyet’in “Müdde-i Umum’larını”, Gazi Mareşal Mustafa Kemâl Atatürk, dünya da ilk ve tek olan “Cumhuriyet Savcısı” unvanı ile şereflendirdi. Ve, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhuriyet Savcılarına şöyle hitap ederek, emanet ve vasiyette bulundu:     
 “Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz kimse yoktur… Kendilerini kimsesiz görenlerin, yanlarında her an haklarını aramakla, korumakla görevli Cumhuriyet Savcıları bulunduğunu asla unutmamaları ve bundan emin olmaları gerekir.
Her uygar devlette olduğu gibi, muasır Türkiye Cumhuriyeti Adalet teşkilâtında da, Cumhuriyet Savcıları çok yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileridir.
Çünkü, Türk inkılâbı, çağımızda uluslara yaşama ve yükselme yeteneğini veren, en son ve en uygar ilkelerinin bir ifadesi ve Türk Ulusunun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan çok büyük mücadelesinin eseridir.
Cumhuriyet Savcılarımızın, Türk inkılâbının icapları etrafında, en kıskanç ve uzakları gören hassas nöbetçiler olmaları, asıl görevleridir. Cumhuriyet, Türk halkının kaderini yıllarca hastalıklı ve korkunç gelenekleriyle, zulüm baskı kan ve yangınları içinde sürükleyen saltanat ve hilâfet tarihini yıktı. Bu mücadelenin asıl amaçlarından biri de, zayıf olanları, despot, kötü ve zorbaların baskısından ve entrikacıların âleti olmaktan kurtarmak ve ulusu kendi kaderine sahip kılmaktır. Bu uğurda yılmaz ve kesin kararlı inkılâp, Türk ulusunun yaradılıştan gelen yeteneğinin gelişmesi ve artırılması için gereken zemini hazırlayarak hızla ilerlemektedir.
Bütün düşüncelerin üzerinde olan insan hakları, kamu hukuku ve kamu yararının korunmasının, devlet ve hükümet gücünün mutlaka hakkaniyet, eşitlik ve adaletle sağlanması ve korunmasıyla mümkün olabileceğini önemle hatırlatırım.
Cumhuriyette devlet ve hükümet gücü, Millet iradesi ve ulusal egemenliğin en kesin ve en temel ifadesi ve görünümüdür. Türk kanunlarına dayanan bu yetki; Hak ve adaletin gücüne engel olacak küçük bir girişimin dahi,  ulusun egemenlik hakkına saldırı olarak değerlendirip, buna yeltenenlerin mutlaka mahkeme huzuruna çıkarılmasını talep ederim.
Özgürlüğü ve yasaları bir alet gibi öne sürerek, milletin en küçük bir yararını dahi tehlikeye atma hakkına hiç kimse sahip değildir. Zira devlet halinde hayat süren, medeni milletlerde, özgürlük, adalet ve hukuk ulusun emrindedir; Yüksek yararlarının gerektirdiği şekilde genişletilir, sınırlanır ve belirlenir.
Yakın tarihimizde ve eski zamanlarda, din’lerin, zorba hükümdarlar, rahipler ve çıkar unsurlarının elinde baskı aracı olması gibi bir hale, çağımızda kesinlikle izin verilemez ve hoş görülemez. Türk inkılâbına karşı koyan muhalefetin özgürlük ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelir. Sınırsız hak, kişisel ikbal, hürriyet ve çıkarları peşinde koşanlar, kendi menfur emellerini, yararlarını ulusun yüksek menfaat ve özgürlüğünden üstün tutanlardır. Oysa ki sınırsız kişisel hak ve özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır.
Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur.
Uygar milletlerde, kanun ve özgürlük, yüksek milli menfaatlerin korunması amacıyla düzenlenir ve kabul edilir. Çağdaş devlet kurmaya ve bu kuruluştan yararlanmaya karar veren toplumlarda, bu kesin bir şart ve zorunluluktur. Fert yok, millet vardır.
Zorbalık, despotluk ve monarşiyle yönetilen ülkelerde, kanun ve özgürlük, (hürriyet, adalet ve hukuk) bir kişinin veya sınıfın emellerini sağlamaya yarayan bir araç olur. Göçebe ve ilkel topluluklarda toplum değil kişinin çıkarları vardır.
Her hal-i kârda kimsesiz bireyin, kimsesi devlettir.
Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz birey yoktur.
Cumhuriyet, böyle bir kavramı asla kabul etmez.
İnsan hakları, eşitlik, adalet ve hukuk, milli kanunlarımızın teminatı altındadır.
Güçsüz ve kimsesizlerin yardımcısı devlet ve devletin kamu hukuku temsilcileri Cumhuriyet Savcılarıdır. Zayıf ama haklı, iyi, doğru ve dürüst, namuskâr olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin görevi, yegâne özelliği, hedef ve ülküsüdür.
Cumhuriyet, Adalet ve hukukun yükselmesini yüce bir onur meselesi saydıklarından hiç kuşku duymadığım çalışma arkadaşlarıma bu onurlu görev alanında mutlak ve muhakkak olan başarılarını coşkuyla dilerim” (Gazi M. Kemâl Atatürk, Cumhuriyet Savcılarına Sesleniş, 9 Ekim 1925)
Günümüz Cumhuriyet Savcıları, adalet, hukuk, emniyet (güvenlik) mensupları; Hâkim, Avukat, Polis ve Asker kişilere önemle ve özellikle hatırlatılır.   
ÇÜNKÜ!..
            Günümüzde namuslu, dürüst, cesur, insan’a, özgürlük ve bilim’e saygılı gazeteci-yazar kalmadığı; Objektif ve tarafsız araştırmacıların nesilleri tükendiği için; Artık Türk Cumhuriyeti yurttaşları doğru habercilik ve tarafsız yorumculuğa hasret!..
            Dördüncü kuvvet (basın-medya) acze düştü, işgal edildi ve dumura uğradı.
            Beşinci kuvvet (sivil toplum) imha, bu nam altında bedhahlar ihya ve ihata edildi.
            Gazetecilik mesleğine inşaatçı, petrolcü, hırdavatçı, marketçi ve bilumum müteahhit ve taşeronları sokan; Gazeteciliği bir adalet, fazilet ve doğruluğun, dürüstlüğün miyarı meslek olmaktan çıkartan siyasi mevtaların yedi göbek soyları ve yaşayan soytarıları kahrolsun.    
            Siyaseti, şahsi ikballerine alet edecek kadar alçak, şerefsiz, soysuz ve küstah sergerde zihniyetler karşısında vatandaş “haber alma, hakikati öğrenme ve doğruları bilme” hakkından mahrum kaldı. Medya sahasında saman, sahibinin sesi, ustalaşan uşaklar ve dezenformasyon amaçlı kirli-kârlı manipülâsyondan geçilmiyor. Ayıp, ayıp… İnsanlığı menfaatle değişen ve önlerine atılan bir kemiğe mukabil kırk takla atmaya amade sözde gazeteciler kahrolsun..
            Bu iğrenç yasal düzenlemeyi acilen ve derhal iptal ederek; Basın yoluyla işlenen faili malum cinayetler, alet olmalar, hedef göstermeler, haksız rekabet ve medyatik şike’den tutun her türlü yozlaşma, çürüme ve ahlâksızlığa yardım ve yataklığa neden; Mevcut ve mer’i basın kanunlarını değiştirmeyen hükümetin kulağına küpe olsun!..
            Bu vesileyle AKP, idare sanatının bir adalet ve hukuk faciası olduğunu;
Hüküm’ün “hikmet” i zorunlu kıldığını Cumhuriyet Savcıları, Hâkim ve Avukatlar bilsin. Genel veya bireysel, her ne hal ve şartta olursa olsun millet memurları, adalet, hukuk mensupları, askerler ve polisler; Evrensel hukuk, mutlak doğruluk, eşitlik, dürüstlük, Türk, İnsan ve Müslüman olmanın zorunlu kıldığı hakkaniyet ilkesinden asla taviz vermesin.  
Bu vatanın gerçek sahipleri: “Haklıların güçlülüğünün meşru; Haksız, despot, zalim ve hırsızların gücünün gayrimeşru” olduğunu bilsin. Ve yine bilsin ki; İyi insan, onurlu, sorumlu iyi vatandaş, ödül umudu ya da ceza korkusu olmaksızın iyidir. İnsan yalnız yaptığı kötülükten değil, yapabildiği halde yapmadığı iyilikten de sorumludur. Savcılar bunu da takip etmelidir!..
***
SOMALİ!.. KADER DEĞİL, KÂBUS
Mustafa Nevruz SINACI
Afrika, hâlâ hakkıyla ve lâyıkıyla özgür değil; Büyük bölümü müstemleke.
Kıt’a nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olmasına rağmen, sözde İslâm âleminden yana kimsesiz ve sahipsiz. Müslüman geçinen, öz’de AB ve ABD uşağı, adî dalkavuk, yalaka, mel’un Arabiler; Ate efendilerinin korkusundan dinin emirlerini yerine getirmemekte ve Afrika halkına sahip çıkamamaktadırlar…
Oysa, son yıllarda deniz korsanlığı, cebri gasp, irtikap ve hırsızlıkla anılmaya başlanan Somali ve sınır komşuları gerçekte büyük kaos-kriz ve handikap içinde. Adalet-hukuk, ahlâk ve demokrasiden uzak; Sermayesi sömürgecilerce gasp edilmiş, malları yağmalanmış, kalkınma-gelişme ve mâkus talihlerini yenme imkânları ellerinden alınmış talihsiz ve sahipsiz, yönetim zaafı ile malul, çaresiz ülkeler ve milletler…
Ama tek dişi kalmış, canavarlaşmış, mal, koltuk ve iktidar hırsıyla ihtiras kurbanı olmuş kifayetsiz muhteris “medeniyet âlemi” sinsi, fırsatçı, kurnaz ve seyirci… Bu bağlamda sadece Afrika’nın olabildiğince alçak, şerefsiz, dinsiz ve kansız katilleri ‘haçlı’ AB+ABD’yi suçlamak haksızlık olur. Dünyada daha nice “hüdâi nabit” (türeme zalim ve muhterisler)’ler var bakınız: Meselâ çok basit bir örnek verelim; Fırsatçılık, kayırmacılık ve bencillik yönünden (maalesef bizim memleketimizde cereyan eden) şu ibretli ve dehşetli, utanç verici, yüzkarası olay yeter!..  
“Camilerde İki Cumadır Somali İçin Yardım Toplanıyordu, Bu Cum’a,
CEMAATİN VERDİĞİ PARALAR ŞEVKİ YILMAZ’IN VAKFINA GİTTİ.
Somali`de yaşanan insanlık dramı karşısında ilk harekete geçen illerden biri de biz (Kocaeli) olduk. Açlık ve kuraklığın ölüme davetiye çıkardığı Somali halkı için yardım toplamaya camilerden başladık. (*)
Ramazan ayının başından bu yana iki Cuma Namazı çıkışında cemaatin önüne yardım sandıklarını koyduk ve 2 milyon TL`ye yakın para topladık. Ancak dün Somali`deki açları dahi bir kenara bıraktık, toplanan bağışları Şevki Yılmaz`ın (*) vakfına aktardık.
MÜFTÜLÜĞÜN EMRİYLE
Diyanet İşleri Başkanlığı`nın genelgesi doğrultusunda iki cuma namazı çıkışında il genelindeki tüm camilerde Somali için yardım toplayan Kocaeli Müftülüğü bu cuma Kocaeli Valiliği`nin de olurunu alarak Rize eski milletvekili Şevki Yılmaz için çalıştı. İl Müftülüğü`nden tüm ilçe müftülüklerine gönderilen resmi yazıda cuma namazı çıkışında cemaatten toplanacak paraların İslami İlimler Eğitim Merkezi`ne bağışlanacağı bildirildi.
İMAMLARA MESAJ GİTTİ
İlçe müftülükleri de tüm cami imamlarına mesaj atarak durumu bildirdi. İmamlar cami çıkışına her zamanki gibi yardım kutularını koydu, bağış topladı. İşte toplanan bu paralar Rize eski milletvekili Şevki Yılmaz tarafından Gölcük Piyalepaşa Mahallesi`nde “İslami İlimler Eğitim Merkezi” adı altında yaptırılan cami, Kur`an kursu ve erkek öğrenci yurdunun inşaatına gitti. Camilerden Somali için geçen cuma 1 milyon TL`ye yakın para toplanmıştı.”
Umarım bu haber doğru değildir. Gerçi şu ana kadar tekzip edilmedi ama “Somali için toplanan nakitlerin, Şevki Yılmaz gibi, adı Atatürk, Türk İnkılâbı, demokrasi ve cumhuriyet düşmanlığına çıkmış bir şahsın teşebbüsüne aktarılması çok büyük bir utançtır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın meşruiyetine gölge düşürür, sair emir ve talimat veren akıl ve iman fukaralarını şaibe altına sokar. Bu lekenin temizlenmesi de hükümete düşer.
Kaldı ki, şu anda Somali yardımları için söylenen, yoğunlukla ortalıkta dolaşan, Şevki Yılmaz faciası gibi örneklenen ve nihayet deniz feneri cürümleri ile örtüşme temayülünden bahisle yayılan kaygılar var. Yukarda Somali’nin durumuna çok az temas ettim. Konuyu daha da açacağım. Lâkin her şeye rağmen 30 yıldır süregelen bir acıyı; Tam mübarek Ramazan ayında duygusallaştırmak ve sömürmek, “hüküm ve hikmet” akaidine isyan, insan ve İslâm’a ihanettir. Hükümetin çok dikkatli ve dürüst, muhalefetin ise uyanık ve takipçi olmak gerekir.  ***  
İNSAN, İSLÂM VE BAYRAM
Mustafa Nevruz SINACI
            Rab önce insan’ı yaratmış, sonra İnsan’a İslâm’ı (dini); İdeal ve doğrusal yaşam biçimi, (yol gösterici bir ilim) olarak lütuf ve ihsan etmiştir. Bakınız, “hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fen’dir” diyen Gazi Mustafa Kemâl Atatürk; Unutturulmaya ve hafızalardan silinmeye çalışılan “Balıkesir Cuma Hutbesi'nde” ne diyor. Özellikle ve bilhassa hatırlatmak isterim:
            ATATÜRK’ÜN BALIKESİR HUTBESİ: (*)
            "Ey millet! Allah birdir. Şânı yücedir Allah'ın selâmeti, âtifeti ve hayrı üzerimize olsun. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.), Cenâb-ı Hak tarafından insanlara dînî gerçekleri bildirmeye memur ve resûl olmuştur. Anayasası, cümlemizce ma'lûmdur ki, Kur'an-ı Azimüşşândaki kesin hükümlerdir. Arkadaşlar; Cenâb-ı Peygamber mesâisinde iki yere, iki hâneye sahipti. Biri kendi hânesi diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hz. Peygamberin mübarek izlerine örnek alarak bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait konuları görüşmek maksadıyle bu dar-ı kutside (kutsal yerde) Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. ...
Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni, başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. ... Binaenaleyh (bundan dolayı) benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim." (*) 7 Şubat 1923- Paşa camii-Balıkesir
            Bu Hutbe’den haberdar olmalı ki; Yazar Şehriban Oğhan, Şeker Hoca adıyla tanınan Malatya Şeker Camii İmamı Celal Tilgen’in istifası üzerine Bu kadar duyarsızlıkta ne namaz kabul olur ne oruç” diyerek, insanın istismarı ve din tüccarlığına isyan etti. (24 Temmuz 2011)
            Mesele şu: Şeker Hoca adıyla tanınan Malatya Şeker Camii İmamı Celal Tilgen, 13 şehit haberini aldığı gün, Berat Kandili için toplanmış cemaate, “37 yıldır bir insan öldürenin bütün insanlığı öldürmüş olacağını anlatamamışım” deyip istifa etti.
            ŞEKER HOCA NE DİYOR?..
            Ülkenin bölünmez bütünlüğü en büyük ibadet. Peygamberimiz buyuruyor ki; “Bir insan öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir”. O şehitlerin ailelerinin, eşlerinin yerine koyacaksın kendini. Bunu yapmadıktan sonra Allah’ın eğilmemize, kalkmamıza, aç kalmamıza, Hacca gitmenize ihtiyacı yok. Ülkedeki 124 bin din görevlisi, yüz binlerce öğretmen... Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşı’nı anlattık mı bu gençlere? Türk bayrağının sadece yapay çizgilerle değil, Kürt’ün, Türk’ün, Laz’ın, Abhaz’ın kanına ayın yansımasıyla oluştuğunu anlattık mı?
Sanatçının, doktorun, imamın Kürdü, Türkü olmaz. Bu da bir fitnedir.
Her Kürtçe bilen bölücü mü? Devlet Kürtçe kanal kurmuş. O söylenen şarkının içinde bölücülük, ayrımcılık varsa hepimiz protesto edelim. Ama siz bunu protesto ederseniz, öbürü de kalkar Türkçe söyleyeni protesto eder. Fitne, ayrımcılık, bölücülük de bundan çıkar….”
Celâl Tilgen (Şeker) Hoca’nın dediklerini aslında yüzlerce hoca, politik-ACI ve sıradan memur söylemekte. Ama bu güne kadar, sözüne sahip olan, sözünün arkasında duran ve “sözü ile özü bir” olan sadece O çıktı. Oysa!...
Ramazan boyunca Mimberlerden noksan vaazlar verildi, hutbelerde halk “hakkı olduğu şekilde” aydınlatılmadı. Bilhassa, ekranlarda boy gösteren bazı din, iman, insan ve akıl fukarası eşhas, adeta Ramazan boyunca “meleklerin dişi mi, erkek mi” olduğunu tartıştı. Sadaka, fitre ve zekât üzerine hurafeler düzüldü, eyyamcılık yapıldı ve Asr-ı Sâadet’e iftiralar edildi.
Oysa Camilerde Atatürk ve Şeker Hoca’nın dediği gibi, siyaset dâhil ülke, insan ve İslâm’ın meseleleri açıkça görüşülmeli; Sadaka ve fitrenin fakirin, amma Zekât’ın devletin hakkı olduğu ve devletin zekât usul ve nisabından başka bir vergi alamayacağı söylenmeliydi.        
Söylenebildi mi? Hayır!.. Bu konuyu açmak dileğiyle Bayramınız Mübarek olsun.  
***
DİLSİZ ŞEYTANLAR VE DİN TÜCCARLARI (*)
Mustafa Nevruz SINACI
Bu makale; Elli yıldır müthiş kârlı, verimli, yapısal olarak çok pasif, edilgen ve ironik bir piyasaya, sıradan sektöre dönüştürülerek, “din tüccarları” tarafından ahlâksızca sömürülen ve dilsiz şeytanlarca hararetle desteklenen bir alanı konu almaktadır. Olaylar somut, sorumlular gerçektir. Failler her türlü yasal takip, soruşturma ve kovuşturma korkusundan uzak, son derece rahat, hatta kimileri dokunulmazlık ve erişilmezlik zırhı ile donanımlı; Bedhahlarla iştirak ve işbirliği halinde bulunmalarına rağmen, durumlarından emin ve memnunlar. Ancak, bu makale gerçek sorumlular dışında kimseyi hedef almak veya hedef göstermek maksadı taşımamaktadır.
Bu gün (29 Ağustos 2011) Aziz ve Mübarek Ramazan-ı Şerifin sonu, Arife günü..
Yarın inşallah, Cumhuriyet tarihinde ilk defa Ramazan Bayramı ile 30 Ağustos Zafer Bayramını ‘bir arada’ kutlayacağız. Bu bir tevafuk mucizesi olmalı. İki kutsal sevincin birbirini tamamlar / bütünler uygunlukla aynı güne denk gelmesi başka nasıl izah olunabilir?.. Elbet 30 Ağustos’ta kutsal bir sevinçtir? “El İman, minel vatan” akaidinin unsurudur...
18. Dönem Sakarya Milletvekili Yalçın Koçak; “Ya Sabır” adlı makalesinde,
“Kim bunlar, kim bu adamlar?.. Damarlarımızdaki asalaklar, üç kuşağı da devlet bordosundan geçinenler, tufeyliler, doğdukları topraklarda tarlası toprağı olmayan yurt’suzlar Ankara’ya çökmüşler gayeleri de ulvi sözde‘Vatan beklerler’. Yurtsuzların Beklediği Vatanın Anası ağlıyor. Hanelerimize ateş düşüyor, kor düşüyor, bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler battı, batıyor… Bu 800 bin km. karelik Vatan’da hainin inindeki nefes alışını duyamıyorsak, pusu yiyor, gömülen patlayıcıları göremiyorsak, bir büyük yanlış var beyler. Yakında ANA’lar silâhlanır, “etek’leri” bize emanet kalır..” (25 Ağustos 2011,http://ykhaber.blogspot.com)      
            Bakınız: Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün 7 Şubat 1923 tarihli Balıkesir Paşa Camii hutbesinde, (*) bak: İnsan, İslâm Ve Bayram, Anayurt – 27.08.2011) “Cenâb-ı Peygamber mesâisinde iki yere, iki hâneye sahipti. Biri kendi hanesi diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hz. Peygamberin mübarek izlerine örnek alarak bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait konuları görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside (kutsal yerde) Allah'ın huzurunda bulunuyoruz....” Yani neymiş? Esası fazilet olan siyaset, Lozan gereği asli unsur olan Müslümanların ibadet, meşveret ve halvet makamında müzakere ve mütalâa olunurmuş.. Peki, öyle mi oluyor? Kesinlikle hayır. Bu konuda zâtı ve istifasından örnek getirdiğimiz Şeker Hoca namıyla maruf, gerçek din, ilim ve aksiyon adamı Celâl Tilgen’in fikri ne?.. Bakınız:    
            Peygamber buyuruyor ki, “Herkes çobandır, herkes sürüsünden mesuldür”. Hz. Ömer de; “Dicle kenarında bir kurt bir kuzuyu kapsa ilahi adalet Ömer’den hesap sorar.” Bu kadar mesuliyeti olan bir kişi, başın sağ olsun, vatan sağ olsun, millet sağ olsun! Sağ olsun da önce tedbir al, takdiri Allah’a bırak. Tedbirsizlik, bana necilik var, çoluk çocuğuna sahip çıkmamak var. Şahsen ben kendimi sorumlu hissettim. Böl, parçala, yut. Dış güçlerin işi bu, yoksa kimin kimden farkı var? Çözüm; kendi içimizde. Bir araya gelinecek, herkes üzerine düşeni yapacak. Kimse benim dediğim olsun demeyecek; BDP’nin devlet imamlarının arkasında saf tutmayın çağrısı”na gelince; o bir fitne, fesat. Devletin imamı eğer ideolojik din görevi yapmıyorsa, eğer başka şeyler karıştırmıyorsa... Onun hocası benim hocam, öbürünün öğretmeni öğretmenim, bakanı bakanım... Öyle olur mu? Zamanında yanlışlar yapılmış olabilir, ama şu anda Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi istediği makama geliyor. Vekil, bakan, cumhurbaşkanı olabiliyor.”
            Yaşanan gerçek bu, ama aziz halkımız ve ülkemizi elli yıldır hain pençesine alan anarşi, terör ve tedhiş, başta din olmak üzere her vasıtayı amansızca ve pervasızca kullanıyor. Din’den geçinen ve din istismarı yoluyla politikada mesafe alan ‘din tüccarı ve dilsiz şeytan” kesimi bu alçaklık ve küstahlığa karşı duyarsız. Adeta işbirlikçi, yardım ve yataklık şaibesi altında. Sanki kişisel çıkarlar, milli menfaatlerden üstünmüş yahut başkaları adına politika yapılıyormuş gibi; Din tüccarlari, insanlık düşmanları ve organize suç örgütlerine karşı müthiş bir zaaf, acz, atalet ve inadına koruma, kollama var. Bu nedir Allah aşkına? Siyaset simsarları, din tüccarları ve dilsiz şeytanların çıkar ortaklığı mı? Farz edelim ki öyle!.. Bu memleketin muhalefeti nerde?..      

Hiç yorum yok: